BÖLÜM I
FELSEFENİN İKİLEMİ
Bay Chesterton, kendisinin “Sapkınlıklar” olarak adlandırdığı saygın makalelerinin önsözünde şunları söyler: “Kimileri insan hakkındaki en pratik ve en önemli şeyin hâlâ insanın evrene bakışı olduğunu düşünür. Ben de bunlardan birisiyim. Bir evsahibi için kiracısının aylık gelirini öğrenmek önemlidir, fakat kiracısının felsefesini öğrenmek bundan çok daha önemlidir. Yine, bir komutan için düşmanının niceliğini öğrenmek büyük önem taşısa da, temel sorun düşmanın felsefesini öğrenebilmektir. Bizim sorunumuz da evrenin (kozmos ç.n.) özdeği nasıl etkilediği değil, özdek üzerinde uzun vadede başka nelerin etkili olabileceğini araştırmaktır.”
Bu noktada Bay Chesterton ile aynı fikirleri paylaşıyorum. Şunu biliyorum ki, hepiniz bir felsefeye sahipsiniz ve bunun en ilginç ve en önemli yönü de felsefelerinizin sizin yaşamlarınızdaki belirleyiciliğidir. Böyle bir konuya girmekle üstlenmiş olduğum sorumluluğun verdiği heyecanı tam olarak yenebilmiş değilim. Hepimiz için büyük önem taşıyan felsefe, teknik bir sorun değildir. Felsefe en uygun tabiriyle bizlerin zayıf noktasıdır. Bu yüzden felsefi tartışmalarımızda her zaman için belirli bir yapaylık mevcuttur: Tüm önermelerimizin en güçlüsü daima geri planda kalır. Bunu aşabilirsek, ki aşacağımıza inanıyorum, sorunun kökenine inebileceğiz.
Elbette ki burada felsefe tarihine damgasını vurmuş ve felsefe tarihinde kendine özgü bir yer edinmiş olan insanlardan söz ediyorum. Plato, Locke, Hegel ve Spencer yaradılış itibariyle böylesi düşünürlerdir. Kuşkusuz çoğumuz, kesin bir entelektüel yaradılışa sahip değiliz. Farklı bileşenlerin bir bileşkesiyiz. Can alıcı sorunlar hakkında ortaya koyduğumuz tercihlerin tam olarak bilincinde olduğumuz söylenemez. Bazen bunları dile getirdiğimiz halde, eninde sonunda moda olanı takip ederiz ya da bulunduğumuz coğrafyadaki en popüler filozofun fikirlerini uygularız. Fakat felsefede hesaba katılması gereken asıl nokta insanın sorunları görebilmesi, kendi özgün yöntemiyle değerlendirmesi ve karşıt görüşleri bertaraf edebilmesidir. Kesin bir entelektüel yaradılışa sahip olmak ve bu yönde bir duruş sergileyebilmek hâlâ mümkündür.
Sözünü ettiğim entelektüel yaradılış gereği; insan felsefeye olduğu kadar, edebiyat, sanat, siyaset ve davranış biçimlerine de eğilmelidir. Davranış biçimlerinde karşımıza şekilci veya bağımsız kişiler çıkar. Siyasette karşımıza otorite yanlısı veya anarşist kişiler çıkar. Edebiyatta karşımıza gelenekçi veya gerçekçi kişiler çıkar. Sanatta ise karşımıza klasikler veya romantikler çıkar. Bu ayrımlara hepimiz aşinayız. Felsefede de benzer bir ayrım “akılcılar” ile “deneyciler” arasında yaşanır. Akılcılar mutlak ve ölümsüz ilkelerin peşinde koşarken, deneyciler olguları esas alır. Ne olgulardan ne de ilkelerden bağımsız yaşayamayacağımızı göz önünde bulundurursak, bunun daha çok bir vurgu farkı olduğu düşünülebilir. Yine de bu iki eğilimin evrene bakışındaki farklar hiç de küçümsenecek boyutlarda değildir. Temel fark basit, ama bir o kadar da derindir.
Eğilimler arasındaki farklar, bu eğilimi benimseyen insanlar arasındaki farklardan daha basit ve derindir. Çünkü insan doğasında her türden kombinasyon mevcuttur. Akılcılar ve deneyciler hakkındaki fikirlerimi tam olarak ortaya koyduğumda ve ikincil nitelikteki karakteristikleri üzerinde durduğumda, bu noktaya tekrar döneceğim. Faydacılığı karakterize etme amacım doğrultusunda doğanın karşımıza çıkardığı kombinasyonları kullanacağım.
Tarihsel olarak “entelektüalizm” terimi “akılcılık”la ve “algıcılık” terimi ise “deneycilik”le eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Akılcılık genellikle idealistlik ve iyimserlikle birlikte anılır. Deneycilik ise genel olarak materyalizmle birlikte anılır. Akılcılık her zaman için tekilcidir; genelden ve evrensel olandan hareket edip parçaların bütünlüğünü ortaya koyar. Deneycilik ise parçalardan yola çıkar ve bütündeki parçaları esas alır; bu yüzden çoğulcu olduğunu söylemek mümkündür. Akılcılık kendisini deneyciliğe oranla daha dinsel olarak ortaya koyar. Bunlar üzerine söylenebilecek çok şey olduğunu göz önünde bulundurarak kısaca değinmeyi tercih ediyorum.
Akılcılığı benimsemiş bir insanın duygusal, deneyciliği benimsemiş bir insanınsa katı olduğu söylenebilir. Akılcılık genellikle özgür iradeye vurgu yaparken, deneycilik kelimenin gerçek anlamıyla yazgıcıdır. Son olarak, akılcılığı benimsemiş olanlar ilişkilerinde daha dogmatikken, deneyciliği benimsemiş olanlar daha şüphecidir ve her şeyi tartışmaya açıktır.
Sözünü ettiğimiz iki tür varoluşun özelliklerini aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:
“İLKELERİ” TAKİP EDENLER “OLGULARI” TAKİP EDENLER
Akılcıdır Deneycidir
Zekâya vurgu yapar Algılara vurgu yapar
İyimserdir Kötümserdir
Dindardır Dindar değildir
Özgür iradeye vurgu yapar Yazgıcıdır
Tekilcidir Çoğulcudur
Dogmatiktir Şüphecidir
Çizdiğimiz tabloda hangi varoluşun kendi içinde daha tutarlı olduğu sorusunu ertelemekte fayda var. Yukarıdaki gibi şematize edilebilecek eğilimleri benimsemiş olan insanlarda her iki türden de özellikler görülebileceği unutulmamalıdır. Kuşkusuz hepimizin çevresinde bu iki tür varoluşa en belirgin örnekler olarak gösterilebilecek insanlar mevcuttur ve bu insanların karşı taraftaki insanlar hakkındaki görüşleri tahmin edilebilir. Aslında birbirleri hakkındaki fikirleri yüzeyseldir. Oysa aralarındaki rekabet, çağlar boyunca felsefi atmosferin bir parçası olagelmiştir. Günümüzde de felsefi atmosferdeki önemini korumaktadır. Akılcılar, karşı cepheden bakıldığında duygusal ve yumuşak başlı iken, deneyciler katı ya da acımasızdır. Karşılıklı reaksiyonları, Amerikalı turistlerin uzak ülkelerin yerlileriyle karşılaştıklarında sergiledikleri reaksiyonlara benzer. Her biri karşısındakinin kendine düşman olduğuna inanır. Fakat bu düşmanlığın kâh korkuya, kâh eğlenceye dönüştüğü olur.
Tekrarlamakta fayda var ki içimizde ancak küçük bir azınlığın böylesi saf ve keskin tutumu mevcuttur. Çoğumuz, her iki taraftan da kendimiz için iyi olduğunu düşündüğümüz özellikleri benimseriz. Hayatımızdan ne olguları, ne de ilkeleri tam olarak dışlayamayacağımız açıktır. Akılcılığı benimsediğimizde karşımıza tek bir dünya çıkar. Deneyciliği benimsediğimizde ise farklı farklı dünyalarla karşılaşırız. Ama sonunda bir çeşit “çoğulcu tekillik sentezi” oluştururuz.
Kuşkusuz her şey kesin olarak tanımlanmalıdır, ama aynı ölçüde kuşku götürmeyen bir gerçeklik vardır ki o da irademizin özgür olduğudur. Gerçek felsefe bir çeşit gönüllü determinizmdir. Bütünün içinde işlevsiz olan parçalar olabilir, ama bütünün kendisini kötü olarak silip atmak mümkün değildir. Böylelikle pratik kötümserlik, metafizik bir iyimserlikle harmanlanabilir. Nitekim akımların gerçek temsilcileri dışındakiler radikal olmayı ve sistemi mutlaklaştırmayı değil, kendi gelişimleri doğrultusunda akıllarına en yatkın olanı benimseyerek yaşamayı tercih eder.
İçimizden bazıları bu akımların gerçek temsilciliğine soyunarak diğerlerini tutarsızlık ve kararsızlıkla suçlayabilir. Şüphesiz karşıt uçların hiç bağdaşmayacak unsurlarını harmanlamaya çalıştığımız sürece, kelimenin gerçek anlamıyla entelektüel bir vicdana sahip olacağımız söylenemez.
Akılcılık ve deneyciliği birbiriyle bağdaştıran bir sistem düşünebiliriz: Olgulara bilimsel bir bağlılık duyan, aynı zamanda dini ya da romantik tarzda insani değerleri de yadsımayan bir sistem… Fakat böylesi bir sistemde karşımıza bir ikilemin çıkması kaçınılmazdır; çünkü varacağımız sonuçlar birbirinden çok farklıdır. Deneycilik, hümanizm dışı ya da din dışı olarak karşımıza çıkacak; akılcı felsefe olgulardan tamamen bağımsız bir biçimde kendini dini açıdan ortaya koyacaktır.
İçimizden kaçının, yaşamda felsefeyi böylesine uç noktalarına götürebilecek bir çizgide ilerlediği tartışmaya açıktır. Bu yüzden akılcı sistemlerin gerçekdışılığına eğilmekte fayda vardır.
Bir ya da iki yıl önce öğrencilerimden birinin bana sunmuş olduğu tezi sizlerle paylaşmak isterdim. Fakat söylemek istediklerimi öylesine açık söylüyordu ki bundan vazgeçtim. Bu öğrencim, felsefe derslerinde ele alınan evrenin sokakta geride bıraktığı ilişkilerden tamamıyla bağımsız olduğunu söylemekle işe başlıyordu. Bu ikisi öylesine birbirinden bağımsızdı ki ikisini aynı anda düşünebilmeniz bile mümkün değildi. Gerçekten de kişisel deneyimlerimizin dünyası, yani sokaklardaki dünya, hayalgücümüzün ötesinde karmaşık, yanıltıcı, şaşırtıcı ve acılarla dolu bir dünyadır. Felsefe öğretmenlerinin sunduğu dünya ise basit, açık ve soyludur; saflık ve soyluluk üzerine kurulu bu dünyada gerçek yaşamın çelişkilerine yer yoktur. Bize sunulan şey karşımızdaki tepede ışıldamakta olan göz alıcı bir tapınak gibidir.
