Düş Hırkası | Filiz Özdem


Filiz Özdem’in Korku Benim Sahibim’den sonraki romanı Düş Hırkası aklın öteki yüzüne düşüşü anlatıyor. Bir geçitten geçen onlarca insanın, geçidin ortasında dükkân camekânlarıyla birkaç eski binanın çevrelediği avlunun, birbirinin yanından geçerken farkında olmadan birbirine değen hayatların kitabı…
Bir tabağa doldurulmuş bir avuç cam bilyenin birine dokunmak nasıl hepsini döndürür, her dokunuşta bütün renkler nasıl yeniden değişirse, ustaca bir araya getirilen kişilerin her birinin romana katılışıyla bütün metin de farklı bir renge bürünüyor.
“Onun arkasında, suyun üstünde, bilincinin dışında kalan zaman, her biri yıllarca süren yirmi adım uzunluğundaki yolculuğunun zamanından koptu. (…)

Suyun gök kubbesinde mor yıldızlar parlıyordu. Boşlukta duran ve kendi kendine sallanan sedeşi yelpazeler mor yıldızları dalgalandırıyordu. Ötedeki mercan kayalıkları açılıp siyah bir yarığa dönüştü. Yarık döne döne küçülmeye başladı. İğne ucu kadar küçüldüğünde geçitte ne balıklar kalmıştı, ne yıldızlar, ne insanlar, ne Cevat.”

***

Geçit

Tuğla duvarlı yığma binaların pencereleri dostça birbirine, küskünce de bir avluya bakıyordu. Ne zaman sert bir rüzgâr esse, ait olduğu gövdeyle bağı zayıflamış, yerinde emanet duran taş parçaları birer ikişer avluya düşüyordu. Binalar, yerin dibinden, zemin ya da orta katlarından veya çatıdan, koridorlarla, bazısı üstü açık, kimi de kapalı köprülerle, bazı yerlerde de kapılarla birbirine bağlanıyordu. Yapılara sonradan eklenen katların duvarlarına vurulan sıva bile çoktan yer yer dökülmüş, çatlaklar oluşmuştu. Oluklardan aşağı inen boruların kopan kısımları tellerle birbirine tutturulmuş, teller de paslanmıştı.

Giriş katlarında hayat sürüyordu. Renk renk kurdele, biye, düğme, fular, şapka, eldiven, çanta, kemer, çorap, oyuncak, kitap, toka, yüzük, küpe, bilezik, kolye, etek, tunik, mintan, gelinlik, kilim fırlıyordu küçücük dükkânların vitrinlerinden. Gelip geçenlerin, avare bir edayla eşyalara bakanların, alışveriş edenlerin bedenleri birbirine değiyordu geçidin avluya çıkan daracık koridorunda. Nem, küf, kumaş, kâğıt ve tütsü kokusu birbirine karışıyordu.

Bütün günü bir o dükkânın bir ötekinin önüne kıvrılıp uyuklayarak geçiren miskin, kara bir köpek musallat olmuştu bir süredir geçide. Bazen de avludaki kahvenin taburelerinin arasında, sırtını bir taburenin bacağına dayayarak yan gelip yatıyordu. Başını zorla yerden kaldırarak, tek gözü yarı açık, müşterilerin verdiği simit, sandviç parçalarını dişliyordu. Köpeğin dünyadan kopuk bu hali herkesin ilgisini çekiyor, her yanından geçen durup başını okşuyor, sırtını sıvazlıyordu. Uzaktan geçerken görenler bile yollarını değiştirip onu sevmek için yanına geliyorlardı. Köpek bu sevgiye karşılık vermek için kılını kıpırdatmıyor, kuyruğunu bile sallamıyordu. Köpek olmaya bile mecali yoktu sanki. Onun bu tepkisizliği sevgiyi kabul ettiği anlamına geliyordu. Onu sevenlerin sayesinde bir sürü adı oldu: Kara, Kara Derviş, Miskin, Uykucu, Tembel Teneke, Yatık, Batak, Rüyacı, Halsiz, Geçkin, Geçmiş, Sıfır, Hayal, Ruh, Bezgin… saymakla bitmez. Ne bu kadar çok adının olduğunun farkındaydı, ne de herkesin onunla böyle ilgilenmesi umurundaydı.

