“1900’lerin başında,Batı emperyalizmin öncülerinin gözünü diktiği doğunun en önemli liman kenti İzmir’de, Bornova’nın (Burnova-Bournabat) ilk belediye reislerinden Rüştü Bey’in yakışıklı tiyatrocu oğlu Nail ve İngiliz kökenli varlıklı bir Levanten aileye mensup Meri arasında yaşanan büyük gizli aşk…”
Göğsünü açtığı her sevdalısı
haline ağlarken,
sessizce gülen.
efeler gibi dövüşürken
çılgıncasına seven.
hatıraları koynunda saklı
kadim şehir.
kıymetini bileni,
sinesine.
bilmeyeni,
yakamozlu körfezine gömen
üzümü gibi kadını güzel şehir.
güller sokağında
kokudan sarhoş, volta atanın
aklına gelir mi gülün dikeni?
cefası gibi sefası güzel şehir.
***
PANAYIR
Meryem Ana Panayırı’nın coşkusu Rum mahallesini sarmıştı… İzmir ve civarında ikamet eden, başta Rum olmak üzere her milletten ahali bu meşhur şenliğe katılmak için sabahın erken saatlerinden itibaren buharlı trenle, atlarla, atlı arabalarla, faytonlarla Bornova’ya akın etmekteydi… Rengârenk krepon kâğıtları ve fenerlerle süslenmiş merkezi sokaklar pırıl pırıldı… Kadınlı erkekli eğlenilmesi ve de içki tüketiminden ötürü, ekseriyetle panayır yerine gitmeyi münasip görmeyen Türk ahali, yolda rast geldikleri Rum komşularını tebrik ederek, hemşerilerinin gönüllerini almaktaydılar. Kulaklarının arkasında rengârenk güller, beyaz gömlekli, kırmızı fesli Rum gençler keman, akordeon ve laternalarını çala çala dar sokakları arşınlarken, akortlu seslerinden kopan nağmeleriyle herkesi, panayır yerine davet ediyorlardı.
Rum mahallesindeki coşkunun aksine, mütevazı tek katlı evlerden müteşekkil Türk mahallesinde ramazan geceleri ve dini bayramlar süresince seyreden hareketlilikten eser yoktu. Alışıldık sükûnet hâkimdi. Sabah namazının ardından kahvaltılar edilmiş; erkekler işe ya da kahvehaneye gitmek için evden ayrılır ayrılmaz, kadınların ekserisi ortalığı alelacele toparlayıp, sabah kahvesi bahanesiyle, komşuya atmışlardı kendilerini. Başında ağabani sarı sarığı, uzun ve bol siyah şalvarıyla sütçü Salih güğümlerini yine erkenden eşeğinin sırtına yüklemiş “Süüüt, süüt” nidalarıyla dolanmaktaydı dar, taşlı sokakların arasında.
Hemen hemen bütün evlerde ve kahvehanelerde konuşulan tek mevzu panayırdı. Frenk ve Rum ahalinin erkekli kadınlı sarmaş dolaş dans etmesi sebebiyle, hanelerindeki kızların ve kadınların bu şenliğe iştirak etmesine, Türk mahallesinin erkek nüfusu asla müsaade etmezdi. Bu sebepten panayır yerinde olup biteni öğrenmek için meraktan çatlayan genç kızlar, erkek kardeşlerinin mübalağa dolu intihalarını ağızlan ve gözleri bir karış açık, merak içinde bıkıp usanmadan dinlerlerdi. Bazen de kızların en delişmenleri, erkek kardeşlerinin kıyafetlerini kuşanıp, gizlice etraftaki ağaçlara tırmanırlardı. Gür yapraklı dalların arasından pistteki dansları seyretmeyi becerebilenler izlenimlerini allayıp pullayıp mahalledeki arkadaşlarına naklederler; bu akıl almaz cesaretleriyle itibar kazanırlardı. Eğer, bu cüret babanın yahut ağabeyin kulağına çalınırsa, bunun bedelini kötekle de ödemek mümkündü lâkin en ağır köteğin bile, bu naif merakı yok etmeye hiçbir vakit gücü yetmemişti…
Bornova’nın ilk belediye reislerinden Rüştü Bey’in zarif konağında yer yerinden oynuyordu. Seniye, ağabeyinin refakatinde, panayıra gitmek için hazırlanırken, telaşıyla ortalığı yeniden birbirine katmıştı. Bu dillere destan şenliğin içinde ilk defa Bornovalı bir Türk kızı olarak yer alacağı için, heyecandan kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Ayrıca, ağabeyinden ya da Frenk arkadaşlarından dinlerken hayalinde canlandırmaya çalıştığı dans pistinde yapılan valsleri ve kadrilleri, pek yakından seyredeceğini düşündükçe içi içine sığmıyordu.