Felsefe, bu açıdan ele alındığında gerçek dünyanın bir muhasebesi olmaktan çok, ona yapılan bir katkı niteliğine bürünür. Böylelikle akılcı imgelem, olguların karmaşık ve gotik karakterinden uzak kalabildiği klasik tarzda bir tapınağa kavuşur. İçinde yaşadığımız evrenin olgularına bir açıklama getirmek yerine, baştan sona yeni bir evren tanımı getirdiği için bir çeşit kaçış anlamı da taşır.
Akılcı felsefe, yaradılışı itibariyle içinde yaşadığımız evrene tamamıyla uzaktır. Onu karakterize eden başlıca faktör anlıktır. Bu felsefede, şiddetle arzulanan şey arıtılmış objelerdir. Fakat şaşırtıcı ve acımasız olgularla dolu karmaşık evrenimizde arıtılmışlıktan bahsetmenin doğruluğu tartışmaya açıktır.
Arılık, tek tek olgular söz konusu olduğunda mümkündür. Bununla birlikte arıtılmışlığı düstur edinen bir felsefenin, tek başına tatmin edici olabileceğini düşünmek pek de mümkün değildir. Eninde sonunda ulaşılan sonuç yapay olacaktır. Bunun sonucunda bilim insanları inzivaya çekilmiş bir hayalet gibi dolaşan metafiziğe sırtlarını çevirecek; pratik insanlar paçalarındaki felsefe tozunu silkerek yollarına devam edecektir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz türden saf ve gerçekdışı bir sistemin akılcı bir insanı dahi tatmin edebileceğini söylemek güçtür. Leibnitz, diğer tüm akılcı düşünürlere oranla, olgulara gerektiği önemi vermiştir. Onun büyülü bir dil kullandığı “Theodicee” adlı eseri, biz insanlara Tanrının tercihlerinin doğruluğunu kanıtlamayı amaç edinir; içinde yaşadığımız dünya tüm olası dünyaların en iyisidir.
Leibnitz, benimsediği iyimser felsefesinin diğer çıkmazlarının yanısıra bu konuya ilişkin şu cümleleri sarf etmiştir:
“Tanrının Krallığının uçsuz bucaksızlığını tasavvur ettiğimizde; iyiliklerin bir okyanus, kötülüklerin ise ancak bir damlacık olduğunu görebiliriz. Coelius, kısa bir süre önce yayımlanan ‘De Amplitudine Regni Coelestis’ adlı eserinde Tanrının Krallığının sınırları konusunda yanılgıya düşmüştür. Antik çağlarda insanlar Tanrının oynadığı rol hakkında çok az fikre sahiptir… Onlara göre, hayat yalnızca içinde yaşadığımız dünyamızdan ibarettir; Avustralya yerlileriyle karşılaşmak bile onların kafalarını karıştırmaya yeterlidir. Ufukları birkaç ışıldayan küre ve kristal şekille sınırlıdır. Ama günümüzde evrenin sonsuzluğu içerisinde; bizimki kadar, hatta daha da büyük sayısız yerkürenin olduğunu biliyoruz. Dünyamız güneşin yörüngesindeki gezegenlerden yalnızca bir tanesidir. Evrende güneş sistemi gibi birçok sistemin varolduğunu ve dünyamızın bunlardan yalnızca birinin uydusu olduğunu düşündüğümüzde evrenin sonsuzluğunu daha kolay kavrayabiliriz. Tüm bunlarda yaşama dair hiçbir bulgu olmasa bile bunların harikuladeliği hakkında şüpheye düşmemeliyiz. Kötülükten iyilik doğamayacağına göre, evrenin kötülüklerle dolu olduğunu söyleyebilmemiz mümkün değildir. Dahası her tarafımızın yıldızlarla kaplı olduğunu düşünürsek, bu yıldızların ardında henüz göremediğimiz bir başka boyutun olmadığını kim söyleyebilir? Tüm bu evreni kucaklamakta olan boyut mutluluk ve görkemle dolu olabilir… Dünyayı ve üzerinde yaşayanları, bir de bu açıdan bakarak düşünelim. Dünyamız evrende küçük bir noktadan başka bir şey değildir. Evrenin sonsuzluğu içerisinde yalnızca küçük bir nokta olan dünyamızdaki kötülükler de, evrenin kusursuzluğu karşısında küçücük kalır.”
Leibnitz şöyle devam eder:
“Suç konusunda yeni herhangi bir şey ortaya koymayan, diğerlerine örnek teşkil etmekten uzak olan ve de zararın telafi edilmesini amaçlamayan bir adalet yaklaşımından söz etmek mümkündür. Bu adalet, günahın bedelinin ödenmesi açısından kusursuzdur. Hobbes, bu cezalandırıcı adalete, intikamcı olduğu ve Tanrının kendisine has gördüğü bir yöntemi kullandığı için karşı çıkar… Ancak bu her şeyin doğasında rastlayabileceğimiz bir olgudur; yalnızca mağdur olan tarafı değil, herkesi hoşnut etmeyi başarır. Çok güzel bir bestenin ya da muhteşem bir mimari eserin bizlerde yarattığı etkiyi yaratır. Bu yüzden, acının hiç kimseyi günahtan uzaklaştıracağı düşünülmese bile kötüye eziyet etmeye devam edilir; ödülün bir kimseyi daha iyi kılmayacağı bilindiği halde iyiler ödüllendirilir. Kötüler, kendilerini yeni cezaların beklediğini bile bile günah işlemeye devam ederler; iyilerse iyiliklerini sürdürerek yeni yeni ödüllere ulaşırlar. İşte bunu liyakat ilkesiyle açıklıyoruz… çünkü Tanrı her şeyi daha önce de söylediğim gibi kusursuz bir uyum içinde yaratmıştır.”
Leibnitz’in tutumu öylesine gerçekdışıdır ki üzerinde herhangi bir yorum yapmaya gerek yoktur. Kötü bir ruhun deneyimleri konusunda hiç de gerçekçi bir yaklaşım geliştirememiştir. Oysa, Tanrının bizlere örnek olarak gönderdiği “yitik ruhlar”ın sayısı ne kadar az olursa, iyiliğin görkemi de o ölçü de belirsizleşecektir. Bu gerçeğin üzerinden atlayan Leibnitz’in bize sunduğu şey soğuk bir yazınsal eserden öteye geçmemektedir; hem de cehennem ateşinin dahi ısıtamayacağı bir eser.
Akılcı felsefenin sığlığını gözler önüne sermek için entelektüel açıdan sığ çağlara dönmemiz gerekmiyor. Günümüz akılcılığının iyimserliği de olguları benimseyen zihinler için aynı sığlığı ifade etmektedir. Gerçek evrenin uçsuz bucaksızlığı karşısında akılcılığın sunduğu kapalı sistemlerin yetersiz kalması kaçınılmazdır. Günlük yaşamda, mükemmellik erişilmesi gereken bir süreçtir. Akılcı felsefeye göre ise mükemmellik sonu olan göreceli bir ilüzyondur; mükemmellik varlıkların kendisindedir.
Sözünü ettiğimiz dini felsefenin iyimserliğinin sığlığını gösterebilmek açısından, cesur bir anarşist olan Morrison I. Swift’in yazılarına bakmamız yararlı olacaktır. Bay Swift’in anarşizmi benim durduğum noktadan çok daha ötesine geçse de idealist iyimserlikten duyduğu hoşnutsuzluk dikkate değerdir. “Teslimiyet” başlıklı broşürüne gazetelerden derlediği intihar, cinayet ve benzeri haberlerle başlar:
“John Corcoran, iş bulma amacıyla dondurucu soğuğun altında şehri karış karış dolaşmış ve kapıldığı umutsuzluk sonucunda karbonik asit içerek intihar etmiştir. Hastalığı nedeniyle üç hafta önce işten çıkarılan bir katip olan John Corcoran’dan kirasını ödeyemediği için evini terk etmesi istenmiştir. Karısı ile altı çocuğuna ekmek götürebilmek için kar kürüyerek para kazanmaya çalışsa da hastalığı nedeniyle buna uzun süre katlanamamıştır. İş bulma umutlarının kaybolduğu akşam eve döndüğünde karısı ve çocuklarını aç bulmuştur. Sabah uyandığında yaşamına son vermeyi seçmiştir.
Buna benzer daha nice örnek karşımızda durmaktadır, hepsini sıralamak için ciltler yetmez. Hepsinin ortak bir yönü var ki, o da yaşadığımız dünyayı gözler önüne sermeleridir. Günümüzde yayımlanmış bir eserde ‘Yaşadığımız dünyada Tanrının varlığının farkındayız,’ denmektedir. (Profesör Royce, Dünya ve Birey adlı eserinin ikinci cildinde içinde yaşadığımız dünyadaki kötülüklerin ebedi düzenin mükemmelliğine ışık tuttuğunu savunmaktadır.) F.H. Bradley de Görüntü ve Gerçek adlı eserinde ‘Mutlak, içinde barındırdığı farklılık ve çeşitliliklerle daha zengindir.’ sözlerine yer vermektedir. Yani onlara göre bu talihsiz insanların karşılaştığı felaketler evreni ve dolayısıyla felsefeyi de zenginleştiren şeylerdir. Oysa Profesör Royce ve Bradley, kendilerine göre “gerçek” ve “mutlak” olanın peçesini açmayı tercih etmemektedir. Aynı şekilde kötülük ve acı olgularını açıklamaktan da uzak durmaktadır. Ama bu noktada ulaşılacak açıklıklar, insanların evren hakkında bilinçlenmesinin tek koşuludur. Bu talihsiz insanların yüzleştikleri şey gerçeğin ta kendisidir. Evrenin mutlak bir aşamasını gözler önüne sermektedir. Bu kişisel deneyimler, dağarcıklarımızda neyin ne olduğunu gösteren en önemli faktörlerdir. Bu insanların yaşadığı şeyleri düşünmek, onların yaşadıkları karşısında doğrudan ve kişisel olarak neleri düşündükleriyle bir midir? Bunu yaşayan insanlar gerçeği kavrarken, filozoflar yalnızca gölgelerle meşgul olurlar. Filozofların ve ayrıcalıklı kesimlerin dışında kalan sessiz çoğunluk giderek bu gerçekliği kavramaktadır. Böylelikle evreni ve dini sorgulamayı öğrenmektedir.
Geçirdiği cinnet sonucunda çocuklarını öldürdükten sonra intihar eden işçi de modern dünyanın ibret verici örneklerinden biridir. Bunu, kendi içlerinde kutsallaştırılan Tanrı, Sevgi ve Varlık kavramlarıyla bağdaştırabilmek mümkün müdür? Oysa ki bu türden olaylar İsa’dan yirmi yüzyıl sonra günümüz dünyasının yadsınamaz gerçeklerindendir. Bu türden deneyimleri görmezlikten gelen bir felsefe neye hizmet edebilir ki? Tüm bu olgular dinin hükümsüzlüğünü kanıtlamaya yetmiyor mu? İnsanlık, dinle daha fazla vakit kaybetmemelidir. Buna yirmi yüzyıl kafi gelmiştir. Din, inandırıcılığını kaybetmiştir. İnsanoğlu inandırıcılığını kaybeden sistemlerle daha fazla oyalanmamalıdır.”1
Yukarıda aktardığımız reaksiyon, deneyci bir insanın akılcılığa gösterdiği tipik bir reaksiyondur. Bay Swift, dinin gerçekleri görmeden yolunda ilerlemeye çalışan bir uyurgezere benzediğini iddia eder. Bu iddia, her ne kadar Bay Swift’teki kadar keskin olmasa da, doğal ihtiyaçlarını karşılamak üzere yüzlerini felsefecilere dönmüş herkesin paylaşabileceği bir iddiadır. Deneyci yazarlar okura materyalist açıklamalar getirecek, akılcı yazarlar dini yanıtlar vermeye çalışacaktır. Ancak uzun vadede ölümcül bir nitelik kazanabilecek olan bu eleştiriler ve hoşnutsuzluk sonucunda okuyucu bizleri felsefeciler olarak yargılayacak ve bu ciddi iddiaya doyurucu bir yanıt bekleyecektir.