Kimseye havlamıyordu. Dibine kadar gelip yerinden kalksın diye sürekli kornaya basan, kalkmayınca otomobilin camından kolunu sarkıtarak seslenen, bağıran polislere havlıyordu yalnızca. “Ne? Ne var? Rahatsız etmeyin beni!” der gibi, kısa ve güçlü birkaç isyan nidası. Bir de ardında dolanan, burnunu burnuna, kuyruğunun altına sürten erkek köpeklerle bir süre oynaşıyor, ama arkasına geçip de üstüne çıkmaya çalıştıklarında yaygarayı koparıyordu. Hav da hav, ki ne hav.

Tembel miydi, uykucu muydu, rüya mı görüyordu, varlığını bir rüyanın parçası olarak mı görüyordu yoksa, bunu kimse bilemez. Belki de yalnızca bir vazgeçmişti; ömür dolduruyordu.

Avluda bu köpekten hiç de geri kalır hali olmayan bir sürü kedi vardı. Neyse ki içlerinden daha genç olanlar arada sırada koşturup birbirini kuyruğundan yakalamaya, çay kahve içenlerin kucaklarına çıkmaya çalışıyordu. Yaşlıca olanlar ise vitrinlerin içinde, dışarıdaki tezgâhların üstünde uyukluyordu.

Üst katlar ziyaretçisi olmayan mezarlara benziyordu. Geçidin yan yola açılan devasa kapısının üstünde yükselen iki katın avluya bakan cephesini sarmaşıklar sarmıştı. Yer yer kurumuş dallar vardı. Boş pencerelerin etrafını dönen sarmaşıklar iyiden iyiye kederli bir görüntü oluşturuyordu. Bu kapının karşısındaki dar ve dükkânlarla dolu koridorun hemen yanında da esnafın alt katını dükkân, üst katını depo olarak kullandığı binanın daha sonraki iki katı boştu. Üçüncü kattaki camı kırık, çoktan paslanmış, tutulsa elde kalacakmış izlenimi veren demirlerine rüzgârla vuran, bir zamanlar beyaz olduğu anlaşılan lime lime olmuş perdenin dans ettiği bir pencereden içeri doluyordu meltem. Duvar diplerinden dolanıyor, ahşap çatlaklara sızıyor, yarıklardan geçiyor, tavandan sarkan örümcek ağlarını titretiyor, odalarda tahtakurtlarının kemirdiği ahı gitmiş vahı kalmış kapıları bazen hafifçe oynatarak gıcırdatıyor, bazen de çarpıp kapatıyordu. Meltem odalara sızdığında, sahibi olmayan bir soluğun üstünü tedirginlikle örtmeye çalışıyor, ancak saracak bir gövde bulamayınca iyice sıklaşan soluktan rahatsız olup hızla lime lime olmuş perdeyi yalayarak geldiği gibi çıkıp gidiyordu. Sarı sıvası dökük, altındaki tuğlaların göründüğü yan duvarda ne caddeden ne de geçitten geçenlerin görebileceği, siyah boyayla yazılmış eğri büğrü bir yazı vardı: “Çatı izalasyonu yaplır.” Altında da bir cep telefonu numarası.

