Çok yönlü yazar İclal Dikici, aile birliğinin değerini vurguladığı En Büyük Hazinem isimli kitabında, yaşadığımız coğrafyanın doğal güzellikleri ve tarihi değerleri ile iç içe geçen sürükleyici bir maceranın kapılarını aralıyor.
10 yaş ve üzeri okurları, Pan Sanat Kampı’nın renkli atmosferinde, keşiflerle dolu bir serüvene ortak eden bu hareketli kitap; önyargıların yanıltıcılığına değinerek, arkadaşlığın, karşılıksız sevginin, hoşgörü ve dayanışmanın önemini hatırlatıyor.
Kitapseverlerin merakını diri tutan sarmal kurgusu ve şaşırtıcı sonuyla dikkat çeken En Büyük Hazinem, hikâyesinin satır aralarında okurlarına yönelttiği “Hayat nedir?”, “Zenginlik nasıl bir şey?”, “Sahip olduğunuz en değerli şey nedir?” gibi sorularla felsefi sulara dümen kırıyor.
Bir yaz kampından beklentiniz ne olurdu? Yeni arkadaşlıklar, renkli spor ve sanat aktiviteleri, keşif gezileri… Pan Sanat Kampı’na yolu düşen çocukların da beklentileri bu yöndeydi kuşkusuz. Oysa onları tüm bu saydıklarımızdan çok daha fazlası bekliyordu. Kültürel mirası hiçe sayarak gizli bir hazinenin peşine düşen define avcıları, geçmişini arayan sevgi dolu bir dede, ihtirasları ve kibri yüzünden öz benliğini yitirmiş eski bir arkeolog, bildiği gizli gerçekler yüzünden tutsak edilen bir profesör, yolunu kaybeden çocukların yardımına yetişen esrarengiz bir nine… Pan Sanat Kampı’nın çatısı altında buluşan çocuklar hayal bile edemeyecekleri büyük bir macera ile karşı karşıyalar. Üstelik geçmişten günümüze uzanan sırların gölgesinde…
Sevgi, özveri ve güven duygularının her zaman gerçek aile bağlarına dayalı olmayabileceğini kanıtlayan bu içtenlikli roman, ailemiz gibi gördüğümüz dost, arkadaş, hayvanların da bize gerçek aile sevgisi ve şefkatini duyumsatabileceğini gösteriyor.
Kültürel ve doğal mirasın korunması konusunda farkındalık oluşturmaya çalışan En Büyük Hazinem, çocukların yüreğinde saklı duran gerçek hazineyi paylaşarak çoğaltmayı ve tüm dünyaya yaymayı öğütlüyor.
Bölümler
Düldül Turizm ……………………………………………………………………………….7
Pan Sanat Kampı ………………………………………………………………………..17
Kurallar… Kurallar… ………………………………………………………………….24
Size Bir Fıkra Anlatayım mı?…………………………………………………..37
Furina Aşkına! ……………………………………………………………………………49
O Benim Dedem! ……………………………………………………………………….58
Tuhaf Bir Kız… ……………………………………………………………………………66
Ey Ruh! Geldiysen… …………………………………………………………………..76
Kırıntı Nine …………………………………………………………………………………85
Özür Dileriz ………………………………………………………………………………. 90
Yıllardır Hayalini Kurduğu Şey… …………………………………………103
Dağlar, Dağlaaar… ………………………………………………………………….. 109
Kimin Başının Altından Çıktı Bu? ………………………………………. 115
Dün, Dünde Kaldı… …………………………………………………………………124
Herkesin İyiliği İçin! ……………………………………………………………….130
Gerekirse Patlat! ………………………………………………………………………136
Yıldızay’ın Dedesi …………………………………………………………………… 141
Uyumak mı, Uyanmak mı? …………………………………………………….145
Dede, Neredesin? …………………………………………………………………….152
Kimsin Sen? ………………………………………………………………………………158
En Büyük Hazinem ………………………………………………………………….170
Düldül Turizm
Köyün girişindeki Küçük Bakkal, dar köy yolunun sol tarafındaydı. Gerçekten de adı gibi küçücüktü bakkal. Bahçe duvarına rengârenk çiçeklerin dikili olduğu teneke saksılar, bahçesine tahta masa ve sandalyeler yerleştirilmişti. Hemen yanında minibüs durağı vardı; köye gelen ve gidenlerin uğradığı, köyün yaşlılarının da buluşup sohbet ettiği… Durak, aynı zamanda şirin, küçük bir çay ocağıydı. Başında kasketi, üzerine bir beden büyük gelen ceketiyle orta yaşlı bir adam, tek başına bahçede oturmuş, çayını tıngırdatıyordu. Sabahın erken saatlerinden bu yana, kim bilir kaçıncı çayını içiyordu. Gözlerini dolmuş durağına dikmiş, başını tuhaf bir şekilde bir sağa bir sola, bir aşağıya bir yukarıya hareket ettirip duruyordu. Küçük Bakkal’ın önünde bir taksi durdu. İçinden, bir kadın ve kız çocuğu indi. Kız ufak tefekti, annesinin küçük bir kopyası gibiydi. Özenle taranmış kumral saçlarına renkli tokalar takmıştı.
Cin gibi bakışlarıyla çevreyi inceledi. Bagajdan valizlerini aldılar. Kadın hoşnutsuz, yüzünü buruştururken; kız, gözlerini kocaman açmış, merakla bakınıyordu. Kadın, tereddütlü adımlarla yürüdü. Küçük Bakkal’ın önüne gelince başını uzatıp içeriye seslendi: “Bakar mısınız? Kimse yok mu?” Adam, çayından kocaman bir yudum alıp sırtını dikleştirdi. Kasketini arkaya doğru itti, küçük gözlerini kırpıştırdı. “Kimse yok mu? Pardon, bir adres soracaktım da…” Bakkal dükkânından çıkan tombulca bir kadın, ıslak ellerini beline bağladığı önlüğe sildi. “Buyurun!”
“Şey, bu adresi verdiler bize ama doğru yerde miyiz bilemedim? Pan Sanat Kampı’nı arıyoruz.” Tombul kadın, bahçedeki adama başıyla işaret etti. “Hüseyin abi, sizi soruyorlar.” İşinin başına dönerken anneyle kıza gülümsedi. “Buyurun oturun, ben size bir yorgunluk çayı getireyim.” Hüseyin Efendi kasketini eline aldı, ayağa kalktı. “Ben kamp görevlisiyim, burada öğrencileri bekliyorum…” Kadın kuşkuyla, tepeden tırnağa süzdü onu… Hüseyin konuşmaya devam etti: “Saat başlarında hareket ediyoruz. İki posta götürdüm, şimdi on bir postasını bekliyorum. Çocuklar toplaşsın, götüreceğim. Ama daha yirmi dakikamız var. Beklerken çayınızı için.
Buyurun, buyurun.” Kız hemen tahta sandalyeyi çekip oturdu, ilgiyle adamı incelemeye başladı. Kadın ise her an kalkmaya hazır bir şekilde, sandalyenin ucuna ilişti. Tombul kadının önlerine bıraktığı çayları yudumlamaya başladılar. Kız, kadının kulağına eğilerek, “Anne,” diye fısıldadı, “şuna bak, nasıl da baykuşa benziyor. Başını, neredeyse üç yüz altmış derece döndürecek.” “Şışt, önüne bak Çimen,” dedi kadın, kaşlarını çatıp kızına baktı. Gergin olduğu her halinden belli oluyordu. Hiçbir şey beklediği gibi değildi, hayal kırıklığına uğramıştı. Huzursuz ve sinirli bir şekilde, çantasının sapını parmağında doladı, doladı… Şüpheli gözlerle çevresine bakındı, bakındı… Daha fazla dayanamadı: “Bir yetkili karşılayacak sizi demişlerdi, hani nerede? Yok, bu böyle olmaz!” diye söylendi. Kızına dönerek, “Hayatta göndermem seni onunla! Hem kampı kendi gözümle görmem lazım. Ben bekleyemeyeceğim,” diye devam etti.
Boğazını temizledi, yutkundu: “Şey… beyefendi, biz gideriz, siz zahmet etmeyin. Kamp ne tarafta? Çok uzak mı? Olmazsa taksiyle gideriz.” Adam parmağıyla, ilerideki ağaca çakılı, ok şeklindeki tahta tabelayı gösterdi. Üzerinde, Pan Sanat Kampı yazıyordu. “Uzak değil, yedi sekiz yüz metre. Yalnız yol çok dar, arabayla gidilmiyor. Yürüyeceğiz.”
Kadın kararlı bir ses tonuyla, “Olsun, burada bekleyeceğimize yürürüz,” dedi. “Hem bir değişiklik olur bize de…” “Siz bilirsiniz… Oku takip edin, karşınıza çıkacak zaten.” Ağaca bağlı atını göstererek, “Bavulları bırakın, ben Düldül ile taşıyacağım onları,” dedi. “Düldül mü?” Çimen kıs kıs güldü. “ Şaka mı bu adam ya! Şakacı baykuş…” “Şışt, çok ayıp kızım, koskoca adama öyle şeyler söylenir mi? Haydi, gidelim…” Bir iki adım atmışlardı ki kadın durdu. “Bu nasıl bir yer, nereye düştük biz. Benim hiç içime sinmedi. Boş verelim kampı kızım. Ne olur ne olmaz diye odamı iki kişilik tutmuştum. Güzel güzel tatilimizi yapıp dönelim, ne dersin?” Çimen itiraz etti: “Yoo! Ben çok eğleniyorum. Haydi, kampa gidelim.” Yol boyunca konuştu durdu kadın, kampa varıncaya kadar susmadı: “Köyde bir pansiyon ayarlayacağıma, kampta kalmak için ısrar etseydim keşke. Bak, gece gündüz telefonun açık kalacak, unutma! Şarj aletini aldın mı? Beni meraktan çatlatma. Bir şeye ihtiyacın olduğunda hemen yanındayım. Böcek ilacını aldın mı? Gece serin olur, üstünü örtmeyi unutma. Tanımadığın insanlarla konuşma. Kampı bir göreyim, beğenmezsem geri dönüyoruz küçük hanım, ona göre. Ya da şimdi dönsek mi acaba?”
Kampın öğrencileri gelmeye devam ediyordu. Küçük Bakkal’ın önüne, beyaz bir jip yanaştı. Şoför koltuğunda oturan erkek inip arka kapıyı açtı; arabadan iki kız, bir erkek çocuğunun inmesine yardım etti. Adam, bahçede oturan Hüseyin Efendi ve diğer konuklarla kısa bir konuşma yaptıktan sonra, bagajdan çıkardığı üç bavulu Düldül’ün yanına taşıdı. Çocuklara bir şeyler anlattı, vedalaştı ve geldiği gibi gitti.
Oğlan, şapkasını başına geçirdi, büyükçe bir taşın üzerine oturdu. İki kız; Derin ve Sunaz, güneş gözlüklerini burunlarından azıcık aşağıya kaydırdı, gözlüklerinin üzerinden bahçeyi süzdü. Derin, kaşlarını kaldırmış, meraklı gözlerle bakınırken; Sunaz’ın gözleri dehşetle açılmıştı. İki arkadaş ana sınıfında tanışmış, pek anlaşamasalar da o zamandan bu zamana da arkadaşlıklarını sürdürmüşlerdi. Birbirlerini iyi tanıyorlardı. Derin içinden, şimdi başlayacak söylenmeye diye düşündü. Yanılmamıştı… “Berbat bir yer burası!” diye başladı Sunaz. Üstelik babasının şoförünün de, onları kampa kadar götürmeyip orada öylece bırakmasına sinirlenmişti. Kesik kesik nefes alıyor, durmadan söyleniyordu. Kesin annesinin fikriydi bu. “Kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmelisin küçük hanım!” derdi sık sık. Kesin onun başının altından çıkmıştı, çünkü babası asla ona kıyamaz,bir dediğini iki etmezdi. Yurt dışında seyahatte olmasaydı, kızını bu durumda bırakır mıydı? Oraya kadar nasıl yürüyecekti? Sunaz’ın konuşmalarını bıkkınlıkla dinleyen oğlan, yanaklarını şişirip uzun bir soluk bıraktı. Başını sağa sola sallarken Derin’e baktı. “Sevgili abicim Deniz,” dedi Derin.
Şirin görünmek için gözlerini kırpıştırdı, zoraki bir gülüş yerleştirdi dudaklarına. “Ne kadar güzel bir yer, öyle değil mi?” Deniz yanıt vermedi kardeşine, omuzlarını silkmekle yetindi. İçecek bir şeyler almak üzere bakkala yöneldi. Köy minibüsü durakta durunca, bakkalın önünde bir hareketlilik yaşandı. Minibüsten inenlerin çoğu, Pan Sanat Kampı’nın yeni öğrencileriydi. Onları yalnız bırakmayan aileleriyle Küçük Bakkal’ın önünde toplanmaya başladılar. Bazı anne ve babalar, çocuklarından daha heyecanlıydı. Konukları karşılayan Hüseyin Efendi, kamp müdürü Selvi Hanım’ın saat tam on birde geleceğini söyledi. Onu beklerken çaylar içildi, kekler börekler yendi. Aileler sohbet ederken çocuklar da tanışıp kaynaşmaya başlamışlardı… Selvi Hanım, saat tam on birde oradaydı. Yeni gelen öğrenci ve ailelerine kısa bir konuşma yaptı… Kimi aileler, Küçük Bakkal’ın önünde vedalaştı çocuklarıyla. Bazıları da kampa kadar onlarla birlikte yürümeyi tercih etti. Önde kamp müdürü, ortada konuklar, Hüseyin ve Düldül ise en arkada yola çıktılar.
Kalabalık grup toprak yolda ilerlerken ince bir toz bulutu yukarıya doğru havalanıyordu. Puslu bir sonbahar sabahı gibi, göz gözü görmüyordu. Yoldaki taşlara ayakları takılıyor, küçük çukurlara bastıkça dengelerini kaybedip sendeliyorlardı. Grubun arkasında kalan Sunaz, toz toprak yüzünden önündeki çukuru görmedi. Ayağı çukura girince de kendini yerde buldu. “İmdat! Deniz yardım et lütfen! İnanamıyorum, bu da mı gelecekti başıma? Of ayağım!” Deniz, geriye dönüp üstü başı toz içinde kalan Sunaz’a baktı. “Sunaz, bırak artık şikâyet etmeyi. Yola çıktığımız andan bu yana, vırvır dırdır söyleniyorsun,” dedi. Elini uzatıp kalkmasına yardım etti. Sonra da arkasına bile bakmadan hızlı adımlarla grubun ön tarafına yürüdü. “Aşk olsun Deniz, ben burada neler çekiyorum, sen bırakıp gidiyorsun. Şu halime bak! Derin, şu kardeşine bir şey söyle, kalbimi kırıyor,” diye mızmızlandı Sunaz. Üstünü başını silkeliyordu. Jipten indiğinde moda dergilerinden fırlamış gibi görünen kız gitmiş, yerine üstübaşı dağılmış, pislenmiş bir kız gelmişti… Derin, teselli etmek için arkadaşının koluna girdi, “Her zamanki Deniz işte, boş ver sen onu,” dedi. Sunaz, söylenmeye devam ediyordu:
“Haksız mıyım ama! Bu da nasıl bir kumdur anlamadım ki, ince bile denmez buna. Un gibi, ayaklarım gömülünce görünmez oluyor, sanki beni içine doğru çekiyor.” Derin kıs kıs gülerek, “Değişik bir deneyim, keyfini çıkarmaya ne dersin?” diye sordu. “Dalga mı geçiyorsun benimle! Ne keyfinden bahsediyorsun? İşkence bunun adı! Yaa, ayaklarım, terliklerim pislik içinde! Dünyanın parasını verdim ben bu terliklere!” Grubun en arkasından yürüyorlardı. Derin, hızlanmak için Sunaz’ın kolundan çekiştirdi. “Kim dedi sana parmak arası terliklerle yola çık diye? Tatil köyüne geldiğini sanıyorsun herhalde. Kampın şartlarını okumadın mı, sitesini incelemedin mi?” Sunaz, yanıtlamak için ağzını açmıştı ki arkalarından bir ses duydular. Başlarını çevirip baktıklarında, toz bulutunun içinde onlara doğru koşarak gelen birini gördüler. Soluk soluğa bir kız yaklaştı yanlarına. “Yola yeni çıktığınızı duyunca yetişirim dedim, koştum arkanızdan. Kampa gidiyorsunuz, değil mi?” Derin ile Sunaz, karşılarındaki iri yarı kıza evet anlamında başlarını sallayıp tepeden tırnağa süzdüler.
Sırtında küçük bir çanta taşıyan kızın, sarı dalgalı saçları ve üstü başı toz içinde kalmıştı. Spor ayakkabılarının rengi beyazdan toprak rengine dönmüştü. Kot şortunun üzerine yazılar, semboller çizilmiş, ayrıca rastgele çengelli iğneler tutturulmuştu. Mavi gözleriyle sıcacık gülümsedi iki arkadaşa. “Merhaba, adım Mavi.” Onların adımlarına karıştı adımları… Toprak yolda yürüyen grubun ön tarafından neşeli sesler, kahkahalar yükseliyordu. Deniz, yeni tanıştığı arkadaşlarından en çok Atlas ile Kaya’yı kendine yakın bulmuştu. Kolunu Atlas’ın omzuna atarak, “Çok komik değil mi? Adam bavulları Düldül’e yükleyeyim deyince, öylece kaldım!” dedi. “Atın başına da şapka çok yakışmış. Geberdim gülmekten,” diyen Atlas kahkahayı bastı. Bir iki adım arkalarında yürüyen Kaya, onların neşesine katılmak için adımlarını hızlandırdı. Biraz, belki birazdan da fazla kiloluydu Kaya. Sıcaktan, gözlüklerinin camı buğulanmıştı. Önünü görmekte zorlanıyordu. Oflaya puflaya Atlas ve Deniz’e yetişti. Eliyle, alnına düşen saçını geriye doğru itti; terden, jöle sürmüş gibi parlıyordu saçları. Durup kısa bir an soluklandıktan sonra, “Ata bağladığı tahta arabaya, kocaman tekerlekler takmış. Tarih öncesinden fırlamış gibi görünüyor. Arabanın arkasına, plaka yerine Düldül Turizm yazmış. Evet, komik ama benim çok hoşuma gitti. Sevdim ben Hüseyin amcayı,” dedi.
Deniz, Atlas ile Kaya’nın ortasına geçti. İkisinin koluna girerek yürümeye devam ederken, “Ben de sevdim, Düldül Turizm de iyi fikirmiş. Ama sizi daha çok sevdim. Beş günlük kamp boyunca sizinle çok iyi vakit geçireceğimizi düşünüyorum,” dedi. Üç kafadar, toza toprağa bata çıka, güle oynaya yürüdüler…