Şimdi geldiğimiz noktada, çalışmalarımın sonucunda ulaştığım çözümün önemi ortaya çıkmaktadır. Faydacılık her türden ihtiyaca cevap verebilecek bir felsefe olarak görünmektedir. Faydacılık, bir yandan deneycilik gibi dinle ilişkisini kesmemekte, bir yandan da akılcılık gibi olgularla bağını koparmamaktadır. Faydacılık konusunu önümüzdeki bölümlerde derinlemesine ele almadan önce şimdiye dek üzerinde durduğumuz konuları toparlamakta fayda var.
Felsefeyle profesyonel anlamda ilgilenenleriniz, çizdiğim ayrımları fazlasıyla acımasız ve kaba bulabilir. Akılcılığın mutlaklığını bir suçmuş gibi gördüğüm, olgulara esir olmak yerine bir kaçış yolu sunduğu için onu haksız yere eleştirdiğim düşünülebilir. Felsefenin kendisinin bir tedavi yöntemi ya da kaçış yolu olduğu iddia edilebilir. Felsefenin dini kesin bir şekilde dışlaması halinde gerçekliğin acımasızlığı karşısında bir kaçış yolu olma özelliğini kaybedeceği düşünülebilir: Zihinlerimizi, hayvani dürtülerden arındırarak yüksek idealler doğrultusunda daha soylu amaçlara yönlendirmenin nesi sakıncalıdır? En güzel katedraller bile bir mimarın kâğıt üzerindeki planlarına göre yükselmez mi? İlkeler de yaşantımızı şekillendiren mutlak taslaklar değil midir? Arılıktan uzak durmak bize ne kazandıracaktır? Tek gerçek acımasız olgular mıdır?
İnanın bana tüm bu ithamları gözlerinizden okuyabiliyorum. Başlangıçta sunduğum tablonun son derece basitleştirilmiş ve kaba olduğunu kabul ediyorum. Fakat, tüm soyutlamalarda olduğu gibi belirli bir amaca hizmet ettiğini söyleyebilirim. Felsefeciler evrene soyut bir biçimde yaklaşabiliyorsa, felsefenin kendisine de soyut bir biçimde yaklaşılabilmesi yadırganmamalıdır. Çizdiğim tablo her ne kadar basitleştirilmiş olsa da kelimesi kelimesine doğrudur. Yaradılış özellikleri insanların felsefedeki konumunu belirlemektedir ve belirlemeye devam da edecektir. Sistemlerin ayrıntıları parça parça incelenebilir ve bir sistem üzerine çalışma yaparken tek bir ağacı inceleyeyim derken koca bir ormanın unutmak da mümkündür. Fakat iş bittiğinde, akıl her zaman için o muazzam genelleştirme görevine soyunur.
Walt Whitman’ın da söylediği gibi “Bu kitapta gerçek bir insana dokunduğunuzu hissedeceksiniz.” Tüm büyük filozofların kitapları da farklı farklı insanlar gibidir. Her birini felsefe dünyamızın en güzel meyvelerinden biri olarak görmek mümkündür. Sistemler, Tanrının uçsuz bucaksız evrenini tasvir etmeye çalışan tablolardır. Onlar evrenden alınan kişisel tatların şaşırtıcılığının birer dışavurumudur. Bu duruma indirgendiklerinde, sistemlerle olan ilişkimiz insanın samimi ve içgüdüsel nitelik taşıyan hoşnutluk ya da hoşnutsuzluk reaksiyonlarıyla ölçülecektir. İtirazlarımızda ya da kabullenişlerimizde, kendi çıkarlarımızın temsilcisi olarak, buyurganlık havası sezilecek; kararlarımız doğrudan övgü ya da yergi niteliğine bürünecektir. Evrenin karakteri, felsefenin insanlara sunduğu açımlamalarla değil, insanın kendisinin evren karşısında hissettikleriyle değerlendirilecektir.
Çok az insan kendisine özgü bir felsefe ortaya koyabilir. Fakat hemen hemen herkesin evrenin karşısında diğer tüm sistemlerde ifadesini tam olarak bulamayan kendine has bir kavrayışı olduğu söylenebilir. Sistemler, insanların kendi dünyalarını açıklamaya yetmez. Biri çok şık, diğeri çok ukala, bir başkası çok karmaşık ya da sağlıksız olabilir. Her ne olursa olsun bu tür felsefelerin evrenin adına konuşamayacaklarını biliriz. Plato, Locke, Spinoza, Mill, Caird ve Hegel gibi isimler, sizlere bu konudaki girişimleri hatırlatmaya yetecektir. Evrene bu şekilde yaklaşımın gerçeğe ulaşabileceğini düşünmek tek kelimeyle komik olacaktır.
Filozoflar; sizin hislerinizi hesaba katmak zorundadır. Bir kez daha tekrarlamakta fayda var ki son tahlilde felsefenin kendisi de yargılanacaktır. Başarıya, ancak normal insanların gözünde etkileyici olan yaklaşım ulaşacaktır.
Mutlak sınırları olan felsefeler hakkında son olarak birkaç noktaya daha değineceğim. Taslaklar, tasarımcıları tarafından üç boyutlu olarak hacimli bir biçimde ya da kalem ve cetvelle kâğıt üzerine çizilerek hazırlanabilir. Ancak bu tasarımların taş ve harç ile hayat bulduğunda bile zayıf kalma olasılığı mevcuttur. Taslağın kendisinin zayıf olduğu doğrudur, ancak taslağın zayıf bir sonuç sunması kaçınılmaz değildir. Deneycilerin asıl olarak karşı çıktığı nokta da genel geçer akılcı felsefelerin sunduğu önerilerin zayıflığıdır. Buna en büyük örnek de kuşkusuz Herbert Spencer’ın önerdiği sistemdir.
Herbert Spencer vasat öğretim hayatı, monotonluğu, tartışmalarda sergilediği ucuzluklar, eğitim eksikliği ve tüm fikirlerinde kolaylıkla hissedilebilecek kabalığa rağmen neden akılcılığı benimseyenlerin gözünde değer kazanabilmiştir? Neden kendisindeki zayıflığı hissedebilen birçok insan tarafından yerinin bir manastır olduğu düşünülmektedir? Çünkü kalbini felsefi açıdan doğru ortaya koyabilmiştir. İlkeleri ete kemiğe bürünmemiş bir iskelet niteliğinde olabilir, fakat kitaplarında bu ilkeleri dünyanın belirli fenomenleri aracılığıyla somutlamaya çalışmaktadır. Kitaplarının tüm bölümlerinde olguların varlığını hissedebilmek mümkündür. Hiçbir biçimde olguların üzerinden atlamamaktadır. Bu da onun insanların gözünde değer kazanmasına yetmektedir.
Bir sonraki bölümde işlemeye başlayacağımız faydacı felsefe olgularla olan bağlantısını hiçbir zaman yitirmeyecek bir felsefedir ve Spencer’ın felsefesinden farklı olarak, din olgusuna karşı da mesafeliliğini koruyacaktır.
Umarım ihtiyacınız olan uzlaştırıcı düşünce tarzını sizlere layıkıyla sunabilirim.
BÖLÜM II
FAYDACILIĞIN ANLAMI
Birkaç yıl önce, dağlarda kamp yaparken, tek başıma çıktığım bir yürüyüşten döndüğümde herkesi çok çekişmeli bir metafizik tartışması içinde bulmuştum. Tartışmanın konusu bir sincaptı. Ağacın gövdesine tutunmuş bir sincap ve ağacın diğer tarafında da bir insan olduğu farz ediliyordu. İnsan hızla ağacın etrafında dolanarak sincabı yakalamaya çalışıyordu. Fakat ne kadar hızlı olursa olsun, sincap ağacın etrafında insanın tersi istikamette hareket ederek kaçmayı başarıyordu. Farz edilen bu örnek sonucunda şu metafizik soru soruluyordu: “İnsan sincabın etrafında dolanmakta mıdır, yoksa dolanmamakta mıdır?” İnsanın ağacın etrafında dolandığı bir gerçektir ve sincap da ağacın üzerindedir; peki sincabın etrafında da dolanmakta mıdır? Sert çıkışların yapıldığı bu tartışma giderek bayağılaşmıştı. Herkes tarafını belirlemiş ve bulunduğu noktadan bir adım geri atmıyordu. Sayıca da birbirlerine üstünlük kuramıyorlardı. Ben yürüyüşten döndüğümde, her iki tarafta beni yanlarında görmek ve böylelikle de üstünlük kurmayı istiyordu. Tıpkı eski bir özdeyişte olduğu gibi bir çelişki ile karşı karşıya kaldığınızda bir seçim yapmak zorundasınızdır. Seçimi şu doğrultuda yaptım: “Hangi tarafın haklı olduğu pratik anlamda etrafında dolanmaktan neyi anladığınıza bağlıdır.” Etrafında dolanmaktan kastınız kuzeyden doğuya, doğudan güneye ve güneyden de batıya olmak üzere dönmek ise, insan kuşkusuz sincabın etrafında dolanmaktadır. Fakat etrafında dolanmaktan insanın sincabın önce karşısında, sonra sağında, sonra da sırasıyla arkasında ve solunda yer almasını anlıyorsanız; insanın sincabın etrafında dolandığını söyleyemeyiz. Çünkü sincap karşı hamleleri sonucunda yüzünü her zaman için insana dönük olarak tutmaktadır. Bu nedenle, ‘etrafında dolanmak’tan neyin anlaşıldığı doğrultusunda her iki tarafında da hem haklı hem de haksız olduğu düşünülebilir.
Ateşli tartışmacılardan birkaçı verdiğim yanıtın kaçamak olduğunu ve etrafında dolanma fiilini sözlükteki anlamıyla kullandıklarını savunsalar da çoğunluk getirdiğim çözümün doyurucu olduğunu düşünüyordu.
Sizlere bu anektodu aktardım, çünkü bunun faydacı yöntem üzerine çok açıklayıcı bir örnek sunduğunu düşünüyorum. Faydacı yöntem, aksi taktirde içinden çıkılamayacak boyutlara ulaşan metafizik tartışmalara çözüm getirmeyi amaçlayan bir yöntemdir. Dünya tek midir yoksa birçok mudur –maddi midir yoksa ruhani midir– yazgısı belli midir yoksa özgür müdür? Bunlar hiçbir zaman son bulmayan tartışmalar olagelmiştir. Faydacı yöntem, bu tür konularda, her bir tartışmaya onların kendine özgü pratik sonuçlarından yola çıkarak çözüm getirmeyi amaçlar. Bu tür tartışmalarda şu veya bu çözümün doğruluğu yaşamlarımızda pratik anlamda neyi değiştirecektir? Eğer pratik anlamda hiçbir farklılık olmayacaksa tartışma anlamını yitirecektir. Herhangi bir çözümün doğru olduğunu söyleyebilmemiz için aralarındaki pratik farklılıkları ortaya koymamız gerekir.
Düşünce tarihimiz, faydacılığın ne anlama geldiğini gözler önüne sermektedir. Pratik sözcüğü köken itibariyle Yunanca’daki aksiyon (eylem ç.n.) kelimesinden türemiştir. Bu sözcük felsefede ilk olarak Charles Peirce tarafından 1878 yılında kullanılmıştır. Charles Peirce, 1878 yılının Ocak ayında yayınlanan Aylık Popüler Bilim dergisinde yer alan “Düşüncelerimizi Nasıl Berraklaştırırız?” adlı makalesinde şu görüşlere yer vermiştir: İnançlarımız gerçekte eyleme dönüktür. Düşüncelerimizin anlamı ancak onları yaşama geçirirkenki hareket tarzımızın ne olacağı ile belirlenir; asıl önemli olan nokta hareket tarzıdır. Düşüncelerimizdeki tüm çatışmaların kökeninde pratik anlamdaki farklılıklar yatmaktadır. Bir obje hakkındaki düşüncelerimizi berraklaştırmak istiyorsak, objenin içinde barındırdığı pratik etkileri göz önüne almalıyız – ondan beklentilerimizin ne olduğunu ve bizim hangi reaksiyonları göstermeye hazır olduğumuzu. Bu etkiler üzerine açıklığa kavuştuğumuzda gerçek obje kavramına da ulaşabiliriz.
Charles Peirce’nin ortaya koyduğu ilke, faydacılığın benimsediği ilkedir. Charles Peirce’nin ortaya koyduğu tezler, ben Kaliforniya Üniversitesi’nde tekrar gündeme getirene kadar yirmi yıl boyunca görmezden gelinmiştir. Ancak 1898 tarihinden itibaren hızlı bir süreç işlemiş ve “Faydacılık” etkisini göstererek felsefi yayınların sayfalarında hak ettiği yeri almıştır. “Faydacılık hareketi” kimi zaman saygıyla, kimi zamansa eleştirel bir yaklaşımla da olsa gündemdeki yerini sürekli korumaktadır. Bunun da ötesinde faydacılık şimdiye dek ortak bir adı olmayan birçok eğilimi kendi çatısı altında toplayabilmiştir.
Peirce’nin ilkesinin önemini daha iyi kavrayabilmemiz için, onu çeşitli durumlara uygulamamız gerekecektir. Bir kimyager olan Ostwald’ın verdiği bilim felsefesi derslerinde faydacılık ilkesini, her ne kadar kendisi bunu bu şekilde adlandırmasa da başarıyla uyguladığına tanık olmuştum.
Bana göndermiş olduğu bir mektupta şunları dile getirmişti: “Tüm gerçeklikler pratiğimizi etkiler ve bu etki onların bizim gözümüzdeki anlamına işaret eder. Derslerimde bu gerçeği şu formülasyonla dile getiriyorum: Şu veya bu alternatifin gerçek olduğunu farz edersek dünyada ne değişecektir? Eğer hiçbir farklılık olmayacaksa, alternatif anlamsızlaşacaktır.”
Bizim için pratik anlamda farklılık ortaya koymayan tüm karşıt görüşler birdir. Ostwald yayınlanmış olan bir makalesinde bunu güzel bir örnekle açıklar. Kimyagerler “tautomerous” (Kimyada içlerindeki hidrojen atomunun değişkenliği ile farklılık gösteren, iki ya da daha fazla yapının belirli bir denge dahilinde biraraya gelmesinden oluşan kimi organik bileşimlere verilen ad ç.n.) olarak adlandırılan çeşitli bileşimlerin iç yapısı üzerine uzun süre çalışmışlardır. Bu bileşimlerin yapılarını, kimi kimyagerler içlerindeki hareketli hidrojen atomunun gösterdiği değişkenlik üzerinden tanımlamayı seçerken kimi kimyagerler ise iki hareketli maddenin gösterdiği değişkenlik üzerinden tanımlamayı doğru bulmuştur. Aralarındaki tartışma hâlâ son bulmamıştır. Her iki taraf da bu görüşlerden birinin doğruluğu sonucunda deneysel olarak neyin değişeceğini sorgulamamıştır. Çünkü deneysel olarak hiçbir şeyin değişmediği ortaya çıktığında, tartışma ilkel çağlardaki cinlere mi yoksa perilere mi inanmak gerekir tartışması kadar anlamsız kalmıştır.2
Felsefi tartışmalarda ortaya konan çoğu görüşün, bu yöntemle ulaştığı sonuçlar üzerinden teste tabi tutulmasının ardından aslında gereksiz ayrımlar olduğunu görmek şaşırtıcıdır. Gerçek ayrım kendisini olgularda ifade edebilen ayrımdır. Felsefenin tüm fonksiyonu da evren üzerine şu veya bu formülasyonun gerçek olması halinde bizlerin yaşamında nelerin değişebileceğini sorgulamaktır.
Kuşkusuz faydacı yöntem yeni bir şey değildir. Sokrates bunun en büyük ustalarından biridir.Aristoteles de bu yöntemi kullanmıştır. Locke, Berkeley ve Hume bundan yola çıkarak gerçeğe önemli katkılarda bulunmuştur. Shadworth Hodgson’a göre, gerçek onun insanların gözündeki değerinden ibarettir. Fakat bu isimlerin faydacılığın ancak nüvelerini serptikleri söylenebilir. Faydacılık kendisini ancak günümüzde genelleştirebilmiş ve evrensel bir misyona soyunmuştur. Bu misyonu başarıyla yerine getireceğine inanıyorum ve umarım sizleri bu inancıma ortak edebilirim.
Faydacılık, felsefede deneyci tutuma benzer bir tutum sergiler. Fakat bunu, bana göre, şimdiye kadarkinden çok daha radikal ve yadsınamaz bir şekilde sergiler. Faydacılık, profesyonel filozofların süregelen alışkanlıklarının çoğuna sırt çevirir. Soyutlamalardan, yetersizliklerden, yüzeysel sonuçlardan, mutlaklaştırılmış ilkelerden ve kapalı sistemlerden kendini uzak tutarak; kesinliğe ve kökene ulaşmayı amaç edinir. Kesinliğe, yeterliliğe, olgulara, eyleme ve güce hakkettiği önemi verir. Bu anlamda akılcı düşünceyi değil, deneyci düşünceyi esas alır. Dogmalar ve yapaylıkların karşısında bize yeni bir kapı açar.
Faydacılık, kendine özgü sonuçlara ulaşmaz. Yalnızca bir yöntemdir. Fakat bu yöntemin kazandığı zafer felsefenin doğasında muazzam bir değişikliğe yol açmıştır. Ultra-akılcı kişilikler yavaş yavaş düşünce tarihi sahnesinden çekilmiştir. Bilim ve metafizik birbirlerine hiç olmadığı kadar yakınlaşmış ve el ele ilerlemeye başlamıştır.
Sizin gördüğünüz gibi tüm bunlar akılcılık karşıtı eğilimlerdir. Faydacılık akılcılığın sahiplenme özelliğinin karşısında militan bir çıkıştır. En azından başlangıç itibariyle kendine özgü sonuçları yoktur. Yöntemlerini destekleyen dogmalara ve doktrinlere sahip değildir. Faydacılığı benimsemiş genç bir İtalyan olan Papini’nin ortaya koyduğu gibi, faydacılık otel odalarını birbirine bağlayan bir koridor gibi teorilerimizin tam ortasında yer alır. Önümüze sayısız kapılar açılabilir. Birinde karşımıza ateizm üzerine çalışan bir insan çıkarken, ikincisinde yazgı ve güç üzerine umutlarını dile getiren bir insan çıkarabilir, üçüncüsünde organizmalar üzerinde incelemeler yapan bir kimyagerle karşılaşabiliriz. Dördüncüsünde idealist anlamda metafizik üzerine düşünülebilirken, beşincisinde metafiziğin imkânsızlığı üzerinde duruluyor olabilir. Fakat hepsinin kendi özel odalarına ulaşmak için kullandıkları bir koridor vardır ki o da faydacılıktır.
O halde faydacı yöntemin belirli sonuçlara ulaşmaya çalışmaktan çok bir tutum olduğunu söyleyebiliriz: Yüzünü asıl olarak başlangıca, ilkelere ve ‘kategorilere’ değil; sona, meyvelere, olgulara çeviren bir tutum.
Şimdiye dek ifade ettiklerimle faydacılığı açıklamaktan çok övdüğümü düşünebilirsiniz. Ancak faydacılık yönteminin kimi tanıdık sorunlara nasıl uygulandığını gördüğümüzde ifade ettiklerimi daha rahat anlayabileceksiniz. Şunu da belirtmeliyim ki faydacılık kavramı çok daha geniş anlamda, gerçeğin teorisi anlamında da kullanılmaktadır. Ben de önümüzdeki sayfalarda bu teoriyi özet halde sunmaya çalışacağım.
Günümüzde felsefenin en verimli branşlarından birisi tümevarımsal mantıktır. Tümevarımsal mantık, tüm bilimlerin üzerinde şekillendiği koşulları inceler. Bu konu üzerinde çalışanlar doğa yasalarının ve olguların unsurlarının anlamı noktasında sözbirliği etmektedirler. İlk matematiksel, mantıksal ve doğal eşitlikler keşfedildiğinde, insanlar ulaştıkları açıklık ve sadelik karşısında öylesine etkilenmiştir ki kendilerini kadiri mutlak görmüşlerdir. Kıyaslama yöntemini de kullanarak kendilerini aşmışlardır. Öklit örneğinde olduğu gibi matematiksel ve geometrik çalışmalarda derine inilmiştir. Kepler’in yasaları gezegenlerin hareketlerine uyarlanmıştır. Yere düşen nesnelerin hızlarının yere yaklaştıkça orantılı bir biçimde arttığı keşfedilmiştir. Işığın sinüs yasasına uygun bir biçimde kırılmaya uğradığı tespit edilmiştir. Bitkiler ve hayvanlar sınıflandırılmıştır. Her şeyin prototipleri ve varyasyonları tanımlanmıştır. Tüm bu buluşları göz önünde bulundurduğumuzda, insan aklının yaratıcılığını da görmüş oluruz.
Ancak şunu unutmamalıyız ki, neredeyse tüm yasalar takribi olmaktan öteye geçmemektedir. Dahası yasalar sayıca öylesine çoktur ki, bilimin çeşitli branşlarında birbiriyle çelişkili birçok yasa ortaya çıkmıştır. Araştırmacılar şu sonuçla karşı karşıya kalmıştır; hiçbir teori gerçeği mutlak bir biçimde yansıtamaz, fakat her bir teorinin kendi içinde faydalı olan yönleri mevcuttur. En büyük faydaları da kuşkusuz eski olguları özetlemeleri ve yenilerine de öncülük etmeleridir. Bir bakıma doğayı kavrayışımızı ifade etmek için oluşturulan dillere benzerler. Diller, hepimizin bildiği gibi elastikiyete ve diyalektiğe son derece açıktır.
İnsanlığın kutsal zorunluluk ile bilimsel mantık arasındaki yolculuğunda; Sigwart, Mach, Ostwald, Pearson, Milhaud, Poincare, Duhem ve Ruyssen gibi isimleri andığımda, bu isimlere aşina olanlar tartışmamızın hangi doğrultuda ilerleyeceğini kolayca anlayabilir.
Sözünü ettiğimiz bilimsel mantık dalgasında Messrs, Schiller ve Dewey gerçeğe faydacı yaklaşımları ile ön plana çıkarlar. Bu isimler fikirlerimizdeki ve inançlarımızdaki ‘gerçeğin’ bilimdeki gerçekle aynı anlama geldiğini söyler. Yani deneyimlerimizin birer parçası olan fikirlerimiz, bizleri deneyimlerimizin diğer yönleriyle olan ilişkimizde doyuma ulaştırdığı oranda doğrudur. Daha basit bir şekilde ortaya konacak olursa; deneyimimizin bir yönünü diğer yönleriyle başarılı bir şekilde bağdaştıran, bu anlamda güvenli, basitleştirici ve zaman kazandırıcı olan fikir işlevsel olarak gerçektir. Fikirlerimizin gerçekliği ancak onların işlevselliği ile orantılıdır.
Messrs, Dewey ve Schiller gibi isimler, gerçeğe olan bu yaklaşımlarında jeolog, biyolog ve filologlarınkine benzer bir yöntem kullanmıştır. Tüm bu bilim dallarında başarıya ancak basit ve gözlemlenebilir süreçlerle ulaşılabilmiştir; bunlar daha sonra genelleştirilmiş ve diğer olgulara uyarlanmıştır. Bu süreçlerin çağlar boyunca süren etkileri değerlendirildiğinde muazzam sonuçlara ulaşılmıştır.
Schiller ve Dewey’in kullandığı gözlemlenebilir süreçlerin genelleştirilmesi yöntemi, tek tek, her bireyin yeni olaylar karşısında izlediği bir yöntemdir. Birey kafasındaki fikirleri daha önce karşılaşmamış olduğu yeni deneyimler karşısında uygulamaya koyar. Gösterdiği tepkiler sırasında iki durumun birbiriyle çeliştiğinin farkına varır ya da yaşadığı deneyim karşısında o zamana kadarki fikirleri yetersiz kalır ve kendini geliştirme isteği uyanır. Önceki kafa yapısıyla hiç de örtüşmeyen bir sonuçla karşı karşıya kalmasına rağmen düşünce sistematiğini yeniden belirlemekten kaçınır. Son derece muhafazakâr bir tutum sergileyerek düşünce sistematiğini mümkün olabildiğince korumaya çalışır. Yeni duruma uyum sağlayabilmek için, eski fikirlerini en asgari biçimde dışlayan yeni fikri benimser. Bu yeni fikir eski düşünceleriyle yaşamakta olduğu yeni deneyimi uzlaştırıcı nitelik taşır.
Benimsenen yeni fikir doğru olandır. Daha önce doğru olarak kabul edilmiş olanları en asgari ölçüde değişikliğe uğratarak korumakta ve onları yeni deneyimlerle mümkün olabildiğince bağdaştırmaktadır. Sahip olduğumuz tüm önyargıları bütünüyle dışlayan yeni bir açıklama hiçbir zaman başarıya ulaşamaz. Her zaman daha az olağan dışı olanı ararız. Bireyin inançlarındaki en keskin alt üst oluşlar dahi daha önceki inanışlarının birçoğunu kesip atamaz. Zaman ve mekân, neden ve sonuç, doğa ve tarih; kişinin kendi yaşam öyküsü el değmemiş kalır. Yeni gerçek daima arabuluculuk işlevini korumalıdır. Eski fikirler yeni olaylara ‘minimum değişiklik ve maksimum süreklilik’ ile uyarlanmalıdır. İşte ‘gerçek teorisi’ bu minimumluk ve maksimumluk sorununu aşabildiği oranda başarıya ulaşacaktır. Fakat bu başarının takribi olması kaçınılmazdır. Biz bu teorinin diğerlerine göre daha başarılı olduğunu iddia edebiliriz, fakat her bireyin gözettiği doyumun farklı olduğu düşünülürse bunu kesin bir doğru olarak ortaya koymak mümkün değildir.
Bu durumda, bireyin daha önceki doğrularının nasıl bir rol oynadığı noktasına geri dönelim.Faydacılık, bu doğruların oynadığı rolü küçümsediği şeklinde haksız eleştirilere maruz kalmaktadır. Oysa ki, bunların etkilerinin derinliği tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Daha önceki doğrularımıza olan bağlılığımız çoğu zaman en büyük belirleyici etkendir; kendilerine yabancı olan her şeyi bütünüyle inkâr etmek ya da küçümsemek en sık karşılaştığımız tercihlerdendir.
Gerçeğin gelişiminin izlediği bu sürece ilişkin örneklendirme yapmak kuşkusuz faydalı olacaktır. Fakat tek sorun örneklerin aşırı bolluğudur. Elbette ki yeni gerçeğin en basit hali eski deneyimlerimle örtüşen ve onları nicelik bakımından zenginleştirenidir. Bunlar eski inançlarımızda hiçbir değişikliğe yol açmazlar. Böylelikle eski deneyimlerimize nitelik açısından farklı olmayan yeni bir gerçeği eklemiş oluruz. Bu sürecin en sancısız biçimde işlediği türdür. Eski inançlarımızın doğrulandığını görerek gerçeğe en basit yoldan ulaşırız.
Bununla birlikte yeni gerçekler çoğu zaman düşünce sistematiğimizi yeniden organize etmemizi zorunlu kılar. Şimdi sizlerin karşısında çılgınca hareketler yapsam, çoğunuz benim felsefeme verdiğiniz değeri gözden geçirmek durumunda kalırsınız. Ya da örneğin “Radyum”un keşfedilmesi (parlak beyaz renkte, çok az bulunan, başta kanser olmak üzere bazı hastalıkların tedavisinde kullanılan radyoaktif bir element ç.n.), doğanın düzeni hakkında enerjinin korunması ilkesiyle özdeşleşmiş olan fikirlerinizi gözden geçirmenize yol açar. Radyum tek başına enerjinin korunması ilkesini çiğnerken, yaydığı radyasyonun atomların içinde halihazırda mevcut potansiyel enerjiyi harekete geçirmekten başka bir işlevi olmadığı düşünüldüğünde aynı ilkeyle ters düşmemektedir. Radyasyonun bir getirisi olan helyumun keşfi bu inanışı güçlendirmiştir. Bu nedenle Ramsay’ın görüşleri gerçek olarak kabul görmüştür; çünkü enerji hakkındaki halihazırdaki düşüncelerimizi geliştirirken, onların doğasında minimum değişikliklere yol açmıştır.
Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Yeni bir fikir, insanın deneyimindeki yeniliği daha önceki inançlarıyla örtüştürdüğü oranda ‘gerçeğe’ yaklaşacaktır. Hem eski gerçeği hem de yeni olguyu birbirine bağlayabilmelidir. Bu noktada kazandığı başarıyla bireyin takdirini kazanır. Eski gerçeğin, yeni olanla birlikte gelişme göstermesinin öznel gerekçeleri vardır. Gelişim süreci içerisinde gerekçelere boyun eğeriz. Yeni fikirlerimiz süreklilik noktasındaki ısrarcılığımızla ne kadar az çelişiyorsa o kadar kolay benimsenecektir. Böylelikle, tıpkı bir ağacın dalı gibi, gerçekliğin eski gövdesinden bağını koparmayarak kendini gerçek kılacaktır.
Dewey ve Schiller’in genelleştirerek gerçekliğin tüm boyutlarına uyguladıkları gözlem budur. Yapay oldukları söylenebilir, ancak insani gerekçelerle doğrudurlar. Daha önceki gerçeklerle yeni gözlemler sonucunda elde edilenleri harmanlarlar. İnsanın eski deneyimleriyle yenilerini harmanlamayı hiçbir şekilde amaçlamayan saf haliyle objektif bir gerçekten söz etmek mümkün değildir. Ancak ve ancak bu harmanlama işlevi sayesinde gerçeğe ulaşılabilir.
İnsanlığın bu çabası her şeyin üstündedir. Bağımsız bir gerçeklikten, insanın ihtiyaçlarına yanıt vermeyen bir gerçekçikten, tek kelimeyle uzlaşmaz bir gerçeklikten söz edildiğini sık sık işitmişsinizdir. Özellikle akılcı düşünürler böylesi bir gerçekliği amaç edinirler. Fakat gerçekliğin bir paleontolojisi (eski varlık bilim ç.n.) bunun tam tersini göstermektedir. Tarihin belirli dönemlerinde benimsenmiş olan eski formülasyonların, çok daha geniş ilkelerin özel anlatımları olarak yorumlandıklarında, şimdiki hallerinde göze çarpmayan birçok ayrıntıya sahip olduğu ortaya çıkmaktadır. Gerçekliğin kökleri gerçekten de insanı şaşkına çevirecek boyutlardadır.
Schiller, gerçeğe olan bu yaklaşımını hümanizm olarak adlandırsa da faydacılık doktrini daha revaçta olduğu için bunu faydacılık başlığı altında incelemekte sakınca görmüyorum.
Böylelikle faydacılığın iki belirleyici özelliği de ortaya çıkmış oluyor: Birincisi faydacılığın bir yöntem olduğu, ikincisi de gerçeğe olan yaklaşımıyla diğer anlayışlardan farklılaştığı… Önümüzdeki bölümlerde bu iki konu üzerinde ayrıntılı bir biçimde duracağız.
Gerçeklik teorisinin öz oluşu nedeniyle getirdiğim açıklamaların çoğunuzun gözünde yüzeysel kaldığını tahmin edebiliyorum. “Sağduyu” başlıklı bölümde bu konuda daha doyurucu tespitlere yer vereceğim. Bir sonraki bölümde ise fikirlerimizin ancak uzlaştırıcı fonksiyonu oranında gerçeğe ulaşabileceği yönündeki tespitimi açıklayacağım. Son olarak da gerçeğin gelişiminde öznel ve nesnel faktörleri birbirinden tamamıyla ayırt etmenin imkânsızlığını sergileyeceğim. Tüm bunlar bizleri ulaşmak istediğimiz noktaya taşıyan basamaklar olacaktır.
Schiller ve Dewey’in teorileri ilk başta küçümseyici ve alaycı tutumlarla karşılaşmıştır. Akılcılığı benimseyenler bu teorilere topyekûn karşı çıkmıştır. Özellikle Schiller’e saygısız bir öğrenciymiş gibi davranılmıştır. Belki bu noktalara hiç değinmeyecektim ama akılcılığın gerçek yüzüne ışık tuttukları için önem taşıyorlar. Faydacılık olgulardan yalıtılamazken, akılcılık kendini ancak soyutlamalarla var edebilir. Gerçeklerin işlevinden ve doyuruculuğundan bahsedildiğinde akılcılara göre kaba ve iğreti bir yaklaşım sergilenmiş olur. Onlar için gerçek kendinden menkul, arıtılmış, yüce ve faydacı olmayan bir şeydir. Mutlak gerçeklik ile düşüncelerimiz arasında kesin bir bağ ararlar. Onlara göre doğru olan şey koşullara göre düşünmek zorunda kaldıklarımızdır. Bunların dışındakilerin tümü psikolojinin konusu içine girer.
Şimdi iki düşünce tarzı arasındaki uzlaşmazlığı görebildiniz değil mi? Faydacılık olguları ve somut olanı ele alır, gerçeği çeşitli koşullar altındaki sonuçlarıyla birlikte gözlemler ve genelleştirir. Gerçek, deneyimler sırasında işlevini koruduğu sürece gerçektir. Akılcılığa göreyse gerçek karşısında boyun eğilecek bir soyutlamadan ibarettir. Faydacılık, karşısında boyun eğmek zorunda olmadığımız gerçekleri ayrıntılarına girerek açıklamaya çalışırken; akılcılık kendi soyutlamalarının dayandığı somutluğu kavrayabilme güçlüğü yaşar. Faydacılık gerçeğin izini neden sürmemiz gerektiğini sorgularken, akılcılık tarafından gerçeği yadsımakla suçlanır. Akılcılar somutluktan ürkerler; gölgeyi tercih ederler. Önlerine seçmeleri için iki evren sunulduğunda, gerçekliğin tüm ayrıntılarıyla süslenmiş, doğa örtüsüyle kaplanmış bir evreni değil, dümdüz ve engebesiz bir evren taslağını seçerler. Çünkü bu onlara göre daha saf, daha temiz ve daha soyludur.
Faydacılığın somutluğa ve olgulara yakınlığını işlemeyi sürdürdükçe bunun önemini daha da iyi kavrayabileceksiniz. Aynı gelişme gözlemlenemeyeni gözlemlenebilir olandan yola çıkarak yorumlamaya çalışan kardeş bilimler için de geçerlidir. Yeni ve eski olanın harmanlanması amaçlanır. Zihinlerimiz ve gerçeklik arasındaki statik ilişki, aktif ve zengin bir ilişkiye dönüştürülür.
Bütün bu söylediklerimizi ispatlamayı şimdilik bir kenara bırakarak, faydacılığın deneyci düşünce tarzı ile insanın dini ihtiyaçları arasındaki uzlaştırıcı niteliğine geri dönelim.
İlk bölümde üzerinde durduğumuz bir nokta vardı: Olguları benimseyenler, günümüzde revaçta olan akılcılığın önerdiği felsefeye karşı mesafeli durmaktadırlar. Eski moda teizmin, Tanrı kavramını sıradışı bir hükümdar olarak aldığı ve bunu mantık dışı eklemelerle süslediği için çok yetersiz kaldığı açıktır. Yine de yaradılış teorisi vasıtasıyla somut gerçeklere kimi noktalarda temas edebilmiştir. Ancak Darwinizm’in sahneye çıkmasıyla, teizmin ayaklarını bastığı zemin kaymıştır. Bu gelişmeyle birlikte, Tanrısallık nesnelerin üstünde değil nesnelerin içinde aranır olmuş ve daha önceki dualizmden panteizme (Tanrı ile evrenin aynı şey olduğunu, Tanrının her şeyde var olduğunu kabul eden düşünceye ç.n.) doğru bir kayma yaşanmıştır. Fakat her iki inanış tarzının da hâlâ hatırı sayılır bir kitlesi mevcuttur.
Panteizm olguları benimseyenler ya da deneyciler için bağdaştırılması güç bir anlayıştır. Mutlakçılık tozları savurarak saf mantığa ulaşır. Somut olanla hiçbir bağlantısı yoktur. Olguların tüm boyutlarını açıklayacağına inanılan Mutlak Akıl, dünyamızdaki olguların gerçekliğiyle kaçınılmaz olarak çatışır. Bu yolla dünyamızdaki olguların köklerine inebilmek ya da onlardan yaşantımızı etkileyecek önemli sonuçlar çıkarabilmek mümkün değildir. Her şeyin kendisiyle birlikte güzel olacağı güvencesini veren bu yaklaşım, son noktada sizi kendi kendinizle baş başa bırakıverir.
Bu kavramın görkemi ya da birçok insanın zihninde dini bir huzur yaratma kapasitesi görmezlikten gelinemez. Fakat bu görkem ortaya koyduklarının dayanaksızlığını ve soyutluğunu eleştirmemizin önüne geçmez. Akılcılık başlığı altında incelediğim bu kavrayış, deneyciliğin yöntemlerini küçümser. Dünyamızın renk zenginliğini soluk bir taslak halinde yansıtmaya çalışır. Sahip olduğu soyluluk bizlere mütevazi yararlar sağlamasının önünde bir engeldir. Gerçek dünyanın tozu toprağı arasında, ‘soyluluğunu’ korumaya çalışmak doğrulara aykırı ve kifayetsiz bir felsefi yaklaşım olacaktır. Karanlıkların efendisi kendi evinde bir centilmen olabilir, fakat bu centilmenliğini dünyanın somut gerçekleri karşısında koruyabilecek midir? İnsanlık adına yapacağı mütevazi hizmetler, Tanrı katında kendisinden beklenen saygınlıktan bile önemli olduğuna göre, bu soruya olumlu bir yanıt verebilmek mümkün değildir.
Faydacılık her ne kadar olgulara sıkı sıkıya bağlıysa da, genel geçer deneycilik çalışmalarında görebilecek materyalist önyargıları içinde barındırmaz. Bunun da ötesinde soyutlamaları tamamıyla dışlamaz ve soyutlamalar bizi bir noktaya taşıdığı sürece onlardan yararlanmayı seçer. Zihinlerimizin ve deneyimlerimizin birbirini beslediği sonuçlara ulaşmayı amaçlar. Teolojiye önyargılı yaklaşmaz. Faydacılık açısından, somut yaşamda bir değeri olan her fikir gerçektir ve bunlar dini fikirler de olabilir. Fikirlerin gerçekliği onların diğer gerçekliklerle ilişkilerine bağlıdır.
Şimdi Mutlakçılık, bir başka deyişle transandantal idealizm konusuna geri dönelim. Saygın olduğunu ve birçok insanın zihninde dini bir huzur sağladığını söylediğim bu kavrayışı son tahlilde dayanaksız ve kısır olmakla eleştirmiştim. Fakat birçok insanın zihninde bu ölçüde huzur yaratma kapasitesi olan bu kavrayışın bütünüyle işlevsiz olduğunu söyleyemeyiz. Mutlakçılık, bir faydacı için “belirli sınırlar çerçevesinde” gerçektir.
“Belirli sınırlar çerçevesinde” ifadesinin ne anlama geldiğini açıklamak için bu soruna faydacı yöntemi uygulamamız yeterli olacaktır. Mutlakçılığı benimseyenler inançlarının kendilerini rahatlattıklarını söylerken acaba neyi kastetmektedir? Bu anlayışta sınırlı kötülük “geçersiz kılındığı” için geçici olana sanki potansiyel olarak sonsuzmuş gibi yaklaşabiliriz. Bunun sonuçlarına güvenebilir, korkularımızdan sıyrılabilir ve sınırlı sorumluluğumuzun endişesini üzerimizden atabiliriz. Yani, dünyadaki sorunların bizden daha yetenekli ellere bırakılması sonucunda bunların hiçbirinin bizi ilgilendirmediğini düşünerek ahlâki bir tatil hakkını kendimizde görebiliriz.
Evren bireylerin anksiyetelerini yer yer yatıştırmak durumunda kaldıkları karmaşık bir sistemdir. Bu açıdan ahlâki tatiller ya da aldırmazlık ruh hali insanların en doğal hakkıdır. Mutlakçılık da faydacı açıdan yorumlandığında bu noktada değer kazanır. Ancak mutlakçı idealizmin felsefedeki savunucuları fikirlerini daha ileri noktalara taşımaya cüret edemezler. Mutlağı kendi içinde amaçlaştırarak ona yönelik her türlü kuşkucu yaklaşımı şiddetle reddederler. Çünkü bu onları sıkıntıya sokacak bir girişim olacaktır.
Mutlakçılığın böyle bir işlevi olduğunu düşündüğümüzde onun gerçekliğinden kuşku edebilir miyiz? Bunu reddetmek insanın asla sakinleşmemesini ve ahlâki tatillere sığınmamasını istemek olacaktır.
Bir fikrin yaşantımıza faydası olduğu müddetçe doğru olduğunu iddia etmenin kimilerinizin kulaklarını tırmaladığını tahmin ediyorum. Yararlı olan şey güzeldir. Ona sahip olmak, sahip olmamaktan daha faydalı ise fikir “belirli sınırlar çerçevesinde” gerçektir. Fakat sırf bu nedenle fikirlerin “gerçek” olduğunu iddia etmek, “gerçek” kavramının istismar edilmesi değil midir?
Bu soruya geldiğimiz noktada doyurucu bir yanıt verebilmek güçtür. Bu, Schiller, Dewey ve benim gerçeği bakışımızı belirleyen en kritik noktadır. Altıncı bölümde ayrıntılarıyla ele alabileceğiz. Şimdilik yalnızca şunu söyleyebilirim ki gerçek iyinin bir görünümüdür ve her zaman iddia edildiğinin aksine iyiden ayrı bir kategori değil, onunla koordineli bir kategoridir. Gerçek, düşünce tarzlarında kendini iyi olarak kanıtlayabilen ve kesin, yadsınamaz gerekçelerle iyi olan her şeye verilen genel bir tanımlamadır. Peki gerçek fikirlerin yaşamı kolaylaştıracak hiçbir yönleri yoksa, ya da onları bilmek avantaj yerine dezavantaj getiriyorsa, gerçek kavramı kutsal bir nitelik kazanıp dogma haline dönüşmeyecek midir? Böylesi bir dünyada gerçeklerden kaçmak ve yalanlara sığınmak tek çıkış yolumuz olacaktır. Kimi yiyeceklerin sadece damak zevkimize hitap etmekle kalmayıp, dişlerimiz, midemiz ya da diğer organlarımız için de yararlı olabileceği gibi, kimi fikirler de yalnızca akla yatkın olmakla kalmayıp yaşamımızdaki pratik mücadelemizde bize faydalı olabilir. Bizi şimdikinden daha iyi bir yaşama taşıyacak bir fikre inanmak hepimizin yararınadır. Tabii bu inanç daha zorunlu olan çıkarlarımıza ters düşmediği müddetçe…
“Hangisine inanmak bizim çıkarımızadır?” İşte bu gerçeğin tanımını almaya dönük en sağlıklı sorudur. Bu tanımlamada hiçbir tuhaflık söz konusu değildir. Gerçekten de bizim için en iyi olana inanmamız gerektiğini düşünmek mantıksız mıdır? Bizim için doğru olan şeyle bizim için faydalı olan şeyi birbirinden ayırt edebilir miyiz?
Faydacılık bu soruya olumsuz yanıt verir. İçinizden bazılarının buna kuşkuyla bakabileceğini tahmin ediyorum. Bunların şöyle dediğini duyar gibiyim: Eğer kişisel yaşamlarımıza katkıda bulunan her şeye pratik olarak inanırsak, tüm ilişkilerimizde her çeşit isteğimize boyun eğmiş olmayacak mıyız? Elbette ki bu kuşku yersiz değildir. Bu yolda ilerlerken soyuttan somuta yöneldiğimizde karmaşık bir durumla karşı karşıya kalırız.
Bir inancın, ancak diğer temel çıkarlarımızla çatışmadığı sürece doğruluğunu koruduğu vurgusu tam da bu noktada anlam kazanmaktadır. Gerçek yaşamda herhangi bir inancımıza ters düşebilecek temel çıkarlarımız mevcuttur. Bir başka deyişle herhangi bir inancımızın en büyük düşmanı onun dışındaki gerçeklerimizdir. Benimsediğimiz gerçeklerin kendini koruma dürtüsü ve kendilerine ters düşenleri yadsıma özelliği mevcuttur. Kişiye sağladığı fayda üzerinden “Mutlak” olana inanmak, kişinin diğer tüm inanışlarıyla bağdaşmak zorundadır. Mutlakçılığın ahlâki bir tatil fırsatı kaçınılmaz bir gerçektir; fakat bu, kişinin yaşamında asla vazgeçilemeyecek yararlar sağlayan diğer gerçeklerle çatışması halinde hiç de tercih edilebilir bir şey olmayacaktır. Benim de düşmanı olduğum bir mantığa bürünecek ve kişiyi sonu olmayan metafizik paradokslara itecektir. Bu tür entelektüel tutarsızlıkların haricinde de yeterince sorunu olan birisinin, kişisel olarak Mutlakçılıktan vazgeçmesi kaçınılmazdır. Bunun sonucunda, ihtiyaç duyulan ahlâki tatiller pekâla başka ilkelerle de haklı gösterilmeye çalışılabilir.
Mutlakçılık kavramını salt huzura ulaştırma, yani tatil fırsatı sunma özelliğiyle sınırlarsak, diğer gerçeklerle çatışma içerisine girmeyecektir. Fakat bir hipoteze böylesi bir sınırlama getiremeyiz. Mutlakçılığın da diğer tüm anlayışlar gibi öylesine çok yönü vardır ki yukarıda sözünü ettiğimiz çatışmanın yaşanmaması hemen hemen imkânsız gibidir. Kişisel olarak ahlâki tatillerin meşruluğuna tam olarak inansam da, bu özelliği Mutlak olana tüm yönleriyle inanmamı sağlamaya yetmemektedir.
Yukarıda söylediklerimle faydacılığın uzlaştırıcı niteliğini daha kolay anlayabilmişsinizdir. Faydacılık, Papini tarafından da ortaya koyulduğu üzere, teorilerimizi “yumuşatır.” Faydacılıkta hiçbir önyargı, hiçbir dogma yoktur. Son derece iyi huyludur. Her türlü hipoteze dostça yaklaşır ve her türlü bulguya önem verir. Bu anlamda, din alanında, din karşıtı duruşunu kesinleştirmiş pozitivist (olgucu) deneycilikten de basit, soyut ve soylu olana takılıp kalan dini akılcılıktan da daha avantajlıdır.Özetleyecek olursak, faydacılık Tanrı’ya uzanan yolu genişletmiştir. Akılcılık mantığa, deneycilik ise duyulara saplanıp kalmıştır. Faydacılık ise kişisel deneyimlerimizi incelemek üzere hem mantığı hem de duyuları hesaba katmayı tercih etmektedir. Pratik sonuçları olduğu düşünülen mistik deneyimleri görmezlikten gelmemektedir.
Faydacılık, bizim için en faydalı olan, yaşamın her alanına en uygun olan ve hiçbir şeyi dışta bırakmayacak ölçüde deneyimlerimizin kolektifliği ile örtüşen şeyi gerçek olarak addeder. Bunu dini fikirler, özellikle de Tanrı kavramı gerçekleştirebiliyorsa, faydacılık Tanrının varlığını nasıl inkâr edebilir? Verdiği fayda açısında, öylesine başarılı olan bir kavramı “gerçekdışı” olarak değerlendiremez.
Faydacılığın din ile olan ilişkisine önümüzde bölümlerde tekrar döneceğiz. Ancak şimdiye kadar anlattıklarımızda faydacılığın ne kadar demokrat bir yaklaşım sergilediğini görebilmişsinizdir. Faydacılık birçok tarzı içinde barındırması, esnek olması, kaynaklarının zengin ve sonsuz olması bakımından doğa ana kadar doyurucu meyveler sunmaktadır.
BÖLÜM III
FAYDACILIĞIN METAFİZİK
SORUNLARA YAKLAŞIMI
Bu bölümde faydacı yöntemin bazı sorunlara nasıl uygulandığını örneklerle açıklayacağım. Böylelikle faydacılığı sizlerin gözünde daha anlaşılır bir hale getirmeyi amaçlıyorum. En belirgin olduğunu düşündüğüm özdek sorunu ile başlayacağım. Özdek ve özellik arasındaki eskiden beri süregelen ayrımı hepiniz bilmektesiniz. Örneğin tebeşiri ele alalım. Beyazlık, kırılganlık, silindirlik, suda çözünmezlik gibi şeyler tebeşirin özellikleri ya da nitelikleri arasında yer alır. Ama bu özellikleri taşıyan şeyin kendisi kireç taşıdır. Özellikleri içinde barındıran şey özdek olarak adlandırılır. Aynı şekilde yanımızda duran masanın özelliklerini “tahta” özdeği belirler, giydiğimiz pantolonun özelliklerini “yün” özdeği belirler. Kireç taşı, tahta ve yün sahip oldukları özellikler açısından bağımsız ve içlerine nüfuz edilemez oluşlarıyla daha temel özdeklerdir. Aynı şekilde fikirlerimiz ve hislerimiz de birer özdek olan çeşitli ruh hallerinin özellikleri ya da niteliklerinden ibarettir. Fakat ruh hallerinin derininde daha temel bir özdek olan “ruhun” yattığını unutmamakta fayda vardır.
Kireç taşı hakkındaki bilgilerimiz onun beyazlık, kırılganlık gibi özellikleridir. Tahta hakkındaki bilgilerimiz onun yanıcılık ve liflerden meydana gelme gibi özellikleridir. Her bir özdek hakkında bilgisine ulaştığımız özellikler grubu, onun deneyimlerimiz doğrultusundaki değerini teşkil eder. Özdekler her koşul altında bu özellikler üzerinden değerlendirilir; bu özellikleri gözlemleyemediğimiz takdirde özdeğin varlığından söz etmemiz mümkün değildir. Bu özellikler olmadığı takdirde, deneyimlerimiz hiç değişmediği için yeni bir şeyler yaşama imkânımız olmayacaktır. Nominalistler özdeğin insanların isimleri somut hale dönüştürme çabasının yapay bir ürünü olduğunu düşünmektedirler. Fenomenler kireç taşı grubu ya da tahta grubu gibi gruplar halinde ele alınmaya başlar ve her bir grup kendi ismini alır. Bu isim o fenomen grubunu destekleyen bir işleve bürünür. Örneğin bugün hava sıcaklığının düşmesi, mevsim olarak adlandırılan bir kavramdan yola çıkılarak dile getirilir. Mevsim, gerçekte belirli tarihler arasındaki hava koşullarına verilen bir addır; ama, sanki bu yaşadığımız günü belirleyen bir olguymuş gibi ele alınır. Ona bir anlamda kendi başlığı altında toplanan olguları içinde barından bir varlıkmış gibi yaklaşılır. Ancak, nominalistler, maddelerin özelliklerinin onlara verilen isimlerin yapısında bulunmadığını iddia ederler. Bu yaklaşıma göre, maddelerin özellikleri öylesine çeşitli ve birbiriyle ilişkilidir ki, onları bir özdek başlığı altında toplamak neredeyse imkânsızdır.
Skolastik düşünce özdek kavramını sağduyu açısından ele alarak ona çok teknik bir anlam yüklemiştir. Özdek kavramının faydacı sonuçlarının olmadığı düşünülebilir. Fakat, Skolastik düşünce özdek kavramına faydacı açıdan yaklaşarak onun önemini kanıtlamayı başarabilmiştir. Aşai Rabbani ayini (Hristiyanlıkta, İsa’nın yeryüzündeki son akşam yemeği anısına yapılan tören) ve bu ayinde yenilen ekmek ile içilen şarabı ele alalım. Özdek çok önemli bir faydacı değer taşıyacaktır. Şarapla birlikte yenilen ekmeğin özellikleri Tanrının akşam yemeğindekilerden farklı değildir, bu ekmeğin İsa’nın bedeni haline dönüştüğüne inanılır. Yani değişiklik yalnızca özdeksel olarak gerçekleşir. Ekmek özdeği geri plana çekilmeli ve duyusal özelliklerinde hiçbir farklılaşma olmamasına karşın mucizevi bir biçimde kutsal özdek onun yerini almalıdır. O özdek, özelliklerinde hiçbir farklılaşma olmamasına karşın vaftiz olmuş herkes için artık kutsal bir niteliğe bürünür. Özdek kavramı, sayısız etkileri sayesinde yaşamımıza girmiş olur. Bu, özdeklerin özelliklerinden bağımsız bir anlama bürünebildiğini gösteren bir örnektir.
Yukarıda verdiğim örnek, özdek kavramının faydacı açıdan değerlendirilmesine ilişkin bilgisine sahip olduğum tek örnektir. Kuşkusuz yalnızca bağımsız zeminlerde “gerçek ruha” inananlar için ciddiye alınabilir.
Maddi özdek kavramına Berkeley’in getirdiği eleştiri, felsefe alanında isminin yıllar boyunca anılmasını sağlayacak güçtedir. Berkeley’in madde kavramına yaklaşımı hemen herkes tarafından bilinmektedir. Berkeley, bilgisine sahip olduğumuz dış dünyayı bütünüyle yadsırken aslında onu teyit etmektedir. Skolastik düşünce maddi özdek kavramının dış dünyanın derinliklerinde ve dış dünyadan daha gerçek bir şey olduğunu iddia ederken, onu biz insanlar tarafından ulaşılamaz bir noktaya taşımıştır. Berkeley ise dış dünyayı gerçekdışılığa indirgeyenlerin başını çekmiştir. Ona göre özdeği ortadan kaldırmak ve anlayabileceğimiz, yakınlaşabileceğimiz Tanrı’ya inanmak, bizi doğrudan doğruya akla uygun bir dünyaya ulaştıracak ve onun kutsal otoritesi sayesinde dış dünya doğru bir biçimde algılanabilecektir. Berkeley’in “madde” eleştirisi sonuçları itibariyle faydacıdır. Maddeyi renk, figür, katılık ve benzeri duyularımızla tanırız. Bunlar o kavramın bizim gözümüzdeki değerleridir. Maddenin varlığı karşısında bu tür duyuları alırız, madde olmadığında bunları duyumsamayız. O halde bu duyular onun gerçek anlamıdır. Bu açıdan bakıldığında Berkeley’in maddeyi tamamıyla yadsıdığını söyleyemeyiz; onun tek amacı bizlere maddenin nelerden meydana geldiğini göstermeye çalışmaktır.
Tinsel özdek kavramı da önce Locke, daha sonra da Hume tarafından benzer bir biçimde faydacı yöntemle eleştiriye uğramıştır. Burada yalnızca Locke’un “bireysel kimlik” kavramına yaklaşımına değineceğiz. Locke, bu kavramı deneyimler çerçevesinde faydacı değeri üzerinden ele almıştır. Bireysel kimlik, ona göre bir çeşit “bilinçlilik hali”dir. Yani, yaşamımızın belirli anlarında daha önceki deneyimlerimizi hatırlar ve yaşadığımız deneyim ile diğer tüm deneyimlerimizin aslında bir bütünün, kişisel tarihimizin parçaları olduğunu hissederiz. Akılcılık yaşamlarımızdaki bu pratik sürekliliği ruh özdeğimizin birliği ile açıklar. Fakat Locke’un yaşadığı çağda ruh esas olarak ödüllendirilmesi ya da cezalandırılması gereken bir şey olarak ele alınmaktadır. Konumuz itibariyle Locke’un bu soruna yaklaşımına yakından bakalım:
“Bir kişinin yaşlı bir bilgeyle aynı ruhu paylaştığını farz edelim. Bu kişi kendi eylemlerini daha önce varolmuş herhangi bir kişinin eylemlerinden ayırt edebilir mi? Bu kişinin yaşlı bilgenin eylemlerinin de bilincinde olduğunu farz edersek, kendisi yaşlı bilgeyle aynı kişi olacaktır… Bu bireysel kimlikte her türlü ödüllendirme ve cezalandırma hakkı da kendi içinde saklıdır. Onun bilemediklerine hiç kimse bir açıklama getiremeyecektir. Herkes onun kaderini, bilincini beddualarla değerlendirecektir. Daha önceki yaşamında neler yaptığının bilincinde olmak gibi bir cezayla cezalandırıldığı halde bunun farkına varmamak mutsuzluktan başka ne verebilir?Locke için bireysel kimlik faydacı açıdan tanımlanabilir unsurlardan oluşur. Bireysel kimliğin doğrulanabilir olgular haricinde ruhsal bir boyutunun da olup olmadığı tamamıyla spekülatiftir. Locke, uzlaştırmacı bir kişilik olarak, bilincimizin altında bir ruhun yattığı inanışına pasif olarak destek sunar. Fakat Hume, deneysel bir psikolog olarak, ondan bir adım daha ileri gider ve ruhu tamamıyla yadsır. Onu iç yaşamımızın doğrulanabilir bir bileşeni olarak ele alır ve bu suretle etkisini ya da değerini en asgari boyuta indirir. Ruh belirli sınırlar dahilinde iyi ya da “gerçektir”, ama yalnızca belirli sınırlar dahilinde…
Maddi özdekten söz etmek doğal olarak materyalizm doktrinini gündeme getirir. Fakat felsefi materyalizm “maddeye” inanmakla bir tutulamaz. Bir kişi Berkeley’in yaptığı gibi maddeyi inkâr edebilir ya da Huxley’in yaptığı gibi görüngücü bir yaklaşım sergileyebilir. Fakat yine de daha üst bir fenomeni alttaki fenomenlerle açıklamayı; dünyanın yazgısını onun kendi parçaları ve gücüyle açıklamayı seçmesiyle geniş anlamda materyalist bakışı sergileyebilir. Materyalizm işte bu geniş anlamıyla teizmin karşısında yer alır. Materyalizm olup bitenleri doğanın yasalarıyla açıklar. İnsan zekâsının en nitelikli ürünleri, olguların bilgisine tam olarak sahip olan biri tarafından kolaylıkla alaşağı edilebilir. Zihnimiz her koşul altında doğal olanı kaydetmeli ve onu fiziğin işleyen yasaları olarak kabul etmelidir. Günümüz materyalizminin anlayışı bu açıdan natüralizm olarak adlandırılabilir. Bu duruş teizm ya da daha genel anlamda spiritüalizmin (tincilik ç.n.) tam karşısında yerini alır. Çünkü tinciliğe göre akıl olguları yalnızca kaydetmekle kalmayıp onları etkileyebilecek bir nitelik taşır; dünya da daha alt unsurlarca değil, daha üst unsurlarca yönetilmektedir.
Bu sorun ateist yaklaşımlar sözkonusu olduğunda daha keskin bir çelişki olarak ortaya çıkar. Madde kaba, pürüzlü, duygusuz ve donukken; ruh saf, yüce ve kutsaldır. Evrenin soyluluğu daha üstün olana öncelik tanınmasını gerektirdiği için belirleyici ilke ruh olmalıdır. Oysa ki akılcılık ateizmle çatışmasında soyut ilkeleri birer kesinlik olarak ortaya koymakla en büyük yanılgıya düşer. Tincilik bu vurguyla birlikte soyutluğa yönelik bir hayranlık boyutuna indirgenir. Örneğin, hatırı sayılır profesörlerimizden biri materyalizmi bir balçık felsefesi olarak suçlayarak böylelikle onu çürüttüğüne inanmaktadır.
Tinciliğin yukarıda sözünü ettiğimiz türden iddialarını yanıtlamak çok kolaydır ve Bay Spencer bunu çok etkili bir biçimde gerçekleştirmiştir. Psikoloji adlı eserinin ilk bölümünün sonlarında maddenin hiç de kaba olmadığını çok güzel ifade eder. Modern bilimlerin ulaştığı sonuçlar bunun göstergesidir. Doğadaki olguların zenginliği karşısında asıl ruh kaba kalmaktadır. Spencer, soyut bir eleştiriye soyut bir yanıt vermek suretiyle materyalizme karşı çıkayım derken maddeye “duygusuz – kaba” bir olgu olarak yaklaşanların aslında bindikleri dalı kestiklerini gözler önüne sermiştir. Madde gerçekte inanılmaz boyutlarda arıtılabilmiştir. Bu eleştiriyi yapanların maddenin ne kadar kutsal bir şey olduğunu kavrayabilmeleri için bir ölünün yüzüne bakarak maddenin geçirdiği değişimleri görmeleri yeterlidir. Yaşamın ilkesi ister maddi ister tinsel olsun, maddenin kendisi yaşamın amaçlarından hiçbir suretle soyutlanamaz. İnanışa göre Tanrının İsa’da vücut bulması da maddenin olasılıklarını göstermeye yetmez mi?
İlkeler üzerine yapılan entelektüel tartışmaları bir kenara bırakarak, soruna faydacı yöntemle yaklaşmanın zamanı gelmiştir. Madde gerçekte nedir? Dünyanın işleyişinin madde ya da ruh üzerinden şekillenmesi yaşamımızda neleri değiştirecektir? Bu sorularla konu çok daha farklı bir karaktere bürünür.
Şimdi dikkatlerinizi çok önemli bir noktaya çekmek istiyorum. Dünyanın kutsal bir ruh tarafından yönetiliyor olması ya da maddenin doğasına göre şekilleniyor olması dünya tarihi açısından temel bir ayrıma işaret etmektedir.
Dünyayı şimdi bulunduğumuz noktada durdurduğumuzu varsayalım. Hiçbir gelecekten söz edilemediği noktada bir teistin ve bir materyalistin tarih üzerine açıklamalarını dinleyelim. Teist dünyanın Tanrı tarafından nasıl meydana getirildiğini anlatacaktır. Materyalist ise dünyanın gelişim sürecini fizik yasalarıyla açıklamakta aynı başarıyı gösterecektir. Bir faydacının bu teorilerden hangisini tercih edeceğini düşünelim. Hiçbir gelecekten söz edilemiyorsa, faydacı yöntem bu soruna nasıl uygulanabilir? Sonuçta hiçbir şey değişmeyeceğine göre, her iki teori de farklı kelimelerle ifade edilmesine rağmen aslında aynı anlama gelecektir.
Bir de şunu varsayalım, Tanrının varlığı başlangıçta yaratmış olduğu ve kendi seyrine bıraktığı bir dünya için ne anlam taşıyacaktır. Tanrının yaratıcı gücüyle dünyayı yaratmış ve onu kendi haline terketmiş olduğunu düşünelim. Bir gelecek olmadığına göre, dünyanın tüm anlamı ve değeri belirlendiğine göre, artık Tanrının ölçütlerine ihtiyaç duyar mıyız? Dünyayı yaratmış olduğu için ona minnet borçlu oluruz, ama bundan öteye gitmeyiz. Durumun tam tersi olması halinde ona karşı duyduklarımız minnetin ötesine geçmez mi? Tanrı’yı yalnızca bir hipotez konumuna indirgeyip maddeyi tek başına sorumlu kıldığımız zaman bundan zarar görmez miyiz? Tanrının varlığı dünyayı daha yaşanılır ya da zengin kılmaz mı?
Bu sorulara kesin yanıtlar verebilmek imkânsızdır. Her iki hipotezde de dünya sonuç olarak şimdiki haliyle karşımıza çıkacaktır. Browning’in de söylediği gibi dünya “bizlerin ödülü ya da cezası” olarak karşımızda durmaktadır. Maddenin kendisini ya da Tanrı’yı asıl neden olarak görmek dünyanın şu anki halini hiçbir şekilde değiştirmeyecektir. İster Tanrı, ister atomlar yaratmış olsun bundan başka bir dünya yoktur. Tanrı, atomların yapabildiklerini yapmakla, yani bir başka deyişle atomların karakterinde kendini ortaya koymakla atomlara verdiğimiz değerden daha fazlasını göremez. Varlığı dünyanın işleyişinde herhangi bir farklılık getirmiyorsa, bu onun saygınlığını hiçbir surette arttırmaz. Aynı şekilde yokluğu da onun saygınlığından hiçbir şey eksiltmez. Bir tiyatro oyunu bittiğinde ve perdeler indiğinde, onun yazarının sıra dışı bir deha mı yoksa sıradan bir yazar mı olduğu gerçekte hiçbir şeyi değiştirmeyecektir.
Hipotezlerimizden geleceğe ilişkin yeni deneyim ya da hareket olasılıklarını çıkardığımızda materyalizm ve teizm arasındaki çatışmanın oldukça önemsiz bir ayrıntıya dönüşeceğini görmüş olduk. Bu durumda Tanrı ve madde dünyaya son şeklini veren bir güç olarak aynı anlama bürünür ve bilge bir insana bu noktadan sonra yüzeysel kalan bir tartışmaya sırt çevirmekten başka bir şey düşmez. Gerçekten de faydacılar ve bilim adamlarının başını çektiği bir grup gelecek açısından hiçbir sonuç getirmeyecek olan felsefi tartışmalara bilinçli bir şekilde sırt çevirmektedir. Çoğu insanın bilinçli olmasa da ister istemez yaptığı tercih de budur. Felsefenin bu sözsel ve boş karakterine hiçbirimizin sıcak bakmadığı bir gerçektir. Faydacılık, tam da bu noktada artık hiçbir sonu olmayan bu teorilerden alternatif faydacı sonuçlar çıkarmakla çok büyük bir misyon üstlenir. Ortalama insanlar ve bilim adamlarının bu türden sonuçlar çıkarmayı amaçlamadığı ve metafizikçilerin de böylesi sonuçlar çıkarmaktan çok uzak olduğu düşünüldüğünde, felsefenin hiç de istenmeyen bir noktaya gerileyeceğini tahmin etmek güç değildir.
Düzeyli olan her metafizik tartışma, ne kadar konjektürel ya da soyut olursa olsun pratik bir yön de taşır. Bunu fark edebilmek için ilk olarak üzerinde durduğumuz sorunu farklı bir şekilde ortaya koyalım. Dünyanın geleceğinin olduğu ve henüz hiçbir şeyin son bulmadığını varsayalım. Bu tamamlanmamış dünyada materyalizm ya da teizm ayrımı son derece pratik bir ayrım hüviyetine bürünecektir. Bunu yakından incelemekte fayda var.
Bugüne kadar yaşanan olguların Tanrının ellerinde şekillenmiş olması ya da fizik yasaları uyarınca atomların amaçsız hareketlerinden oluşması neyi değiştirecektir?