Kızının heyecan dolu koşuşturmalarını keyifle izleyen Fatma Hanım saraylı bir hanımefendiydi. Kafkasya diyarı kızlarının efsanevi güzelliğine sahip annesine tıpatıp benzerdi. Geçip giden zaman ne zümrüt rengi gözlerinin tılsımlı ışığını söndürmüş ne de eşsiz cazibesini perdelemişti. Lepiska saçlarının arasındaki tek tük gümüşi teller asaletinin nişanı gibi parıldar; narin pamuk elleri ve incecik beli ile görenleri kendisine hayran bırakırdı. Gülkurusu yanaklarının solgunluğu; muhteşem gözlerinin kenarına kanaviçe misali işlenmiş birkaç ince çizgi, duru güzelliğine zeval verememişti. Sakin mizaçlıydı. Sıkı fıkı muhabbeti sevmez; etrafındakilerle arasına belirli bir mesafe koyardı. Evlatlarıyla vakit geçirmeye ve onları dinlemeye bayılır lâkin onlar dahil kimseye içini dökmezdi. Bu nedenle yüzündeki hüzünlü ifadenin sırrını yıllardır kimse çözememişti. Fevkalade nazik hitabından dolayı konağın emektarları canı yürekten onun bir dediğini iki etmezlerdi. Fatma Hanım’ın en büyük hazlartndan biri kızını piyano çalarken izlemekti. Özellikle Seniye, Beethoven’in ünlü bagateli Für E lise ya da 14 No’lu Sonat’ını icra etmek için piyanonun tuşlarına dokunur dokunmaz, Fatma Hanım’ın soluk yanakları hafifçe pembeleşir; duvarda asılı Boğaziçi tablosuna buğulu gözleri kilitlenildi. Her seferinde validesinin gözlerindeki elemi fark eden Seniye, dinletisinin sonunda bu iki eseri bir daha çalmayacağına dair kendi kendine söz verir, lâkin piyanosunun babına her geçicinde ısrarına karşı koyamadığı validesinin arzusunu istemeye istemeye yerine getirirdi.
Sokak kapısının demir tokmağı hızlı hızlı vurulunca, Seniye’nin kalbi heyecandan duracak gibi oldu. Ağabeyi Nail “Niko’dur! Aman bekletmeyin, çabuk kapıyı açın” diye üst kattaki odasından seslenirken, cebindeki köstekli gümüş saatine bakar bakmaz, gözleri fal taşı gibi açıldı. Aynalı maun dolabında asılı redingotunu apar topar askısından çıkardı. Bir yandan “Hay Allah, Seniye’nin yüzünden geç kalacağız” diye sinirli sinirli söyleniyor, diğer yandan şık lacivert redingotunun düğmelerini alelacele iliklemeye çalışıyordu.
Konağın en eski emektarı ve gözbebeği Dürdane Kalfa ağır demir kapıyı aralayınca Nail’in hempası Niko’yu buldu karşısında. Niko parlak siyah pantolonu, rugan ayakkabıları ve yeleğine cuk oturan kara kaytan bıyıklarını hafifçe burup gözlerini süzerek elinde tutuğu kırmızı gülü, zarif bir reveransla Dürdane Kalfa’ya uzattı. Doğrulurken kadının kuzgu- ni tombul yanağına şipşak bir öpücük kondurmayı da ihmal etmedi.
-Sabah şeriflerin hayırlı olsun, ey benim güzeller güzeli Dürdanem.
-Aaaaa, tövbe tövbe estağfurullah. Ayıptır… Günahtır… Artık koskoca adam oldun… Şu haline bak. Seni edepsiz seni!
Dürdane Kalfa, kömür tenine tezat, iri sütbeyaz dişlerini göstere göstere homurdanıyordu. Başındaki uzun yeşil örtüyü de utangaç yeniyetme kız edasıyla, sağa sola çekiştirirken söylenmeye başladı:
—Vallahi billahi çok ayıp. Koskoca kıza hiç böyle denir mi’ Gören, duyan da aramızda bir şey var zannedip iftira edecek, günahımı alacak; bu yaştan sonra namusuma laf getireceksin terbiyesiz, dediği esnada, Nike, kalfanın kuzguni etli kolunu tuttu. Büyük bir sırrı paylaşacakmış gibi kulağına yapıştı:
-Dürdanem, haysiyetsiz fitne ficurlar şahsın hakkında münasebetsiz laflar ederlerse, bilesin ki ben senin namusuna leke sürdürtmem. Derhal istetirim seni. Hatta arzu edersen sünnet bile olurum, der deme2, Dürdane tiz sesiyle lahavle çekip “İmdat, imdat!” diye bağırmaya başladı. Feryadını üst kattan duyan Nail tahta merdivenlerin tırabzanlarından kayarak yanlarında bitiverdi. Ciddi bir tavırla işaretparmağı havada, Niko’ya döndü:
-Destuuur ey gafil! Dürdane Kalfamı üzmek kimin haddine!
-Hâşâ sümme hâşâ! Benim niyetim ciddi!
-Sen ne diyorsun ey gafil? En yakın refikim değil, padişah efendimiz istese dahi vermem Dürdane Kalfamı ellere! Bu böyle biline!
Nail’in muzip tavrı yüzünden Dürdane, bu kez bahçeye bakan pencerenin bitişiğindeki kadife koltuktan, kulağına gelen konuşmaları tebessümle dinlemekte olan Fatma Hanım’ın yanına geldi. Elinde oyalı mendil, salya sümük, veryansın etmeye başladı:
-Hanımım, ne olursunuz kurtarın beni bu zıpır delikanlıların elinden. Bu yaşımda deli edecek beni şu zirzop Niko. Tövbe tövbe.
Ortalığı sakinleştirme vazifesinin bir kez daha kendisine sukut ettiğini idrak eden Fatma Hanım uzun, yeşil ipekli mintanıyla avluya intikal edince, Niko küçüklüğünden beti büyük hürmet beslediği, bu alımlı hanımı görür görmez, beyaz hasırdan örülü çember şapkasını başından hemen çıkardı. Ardından hafif bir reverans yaptı:
-Sabah şerifleriniz hayırlı olsun efendim.
Fatma Hanım ve kızının çarşafa, yeldirmeye sarıp sarmalanmadan hatta bazen başlan açık çekinmeksizin kendisiyle sohbet etmeleri, her daim koltuklarını kabartırdı. Hayatında Evropa tarzı giyinen Türk kadınını sadece bu konakta görürdü. Şahsına bahşedilen bu imtiyazın değerini iyi bilir ve bu muteber ailenin itimadını sarsmamak için pek dikkatli ve ketum davranırdı. Dürdane Kalfa’nın yüreğinde ise hususi bir yeri vardı.
Habeşistan’ın yoksul bir köyünde köle tacirlerinin eline düşen Dürdane’yi, Rüştü Bey’in dedesi esir pazarında satın almıştı. Sevimliliği ve nüktedanlığı ile ailenin gönlünü kazanmasını bilmiş, küçük Rüştü’nün dadısından ziyade ablası olmuş hatta neredeyse birlikte büyümüşlerdi. Becerikliliği ve çalışkanlığı sayesinde konakta “kalfa” mertebesine kadar yükselen Dürdane, Rüştü Bey yirmili yaşlarında Fatma Hanım’la evlenip Bornova’daki konağa yerleşince bu defa da kalfa olarak onun hizmetine verilmişti. Dürdane de canından çok sevdiği ve bir dediğini iki etmediği biricik Rüştü’sünden ayrılmayacağı için kendisi hakkında verilen bu karara o vakitler pek sevinmişti… Bu sebepten, Nail ile olan arkadaşlığı dolayısıyla, N iko onu uzun yıllardır tanırdı. Nail’in teklifsiz arkadaşı olduğu için konakta misafir olduğu zamanlar, Dürdane’nin maharetli elleriyle açtığı birbirinden leziz börekleri, katmerleri yemek için önce yanıp tutuşur ama Nail’in iştahsızlığı yüzünden, her şey tabağına dökülünce ve hepsini bitirmesi için Dürdane yemin billah ettirince, her seferinde tıkınmaktan bitap düşerdi.
Bu kara kuru çocuk, Dürdane Kalfa’nın hayat iksiri gibiydi. Kendisiyle ilgili ha bire sızlanmaktan, söylenmekten onun sayesinde kurtulmuştu. Niko’nun aksayan bacağı zaman zaman hüzünlendirildi yufka yüreğini fakat yine de onun muziplikleri, şakaları sayesinde gamı kederi uçar giderdi.
Sadece Dürdane Kalfa değil, Fatma Hanım da pek severdi onu. Oğlunun en itimat ettiği ve sevdiği arkadaşı Niko’nun ruhunun derinliklerinde kopan fırtınalara ve karşılaştığı tüm talihsizliklere rağmen kaybetmediği hayat coşkusuna içten içe imrenirdi. Zira kendisi benliğini sık sık sarmalayan hüzün bulutlarını kolayca bertaraf edemezdi. Ne yüreğinde bohçaladığı sırlar açılır ne de kederi damla olup düşerdi zümrüt gözlerinden…
Fatma Hanım’ın uzattığı narin elini öpermiş gibi yapan Niko hürmetini belirtmek için alnına götürdü… Ceviz oymalı pembe ipek kumaş döşemeli divana ilişen Fatma Hanım, sevgi dolu bir ifadeyle Niko’yu süzdü:
-Senin de sabah şeriflerin hayırlı olsun Niko. inşallah afiyettesinizdir evladım. En nihayet hasretle beklediğiniz bugüne vasıl oldunuz. Saadetin gözlerinden okunmakta! Seni böyle keyifli görmek bizi de bahtiyar ediyor. Sen de aynı fikirdesin değil mi Dürdane Kalfa?
Hanımının bu sözlerine tüm yüreğiyle katılsa da bu kez Niko’ya takılma sırası Dürdane’ye gelmişti. O da bu fırsatı kaçırmak istemediğinden, hemen ekledi:
-Eee ne de olsa nişanlısı Marika ile bütün gün, bilinmez belki de bütün gece dans edip eğlenecek çapkın. Sevinci esasen bu yüzdendir hanımım, dediği anda Niko’nun yüzündeki sıcak ifade birdenbire siliniverdi… Dürdane Kalfayı duymamış gibi yaparak “Teşekkür ederim efendim, tahmin ettiğiniz gibi hakikaten pek heyecanlıyım. İnşallah, Nail ve ben keyifli bir gün geçiririz” der demez, üst kattan tiz bir çığlık duyuldu. Avludakiler bunun nedenini merak edip birbirine şaşkınlıkla bakarken, paldır küldür üst katın merdivenlerinden inen Seniye göründü. Al al olmuş suratına çöken kızgın bir ifadeyle ağabeyine doğru ilerledi:
-Hani, ben de gelecektim! Hani bana söz vermiştin! Hayret, validemizin müsaade buyurduğunu ne de çabuk unuttun? diye haykırınca, Fatma Hanım, tekrar müdahale gereği duyarak hızla ayağa kalktı. Kızının yanına geldi ve başını hafifçe okşarken kulağına eğildi:
-Rica ederim sakin ol Seniye! Senin de panayıra gideceğinden Niko habersiz. Bu sebepten öyle söyledi. Şüphesiz sen de ağabeyinlerle birlikte gideceksin.
-Niko hayretle bir Nail’e bir de Fatma Hanım’a bakıyordu. Dayanamayıp sordu:
-Hakikaten, müsaade verdiniz mi Seniye’ye?
Bu soru karşısında Fatma Hanım’ın yüzü asıldı, ses tonu ciddileşti:
Evet, müsaade verdim. Küçüklüğünden beri, size refakat etmeyi daima arzu etmiştir. Maalesef her defasında onu reddetmek mecburiyetinde kaldım. Lâkin bu kez Rüştü Bey’in seyahati sebebiyle, bu hususla ilgili kararı bizzat ben verdim. Hem, bu kararım, vicdanımı rahatlatmaktan öte beni fevkalade bahtiyar etti.
Annesinin kararlı tavrı Seniye’yi rahatlatmıştı. Derin bir nefes aldı. Heyecandan yanakları hâlâ ateş gibiydi. Kestane rengi maşalı saçları ensesinin üzerinde zarif bir topuzla toplanmıştı. Kıyafetinin kumaşını, Avrupa menşeli kumaşların ve kozmetik malzemelerinin satıldığı Frenk sokağının tanınmış mağazası “Parisenne”den almış; kıyafetini de aynı sokağın ünlü terzisi Madam Ester’e diktirmişti. Kabarık uzun etekli askılı mavi elbisesinin içine fırfırlı beyaz dantel yakalı, ipekli uzun kollu bir gömlek giymişti. Sırtına attığı kısa mavi pelerini, ipek eldivenleri, inci kolye ve küpeleri, ışıl ışıl parıldayan sürmeli ela gözleri ve billur gibi şeffaf teniyle Bornova’nın hatta İzmir’in en albenili ve iddialı Levanten ve Rum kızlarına adeta meydan okumaktaydı. Fatma Hanım, kızını baştan aşağıya uzun uzun süzdü. Annesinin kendisini hayranlıkla seyrettiğini fark eden Seniye küçük şımarık bir kız çocuğu edasıyla sordu:
-Nasıl yakışmış mı valideciğim? Kerimenizi beğendiniz mi?
-Hem de nasıl! Fevkalade! Kıyafetin pek münasip, pek hoş. Gerçi bu tarz giyinmeni münasip bulmayan gıybetçiler hakkında ileri geri laflar edeceklerdir. İnşallah bunlara da hazırlıklısındır, Seniyem.
Müsterih olun validem, ben onlarla baş ederim. Yeter ki siz onlan dert etmeyin! Zaten sizin de bildiğiniz gibi bu panayırın asıl iştirakçileri, Rum ve Frenk ahali. Üstelik beni teşhis etmesinler diye tedbirimi aldım. Şapkacı Dimitri’ye bu kıyafete mütenasip öyle bir şapka diktirdim ki, beni tanımaları imkânsız, der demez, Seniye merdivenleri ikişer ikişer tırmanarak hızla odasına koştu. Merdivenlerden paldır…