Kendinizi öfkeli, neşesiz, kaygılı veya mutsuz mu hissediyorsunuz?
Bilge büyücü Mama Nono, sizi zihninizle tanıştıracak bir kursa katılmaya davet ediyor:
“Mutluluğu Ayağına Getirmek İsteyenler İçin Çok Hızlandırılmış Bir Kurs.”
Yedi gün sürecek bu kurs boyunca:
• Zihninizin her dediğine inanmamanız gerektiğini
• Düşünceleriniz hakkında düşünmemeyi
• Dikkatinizi neye verdiğinize dikkat etmeyi
• Duygularınıza düşünceyi bulaştırmamayı
• Aptalca değil akıllıca bencil olmayı ve size özgürlük getirecek daha birçok şeyi öğreneceksiniz.
Hazırsanız başlayalım!
İÇİNDEKİLER
O GÜNDEN BIR GÜN ÖNCE ………………………………………….. 11
Ellerin de Depresyonda mı?……………………………………………. 15
Kozmosa Öyle Küskünüm ki… ……………………………………….. 34
Şekerin Tatlı Olduğunu Kanıtla!……………………………………… 39
İLK GÜN
Berrak, Burada mısın? ……………………………………………………. 41
Düşüncelerin Hakkında Düşünme …………………………………. 54
Hayat Kendini Yaşar……………………………………………………….. 69
Tüm Dünyada Üç Buçuk Satan Romanınız… ………………….. 79
İKİNCİ GÜN
Zihniniz İflah Olmaz Bir Hırsızdır,
Sizden Şimdiki Anı Çalar……………………………………………….. 81
İnsanın Kör Noktası Kendisidir………………………………………. 90
ÜÇÜNCÜ GÜN
Uykudan Kalkın, Lambaları Yakın………………………………….. 99
Hayaletleri Beslemek Tehlikeli ve Yasaktır………………………. 103
Bir Bekçinin Hazineyi Koruduğu Gibi… …………………………. 116
Kaçınılmaz Olanla Dostça Geçinin…………………………………. 121
Dikkatini Verdiğin Şeye Direnemezsin …………………………… 127
Düşünce Kimseyi Sevemez …………………………………………….. 132
DÖRDÜNCÜ GÜN
Çıldırmış Bir Maymun Sarhoş Olursa… ………………………….. 135
İnsan En Az Kendini Tanır……………………………………………… 140
Sahte Kişiliğin Belirgin Özellikleri:
Bencildir …………………………………………………………………… 144
Kırılgandır…………………………………………………………………. 147
Başkalarının Beğenisine Muhtaçtır …………………………….. 148
Arzularının Kölesidir …………………………………………………. 149
Kendini Yere Göğe Sığdıramaz……………………………………. 150
Çıplak Kral Sizsiniz ………………………………………………………… 153
Onun Sevmediği Şeyleri Yapın ……………………………………….. 160
İçindeki Kalabalığı Dağıt………………………………………………… 187
Sahte Kişilik Bütün Silahlarını Kuşanır…………………………… 191
BEŞİNCİ GÜN
Istırabınızı Yarı Yolda Karşılayın…………………………………….. 195
Korku……………………………………………………………………………… 203
Öfke ……………………………………………………………………………….. 210
Nefret …………………………………………………………………………….. 216
ALTINCI GÜN
Sakin ve Telaşsız Bir “Tek Başınalık” ………………………………. 221
Aptalca Bencillik, Akıllıca Bencillik………………………………… 236
Birinci Egzersiz ……………………………………………………………… 241
İkinci Egzersiz ……………………………………………………………….. 243
Üçüncü Egzersiz ……………………………………………………………. 245
Dördüncü Egzersiz ………………………………………………………… 247
SON GÜN
Zor Zamanlar İçin Ev Yapımı Bir Paraşüt……………………….. 249
Hapishaneden Kaçma Yöntemleri
ve Diğer Saygıdeğer Uğraşlar………………………………………….. 262
KAYNAKÇA……………………………………………………………………….. 269
“Büyük bir dağı görmek için büyük bir göz gerekmez.”
Meher Baba
O GÜNDEN BIR GÜN ÖNCE
Uykumdan birkaç kez uyandım. Beni neyin uyandırdığını bilmiyordum, belki haftalardır tek bir satır yazamamış olmamdan kaynaklanan iç sıkıntısı… Düşsüz geçen kapkara gecelerden birini daha ardımda bırakmıştım. Önümde tüketmek zorunda olduğum yeni bir yirmi dört saat olduğunu düşünüp, iç çektim. Ah, niçin yirmi dört saat! Yatağımı toplamadan, dosdoğru mutfağa yöneldim. Bir süredir bunu âdet edinmiştim. “Toplamanın hiçbir anlamı yok” diyordum kendime. “Nasıl olsa akşam yine bozmayacak mıyım?” Bu da son zamanlarda günlük işlerden kaytarmak için bulduğum bahanelerden biriydi ve kullanılmaktan yıpranmıştı. Kedimle oyun oynamak için, yürüyüş yapmak için, bir film izlemek için, ortalığı toplamak için, arkadaşlarımla buluşmak için ve normalde severek yaptığım birçok başka şeyi yapmak için hiçbir istek duymaz olmuştum. Hava sıcak ve bunaltıcıydı. Buzdolabını açıp, şöyle bir göz attım. Birkaç tane elma, bir parça peynir, iki yumurta, tek bir domates…
Günlerdir alışverişe çıkmamıştım, dolabım tamtakırdı. Gözüme bayatlamaya yüz tutmuş bir sandviç ilişti. Başka bir şey hazırlamaya enerjim olmadığı için onu yemeye karar verdim. Gereğinden çok daha fazla vakit harcayarak kendime bir kahve yaptıktan ve biraz da camdan dışarı bakarak oyalandıktan sonra isteksizce çalışma masama doğru yürüdüm. Benim için en zor saatler başlamak üzereydi. Ekrandaki boş sayfaya bakıp durduğum saatler! Haftalardır bu durumdaydım. Sabahları yeni romanıma başlamak üzere masama oturuyor, akşamları tek bir cümle bile yazamamış olarak yatağıma dönüyordum.
Kendimi iyi hissetmediğim için mi yazamıyordum, yoksa yazamadığım için mi kendimi iyi hissetmiyordum? Bu sorunun yanıtının pek bir önemi yoktu. Önemli olan şey, bir daha asla bir roman yazamayacağıma inanmaya başlıyor olduğum gerçeğiydi. Her geçen gün daha çok paniğe kapılıyordum. Masamın başına oturdum, bilgisayarımı açtım ve ekranı izleme mesaim başladı. Her şeyden evvel romanımın adını bulmak istiyordum ve bu benim için neredeyse bir takıntı haline gelmişti. İlk adım yanlış atılırsa, bütün yolculuk yanlış gider diye düşünüyordum. Kendimi yüreklendirmek için masama dizdiğim romanlarıma baktım. Üçünün de adını, onları yazmaya başlamadan evvel koymuştum. Romanlarımdan bir tanesini, ilk romanım olan Konuşmayan Tavus Kuşu Camio’yu elime aldım ve rasgele bir sayfa açıp, okumaya başladım:
“Bir gece, nehrin kıyısında ateşler saçarak duran bir kurbağaya rastlamıştım” dedi Mama Nono. “Karanlığın içinde gözlerimi kamaştıracak kadar parlıyordu. Bunu nasıl becerdiğini anlayabilmek için yanına yaklaştığımda karşı kıyıda uçuşan ateşböceklerini gördüm. Kurbağa o kadar çok ateşböceği yutmuştu ki, onlar gibi parlamaya başlamıştı! Doğrusunu istersen, ateşler saçıyor olması ateşböceklerinin hiç umurunda değildi. Diğer kurbağalar ise parlaklığından korkmuş oldukları için ondan uzak durmaya başlamışlardı. Yapayalnız kalan parlak kurbağa günlerini kendi varlığına bir anlam vermeye çalışarak geçiriyordu. Bir kurbağa mıydı, bir ateşböceği miydi, yoksa her ikisi de değil miydi? Bana kalırsa, o hâlâ tam anlamıyla bir kurbağaydı. Diğerlerinden biraz daha parlak bir kurbağaydı, o kadar!”
Başka bir sayfa açtım, gözüm şu satırlara takıldı:
“Madam Bobogel saymakla bitmez meziyetleri olan bir madam olsa da, bu meziyetlerinin arasında en önemlisinin tevazu olduğunu her fırsatta dile getirirdi. Günlerinin büyük bir bölümünü meditasyon yaparak, şifa dağıtarak, pozitif düşünceler saçarak ve kendi geliştirmiş olduğu çok özel yöntemler aracılığıyla Tanrı ile her madama nasip olamayacak kadar özel ilişkiler kurarak geçirdiği için kendine bir eş bulmaya doğal olarak vakit ayıramamıştı. Aslına bakarsanız, madamın bekâr olmaktan ötürü rahatsızlık duyduğu falan yoktu. Hayatı boyunca bir defa bile flört etmemiş olmaktan dolayı da hiç şikâyetçi değildi. Zaten bu dünyada onun gelişmiş ruhunun yüksek frekansına ayak uydurabilecek bir erkek bulunduğundan dahi şüpheliydi Madam Bobogel. Ne de olsa erkekler eşlerinin kendilerinden daha yüksek mertebelerde olmalarına katlanamaz, eninde sonunda huzursuz olup, ilişkiyi bitirirlerdi. İşte, Madam Bobogel de böyle yüksek mertebelerde bir madamdı.”
Sayfaya bakarak öylece durdum. Bu satırları gerçekten ben mi yazmıştım? Kitabı kapatıp, elimin tersiyle öteye ittim. Kendime olan inancımı büsbütün yitirmek üzereydim. Gözüm kütüphaneye yasladığım bisiklete takıldı. Biraz dolaşmak belki zihnimi açabilirdi. Öte yandan arka lastik patlaktı ve onu tamir ettirecek gücü kendimde bulamıyordum. Peki ya bir yürüyüş? Doğrusu adım atacak enerjim yoktu. Belki yarın sabah dedim kendime… Bu sırada telefonum üçüncü defa çalmaya başlamıştı. Arayan yakın bir arkadaşımdı ve ilk iki aramasına yanıt vermediğim halde pes etmemişti. En sonunda açtım. Sinemaya mı? Hayır, tabii ki gelemezdim. Çok, ama çok meşguldüm. Bir roman yazmanın ne kadar zor olduğunu bilmiyor muydu? Hayır, kahve içecek vaktim de yoktu. Telefonu kapattım ve tavanı izlemeye koyuldum. Masadan kalktığımda saatler geçmişti. Önceki günden kalma yemeği ısıtıp, televizyonun karşısında yedim. Çıldırmak üzereydim.
“Yaşadım birkaç bin yıl
Acılara tutunarak
Acı çekmek özgürlükse
Özgürüz ikimiz de.”
Hasan Hüseyin Korkmazgil
Ellerin de Depresyonda mı?
Şafak sökerken evimin yakınlarındaki küçük parka yürüdüm ve her zamanki yerime, bir çınar ağacının gölgesindeki banka oturdum. Keyifsiz ve düşünceliydim. İşte, birbirinin aynısı olan günlerden bir tanesi daha başlıyordu ve benim içimde yeni doğan güne katılmak için en ufak bir heves uyanmamıştı. Akşama kadar yapmam gereken işler gözümde canlandı, derin bir iç çektim. Bu düşünce sıkıntımı daha da artırmıştı. Birdenbire yanı başımdan gelen bir sesle irkildim. “Kuşlar…” dedi yumuşacık, tatlı bir ses. “Şarkı söylediler ve sustular. Sen o şarkıları duymadın.” Sese doğru döndüm. Elli yaşlarında, son derece hoş, zarif görünümlü bir kadındı. Beline kadar dökülen beyaz saçlarıyla bir tezat oluşturan, uzun, siyah bir elbise giymişti. Bakıştık. Gözlerinde daha evvel benzerine rastlamadığım bir dinginlik ve bilgelik vardı. Kadını tepeden tırnağa şöyle bir süzdüm, sonra hiçbir şey söylemeden başımı öte yana çevirdim. Diğer bütün banklar boşken bu kadın ne demeye gelip benim dibime oturmuştu sanki? “Kuşlar…” dedi yine. “Anlaşılan bu sabah bir tek benim kulaklarım için şarkı söylüyorlar.”
Münasebetsiz kadın sabahın köründe gelip yanıma oturmakla kalmamıştı, bir de benimle sohbet etmeye çalışıyordu! Olacak iş değildi… Yanıt vermedim, homurdanmakla yetindim. Böylece rahatsız olduğumu anlar ve susar, hatta daha da iyisi yanımdan kalkıp başka bir yere oturur diye umuyordum. Sonra epey bir sessiz kaldım. Kadının olduğu tarafa doğru bakmamaya da özen gösteriyordum. “Susmakta çok iyisin” dedi, hafif alaylı bir sesle. Bozuldum. Kadını terslemeye ve haddini bildirmeye karar vermiştim. Böylece bir daha parkta tek başına vakit geçiren insanları rahatsız etmemeyi öğrenirdi.
Bir hışımla döndüm, gözleriyle karşılaştım ve o anda donakaldım. Ağzımı açmak, bir şey söylemek istiyordum, ama büyülenmiş gibiydim, hiç kıpırdayamıyordum. İçimi bir telaş kapladı. Sabah sabah bir masal kahramanı gibi, bir kitaptan fırlamış gibi yanımda beliren bu gizemli kadın kimdi, neyin nesiydi? “Doğru yoldasın Berrak!” dedi, yüzünü bir gülümseme kapladı. “Bir kitaptan çıkmış olduğum konusunda haklısın.” Dik dik baktım. “İsmimi nereden biliyorsun?” diye sordum, tersleyerek. “Ne düşündüğümü nasıl anladın?” “Sen ve ben, birbirimizi çok iyi tanıyoruz. Beni sen yarattın.” “Ben mi yarattım?” diye sordum. Şaşkınlığım iyice artmıştı. “Biraz daha dikkatli bakarsan, kim olduğumu anlayacağından eminim.” “Mama Nono!” diye bağırdım. Çığlık atmamak için elimle ağzımı kapattım. Öylesine heyecanlanmıştım ki, kalbim yerinden fırlayacak gibi atmaya başlamıştı. Konuşmayan Tavus Kuşu Camio romanımdaki sevgi ve şefkat dolu, bilge büyücü Mama Nono yanımda oturuyordu!
“Ta kendisi!” dedi, güldü. “Beni yaratmış olabilirsin, ama bu sana beni bir romanın içine hapsetme hakkını vermiyor. Bana ihtiyacın olduğunu gördüm ve geldim.” “Böyle bir şey gerçekten mümkün mü? Aklım almıyor!” “Ne güzel! Tadını çıkar. Aklının almadığı durumlarla karşılaşmak sık sık başına gelen bir şey değil.” Biraz düşündükten sonra başımı salladım, “Doğru” dedim. “Yanlış anlama, ama gördüğüm kadarıyla aklının da sana pek faydası dokunmamış.” Yine bozuldum. “Mama Nono!” dedim. “Karşımdaki sahiden sen misin? Bu bana hiç normal gelmiyor.” “Normal mi!” dedi, kahkaha attı. “Normal nedir? Senin korkularla, çekişme ve mücadeleyle dolu, anlamsız ve sevinçsiz haldeki hayatın mı normal? Duyguların tarafından hırpalanmak, düşüncelerin tarafından işkence edilmek normal mi?” Sustum. “Burada ne yapıyorsun?” diye sordu. “Her sabah buraya neden geldiğini merak ediyorum. Gölgesinde oturduğun ağaca hiçbir zaman dikkatle bakmadın, parkın içindeki çiçeklerin bir tanesini bile görmedin.
Kuşlar cıvıldayıp durdular, ama sen asla işitmedin.” Bir şey diyecek gibi oldum, vazgeçtim. Haklıydı. Saydığı tüm o güzelliklere asla dikkat etmemiştim. “Hiçbir şey!” dedim en sonunda. “Burada hiçbir şey yapmıyorum. Yalnızca zaman öldürüyorum.” “Harika!” dedi, yine o alaycı tonuyla. “Zaman seni öldürüyor ve sen zamanı öldürdüğünü zannediyorsun.” Sessiz kaldım. “Zamanını ıvır zıvırla harcama!” dedi. “Dünya, günlerini çeşitli oyunlar oynayarak ve televizyon izleyerek harcayan insanlarla dolu. Ne yaptıklarını sorsan, can sıkıntısından kurtulmak için uğraştıklarını, zaman öldürmeye çalıştıklarını söylerler. Zamanın değerini bilmeyenler, can sıkıntısı çekmeye mahkûmdur. Hayatlarının her anında eğlendirilme ihtiyacı içinde olanlar, can sıkıntısı çekmeye mahkûmdur.” “Aslında benim derdim can sıkıntısı değil” dedim, kendimi temize çıkarmaya çalışarak. “Ben… daha çok mutsuzluktan mustaribim.” “Dün gökyüzünde uzun ve kızıl, görkemli bir günbatımı vardı; ne yazık ki sen onu da görmedin. Camdan dışarıya şöyle bir göz attın, sonra hemen başını çevirip bilgisayarının ekranına bakmaya devam ettin.
O muhteşem manzara senin için bir lambanın yanıp sönmesinden daha ilginç değildi. Böyle bir güzelliği izleyecek kadar zamanın yoktu, ama öldürecek kadar zamanın var.” “Bunu bildiğine göre, mutsuz olduğumu da biliyor olmalısın” dedim. “Uzun bir süredir mutsuzum ve nedenini sorarsan sana elle tutulur bir şey söyleyemem. Belki mutsuzluk bir gün yüzüme bakmış ve beni gözüne kestirmiştir.” Kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra devam ettim: “Ortada bir neden bulunmadığına göre yalnızca şımarıklıktan, gösteriş olsun diye acı çektiğimi düşünüyor olabilirsin” dedim, günah çıkarırcasına.
“İnan bana, bunu ben de düşündüm. Ama bu doğru değil. Söylesene Mama Nono, mutsuz olmayı kim ister? Ne yaparsam yapayım, bu kasvetli ruh halinden kurtulamıyorum. Yüreğim kilitlenmiş, donmuş kalmış gibi…” “Seni çok iyi anlıyorum” dedi, şefkatli bir ses tonuyla. “Tarif ettiğin sıkıntı, insanoğlunun ortak mirasıdır. Ne kadar bastırmaya çalışsan da kaybolmayan, içinden söküp atmak için çabalasan da, hatta varlığını inkâr etsen bile kurtulamadığın o huzursuzluğu tanıyor, kaynağını da biliyorum. Dışarıdan baktığında gayet iyiymiş gibi görünen insanların nerdeyse hepsi senin gibidir; içeride aralıksız kanayan yaralarla doludurlar.
Bazıları bunu gizlemeyi iyi becerirler, ama bu seni yanıltmasın. Çeşitli ıstıraplar insanların içlerine çok başlı canavarlar gibi yerleşmişler ve daima oradalar. Her düşüncenizin, her duygunuzun ardında saklanıyorlar. Bu yüzden dar ve sefil; dışarıda gösterişli, içeride sığ hayatlar yaşıyorsunuz. Bu yüzden daima kronik bir gerginlik ve tatminsizlik içindesiniz; en yakınlarınıza bile tam anlamıyla sevgi ve şefkat duyamıyorsunuz. Bu yüzden duygularınız ölmüş, yüreğiniz donmuş gibi. İçinizde yaşama sevincinden ve neşeden eser yok. Bir de üstelik kafanızın içinde size sürekli ‘Yeterince iyi değilsin, daha çok şeye sahip olmalısın!’ diye fısıldayan bir ses var. O ses arada bir kısılır ama asla tam olarak kaybolmaz; arka planda onun var olduğunu hep bilirsiniz. Ne kadar yetersiz olduğunuzu tekrarlayıp durarak size ömrünüz boyunca işkence eder.
Bir dahaki sefer bir partiye gittiğinde etrafına dikkatli bak. Şen şakrak kahkahalar atan, müthiş eğleniyormuş gibi görünen kalabalığı incele. Yüzeydeki yapay neşenin altında saklanan gerginliği, korkuları ve sıkıntıları göreceksin. Hiç kimse tam anlamıyla rahat değildir, ama ustaca rol yaparlar. Bir futbol maçına git ve oraya sözde eğlenmek için gelen insanların öfkesini izle. Televizyonu aç, haberlerdeki vahşete ve zulme bir göz at. Popüler şarkıların sözlerine dikkatlice bak ve o satırlarda gizlenen şiddeti, kıskançlığı, açgözlülüğü gör.
Sence, siz kendinizle barışık insanlar mısınız? Birbirinizle barışık mısınız? Ya dünyayla? Bir de şöyle bir yaygın hastalık vardır: Herkes, ‘Eğer şunlara bunlara sahip olsaydım her şey yoluna girerdi’ diye düşünür. ‘Eğer kıvırcık saçlı olsaydım, beş kilo daha zayıf olsaydım, yüz bin dolarım olsaydı, bir arabam olsaydı, küçük bir bahçem olsaydı, spor yapacak vaktim olsaydı, o kadın beni sevseydi, o adam benim kocam olsaydı, bir çocuğum olsaydı, biraz daha özgür olsaydım…’ Liste sonsuza dek uzayıp gider.
…