Bir delisi vardı geçidin. Neredeyse oraya ait bir eşya, bir duvar kenarı, bir sütun parçası gibi. Kumral, saçı sakalı birbirine karışmış, iriyarı, göbekli bir adamdı. Ayda bir, birkaç gün ortadan kaybolur; akrabaları onu alır tıraş ettirir, yıkar, üstünü başını değiştirirlerdi. Sonra geri gelirdi. Temiz paklığı birkaç gün sürer, hemen eski pisliğine dönerdi. Ayın son haftasına kalmaz, düğmeleri kopar, fermuarı bozulur, bir yerlerden bulduğu urganla pantolonunun belini sıkardı. Saçları keçe gibi olur, leş gibi kokardı. Bütün esnafın belasıydı; onu gören müşteriler kaçışmaya başlardı çünkü. Onlar kaçıştıkça elini kolunu sallayıp daha da bağırarak konuşmaya başlardı. Sonra birileri gelip yine onu götürürdü. Birkaç gün ortadan yok olduktan sonra temizlenmiş olarak tekrar dönerdi. Cevat ’tı adı. Esnafın deyişiyle Ayı Cevat.

* * *

Cevat bundan beş yıl önce mesken seçmişti burayı. Uzun boyu, göz alıcı takım elbisesiyle o mimar, Hüsnü Güngör, önünden koşturarak kendisini buyur eden yardımcılarıyla geçide gelip gitmeye başladıktan hemen sonra. Cevat, o zamanlar, şimdi olduğu kadar düşkünleşmiş değildi.

Adamlar geçide girer girmez, penceresinde lime lime perdelerin sallandığı evdeki soluk hızlanmaya başlamıştı yine. Eski geçide bakmaya gelmişlerdi. Bir proje çizeceklerdi, geçitte kardeşçe birbirine yaslanan yaşlı binalar yıkılacak, avluyu da içine alan, camdan bir gökdelen dikilecekti yerine. Burası bir iş merkezi olacaktı. Avludaki erik ağacı gidecekti, güller gidecekti, kuşların su içtiği yalaklar, saksıdaki sardunyalar, camgüzelleri, iri papatyalar gidecekti, binalardan dökülen küçük taşları tutsun diye gerilen tenteler gidecekti, küçük kırmızı tabelalar, tepeye gerilmiş demir tele sarılan asma, hasır tabureler, kahvelerin önüne dizilmiş beyaz, mavi büyük şemsiyeler, kediler, ayak sesleri, taşların arasına dökülen susamlar, yan yana sokulmalar, bu loşluk gidecekti, avlunun yazı kışı gidecekti, küf ve nem kokusu gidecekti, geçidin altındaki Bizans zindanı gidecekti, sıçanlar, böcekler gidecekti, kazılan derin temelle birlikte yoklukları önce bir çukura dönüşecek, sonra yapılan kapalı otoparkla sonsuza dek örtülecek, üstüne pırıl pırıl camdan, ince uzun soğuk modern yırtıcı bir yükselti dikilecekti, camlarına güneş vuracaktı, binanın içindekiler camların ardından dışarıya bakacak, ama kimse onları göremeyecekti, özel bir temizlik şirketinin gönderdiği tek tip tulum giymiş adamlar, binanın tepesinden sarkıtılan salıncaktan bezlerini ve fırçalarını uzatıp kirlenen camları sileceklerdi, her şey tertemiz, derli toplu olacaktı, mikroptan arındırılmış ofisler mis gibi kokacaktı, gıcır pabuçlar adımlayacaktı koridorları, yüksecik topukların tıkırtısı yankılanacaktı, her şey çok güzel olacaktı.

* * *

Geçidin üçüncü kapısı bir bahçeye açılıyordu. Bahçenin ortasındaki kilise geleni gideni olmayan bir anıt mezara benziyordu. Ustasının elinden çıktığı zamandan beri yalnız, çok yalnız ve günden güne eskiyen, sade, huzur veren bir taş yontu gibi. Zamanın ipeksi dokunuşlarla erittiği yüzeyinde yeni katmanlar oluşmuştu. Yapının kendisinden yüksek dış duvarları, taştan bahçesinde hoş bir yankılanmaya neden oluyordu: Kedilerin, kuşların, fısıltılarla konuşan insanların seslerini biriktiren bir yankılanma bahçesiydi sanki. Bir vakitler suyu eksik olmayan, ama artık kurumuş derin kuyusunun üstü kocaman mermer bir kapakla örtülüydü, etrafını bir demir parmaklık çevreliyordu, tepesine taç gibi oturtulmuş ince demirin ortasında küçücük bir çan asılıydı.

Üç duvarında devasa birer kapı bulunan kilise bahçesinin dördüncü yanını, dört katlı bir binanın yüzü perdeliyordu. İçinde yaşayanlar varmış gibi fiyakalı bir duruşu vardı. Oysa giriş katındaki yağlıboya çekilmiş temiz, parlak kapıların hepsine kilit vurulmuştu. Üst kattaki pencerelerinden kiminin camı kırıktı. İçeriden uzayarak gelen sarmaşıklar buralardan dışarıya fışkırmıştı. Kırık camların gösterdiği boşlukta binanın karşı duvarı, duvarı saran otlar görünüyordu. Çatısı ve ara katları tamamen çökmüştü. Bir kabuk gibi duruyordu. Bir salyangoz kabuğu gibi. İçinde yaşayan sahibi çoktan ölmüş gitmiş, ama onun bundan haberi yokmuşçasına hayatını sürdüren bir dış, bir kabuk. Ya da seyredenlerin gerçek sandığı bir sahne dekoru.

Kilise ile bu sadece dış duvarlardan ibaret binanın ikinci katları arasında, dünyaya gelen bebekle annesi arasındaki işlevi sona ermiş, ama kesilmesi unutulmuş bir kordon gibi uzanan demir bir köprü vardı. Çoktan çürümüş, paslanmıştı, kim bilir ne zamandır kullanılmıyordu. Has bir ustanın elinden çıktığı belli olan demir işlemelerin oyuklarına yer yer öbeklenmiş, rüzgârın taşıyıp getirdiği birer çimdiklik toprak birikintilerinde otlar fışkırmıştı. Üstüne bir kuş bile konsa dağılıp gidecekmiş, un ufak olup kahve-kızıl zerreciklere dönüşerek evrene yayılacakmış duygusu uyandıran kadim bir göbek bağı gibiydi bu köprü.

Kilisenin ana bölümü çoğunlukla kapalıydı. Arka taraftaki küçük bir kapı ince, uzun bir koridora bakar, burası ise hep açık olurdu. Girişte, hemen soldaki raflı dolapta sıra sıra mumlar diziliydi. Karşısındaki camekânın önünde, kum dolu iki rafın ortasında, içi yağ dolu birer kâsenin fitillerinde ince bir alev titrerdi her zaman. Arada sırada birileri uğrayıp mum dikerdi. Vitraylardan sızan renkli ışıkların altında, sanki bu dünyaya ait olmayan bir sessizlik kol gezerdi.

Bütün bu binalar, çevrelerini saldırgan bir edayla kuşatmış ve kendilerinden yaşça çok genç, kaba saba ve hantal yapılara mahcup bir sessizlik içinde sırtlarını dönmüşler, onların kusurlarını görmezden geliyorlardı.

Cevat sık sık kuyunun başına gelir, üstünü örten yuvarlak, büyük taşa gözlerini dikerek çömelir, duvara yaslanırdı. Kuyunun kapalı ağzına baktıkça, sanki arada sırada, anlayamadığı birtakım sesler işitirdi. “Oğşun est, vors zoği, kuzurbent, oğşun est…” Derinden, dipten, boğuk, acılı, dua eder gibi bir ses.

Benzer İçerikler

Cecile

yakutlu

https://www.birazoku.com/ayakta-durmak-istiyorum

yakutlu

https://www.birazoku.com/atesin-buyulu-dansi-irem-turkeli

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy