Kasveti en az kendisi kadar büyük uçurumdan düşen kadın, kendini karamsar adamın kanlı ellerinde bulmuştur.
Kanlı eller, yeni kurbanına kavuştuğu gibi parmaklarını ince boğaza sarmaya, beyaz teni morartmaya başlamıştır.
Miras diye ortaya atılan bir iddia, hem ilk hem de son yalandır. Bu yalan, yaprak gibi savrulan yorgun ve kırık bedenin en büyük kalp ağrısıdır.
Savaşçı ruhun silahını tutan duygusuz adam, ruhu silmeye meyillidir. lakin zehirden doğan beden onu etkisi altına alacaktır.
***
“Kalemi gerçekçi bir şekilde elime almamı sağlayan kardeşime, kalem elimden toprağa kaydığında onu temizleyip bana veren Merve’me…”
DÜŞMAN
“SOĞUK BAKIŞLAR”
Baktığı yeri donduracak kadar vahşi gözlerini etrafta gezdirdi. Avını gözetliyordu, bulduğunda yakasını asla bırakmayacaktı. Aldığı her nefes, ciğerlerini yakıyordu içten içe. Bu duygudan sadece ama sadece aç olan intikam duygusunu beslediğinde kurtulacaktı.
Aradığını bulduğu gibi sırtı gerildi. Yaslandığı deri koltuktan çıkan rahatsızlık verici ses, gürültü yüzünden duyulmuyordu bile ama o, bundan dahi rahatsız oluyordu. En ufak aykırı, beklenmeyen ses, savunmaya geçmesine neden oluyordu. Her şeyi önceden tahmin edip, tepkisini ona göre hesaplardı, ters düşen bir durum olduğunda ise kılıcını kuşanırdı.
Kadın olamayacak kadar küçük genç kızı gördüğünde ne yapacağını çoktan hesaplamıştı. Her bir hareketini ezberleyecek, ona göre oynayacaktı adam. Lakin daha ilk andan belliydi planlarının karışacağı. Düşünmediği kadar sakin görünüyordu genç kız. Hatta asla ummadığı bir güzelliğe sahipti, ürkmüş bir ceylan gibi etrafa bakmasına rağmen. Soluk ruhu parlamak istercesine direniyordu, fakat kızın o ruhu kilitlediği belliydi gözlerinden.
Genç kızı izlemeye başladı, kâğıt kalem çıkarmasa da not alıyordu aklına. Not almasa bile, donuk, mavi gözler unutulacak gibi değildi. Rahatsız olmuştu kız, etrafına bakındı ama adamı görmedi. Buzdan soğuk, kalemden keskin bakışların sahibini bulamamasına rağmen, varlığını ruhunda hissetmeye başlamıştı.
Kız, siparişini getirdiği sarışın adamın üzerine gözlerini bile değdirmedi. Arkadaşlarına rezil olduğunu ve küçük bir kız tarafından bile umursanmadığını düşündü. Buna sinirlenmişti. Karşılık olarak ayaklanıp kızı sıkıca tuttu, çoğu kişinin yüzünü buruşturacak bir iğrençlikle kızı öpmeye çalıştı. Ve istediğini aldı. Mide bulandırıcı sırıtışını yüzüne ekleyip yerine geri otururken, arkadaşlarına bakarak göğsünü germiş, gereksiz gururunu kabartmıştı. Kız ise donuk bakıyordu, sanki bu bakışlar ruhuna işlemiş ve genel tepkisi olmuştu.
Adam, pençeleriyle onu kendine doğru çekmek, kimsenin ona zarar veremeyeceğini, en büyük zararı sadece onun vereceğini haykırmak istedi. Ama yapmadı. Ona biraz daha zaman tanıyacaktı. Kendini kandırıyordu. Zamana ihtiyacı olan, ta kendisiydi adamın! Kendini bile koruyamamışken, başka birini korumayı düşünmemeliydi bile!
Siparişini almak için önüne gelen kadını hışımla ittirerek, gözlerinin önündeki görüntüyü izlemeye devam etti. Kadının veya şaşkınlıkla ona bakan birkaç insanın ne düşündüğü gerçekten de umurunda değildi.
O hissizdi, anlayamazdı başkalarının duygularını. Hareketleri sadece zarar vermekten ibaretti ve bir tek o an hissederdi. Zevk alırdı başkalarının acısından; tek olmadığını tekrar ve tekrar kendine hatırlatıyordu.
Kızı, ceketini alıp dışarı çıkana kadar izlemeye devam etti. Ardından, kasvetle dolup taşan bedenini saklama gereği duymadan kızın ardından ilerledi. Bilerek uzak duruyordu, fakat genç kız onu fark edemeyecek kadar dikkatsizdi. Anlaşılan o ki, düşüncelere dalmıştı. Ne de olsa bugün onun doğum günüydü ve küçük bir kızdı, aklının bir karış havada olması, beklenmeyecek bir şey değildi.
Adam uzun zamandır duygu barındırmayan dudaklarını aralayarak soğuk, rüzgârlı havayı içine çekti. Bedeni daha fazlasını istiyordu, daha fazla soğuğa ihtiyaç duyuyordu. Bir anlığına rahatlayarak gülmek istedi ama o kadar uzun süredir gülmemişti ki, nasıl yapılacağı aklına gelmiyordu.
Kızın ince bedeninde gezdirdi gözlerini, sonuna kadar dayanabilecek miydi ona yapacaklarına? Sorusunu kendine sorduğu an aklına geldi; o, dayanmıştı. Bilmese bile dayanmayı öğrenmişti.
Kız mutsuzdu. Onu bekleyenlerden haberi olsa, en başından buna hiç bulaşmamak isterdi. Mutsuz halinde kalmayı ilk tercih olarak kullanırdı. Ne yazık ki onun elinde değildi, adamın elinde de olmamıştı.
Her şey boştu, anlamsızdı ve sadece düz bir çizgiden ibaretti adam için. Duyguları tek tek koparılmıştı. Hayatı gözlerinin önünde mahvedilmiş ve her anısının bir bir yok oluşu adama izlettirilmişti. Darbelerin görünmeyen izleri vardı teninde.
Bataklıktan kendi çıkmış, bunu başardığında ise tamamen değişmişti. Kaybedecek hiçbir şeyi yoktu ama kazanacak birçok şeyi vardı. Acımayacaktı, kimse ona acımamıştı çünkü. Genç kızın ruhuna kalıcı imzalar atacak, intikamını alacaktı. Hayattaki tek gayesi buydu artık, kimse onu durduramazdı… Kendisi dışında.
1. BÖLÜM
“MİRAS”
Adımlarımı sıklaştırarak bir an önce yenilemem gereken ceketime sıkı sıkı sarıldım. Kafamı yerden kaldırmıyor, beni izleyen gözleri es geçmeye çalışıyordum. Üzerimdeki huzursuzluğun, kendini birdenbire bu denli boğucu bir şekilde göstermiş olması ürkmemi sağlıyordu.
Başımı yere eğerek, sağ elimle cebimdeki bir miktar parayı kontrol ettim. Bugün maaşımı almıştım; geçen ay olduğu gibi bu parayı da kaptırmak istemiyordum. Zaten sessiz sokaklarda yürümek yerine bu kadar kalabalık bir yolda yürümemin sebebi buydu ya!
Biri koluma çarpınca geriye doğru sendeledim. Çarpan adam, elindeki çantayı kaldırdı ve sinire bulanmış kelimelerini bana söylerken, çantasını sebepsizce sallamaya başladı. “Yürürken kafanı kaldır ve önüne bak, genç hanım!”
Yıllar önce neşesini kaybetmiş olan gözlerimi adamın koyu renk gözlerine diktim. Donuk bakışlarım hiç kimsenin hoşuna gitmezdi. “Bakmazsam ne olur koca adam?”
Ağzını şaşkınlıkla araladı ama konuşmadı, onu onaylayıp yoluma devam etmemi bekliyordu. Bir hışımla arkasını dönerek yürümeye başladı. Acelesi olduğu, adımlarından, ikide bir kontrol ettiği saatinden ve fır fır dönen gözlerinden belliydi.
Derin bir nefes alarak omuzlarımı silktim. Böyleleri, hem suçlu hem güçlü lafının ete kemiğe bürünmüş hali oluyordu.
Havanın kararmak üzere olduğunu fark ettiğimde yutkundum; her ne kadar ay ışığının az olan enerjisini sevsem de, geceler hiç tekin değildi. Adımlarım, adım olmaktan çıktı ve kimsesizler yurduna doğru koşmaya başladım. Evim, güzel evim!
Bu düşünceme burukça gülümsedim. On yedi senelik hayatımın iki senesini geçirdiğim yeri ev olarak nitelendirmek saçmaydı, anlamsızdı. Benim iki yıldır, ev diyebileceğim, başımı sokup saklanabileceğim bir yerim yoktu. Tek başımaydım, kelimenin tam anlamıyla kimsesizdim.
Sadece annem ve babam değil, bütün ailem ölmüştü, daha doğrusu öldürülmüştü. Polisler, en önemlisi ise doktorlar, ailemin eceliyle öldüğünü söylüyordu fakat hepsi altı ay içerisinde ölebilir miydi? Bu nasıl bir eceldi?
Tanıdık demir kapıyı gördüğümde güldüm, içten gelmeyen, göstermelik bir gülüş… Ağlamayacağıma yemin etmeseydim, bu kapıyı her gördüğümde ağlardım. Bu kapı, benim acınası bir halde olduğumun simgesiydi; en azından düşüncelerim bundan ibaretti ve bunun yüzüme vurulması beni boğuyordu.
Burayı sevmesem de burada güvende olduğumu biliyordum. Kime karşı güvendeydim peki, uzun zamandır beni tanıyan kimse yoktu. Nasıl bir yere sığındığımı bile bilmiyordum, Jale Hanım dışında tanıdığım kimse yoktu, herhangi bir arkadaşım veya merhabalaştığım birine sahip değildim.
Daha düğmeye basmadan kapı açıldı ve yurdun müdiresi Jale Hanım, arkasındaki çalışanlarla beraber karşımda belirdi.
“İyi akşamlar,” dedim, cansız sesimle. Bugün herkesin acelesi vardı ve bu insanlar bana denk geliyordu.
“Vaktimiz yok,” diye mırıldandı. Gözleri bende değil, yoldaydı.
Bana demediğini düşünerek yanından geçmeye çalıştım ama ince bedeniyle önümü kapamayı başarmıştı.
Benimle konuştuğunu fark ettiğimde, “Anlamadım?” dedim, şaşkınlıkla. “Vaktiniz mi yok?”
Arkamdaki arabanın sesini duyduğumda kafamı çevirdim; bir taksiyle karşılaştım. Jale Hanım’ın arkasında çalışanlar, ellerindeki bavulları ve sırt çantasını aceleyle taksiye yerleştirdi.
Jale Hanım, “Ah tatlım!” diyerek avucunu alnına bastırdı.
Etrafımdaki koşuşturmadan sıkılmış bir şekilde dişlerimin arasından konuştum. “İzin verirseniz içeri geçeceğim Jale Hanım.”
“Ah, hayır hayır.” Elini omzuma koydu, bakışlarım ojeli eline kaydığında devam etti. “Gitmen lazım bir tanem, her şey sana açıklanacak ama açıklayacak kişi ben olmayacağım.”
Omzumdaki elini ittirdim. “Açıklanacak şey ne Jale Hanım? Bir sorun mu var?”
Kafasını iki yana sallayarak beni, taksiye doğru iteledi. “Hayır, bir sorun yok. Sana her şeyi anlatacaklar Ecre’cim.”
Kafam karışmıştı. Birdenbire nereden çıkmıştı bu saçmalık! Odama dönüp her zamanki müziklerimle idare edip, odamdaki duvara birkaç cümle karalamam lazımdı benim! “Ama ben…”
“Hadi bin,” diyerek kapıyı açtı.
Kadının vazgeçmeyeceği belliydi. “İşim ne olacak? Peki ya buradaki arkadaşlarım? Okulum?” diye gereksiz, hatta var olmayan sebepler ileri sürdüm.
Derin bir nefes aldı. “İşine son verildi, ayrıca patronunun verdiği telefonu geri almalıyım. Burada hiç arkadaşın olmadığını ve son iki aydır okula gitmediğini biliyorum. Ecre, git… Günder Yurdu’ndaki yaşamına son verildi.”
Şaşkın bir şekilde patronumun bana verdiği ama kullanmadığım telefonu Jale Hanım’a uzattım ve arabaya bindim.
Ayrıca bu kadın, endişeli olmak yerine neden sevinçliydi? Yapmacık bir ‘gideceğine üzülüyorum’ bakışı vardı yüzünde. İticiydi.
Gülümsedi, ifadesinden mahvolduğum anlaşılıyordu. “Kuzenin sana her şeyi anlatacak.”
“Kuzenim mi?” diye sorduğumda kapı çoktan kapanmıştı. Araba hareket ettiğinde taksicinin dikkatini çekmek için sesimi yükselttim. “Hey!”
Taksicinin aynadan bana baktığını fark ettiğimde, “Nereye gidiyoruz?” diye sordum. Son bir kez daha Günder Kimsesizler Yurdu’nun büyük, şekilli yazılarla süslenmiş tabelasına baktım.
Kaşlarını çattı. “Soykır Malikânesi’ne.”
“Orası neresi?” diye sorduktan sonra yutkundum. Benim soyadıma sahip bir malikâne mi vardı?
“Benimle kafa mı buluyorsun küçük kız?”
İrkildim. Ne kadar da kabaydı!
Dışarıyı izlemeye başladığımda korku tüm bedenimi kapladı ve boğazımı sıkmaya başladı. Kasılmalarım başlamamalıydı. Derin bir nefes aldım ve camı açtım. Sanki yüzüme çarpan, sarsıcı rüzgârı hissetmezsem ölecekmişim gibi hissediyordum.
“Sen iyi misin? Ölmeni istemem,” diyen kaba taksiciyi umursamadım. Manyak herifin tekiydi!
Sakinleştiğimde burnuma dolan çiçek kokusunu fark ettim ama birden hepsi kayboldu. Etraftaki çiçekler şaşılacak hızla yok olmaya başlamıştı; dikenli çalılar ormanı sarmıştı. Hey bir dakika! Ne ormanı?
“Neredeyiz?” diye sorduğumda, bu sefer de taksici beni umursamadı. Sanırım ‘Soykır Malikânesi’ diyerek her şeyi cevapladığını sanıyordu.
Kocaman duvarın sardığı kale gibi bir yere gelmiştik. İçerisini, etraftaki duvar yüzünden göremiyordum ama nedense ‘Güzel ve Çirkin’deki sarayı anımsamıştım. Ah, bu çizgi filme bayılırdım! Aslında ben… Çizgi film izlemeyi bırakmalıydım… Çizgi film izleyince gerçekle hayali karıştırıyordum. Yüzlerce sorunumdan biri buydu. Diğerleri ise… İnsanların yüzüne uzun süre gözümü bile kırpmadan bakardım, bazı anlarda vücudum kilitlenirdi ve hareket edemezdim, birkaç ay öncesine kadar hayali bir arkadaşım vardı, psikologlarımdan birini boğmaya çalışmıştım, işim gereği umursamayı hobi haline getirmiştim ve daha nicesi…
Eskiden böyle değildim. Annemi ve babamı yatak odasında ölü halde bulduğumda başlamıştı bütün bunlar. Hiçbir yerlerinde yara izi yoktu, kan yoktu ve aynı anda öldüklerini düşünmezsen, ecelleriyle öldüğüne inanmak kolaydı… Kolaydı fakat ağızlarındaki beyaz köpüğü görmüştüm. Üzüntüm ve yıkılmışlığım babamı çok sevdiğimden değildi ama on beş yaşındaydım ve yapayalnız kalmıştım.
“Hayatta mısın?”
Düşüncelerimden sıyrılıp dünyaya geri döndüğümde, saçma sorunun sahibi olan taksiciye baktım. “Evet?”
Gözlerini devirdi. “İyi o zaman geldik, in.”
Sinirle kapıyı açtım ve yaşımın getirdiği ruh halini gözler önüne sererek kapıyı hızla kapattım.
“Edepsiz gençler,” diye mırıldanarak bagajı açtı. Kendisi mükemmel bir insandı, yetişkindi ya, lütfen!
Sırt çantamı sırtıma taktım ve iki tane bavulumun birini sağ, birini sol elime alarak kapıya döndüm. Görünürde kimse yoktu, taksici de indiğim gibi gitmişti.
Bavulun sapını daha sıkı kavradım. Bavulun içi kıyafet değil, kitap doluydu; bavulu karıştırmasam da buna emindim, çünkü kıyafetten çok kitabım vardı. Ah, kitaplar… Mutlu sonlar, masum ve saf kızlar, mükemmel erkekler, kötü başlayıp güzelleşen hayatlar… Her zaman bunlara imrenirdim. Hiçbir zaman masum ve saf bir kız olmadım, mükemmel bir erkek arkadaşım olmadı; sadece… mutsuz ve sonu asla mutlu olmayacak bir hayatım oldu.
Bavulun birini yere bıraktım ve büyük kapıyı tıklattım. Elim acıyınca geri çekildim. Kapı, büyük bir gürültüyle açıldığında, kulaklıklı ve takım elbiseli adamlarla karşılaştım. Kendimi, başbakanın evini ziyaret etmiş gibi hissediyordum.
“Kimi aramıştınız?”
Kaba sese karşılık ince sesimle, “Bilmiyorum…” diye mırıldandım.
Ardından aptallığıma küfrettim. “Yani… Beni buraya gönderdiler, bir isim vermediler. Ben, Ecre Soykır.”
Soyadımı taşıyan bir malikânede tanımadığım insanlar yaşıyordu, ayrıca doğru yere gelip gelmediğimi de bilmiyordum!
Adamların ilgi odağı bir anlığına ben oldum, ardından da içlerinden biri elimdeki bavulları aldı ve kocaman malikâneye yürümeye başladı. Büyük kapının önündeki verandaya çıktım. Evin kapısından bile, insanı nefessiz bırakacak bir hava yayılıyordu.
Hızlı adımlarla ona yetiştiğimde kapı açıldı. Yaşlı, tatlı bir kadın kapıyı açtı. “Hoş geldiniz, Ecre Hanım.”
Adımı nereden bildiğini sormadım. Beni bekleyen şeyler vardı bu evde, bunu hissedebiliyordum. Ve benim dışımda herkes, neler olacağından haberdar gibiydi. Yine tek kalmıştım.
Kadın, eteklerini toplayarak yürümeye başladı. “Buyurun.”
Her bir adımda, evin büyüklüğüne ve bu kadar büyük olmasına rağmen boşluk hissi vermesine daha da çok şaşırıyordum.
Uzun bir koridoru yürürken, hizmetçi kadın bana doğru yaklaştı ve fısıldadı. “Size bir seçenek sunulmadı, biliyorum ama… Buraya gelmemeliydiniz.”
“Efendi…” Kelimemin sonunu getirememiştim. Dışarıya açılan kapının yakınında salon vardı. Kapısı içeri girmem için beni davet ediyordu. Kapıda bulunan işlemeler, bir sarmaşık misali bedenimi buraya bağlayacakmış gibi görünüyordu.
Bakışlarımı içeriye çevirdim merakla. Ve onu gördüm. Gömleği kırışmış, kravatı ise gevşetilmişti. İş yorgunu olduğu belliydi fakat bunu gösteren tek şey kıyafetleriydi. Bedeni, hiçbir adamda görmediğim kadar dinçti. Kuvvetliydi ve somut denebilecek bir güç yayıyordu. Kumral saçları, kıyafetlerine karşın dağınık değildi. Düzgündü, periler saçlarına özenle dokunmuştu sanki. Ama emindim ki, bu saçlar kendine dokundurtmazdı. Sadece sahibine izin verirlerdi. Yüz hatları ise sert ve ciddiydi. Griye çalan buz mavisi gözleri, tehlikenin çok yakında olduğunu bağırıyordu. Soğuk, esrarengizdi… Bu renk, bu adama has bir renkti. Karanlık, korkutucu, yalancı fakat güzel ve masum bir renk. Hatta adam, tehlikenin beden bulmuş hali olmalıydı.
Deri koltuktan kalktı, birkaç adımda bana yaklaştı. Boyu uzun olduğu için, adımların amacına ulaşması kolay oluyordu. Her hareketi korkutucu bir çekiciliğe sahipti. Bakışlarımın, gözlerini bulması o kadar zor oluyordu ki… Gözlerimi kapatma isteği uyanıyordu içimde, hiç olmadığı kadar ürkmüştü bedenim.
Omzumda asılı olan çantayı daha da sıkı tuttum; sanki düşmemek için tek kurtuluşum çantanın sapına daha sıkı sarılmakmış gibi.
Dolgun dudaklarını araladı ve alaylı bir sesle konuştu. Bu alayı onu düşürmek yerine yükseltmişti. Sesi kalın değildi, bir erkeğe göre mükemmel bir tona sahipti. Adam, gözümde gittikçe büyüyor ve gizeme bürünüyordu. “Ecre Soykır, sonunda tanışabildik.”
Düşüncelerim bağırıyordu buradan uzaklaşmam için. ‘Kaç’ diyordu, itekliyordu. ‘Kaçabildiğin kadar uzağa kaç ve asla arkana bakma.’
Kendini tanıtmak istediğini belli ederek eliyle kendini gösterdi. Sanki cümlesinden kimin kim olduğunu anlamayacakmışım gibi. “Ben, Uzay Soykır.”
Düşüncelerim, sandalyesinden kalktı ve başını iki yana salladı. Ellerini beline koydu ve onu dinlemediğim için, adamın soğuğunun beni ele geçirmesini zevkle izleyeceğini söyledi.
“Soykır?” dedim hiçbir şey anlamadığımı ifade edercesine, sesimi bulmam uzun sürmüştü.
“Evet. Amcanın oğluyum.” Eliyle oturmamı işaret etti. Yutkunarak ilerledim, yavaş hareketlerle kocaman koltuğa sindim. Bu sessiz ortamda, ani bir hareket yaparsam tüm eşyaların bana bağıracağını, azarlayacağını düşünüyordum. “Üvey oğluyum.”
Dudaklarımı kanatırcasına ısırarak kafamı salladım. Gözlerimi kaçırdım çünkü gözlerine baktığımda nedensizce korkuyordum. Mırıltıyla konuştum, sesimi bulamıyordum çünkü. “Mirasımı alıp gidebilir miyim?”
Kaşlarını kaldırdı, alaylı bir ses tonuyla “Miras, alınıp gidilebilecek kadar küçük değil,” dedi. Ürkekçe gözlerine baktım ve o devam etti. “Ev, holding, araba… Bunları alıp gidemezsin. Çünkü hem taşıyamazsın hem de yarısı bana ait.”
Çocukça bir şaşkınlıkla ona baktım. “Ne yapacağım peki?”
Kendinden emin ve emredercesine, “Burada kalacaksın,” dedi.
Yutkundum, bütün gücümü toplayarak ayağa kalktım. “Üzgünüm ama burada kalamam.”
İlk adımımı atmıştım ki elini kolumda hissettim. Parmakları, kolumu sıkmıyordu ama canım gereğinden çok daha fazla acıyordu. Anlamakta zorluk çektiğim çok şey vardı ve geri çekilmek istiyordum. Gerilmiştim, tüm kaslarımın gevşemek için mırıldandığını duyar gibiydim.
“Kalmana meraklı değilim, küçük.” Sesi soğuk ve kısıktı. Yine de benim sesime karşın, küçük düşürücü bir gücü vardı kelimelerinin. “Sevgili dedenin şartı böyle.”
Bileğimin bir karış yukarısını saran parmaklarına baktım, soğuklardı. “Şart mı?”
Sabır dilenircesine nefes aldı. “On yedine bastığında bu malikâneye gelecek ve evlenene kadar burada, benimle kalacaksın. Mirasa tamamıyla sahip olmanın tek şartı bu.”