Düş Batımı

dus-batimi-hanife-mert-gece-kitapligiKaçsam diye düşündü! Çok uzaklara. Kimsenin tanımadığı bilmediği bulamayacağı uzak diyarlara gidip kaybolsam… Her şeyi geride bırakıp kendime yeni bir hayat kursam diye geçirdi içinden… İnsan bazen kaçmak ister. Kendinden kaçmak… Hatta kendinden kaçıp, gölgesinde gizlenmek ister… Yaşadıkları ona öyle ağır gelir ki, üzerine yüklenen yükün altında ezilir… Ne kadar uzağa kaçmak istese de, insanın kaçacağı yer de, gizleneceği yer de kendisi değil mi? Öyleyse kaçmak niye? Nereye giderse gitsin, ne kadar uzağa giderse gitsin, yanında götürür her şeyini… Sırt çantası gibi koskoca bir yaşanmışlığın yükünü taşır üzerinde. Uzağa gittikçe hafifliyor gibi zannetse de insan, bu bir yanılsamadır aslında. Yeni yerler, yeni yüzler, yeni yaşanmışlıklar soğuk bir damga gibi yapışan geçmişine dokunamazlar. Küçük bir gölgedir o an yaptıkları. Gölge bir süre kapatır üstünü. Fakat, gölge kaybolduğunda gerçeğin ağırlığı tüm çıplaklığıyla çöküverir omuzlarına. Onca çabanın karşılığı yorgunluktur sadece…

***

“Analı oğlak yarda oynar, anasız oğlak yerde oynar”
Türk Atasözü

EKSİK KALAN HAYATLAR

Güneş batmış hava kararmak üzereydi. Dağların tepesinden yükselen sis bulutu öbek öbek gökyüzünü kaplamış, etraf kurşuni bir renge bürünmüştü. İnsana kasvet veren hüzünlü bir hava hakimdi. Cıvıl cıvıl çığlık atarak oyundan evine dönen çocuklar ve toprak yolda koşar adımlarla yürüyen köylülerin lastik ayakkabılarından çevreye yayılan toz bulutu etrafı kaplamıştı. Dağlarda yayılıp gelen, üzeri kırmızı, pembe, mavi boyalı koyunların kimi zaman tek tek, kimi zaman ise bir kaçının birlikte meleme sesleri ile boyunlarındaki çıngıraklardan çıkan sesler birbirini tamamlayan hüzünlü bir şarkının nağmeleri gibiydi. Kocaman kuyruklarını sağa sola sallayarak maşuğuna caka satan âşıklar gibi nazlı ve cilveliydi yürüyüşleri. Köylünün kimisi de kaçan ineğinin keçisinin peşinden koşuyor, yakalayıp ipinden tutarak çeke çeke evine götürmeye çalışıyordu. Duvarları kerpiçten yapılmış, içine iki ya da üç kişinin ancak sığabileceği küçücük bir odada, küçük tahta bir tabure ve küçük bir de tahta masa vardı. Kısa boylu şişmanca, iri kemikli, geniş omuzlu, kalın boynu adeta omuzlarının arasına gömülmüş fötr şapkalı muhtar, önündeki kâğıda bir şeyler yazdı. Sonra kâğıdı masanın ön tarafında ayakta duran Ali’ye çevirdi;

— Ali oku da imzala dedi.

Ali yazıyı göz ucuyla okudu. Biran önce bitsin der gibi… Sonra hemen imzaladı. Çünkü olayın bu şekilde cereyan etmesi onu çok üzüyordu. İnsan kendi çocuğunu yazı ile alır mı? diye düşünüyor, kardeşine de içten içe ateş püskürüyordu. Lakin kardeş işte… Yapabileceği pek bir şey yoktu. Sonuçta mektep medrese görmüş, büyük şehirde yaşamış memur insan. Kendisi gibi kara cahil değil ya. Vardır bir bildikleri dedi kendi kendine. Ali’nin yazıyı okurken üzgün olduğunu fark eden muhtar her ne kadar görevini yapmış olmanın rahatlığını duysa da, yapılan eylemin vicdanını rahatsız etmesinden dolayı duyduğu üzüntüyü gizleyemiyordu.

— Ali, Hasan niye böyle yapıyor? Bu çocuklara yazık değil mi? Onları neden perişan ediyor, diye sormaktan kendini alamamıştı. Ali nasıl cevap vereceğini bilemez bir halde: — Muhtar Emmi valla bilmiyorum. Eğleştikleri yerde ne yaşadılar, dertleri neydi, nasıl bu hale geldiler, kendileri ile Allah biliyor. Bizim gelin çocukları istemiş. Hasan da bana mektup yolladı. Çocukları yazı ile teslim et dedi.

— Hasan ne zaman gelecek?

— Bilmem muhtar emmi gelir zahir… Muhtar başını sağa sola salladı. Masanın üzerinde duran küçük kare şeklindeki ıstampa kutusunun kapağını kaldırdı masanın diğer ucunda duran Satı Kadın’a çevirdi:

— Satı Kadın bas parmağını, dedi. Satı Kadın; elinin derisi buruş buruş olmuş, kısa küt nasırlı parmağını tedirgin bir şekilde kutuya değdirdi ve muhtarın işaret ettiği yere bastı. Muhtar: — Satı Kadın, artık çocukları götürebilirsin dedi. Bir türlü anlam veremediği bu konuşmalar sonunda kardeşi ile birlikte anneannesine ve annesine teslim edildiler. Tıpkı ipinden tutulup evine götürülmek istenen hayvanlar gibi, kolundan tutulup zorla götürülmek isteniyordu küçük Elifcik! Onun nazlanmak, cilve yapmak, caka satmak gibi bir lüksü yoktu. Nazlanamazdı da… Çünkü nazını çekecek, cilvesine gülecek hoş karşılayacak bir sahibi de yoktu. Aslında vardı ama keşke olmasalardı. O anneli babalı öksüz ve yetim bir kız çocuğuydu… Ali’nin iri ela gözlerinden yaşlar siyim siyim yanaklarına doğru iniyordu. Dağ gibi heybetli, taşı sıksa suyunu çıkaran Ali bu durum karşısında çaresizdi. Sanki eli kolu bağlanmıştı. Kader dedi sadece… Satı Kadının kucağındaki beyaz kundakta hiçbir şeyden habersiz uyuyan Savaş bebeğe baktı, gözleri nemli nemli. Yüreği burkuldu. İç geçirdi. Elini bebeğin yumuşacık yüzünde gezdirdi…

— Ne kadar masumsun tertemizsin, sen bu küçücük halinle nelere maruz kalıyorsun zavallı bebecik, diye mırıldandı. Bebeği öptü.

— Satı Nine iyi bakın çocuğa. Bir ihtiyacınız olursa Allah aşkına çekinmeyin, dedi. Satı Kadın üzgündü. Çaresiz, gözleri yaşlı, başını salladı olur, dedi… Ali Elif ’e döndü. Kucağına aldı. Yanaklarından öptü.

— Kurban olduğum, kardeşimin emaneti Elif ’im canın ne zaman çekerse çık gel. Orada senin evin burada… Elif:

— Ben gitmek istemiyorum Ali baba! Beni onlara verme, diye ağlıyordu. Ali şaşkındı. İçten içe kardeşine yengesine kızıyordu. Bu sabileri böylesine üzmek Allah’tan reva mı? Çaresizliğini gizleyemedi…

— Elif ’im kurban olduğum mecburum. Baban annen öyle istedi, dedi.

— Olsun ben gitmek istemiyorum, beni onlara verme, diye ağlamaya devam etti. Elif ’in yalvarmalarına daha fazla yüreği dayanamadı. Onu kucağından indirdi ve ardına bakmadan koşar adım hızla oradan uzaklaştı. Elif şaşkındı. Yapayalnız, savunmasızdı. Neden kimse anlamıyordu? Ne yapacağını bilemez bir halde Ali’nin ardından öylece bakakaldı. Anneannesi ile gitmek istemiyordu. Ancak gidecek başka yeri de yoktu. İri kahverengi gözlerine yaşlar dolmaya başladı. Garipliğine kimsesizliğine ağlıyordu. Küçücük yaşında başına gelen boyundan büyük dertlerine ağlıyordu. Yaşadıkları rüya mıydı? Uyanınca geçecek miydi? Yoksa kader mi? Hani her gecenin bir sabahı var ya! Sabah olduğu zaman her şey bitecek, eksik kalan hayatı tamamlanacak mıydı? Bilmiyordu… Gözlerinden akan yaşın ardı arkası kesilmiyordu. Küçücük elleriyle siliyor, yaşlar yağmur gibi akmaya devam ediyordu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Zihninden neler geçiriyordu bilseniz… Kaçayım diye düşündü. Dükkanın önünde toplanmış köylüler muhtarla birlikte onlara bakıyordu. Yakalarlar diye kaçma fikrinden vazgeçti. Satı Kadın kucağındaki Savaş bebeği kızı Zeynep’e uzattı:

— Zeynep al çocuğu eve git, ben Elif ’i alır gelirim, dedi. Zeynep de şaşkın ve üzgündü. Bebesini kucağına aldı evine doğru yürüdü. Satı Kadın önce durdu düşündü:

— Allahım beterinden sakla! Daha neler gelecek bakalım çileli başıma,diye hayıflandı kendi kendine. Gözünü kısarak Elif ’e baktı. Sağ gözünü hep kısardı. Bu yüzden köylü ona “kör kız” lakabını takmıştı. Buğday sarısı idi teninin rengi, zayıfça, boyu da kısa sayılırdı. Ufak tefek. Yüzündeki çizgilerin çokluğu ve derinliği ne kadar zor ve çileli bir hayat yaşadığının yansımasıydı. Elif ’in elinden tuttu:

— Hadi kızım evimize gidelim, dedi.

Elif omuz silkti:

— Gitmem ben, dedi.

Kaçmaya yöneldi. Satı Kadın elini bırakmamak için sıkıyordu. Kendine doğru çekmeye başladı. Elif kendini geriye çekip, yalvaran yaşlı gözlerle baktı anneannesine. Hem ağlıyor hem de üst dudağının üzerini aşmış neredeyse ağzına girecek olan burnundan akan sümüğünü koluna siliyordu.

-Ben,ben… gitmek istemiyorum diye kekeledi.
Lakin Satı Kadın ısrarından bir türlü vazgeçmedi…

— Gitmemiz lazım kızım, dedi.

Elif, kandıramayacağını anlamıştı. Son çare bir hamle ile kendini yere attı. Yerde debelenmeye bağırmaya başladı. Satı Kadın ne yapacağını bilmez bir vaziyette etrafına bakındı… Tekrar:

– Daha neler gelecek başıma,dedi.

Elif’e döndü:

– Kızım evimize gidelim, bak sana neler alırım, şeker alırım, balon alırım, bisküvi, şeker sucuğu alırım, haydi kızım kurban olurum sana kalk gidelim, diye yalvarıyordu. Nafile kandıramadı.

– İnadınız kurusun! Aynı anasına çekmiş diye söylenmeye başladı.

Elif ’in eli, yüzü, saçları, üstü başı toz toprak içinde kalmıştı. O anneannesinin söylediklerini duymuyordu. Sadece gitmek istemediğini haykırıyordu… Anlayan kim? Elif ’in kendini yere atıp bağırarak ağlamasını duyan köylüler işlerini bırakıp Elif ’in başına toplandı. Her biri soran gözlerle muhtar ve Satı Kadına bakıyordu. Kendi aralarında konuşmaya başladılar.

– “Bu kız niye ağlıyor, niye anasına gitmek istemiyor?” diye soruyor, bir diğeri cevap veriyordu:

– Neden olacak anasından korkuyormuş! Onun için gitmek istemiyor.

– Abo! İnsan anasından korkar mı kız?

Sonra kendi aralarında:

– Olacak şey değil bu Hasan’ın yaptığı, yazık değil mi şu sabilere? Doğurttuğun çocuklara sahip çık, kör kız kendine bakmaktan aciz bu çocuklara nasıl bakacak, diye Hasan’a kızıyor, Satı Kadın’a ve çocuklara da acıyorlardı. Satı Kadın’ın ve Elif ’in içler acısı durumu karşısında köylü de muhtar da Elif ’i sakinleştirmeye çalıştı ise de nafile… Elif inadından vazgeçmedi. Satı Kadın’ın artık gücü kalmamıştı. Bir hamle daha yaptı. Kolundan tutup çekerek yerde sürüklemeye çalıştı yine olmadı. Başaramadı… Elif üç dört yaşlarında zayıfça cılız çelimsiz bir çocuktu ama Satı Kadın onun inadıyla baş edemedi. Artık gücü kalmamıştı. Zaten çok yorulmuştu. Üstelik o çok yaşlı idi. Yaşadığı zulümler onun mücadele gücünü zayıflatmış, iyice güçsüz bırakmıştı.

Bir ara bir boşluk bulan Elif, anneannesinin elinden kurtuldu. Köylülerin, muhtarın ve Satı Kadın’ın şaşkın bakışları arasında kaçmaya başladı.

Satı Kadın:

– Muhtar! Komşular! Allah aşkına yardım edin,diye feryat ediyordu.

Muhtar:

– Bırak gitsin. Şimdi sen de eve git hepiniz yoruldunuz. Artık yapılacak bir şey kalmadı. Zorla olmuyor,diyerek Satı Kadını yolladı…

Anneannesinin elinden kurtulan Elif yayından fırlatılmış ok gibi hiçbir yöne sapmadan kaçıyordu. Bir taraftan hıçkıra hıçkıra ağlıyor, diğer taraftan nereye gideceğini bilmez bir halde koşuyordu. Delikli beyaz lastik ayakkabısından küçücük ayaklarına batan taşların kanattığı ve canını yakan acılara aldırmadan koşuyordu. O, acıyı hissetmiyordu. Çünkü küçücük yüreği öylesine acıyordu ki; taşların kanattığı acıttığı yer küçük bir sıyrık gibiydi. Bir ara gözlerinden akan yaşlar gözünü kapatmış olmalı ki, önünü göremedi. Ayağı taşa takıldı ve yere kapaklandı. Kalktı arkasına baktı gelen yoktu. Derin bir nefes aldı. Yol kenarında bulduğu büyükçe taşın üstüne oturdu. Sarı papatyalı bebe yakalı karpuz kollu bulüzünün tozunu silkeledi. Siyah zemin üzerine küçük beyaz çiçek desenli basma pijamasının diz kapağı hafif yırtılmıştı. Tozunu eli ile silkeledikten sonra, paçasını yukarı sıvadı. Dizi kanamıştı. Canı yanıyordu. Yerde bulduğu küçük bir taşla kanını sildi. Avucunun içi de çizilmişti. İki elini birbirine sürterek ellerine bulaşan tozu temizledi.

Elif ’in umarsızca koşmasını izleyen komşularından Sultan Gelin yanına geldi:

– Ne oldu Elif, kimden kaçıyordun, diye sordu. O hiç ses etmeden kalktı ve koşmaya devam etti.
Sultan gelin evin önünde duran kayın validesinin yanına geldi, üzülmüştü:

– Anne babanın sorumsuzluğunun bedelini şu çocuklar mı ödemeli? Anne baba olmak sadece çocuğu dünyaya getirmek mi? Peki bu çocukların ihtiyaçlarını anne baba yoksa kim karşılayacak? Dünyaya gelen hiçbir şeyden habersiz bu bebeler, her şeyden önce bir anne baba şefkatine ve sıcacık mutlu huzurlu bir yuvaya ihtiyaç duyar. Öyle ki bu yuvada huzuru, güveni, sevgiyi, şefkati, merhameti iliklerine kadar yaşamak hissetmek ister. Çünkü bütün bunlar dünyaya gözlerini açmış hayatı tanımayan bebeler için vazgeçilmez gıdadır. Sevgi ve ilgiden mahrum olan çocuk ruhsal gelişimini tamamlayamaz. Ruhu daima aç kalır. Böyle bir çocuk her zaman eksiktir. Kendini yetersiz hisseder. Bu eksiklik onun hayatının her döneminde bir gölge gibi adım adım takip eder, dedi.

Kayın validesi Sultan Gelin’in konuşmasından bir şey anlamamıştı. Omzunu silkti:

– Bilmem ki, dedi.

Köyde kızların ilkokuldan sonra okumadığı bir dönemde Sultan Gelin Köy Enstitüsünü bitirmişti. Diğerlerine göre daha bilgili, ufku açık, aydın bir insandı. Köy okulunda öğretmenlik yapıyordu. Elif ’in ve kardeşinin içler acısı durumu bir anne olarak onu da çok üzmüştü.

Elif hiçbir şey duymadan ve düşünmeden taşlı tozlu yokuş yollardan nereye gideceğini bilmeden koşuyor, hatta kaçıyordu… Artık hava iyice kararmıştı. Korkmaya başladı. Adımlarını hızlandırdı. Koşmuyordu adeta uçuyordu. Ortalığı sadece parlak bir ay ışığı aydınlatıyordu. Elif nereye giderse ay ışığı da onu takip ediyordu. Sanki bu öksüz ve yetim kız çocuğuna ışığıyla yol gösteriyordu. Bir an karşıdan kendisine doğru gelen bir gölge fark etti. Dili dışarıda simsiyah bir köpek ona doğru geliyordu. Çok korktu! İlk bulduğu dulda bir yere gizlendi. Köpeğin gitmesini bekledi. Köpek Elif ’in yanından havlayarak uzaklaştı. Elif derin bir nefes aldı, saklandığı yerden çıktı ve koşarak uzaklaştı. Yorgunluktan, korkudan ve açlıktan perişan olmuştu. Birden kendini Ali’nin evinin önünde buldu! Bahçe kapısının önünde bekledi. İçeri girip girmemekte tereddüt etti. “Ali babam, ya tekrar anneanneme götürürse” diye düşündü…Yorulmuştu çok korkuyordu. Kimsesiz ve yapayalnız hissediyordu kendini. Çaresiz içeri girmeye karar verdi. Tahta kapının mandalını kaldırdı kapıyı itekledi. İçeri girdi toprak ve çakıl karışımından lalettayin yapılmış merdivenin ikinci basamağına kadar çıktı, üste çıkamadı. Orada durdu bekledi. Yorgun ayakları ve kırgın yüreği, onun yukarı çıkmasına engel oluyordu. Yukarı çıkmaya cesareti yoktu. Zaten düştüğünden dolayı yaralanan dizi de ağrıyordu. Merdivenin ikinci basamağından geri indi, ilk basamağa oturdu. Başını ellerinin arasına aldı, sessizce içini çekmeye başladı. Şimdi ne olacak? “Hiç ümidim yok ama acaba Ali babam beni evine tekrar kabul eder mi, diye ümidini yitirmişken, babaannem dedem beni sever. Ali babam kabul etmezse babaannem kabul eder diye tekrar ümitlendi. Onun için önemli olan annesinden kurtulmuştu…

Elif amcasına baba, yengesine de anne derdi. Babası, annesini ve Elif ’i dedesi ile birlikte köye gönderdiğinden beri; amcası, yengesi, babaannesi, dedesi ve kuzenleri ile birlikte yaşamaya başlamıştı. Kuzenleri anne baba derken, kendini farklı hissetmesin diye amcası:

– Elif ’im bir baban da ben sayılırım. Bana baba, yengene de anne diyebilirsin. Sen de bizim kızımızsın. Kaldı ki amca yarı baba sayılır, demişti. Hiç bir sayılma gerçeğinin yerini tutabilir mi? Elbette amca da sever yeğenini. Lakin dünyaya gelmesine vesile olduğu kendi kanından kendi canından olan bir çocuğu gerçek anne ve babasından başka yüreği yanarak içi sızlayarak kim düşünebilir ki? Bir amca yenge Elif kızı ne kadar düşünebilir, sahiplenebilir? Onun hangi ihtiyaçlarına cevap verebilir? Kaldı ki, annesi babası sağ ise yaşıyorsa demez mi, anası babası sağ olan çocuğa ben niye bakayım ki? Elbette der… Ali, olayın etkisini üzerinden atamamıştı. Elif ’in “beni burada bırakma Ali baba!” diye ağlaması bir türlü gözünün önünden gitmiyordu. Ne yaptılar acaba,diye merak ediyordu. Kafasını dağıtmak için kendini işe verdi. Dağdan gelen hayvanları köy meydanından alıp eve getirdi. Koyunları, keçileri, inekleri ahırdaki yerlerine bağladı. Suyunu, yemini verdikten sonra, ayağından lastik çizmesini çıkardı. Etrafına bulaşan hayvan pisliğini temizleyip kapının kenarına bıraktı. Eve çıkmak üzere merdivenlere doğru yönelmişti ki kesik kesik bir hıçkırık sesi duydu. Merakla sesin geldiği yöne doğru adımlarını hızlandırdı. Hava iyice kararmıştı. Bir an kim olduğunu seçemedi. Yaklaştı merdivende oturmuş başı ellerinin arasına kenetlenmiş bir gölge gördü. İyice yaklaştı, bu Elif ’ti.

– Elif sen misin? Burada ne yapıyorsun kurban olduğum yavrum diyerek Elif ’i kucağına aldı. Birlikte merdivenleri çıkmaya başladılar. Ali merdivenleri çıkarken:

– Seni buraya kim getirdi Elif?

– Kaçtım!

– Nasıl kurtuldun ellerinden? Elif yerde nasıl debelendiğini, ağlayıp bağırdığını sonra bir boşluk bulup ellerinden kaçtığını anlattı.

– Seni onlara vermek istemediğimi, mecbur olduğumu biliyorsun değil mi kızım? Elif evet anlamında başını salladı.

– Bundan sonra seni artık kimseye vermem. Ben aç kalırsam sen de aç kal, tok olursam tok ol… Burada birlikte yaşar gideriz dedi.

Bu sözler Elif ’i rahatlatmıştı. Endişe ettiği şey olmamıştı. Ali babasının kucağında merdivenleri çıktı. İçeri girmeden ayın parlak ışığında Ali, balkon demirinin kenarında duran ibrikteki suyla Elif ’in elini yüzünü yıkadı. Ayağını yıkamak için pijamasının paçasını sıvarken dizinde ki yaraya yapışmış bezi yavaşça kaldırdı. Yara kanamıştı. Suyla yaranın etrafını temizledi. Toz ve topraktan çamur haline gelmiş ayağı- nı yıkadı. Birlikte içeri girdiler. Girişte holde yün minderin üzerinde oturan Hatice Ana merakla başını kaldırdı, Elif! Diyerek yerinden kalktı:

– Kurban olurum sana yavrum, diye sevinçle Elif ’e doğ- ru yürüdü. Elif ’in gitmesine çok üzülmüştü. Ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerinin içi, Elif ’in gelmesi ile gülüverdi. Yüzü neşeyle parladı. Kucağına aldı sarıldı öptü kokladı. Anamın adı ağzımın tadı, yavrumun emaneti kadersiz Elif ’im diye sevdi. Hatice Ana’nın hemen yanı başındaki minderde oturan Mustafa Emmi de Elif ’e sarılıp öptü. Sessizlik üzüntü ve hüznün hâkim olduğu oda Elif ’in dönmesi ile bir anda buruk sevinçli bir havaya dönüvermişti. Elif kendisi için böyle bir karşılama beklemiyordu. Yaşadıkları öylesine üzmüştü ki çocuk yüreği tarifsiz bir şekilde acıyordu. Hüzünlü bir sevinç yaşadı o da diğerleri gibi. Akşam yemeği için yer sofrası hazırlandı. Yemekte sürekli odun ateşinde pişmekten simsiyah olmuş büyükçe bir tavada bulgur pilavı, yanında Hatice Ananın toprak yayık kabında yayarak yaptığı bol köpüklü ayran beyaz çinko tasta sofraya kondu. Ayrıca sofranın vazgeçilmezi yeşil soğan ve pezik turşusu da vardı. Elif çok acıkmıştı. Hem de çok sevdiği yemek pilav vardı… Herkes sofraya oturmuştu. Evin büyüğü başlamadan yeme- ğe başlamamak bir gelenekti. Mustafa Emmi besmele çekti ve şükrederek yufka ekmeğinden büyükçe bir parça böldü ve pilav tavasından bir lokma alarak yemeye başladı. Ardından Ali:

– Aile olmak aynı sofraya birlikte oturmak, aynı kaptan yemek yemektir. İyi aile olmanın gereği aynı yemeği aynı kaptan paylaştığımız gibi, sevinci, üzüntüyü, hastalığı, sağlığı, varlığı ve yokluğu da paylaşmasını bilmek gerektir. Allah aramızdaki birlik ve beraberliğimizi bozmasın, dedi ve yemeğe başladılar. Yemek yenmişti… Henüz köyde elektrik yoktu. Gaz lambasının loş ışığında bir müddet oturdular. Sıkıntıları kederleri büyüktü. Lakin aralarında ki sevgi, saygı ve bağlılık yükü hafifletiyordu. Bir ara Hatice Ana endişeli bir sesle:

– Oğul, Elif ’in kaçması başımıza bir iş açmasın? Kör kız çocuğu kaçırdılar diye şikâyet eder de… Suçlu duruma düşmeyelim sonra?

– Kör Kız’ın şikayet edecek hali mi kaldı ana? Elif ’in yaptıklarından sonra…Muhtar da köylü de şahit olan bitene. Merak etme bir şey olmaz, dedi. Hepsi çok yorucu ve üzücü bir gün geçirmişlerdi.

– Hadingari yatalım, Allah rahatlık versin, sabah ola hayrola dedi ve Ali odasına gitti. Ali’nin dört oğlu, bir de kızı vardı. Kızı Habibe oğlanların büyüğü idi. Habibe yatakları açıp kardeşlerini yatırdı. Mustafa Emmi’nin evi dört odalı evinin bir odasında Ali ve Elmas, birinde çocuklar; Kemal, İsmail, Orhan, Ayhan, Habibe diğerinde ise Mustafa Emmi ve Hatice Ana yatardı. Herkes odasına çekilince Elif ’in içini bir sıkıntı kaplamıştı. Gaz lambasının loş ışığı küçücük yüreğindeki kasveti artırmış- tı. Kendini bir an yalnız hissetmişti. Annesi geldi aklına içini bir korku kapladı. Bir anda birçok duyguyu yaşayıverdi. Gündüz başından geçenler geldi geçti gözünün önünden. Anladı ki baş edemeyecek. Babaannesinin eteğinden çekiştirdi: — Ben seninle yatacağım, dedi. Hatice Ana:

– Ne oldu, bir şey mi var?

– Yok korktum, dedi.

Yalnız kaldığında, annesinin hayali onu rahat bırakmıyordu. Kanlar içindeki yüzü gitmiyordu bir türlü gözünün önünden. Elif gel kızım, diye sesler duyar gibi oluyordu. Bu bir duyu yanılsaması idi. Bu sesler öylesine korkutuyordu ki… Hatice Ana:

– Olur yatalım yavrum,dedi.

Birlikte yatacakları odaya geçtiler. Hatice Ana küçük idare lambasını yaktı. Lambanın sadece kendi alanını aydınlatan cılız bir ışığı vardı. İçeri girdiler. Oda çok küçüktü. Kapıdan girişte karşıda yanan bir ocak vardı. Ateşi söndürülmemiş köz halinde idi. Hatice Ana kor halinde olan ateşin üzerine azar azar su dökerek, yanan ateşi sönmüş kor haline getirdi. Sağ tarafta da üzerinde zaman zaman yemek pişirilen, çay demlenen ve fırınında çörek yapılan, kabuklu patatesleri püre gibi pişiren, bazen de kestane pişirilen bir soba vardı. Odanın içerisi karanlıktı. Ama yerden yüksekliği üç dört metre olan küçük bir pencereden giren ay ışığı, idare lambasının yaymaya çalıştığı ışığı bastıracak şekilde içeriyi aydınlatıyordu. Sol tarafta üzerine yerleştirilen yatakların bulunduğu tahta bir sandık vardı. Hatice Ana, yatakların üzerini kaplayacak şekilde örtülen poplin keten üzerine işlenmiş kanaviçe motifli örtüyü katlayıp bir kenara bıraktı. Yatakları yapıyordu ki, birden Mustafa Emmiye baktı. Sert bir ifade ile:

– Bak işte! Gene başladı, dedi. Mustafa Emi yetmiş yetmiş beş yaşlarında, orta boylu pek şişman sayılmaz lakin zayıf da değildi. Etine dolgun, masmavi gözleri, beyaz kısa sakalı olan, geniş omuzlu, kısa boyunlu, başı kel bu yüzden genellikle örgü şapka takan tonton bir ihtiyardı. Ağzında bir tane ana dişi vardı. O da gözükmüyordu. O dişsiz haliyle öyle güzel konuşurdu ki… Elif ve diğer torunları dedesini çok severlerdi. Lakin biraz huysuzdu. Hatice Ana’yı kızdırmayı pek severdi. Sık sık takışırlardı. Onu yine kızdırmıştı. Mustafa Emmi her zamanki tekerlemesini söyleyiverdi: “Kalk demeden kalkan avrat; tut demeden tutan evlat; deh demeden giden at bağrıma hor gitti.» Elif, dedesinin sık sık tekrar ettiği bu sözle ne demek istediğini hiç anlamadı.

– Dedem neden bu tekerlemeyi söylüyor ki, dedi.

Kimse cevap vermedi. O da soruyu yinelemedi. Hatice Ana kızgın bir sesle:

– İyi yeter sus gari! Elif uyuyacak, dedi. Elife döndü:

– Hadi kızım duamızı yapalım sonra yatalım. Elif minicik ellerini kaldırdı. Her gece yaptıkları gibi dua ettiler dua bittikten sonra, babaannesi küçük Elif ’ini öptü. Hüzün dolu gözlerle üzerine yorganı örttü.

Uyu demek kolaydı. Kendisi yaşlıydı yorulmuştu ve hemen uyudu. Elif için öyle mi? O minicik beyninde neler dolaşıyor kimse bilemez… Cevap bulamadığı bir dizi sorular. Gözlerini kapatamıyordu. Kapattıkça pervanenin ateşe hücum ettiği gibi, cevap bekleyen sorular o minicik beynine hücum ediyordu. Düşüncelerden kurtulsa, annesinin hayali rahat bırakmıyordu. Bir an kendisini çok yorgun hissetmişti. Minicik bedeni dayanamamış ve uykuya dalmıştı.

Artık Elif için zor günler başlamıştı. Evden yalnız başına dışarı çıkamıyordu. Zaten fazla arkadaşı da yoktu. Onun tek arkadaşı ve sevdiği, sevildiğini bildiği insan babaannesi idi. Babaannesi Elif ’i çok severdi. Hem çok sevdiği oğlunun biricik kızı hem de annesinin ismini taşımasından dolayı üzerine titrerdi. Sabah Ezanının okunması ile tüm aile yataklarından kalktı. Sabah namazı kılındıktan sonra, sofra hazırlandı ve kahvaltı yapıldı. Ali kahveye, çocuklar oynamaya, Elmas Gelin hayvanları sürüye teslim etmeye gitti. Hatice Ana da, içine ekmek helva ve biraz da peynir sarılı beyaz bezden bohçayı Elif ’e uzattı:

– Şu azığımız al, dedi. Üzerine yün poçusunu alarak evden çıktılar. Hatice Ana Elif ’i her gittiği yere yanında götürürdü. Onun ormanı sevdiğini bildiği için sık sık bağa bahçeye birlikte giderlerdi. Birlikte, evden yaklaşık elli metre uzaktaki dere yatağında etrafı dikenli telle çevrili bahçeye geldiler. Bahçede elma, erik, kayısı ağaçları çiçek açmıştı. Domates, soğan, fasulye, patates, patlıcan ekiliydi. Hatice Ana ektiği sebzelerin diplerinde ki otları aldı. Bahçenin üst tarafında bulunan pınardan suyu bahçeye çevirdi, sebzeleri suladı. Elif de bir kenarda oturmuş, çöple ıslanmış çamur haline gelmiş toprağa kendince resimler çizerek oynuyordu. Bahçede iş bitmişti. Hatice Ana azık bohçasını, muşamba çuvalı ve keçi kılından örülmüş ipi alıp muşamba çuvalının içine koydu ve sırtına aldı. Diğer eliyle de Elif ’in elini tuttu. Yavaş yavaş ormana doğru yürüdüler. Eteğine topladığı bir kaç tane erik ve elmayı Elif ’e verdi. Elif bir taraftan babaannesinin verdiği erik ve elmaları yiyor, bir taraftan da şarkı söyleyerek yürüyordu. Birlikte ormana geldiler. Her tarafı cıvıl cıvıl kuş sesleri ve çekirge sesleri sarmıştı. Güneş ışınları aydınlatıyordu ormanın çağla yeşili karanlıklarını. İçerlere doğru puslu ışık hüzmesi yapraklar arasından süzülüyordu. Hatice Ana sırtından çuvalı indirdi. Beyaz bohçayı çıkardı. Bağını çözdü. Yufka ekmeğe bohçanın kenarına sardığı helvayı dürüm yaparak Elif ’e uzattı. Bir dürüm de kendisine yaptı. Birlikte yediler. Ormanda koşmak oynamak Elif ’i mutlu ederdi. Yeşilin her tonunun adeta renk cümbüşü oluşturduğu otlarda yuvarlanmak, koşmak, ona tüm dertlerini unutturuyordu. Elif hem oynuyor hem de kırılmış dalları toplayıp iple şelek* yapıyordu. Hatice Ana şalvarının cebinden bıçağını çıkardı. Yemyeşil taptaze madımak, kuskus, yemlik ve biraz da börek * Şelek: Sırtta taşınan yük. yapmak için kuzukulağı topladı. Şalvarının üzerindeki siyah önlüğün içine koydu kenarlarını kıvırdı. Daha sonra çuvalını aldı, yerde kurumuş yapraklardan oluşan gazelleri doldurdu. Birazda odun topladı. İple bağladı sırtına aldı. Akşam olmuştu.

– Elif hadi gitme vakti, dedi. Elif nazlandı gitmek istemedi lakin babaannesini de üzmemek için topladığı odunları sırtına aldı. Elinden tutarak eve doğru yürüdüler. Elif yolda babaannesine, bu odunları ve gazelleri ne için topladıklarını sordu. Hatice Ana ona, “tandırda ve ocakta yakmak için topladıklarını” söyledi. Eve geldiler. Elif sırtındaki odun şeleğini yere bıraktı. Merdivenlerden çıktı balkonda oynamaya başladı.

Hava kararmak üzereydi.

– Offf yine akşam oldu dedi, kendi kendine… Akşamın olmasını hiç istemezdi. Gündüz oyunla, babaannesi ile birlikte geçiyordu. Lakin akşam olunca bütün hasretleri, özlemleri, merak ettiği sorular beynine üşüşüyordu. Kimseye soru da soramıyordu… Babasını çok özlemişti. Neredeydi babası? Niye birlikte değillerdi? Kardeşi Mustafa’ya ne olmuştu? Onu nereye götürmüşlerdi? Annesi neden Mustafa’m diye ağlıyordu? Ona ne olmuştu? Neden annesinden çok korkuyordu? Bir insan anacığından korkar mı? Birden aklına Savaş geldi. Onu da çok özlemişti. Küçücüktü, simsiyah düz saçları, iri simsiyah gözleri, uzun kıvrık kirpikleri vardı. Nasıl da özlemişti. Annesinden korkmasa kardeşini görmeye giderdi. Ama ne çare! Artık düşünmekten yorulmuştu. Evin balkonuna çıkan merdivenin son basamağında oturduğu yerde uyuya kalmıştı.

Benzer İçerikler

Düzenbaz – James Patterson – Online Kitap Oku

yakutlu

Maya | Leyla İpekçi | Birazoku

yakutlu

https://www.birazoku.com/kalinti-2-ceren-melek

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy