Felatun Bey İle Rakım Efendi

Şekilsel Batılılaşmayı temsil eden ve kimlik bunalımı yaşayan Felâtun Bey, günlerini gezip eğlenmekle geçirir. Râkım Efendi ise tam tersine ağırbaşlı, çalışkan, vaktini boşa harcamayan, bilge bir Doğuludur. Ne var ki Felâtun Bey’in zevk ü sefa içinde geçirdiği tatlı hayat fazla uzun sürmez…

Ahmet Mithat Efendi, Tanzimat devrinin karakteristik tiplerini resmettiği romanında Felâtun Bey ile Râkım Efendi üzerinden bir mukayese imkanı sunar.

***

Birinci Bölüm

Felâtun Beyi tanır mısınız? Hani şu Merakî Efendinin oğlu Felâtun Bey! Galiba tanıyamadınız. Fakat tanınacak bir çocuktur.

Mustafa Merakî Efendi, Tophane’nin Beyoğlu’na yakın bir mahallesinde oturur. Mahallenin semtini söylemek uygun olmaz. Semtini de anladınız ya? Bu kadarıyla yetininiz.

Kendisi kırk beşlik bir adamdır. Fakat babası, “Bir genç erken evlendirilir ise namusunu, terbiyesini daha iyi muhafaza eder.” fikrinde olduğundan Mustafa Meraki Efendiyi on altı yaşında iken evlendirmişti. Bu sebeple de Mustafa Meraki Efendi daha kırk beş yaşındayken, yirmi yedi yaşında Felâtun adında bir oğlu vardı. Mustafa Meraki Efendinin çocuğu Felâtun Beyden ibaret değildir, bir de Mihriban isminde on beş yaşında bir kızı vardır.

İnsanın kırk beş yaşında iken böyle yirmi yedi yaşında bir oğul ile on beş yaşında bir kıza sahip olması ne büyük bir saadettir. Lakin size derhal şunu da hatırlatalım ki, böyle bir saadet genellikle babalara aittir. Annelere göre sıkıntı sayılır. Mustafa Meraki Efendinin eşi için de böyle olmuştu. Çünkü Meraki Efendi on altı yaşındayken on iki yaşında bir kızla evlendirilmişti. Öyle ya! Kadın kocasından daima dört beş yaş küçük olmalıdır! Sonra bu kız, daha on beş yaşındayken dünyaya bir çocuk getirdi. Ancak bundan sonra kaç defa hamile kaldıysa, çocuğunu rahminde barındıramayıp düşürdü. Doktorlar bu durumun asıl sebebini tam olarak bulamadıklarından çeşitli sebepler ortaya koyarak kadının tedavisinden el çektiler. İş ebelere kaldı. Onlar da bin bir zorlukla Mihriban Hanımı düşmekten koruyup doğumuna vesile oldular. Zavallı anne, bu kızı doğurduktan sonra loğusa yatağında şehit olarak vefat etti. Allah rahmet eylesin! Böyle şeyler doğaldır, zaten başka ne diyebiliriz ki! Mustafa Meraki Efendi, eşi öldüğü zaman, on üç yaşında bir erkek çocuğu ve yeni doğmuş kızıyla ortada kalıvermişti. Bu sebeple bir müddet mecburen evlenemedi. Son zamanların en medeni şehri olan İstanbul’da bekâr yaşayabilmek mümkün olduğundan, bir süre daha bekâr yaşadı. Daha sonraları da lüzum görmediği için evlenmedi. Mustafa Meraki Efendi evlenmedi fakat çocuklarına, özellikle de kızına dadılık etmesi için yaşı ilerlemiş bir cariye aldı. O cariye çocuklara bakar, bir ihtiyar Rum karısı ev hizmetini görür, bir Ermeni karısı da aşçılık ederdi.

Nasıl? Mustafa Meraki Efendinin evinin yönetim biçimini garip mi buldunuz? Bizim Mustafa Meraki Efendi alafranga yaşama tarzını seven bir adamdı. Hani şu on beş yirmi sene öncesinin İstanbul alafrangaları var ya, onlar gibi severdi. Hem de nasıl severdi? Ekonomik durumu fazlasıyla iyi olduğundan Üsküdar’da bulunan konağı, bağı, bahçeyi ucuz pahalı demeden alafranga yaşamak için satmıştı. Tophane’nin Beyoğlu’na yakın bir mahallesinde yeni, güzel bir ev inşa ettirip buraya yerleşmişti. Alafrangaya olan merakının derecesini kâgir tarzda yaptırdığı evden anlayınız. Şimdi böyle bir semtte, böyle bir evde, bu kadar Batılı yaşam tarzı içinde olan adam, evine şöyle böyle kişileri doldurur mu? Özellikle arada bir gelen Batılı dostlarına hizmet etmek için Rum ve Ermeni hizmetçilere ihtiyacı ortadaydı.

Bizim burada asıl amacımız Felâtun Beyi okuyucuya tanıtmak olduğundan, babası Mustafa Meraki Efendinin mazisi hakkında da bilgi vermeyi uygun gördük. Çünkü Felâtun Beyi tanımak için öncelikle onun ailesinin geçmişini bilmek gerekir. Böylece onun davranışları, düşünceleri her türlü hali daha kolay anlaşılabilir.

Felâtun Beyin çocukluğunu anlatmak için ayrıntıya ihtiyacımız yoktur. Mustafa Meraki Efendi iyi bir alaturka yaşamın ardından, yine kendi isteğiyle daha rahat, daha farklı gördüğü alafranga yaşamın içine girmiştir. Bu değişim, onun kendi maddi ve manevi zevklerindeki tercihlerden kaynaklanmıştır. Bu yönüyle değerlendirildiğinde, böyle bir adamın öksüz kalan bir çocuğu nasıl yetiştireceğini herkes tahmin edebilir.

Çocuk, Rüştiye mektebinel verilmişti. Çantası elinde her gün okula gider gelirdi. Bir de haftada iki kez özel ders için gelen Fransız bir hocası vardı. Mustafa Meraki Efendinin kendisi öyle tahsil görmüş adamlardan değildi. Dolayısıyla çocuğunun eğitimi için gerekli ilgiyi gösteremedi. O, oğlunun mektebe gidip gelmesini, özel Fransız hocasının olmasını bir çocuğun eğitimi için yeterli görürdü. Oğlunun gördüğü eğitim böyle olunca, kızının eğitiminin ne halde olduğunu tahmin edebilirsiniz. Hemen şunu hatırlatalım ki, bu çocukların giyim kuşamları son derece iyiydi. Beyoğlu’nda çocuk elbisesi olarak ne moda olduysa, Meraki Efendi herkesten önce onu alıp çocuklarına giydirmeye kendisini mecbur hissederdi.

Ha!.. Bak biz şunu hatırlatmayı unuttuk. Bizim Mustafa Meraki Efendinin ismi yalnızca Mustafa Efendidir. “Meraki” lâkabı kendisine sonradan verilmiştir. Çünkü bu adamın bazı garip halleri vardır. Mesela, kendi evinde mükemmel bir yemek dururken, o bazı akşamlar gidip Beyoğlu’nda bir bakkal dükkânında çiroz, zeytin gibi şeyler yerdi. Soranlara da “Ne yapalım merakımdır.” derdi. Yine bazı geceler, Naum’un tiyatrosuna karşılık Elmadağı’nda balıkçı ve kuşbaz takımının gittikleri yerlere gitmesine bir anlam veremeyenlere “Merak bu ya!” gibi karşılıklarda bulunduğundan “Merakımdır.”, “Merak bu ya!”, “Merakıma dokundu.”, “Merakım elvermez.” sözleri kendisine “Meraki” lâkabının verilmesine sebep olmuştu.

Buraya kadar sunduğumuz bilgilerle, bizim Felâtun Beyin geçmişine bakılıp şimdiki halleri tahmin edilebilir. Şimdi yine, Mustafa Meraki Efendinin kırk beş, oğlunun yirmi yedi, kızının da on dört yaşlarında olduğu zamanlara dönelim.

Felâtun Bey, önemli kalemlerin2 birisinde memurdu. Devlet dairelerinde bazı efendiler vardır, yüksek makamlara gelebilmek için kâtiplik zamanlarını gece gündüz çalışmaya ayırırlar. Bunun gibilerini herkes tanır ya! Bizim Felâtun Bey bunlardan değildi. Ayda eksiksiz yirmi bin kuruş geliri olan bir babanın tek oğlu olup, kendisini Eflâtun’larla bir tutan bu adamın hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Buna dayanarak, cuma günü mutlaka bir piknik yerine gidip cumartesi bir önceki günün yorgunluğunu çıkarır. Pazar günleri piknik yerleri daha alafranga olduğundan hiç gitmezlik edemez! Pazarın yorgunluğunu da pazartesi çıkarır. Salı günü daireye gitmek için hazırlansa da, havayı ziyaret için pek uygun bulup eş dost ziyaretine çıkar; bu günü de böylece tatil ilân etmiş olur. Çarşamba günü “altıdan dokuza”3 kadar dairede haftanın olaylarını dinler, akşam için, sohbet edecek kendisi gibi genç biri-lerini bulup Beyoğlu’nda oturur. Böylece Perşembe gecesi alafranga eğlence yerlerinde geçirilir, sabahlanır, Perşembe günü de akşama kadar uyunurdu. Nihayet yine cuma gelir ve işte şu bir haftalık meşguliyet nasılsa diğer haftalar da birbirine benzer şekilde geçerdi.

Böyle haftada üç saat kaleme gidip onu da binbir türlü hikâye dinlemekle geçiren bir delikanlı ne öğrenebilir ki?

Nasıl ne öğrenebilir? İşte Felâtun Bey öğrenmiş ya! Yazısı var, okuması var, Fransızcası var. Zeki, anlayışlı, becerikli… Özellikle de her ay eline geçen yirmi bin kuruşluk baba geliri! Bir adamın dünyada öğreneceği daha ne kaldı ki?

Bakın şimdi, Allah için söyleyelim, Felatun Beyin yeni çıkan eserlere merakı oldukça fazladır. “Canım şöyle bir eser basılmış.” dediler mi Felatun Bey için “Onu görmedim.” demek olamazdı.

Hangi kitap çıkarsa çıksın, satıcılardan kendisine daima kitap götürmeye alışmış olan, en önce Felatun Beyin kitabını götürüp Beyoğlu’nda ciltçi Gulam’a teslim eder, o da güzel bir alafranga cilt yapıp arkasına altın yaldız ile A-P harflerini bastıktan sonra götürüp Felatun Beyin uşağına verirdi. Felatun Bey akşam eve gelince kitabı görür, oldukça titiz, düzenli bir şekilde kütüphanesine yerleştirirdi.

Fransızca bu iki harfi tanırsınız. Birisi “elif’ birisi “pe” harfleridir. “Elif’ Felatun Beyin isminin ilk harfi, “pe” ise Felatun sözcüğünün Fransızcası olan Platon kelimesinin birinci harfidir. Alafrangada bir adamın isminin veya isimlerinin ilk harfini ya da harflerini belirtmek âdeti vardır. Buna o adamın “markası” denilir.

Burada amacımız Felatun Beyi eleştirmek değil, onun bütün hallerini okuyucuya olduğu gibi sunmaktır. Fakat şunu da belirtelim ki:

Felatun Bey bu kadar zengin olduğuna, bu kadar kendine güvendiğine göre tavrından, azametinden geçilmemek gerekir, fakat bizimkinin hali pek de öyle değildi. Alafrangalığın ne demek olduğunu bilirsiniz ya? İnsan herkese alçak gönüllülük göstermeye, herkesin yüzüne gülmeye mecburdur. Öyle zamanlar olurdu ki Felatun Beyin uşağı, beyinin bir adam ile gayet tatlı, nazikane konuştuğunu görünce “Bu efendi bizim beyin dostu olmalı.” düşüncesine kapılır, sonra da durumun tersine döndüğünü, efendisinin o adama sövüp saydığını görünce şaşırıp kalırdı. Aslında eskiler, arkasından sövüp sayacağı bir adamın yüzüne böyle nezaket göstermeyi mertliğe uygun bulmazlar. Alafranga olanlar ise “Mertlik, ahmaklıktır.” diye hüküm verirler.

Burada Felatun Beyin uşağını andık ama onu birazcık olsun tanıtmadık. Bu Mehmetçik Gastangalı’dan yeni gelmiş, daha dünyayı öğrenmemiş, ayda yüz kuruşa mecbur olan, aferinlere muhtaç bir adam. Bu adam ki hizmet ettiği efendisinin bir oğluyla bir kızı olduğunu yeni öğrenebilmiş hatta onların isimlerinin “Pantolan Bey”, “Merdivan Hanım” olduğunu ancak ezberleyebilmişti. Ne zannettiniz? Felatun isminden “Pantolon”, Mihriban isminden “Merdivan” kelimesini çıkartmayı öyle kolay mı zannediyorsunuz? Mehmetçik, asıl büyük efendiye “Meraklı Efendi” derse de, efendisinin isminde “L” olmadığını fark edip bunu yanlış söylediğini anladığında mahcup olurdu. Mehmet memleketinde, biraz olsun, okumayı öğrenmişti.

Meraki Efendinin alafrangalığına karşılık böyle bir Mehmetçiği konağına almış olmasına şaşmayınız. Onu eğitecekti. Eğitmeye başlamıştı bile.

Meraki Efendi bir gün, “Mehmet! Beyefendi ne yapıyor?” deyip de Mehmet’ten “Çorba içiyor.” cevabını alınca “Oğlan öyle söyleme; ona alafrangada ‘sopa yiyor’ derler.” demiş ve Mehmet “Hayır efendim! Allah göstermesin, sopa yediği yok, çorba içiyor.” karşılığını vermişti. Bu cevaba Meraki Efendi meraklanmayıp “Oğlum! Alafrangada çorbanın ismi sopadır, bunları birer birer öğrenmeli.” diye nasihat etmişti. İşte anlayınız, Mehmet Efendi bile yavaş yavaş alafranga olmaya başlamıştı.

Nasıl olmasın ki, olmamak mümkün mü? Büyük Efendi neyse ne amma, küçük bey Felatun Efendi Fransızcadan başka söz söylemiyor ki! Sütlü kahve isteyeceği zaman “kafe ole” diyor, Mehmet ise bunu, “kovala”dan başlayıp önceden öğrenmiş olduğu “karyola” kelimesine kadar deneye deneye ister istemez öğreniyordu.

Felatun Beyin kıyafetini sorarsanız, tarif etmekten aciziz. Şu kadarını söyleyelim… Hani Beyoğlu’nda elbiseci veya terzi dükkânlarında modaları göstermek için mukavvalar üzerinde birçok resimler vardır ya, işte bunlardan birkaç yüz tanesi Felatun Beyde vardır. Elinde resim, endam aynasının karşısına geçer, kendisini o resme benzetinceye kadar uğraşırdı. Hem kendisini iki gün aynı kıyafetle göremezsiniz ki “Felatun Beyin kıyafeti şudur.” demek mümkün olsun.

Felatun Beyin şeklini, yüzünü kısaca tarif edebiliriz. Ortaca boylu, zarif, ince endamlı, sarıca benizli bir delikanlı olup, kaşları, gözleri siyah, saçları, ağzı, burnu hep bir kadının beğeneceği kadar güzeldi.

Felatun Bey hakkında bu kadar bilgi almışken biraz da Mihriban Hanım hakkında bir şeyler öğrenelim.

Bu kız her bakımdan Felatun Beye benzerdi; kardeş oldukları belliydi. Mihriban Hanım bir bayan olarak daha ince, daha zarif ve güzeldi.

Mihriban Hanım, diğer kızlar gibi oya yapmasını bilmez. Çünkü alafrangalarda böyle şeyler yoktur. Kese, çorap gibi şeyleri de bilmez, çünkü onları ancak modist kızlar örer. Nakışları yine onlar işler. Yapma çiçekler Beyoğlu’nda çok! Bunları yapmak için neden zahmete girsin? Çamaşır yıkamak, ütülemek hizmetkârların: yemek pişirmek de aşçının işidir. Hatta saçlarını taramak için bile başkası görevlidir.

Alafrangada kızlar iyi bir eğitim, öğretim görürler. Zavallı kızcağız öksüz büyüdüğünden pek çok şeyde olduğu gibi bundan da nasibini alamadı. Babası mızıka öğretmek için iyi bir piyano öğretmeni getirmişti. Fakat madam kendisi çalıp babası dinlediği için Mihriban Hanım “taş altında bir yılan, kaşları durur divan” şarkısından başka bir şey öğrenemedi.

Bununla birlikte kızcağız hoppa mı hoppa, şen mi şen!.. Artık bir genç kız olduğundan birkaç yerden görücüye gelmişlerdi. Babasının şu meşhur serveti, özellikle servet meraklılarının dikkatini çekiyordu. Mihriban Hanım görücülere oğullarının ne işle uğraştıklarını sorar, “katip” cevabını alınca “Oh! Cebi delik!” der, “asker” cevabını alınca “yarım kunduralı”, “hoca” cevabını alınca da “sarımsak başlı” diyerek hepsine bir kulp uydururdu. Görücüler, “A hanım kızım niçin böyle söylüyorsunuz? Oğlumuz şöyledir böyledir.” diyecek olsalar bir püsküllü kahkaha koyuverip “Oh, kalmışım kalmışım da, sizin oğlunuza mı kalmışım. Hanım oğlunuza başka bir yerden kız arayınız.” diye kalkar yürüyüverirdi.

Nasıl, Mihriban Hanımın bu kadar serbest oluşuna şaşırıyor musunuz? Şaşırmayınız. Çünkü kızcağız evin hanımı olarak büyümüş, gelin de kayınvalide de kendisi olmuştu.

Eğer Felatun Bey, Mustafa Meraki Efendi ve Mihriban Hanımın tasvirlerinden size usanç geldiyse, affınıza sığınmakla beraber, son olarak şunları bildirmeden geçmemek için müsaadenizi rica ederim.

Bu baba, oğul, kız üçü bir yerde bulundukları zaman baba ile oğul, Mihriban Hanımın bir çiçeğini veya eldiven giyişini beğenmeyecek olsalar kızcağızın üç gün üç gece ağlayacağını bildikleri için, başına bir çiçek değil, saksı giymiş olsa bile, pek güzel olduğuna dair yeminler ederlerdi. Üstelik buna mecburdular. Felatun Beyin de bu türden zaafları vardı. Mesela, ortaya koyduğu bir fikri babası onaylamasa, babasını orada bozar, onun cehaletini ortaya koymaktan çekinmezdi. Bu sebeple de biçare adamcağız, huyunu çok iyi bildiği oğlunun yanında utanmamak için onun her dediğini mecburen onaylardı. Hatta bir gün, baba ile oğul arasında, günlerin uzayıp kısalmasının hangi sebebe dayalı olduğuna dair bir bahis açılmıştı. Mustafa Meraki Efendi, bu konuda kendi fikrini söylemekten çekindiği için oğlunun görüşünü bekledi. Çocuk “Kış mevsiminde havalar bulutlu olduğu için, bulutlar güneş ışınlarının bize ulaşmasını engeller.” dediği zaman pederi “Maşallah, maşallah, gerçekten Eflatunlar4 aciz kalacak. Vallahi ben de öyle olduğunu düşünüyordum ama bir kere de sizin fikrinizi almak istedim.” demişti.

Sonra baba oğlunun bu fikrini orijinal bularak, bu meseleyi zamanımızda çıkan fen dergilerinin birisinde yayınlamak üzere matbaaya götürdüyse de kabul ettiremeden geri döndü.

İkinci Bölüm

Geçen bölüm bize, hikâyemize adını veren iki kişiden birisinin özel hallerini epeyce öğretti. Burada da kısaca Rakım Efendinin özel hallerini görmeye muhtacız.

Rakım Efendi dediğimiz çocuk, eski Tophane kapıcılarından birisinin oğlu olup bundan 24 yıl önce babası öldüğünde, annesinin elinde, bir yaşında yetim kalmıştı. Bir kapıcı evladına ne bırakabilir? Bizim Rakım Efendinin babası da Salıpazarı tarafında üç odalı bir çürük kümes ve bir de Arap cariyeden başka hiçbir mal bırakmamıştır.

Annesi aklı başında, tuttuğunu koparan bir kadın olup Feda-yi ismindeki Arap cariye de annesine benzerdi. Kocasının ölümünden sonra çektiği acıların ardından aklını başına toplayan anne, “Fedayi, artık aramızda hanımlık, hizmetçilik kalmadı. İkimizin de çalışıp kendimizi ve şu yavrucuğu beslemekten başka çaresi yoktur.” dediğinde sadık Arap “Ah hanımcığım! Sen neye çalışacaksın? Ben çalışırım, hem seni hem de küçük beyimi, evladımı beslerim.” diyerek bütün idareyi kendi üzerine almayı göze almıştı. Bununla beraber anne, bu yükü Fedayi’nin üzerine bırakmadı. Kendisi el dikişi dikip oya yapar, çevre uçkur işler ve bunları Salıpazarı’nda Fedayi’ye sattırır. Diğer günler ise Fedayi’yi çamaşıra, tahta yıkamaya gönderir, arada bir kendisi de gider, kısaca ellerinin emekleriyle kimseye muhtaç olmadan geçinirlerdi.

Rakım büyüdü. Beş yaşında Salıpazarı’ndaki Taş mektebe verilip on bir yaşında İstanbul tarafında Valide Rüştiye mektebine alındı. On altısında oradan çıkıp Hariciye kaleminde bir iş buldu.

Aman bu çocuk ne kadar çok çalışıyordu! Hani “Gece gündüz çalışıyor.” derler ya! İşte öyle. Annesi, tam evladını bu boya getirmişken vefat etmesin mi!

Amma bu bile onun için bir nimetti. “Ah! Rakımcığımın bir kere insan içine karıştığını görsem hiç gözüm arkada kalmazdı.” derdi. İşte arzu ettiği bu nimete kavuştu.

Rakım’da henüz aylık yıllık yok. Sadık Fedayi hâlâ dikiş diker, mendil çevre işler, kahve torbası diker. Aldığı paradan evinin idaresi için gerekli olanı ayırıp sonra da geri kalanını “Delikanlıdır parasız kalmasın.” diye tamamen Rakım’a verirdi. Fakat Rakım’ın cep harçlığına o kadar ihtiyacı yoktu. Sabahleyin Süleymaniye medresesine gidip saat dörtte oradan ayrılır, kaleme gider, sonra kalemde aldığı Fransızca dersini takip eder, kendisini biraz daha geliştirmek için de Galata’da bir hekime gidip akşam saat birde evine dönerdi. Yemekten sonra Kazancılar mahallesinden Beyoğlu’na çıkıp yine Hariciye kaleminden arkadaşı olan bir Ermeniye Türkçe okutur, bunun karşılığında da Fransızca kitaplarını karıştırmak için söz alır, vaktini böyle geçirmiş olurdu. Bu şekilde vakit geçiren bir çocuğun parayla alâkası olur mu ki?

Hatta Rakım, cuma günleri bile, yukarıda bahsedilen Ermeni arkadaşının kütüphanesinden çıkmazdı. O kadar ki aile fertleri Rakım’a güven duymuşlar, kendileri Pazar günleri bir yerlere gitseler bile evin kütüphanesini ona bırakır olmuşlardı. Bu, Rakım’ın en mutlu günlerinden biri olurdu.

Bizim Rakım Efendi bu şekilde eğitimine dört yıl daha devam etti. Koca Fedayi dadı ise bıkmadan usanmadan çalışarak hanımının kendisine emanet bırakmış olduğu göz nurunu, hor hakir bırakmak şöyle dursun, hali vakti yerinde bir adam evladı gibi yaşattı. Onun aldığı eğitimi, terbiyeyi, hali vakti yerinde olanlar bile kolay bulamazlar. Rakım gayretiyle, dadısının teşvikiyle her şeyi en iyi şekilde öğrenmeye çalışmıştı. Hadis, tefsir ve fıkhı gözden geçirmiş. Risale-i Erbaa’yı açıklamalarıyla incelemiş, edebiyatta Farsçadan Arapçadan seçme beyitleri ezberlemişti. Fransızcasını geliştirmiş, kimya, hukuk, coğrafya gibi alanlarda da kendisini yetiştirmişti. Özellikle de okuduğu Fransız romanlarının, tiyatro metinlerinin, şiir ve edebiyatın sonu yoktu. İki gece kendisinde kalmak üzere bir kitabı evine götürmek için izin alabilecek olsa, onu yalnız okumakla kalmaz, en güzel parçalarından alıntılar yapar, defterine geçirirdi. İşte Rakım Efendinin önceki halleri bunlardan ibaret olup parasızlığı yirmi yaşma kadar devam etmişti. O zamana kadar kalemden almış olduğu maaş yüz elliye kadar varmış olsa da, yirmi yaşında bir hariciye memuru için bu paranın para olmadığı bilinir.

Bir gün Rakım Efendinin dostlarından bir matbaacı kendisine Fransızca bir kitap getirdi. Bunu Türkçeye tercüme ederse yirmi altın kadar verebileceğini söyledi. Kitap yüz elli, iki yüz sayfalı büyükçe bir şey olduğundan Rakım Efendi, ancak bir haftada çevirebilirim, şartıyla bu işi kabul etti. Bir hafta değil ama on iki günde kitabı bitirip götürdü. Matbaacı paranın hepsini aynı anda verdi.

Haydi bakalım, bu parayı aldığı zaman şu Rakım Efendinin ne kadar sevinmiş olduğunu kim hesap edebilecek?

Boşuna… Kimse hesap edemez. Zavallı Rakım, o zamana kadar bu miktarda parayı Galata’da sarraf kutularından başka bir yerde görmemişti. Hele bir gün olup da kendisinin, hem de elinin emeği olarak bu kadar paraya sahip olacağı aklına bile gelmezdi. Şimdi bu serveti, bu hazineyi avucu içinde görünce inanamamış, bir hayli düşündükten sonra inanınca da gözünden sevinç gözyaşlarının dökülmesine engel olamamıştı.

Ne o? Şaşırdınız mı? Hey kardeşim hey! İçinizde Rakım’ın hâlinde büyümüş adam varsa düşünsün. Elinin emeği olarak ilk kazandığı paraya ne kadar sevinmiştir, bir hatırlasın bakalım.

“Bir adamın yirmi lirası olamaz mı?” diye düşünmek yersizdir. İşte ömründe yirmi lirayı görmemiş ve insan olmak için ne gerekliyse şu kısacık ömründe o yolda çalışmaktan geri durmamış olduğu halde ilk defa böyle bir parayı kazanmış olan zat, bizim Rakım Efendidir.

Biçare oğlan, paraları alınca hemen evine koşup sadık dadısının önüne koydu. Ne dersiniz? Kadın bunları görünce şaşırıp, “Aman beyim! Bunları nereden buldun? Sakın…….” diye aklına gelen kötü

ihtimalleri söylemeye başlamışsa da o sırada Rakım paraların geliş şeklini anlatarak memnun olmasını sağlamıştı. Dadı “Ah validen sağ olsaydı da senin böyle dört kese akçeyi birden kazandığını görseydi! Allah rahmet eylesin.” dediği zaman kendisini tutamayıp ağlamaya başlamış, Rakım Efendi de ağlamıştır.

Sonra da bu ilk servetin nerelere, nasıl harcanması gerektiğini düşünürler. Biz Rakım’m bu kadar paraya ilk defa sahip olduğunu söylerken kendisine aç gözlülük yüklememiştik. Rakım fakirlik içinde tok gözlü olarak yetişenlerdendi. Böyle eline bol para geçtiği zaman cimrilik edip saklamaz. Mutlu olmak için paranın gerekliliğine inanır ve bu yolda harcamak için de para kazanmayı severdi. Dadısı “Beyim! Bana kalsa bu para ile birkaç kat elbise alırdık da halk içinde tertemiz gezerdik.” dediyse de Rakım “Hayır dadıcığım! Benim üstüm başım bana yeter, ilk işimiz artık seni çalışmaktan kurtarmaktır. Çünkü sen yaşlandın.” diyerek paranın yarısını, ayda iki yüz elli kuruş harcamak üzere dört aylık güvence olarak ayırdı. Diğer yarısını da oldukça harap halde bulunan evlerinin tamiratına harcadılar.

Her başlangıçta, her siftahta bir bereket olduğuna inanılır. Bu inanç bizim Rakım Efendide de kendini gösterdi. Babıâli’ye gelişi eksik olmayan yabancı gazetelerini baştan aşağıya inceleyerek aldığı bilgiler üzerine, diplomatlık için fırsat bulmuş, hatta bazı gazetelere bentler yazmaya başlamıştı. Bu hizmeti bir süre parasız olarak yapmışsa da matbaacılar, kendisini yazı hizmetine devam ettirmek için Rakım’m eline birer ikişer lira kıstırmaya başladılar. Bu iş o kadar ilerledi ki, Rakım haftada iki liranın sürekli geldiğini görünce kalemdeki görevinden ayrıldı.

Biz bu ayrılışa üzüldük. Çünkü koca Rakım kalemde kalmış olsaydı, feyz alacağı şüphesizdi.

Rakım bir ara yabancı dostlarını çoğalttı. Bunların çoğalması kendisine alafranga dilekçe yazma ve tercümanlık yolu açtı. Yabancılardan Türkçe yazılmış bir not için açıklama, protesto, dilekçe yazdırmak isteyenler işlerini Rakım’a verirlerdi.

Sözü neden uzatalım? Rakım birkaç sene bu işte çalıştıktan sonra, ayda yirmi, otuz lira kadar kazanmaya başladı. Fakat bu parayı kazanabilmek için de gece gündüz çalıştı.

Salıpazarı’ndaki evini yeniden yaptırmış gibi tamir ettirdi. Pek güzel, rahat bir şekilde dayadı döşedi. Kendisine bir kütüphane kurmak için Türkçe Fransızca en seçkin eserleri toplamaya başladı. Bu kadar masrafa rağmen, Rakım’m cebinde parası eksik olmazdı.

Dadısı birkaç defa Rakım’ı evlendirmeye kalkıştı. Rakım, evlenmeye ihtiyacı olmadığını söyleyip durdu. Sadık Fedayi evin içinde bir gelinin olmasını yalnız Rakım için değil, kendi ihtiyarlık zamanları için de istemişti. Bu ihtiyacını dile getirdiğinde, Rakım işin bu yönünü düşünüp eve bir cariye alınmasını uygun gördü.

Dadısı, tanıdığı bazı esircilere sipariş etmiş olduğu için, öteden beriden birkaç Arap cariye gelmiş, Fedayi bunları bir iki gün evde tutup sonra beğenmeyerek geri göndermişti.

Bir gün Rakım Efendi Tophane’den Beyoğlu’na çıkmak için Kumbaracı yokuşuna kestirmeden varmak üzere Karabaş’tan geçiyordu. Dere üzerinde, yanında bir genç kız bulunan ak saçlı ihtiyar Çerkez’in bir kapıyı çaldığını gördü. Kıza dikkatle baktı. Baktığı anda yüreği kıza aktıysa da “Adam neme lazım? Dadım beyaz istemiyor, Arap istiyor. Bu bizim işimize gelmez.” diye düşünüp yoluna devam etti. Çünkü ak sakallı ihtiyarın yanındaki kız hem beyaz, hem de bir Çerkez’di. Güzeldi de.

Rakım alıp yürüyüverdi ama bir türlü ayakları ileri gitmez ki! Ne için olduğunu kendisi de bilmez. “Canım bir kere görür sorarsam almaya mecbur olacak değilim ya!” deyip geriye döndüğünde ihtiyar ve genç kız çoktan içeriye girip kapıyı kapatmışlardı. Rakım kapıyı çalmak zorunda kaldı.

Açtılar. Rakım ihtiyarı çağırdı, adam geldi. Rakım kızın cariye ve satılık olup olmadığını sordu. Cariye satılıkmış. Görmek istedi. Gösterdiler. Uzun boylu, kara kaşlı, ufacık ağızlı, güzel burunlu, kısaca eli yüzü düzgün, güzelce bir kızdı. Fakat oldukça zayıf, hastalıklı olduğu belli, on dört yaşında küçük bir şey olduğundan öyle her müşterinin beğeneceği gibi değildi.

Fakat kızdaki o baygın bakışlar, hüzünlü tebessümler de neydi?

Rakım kızın elini, kendisine yakın bulup şaşkınlıkla o arada tutuvermiş ve bırakmak da aklına gelmemişti. Heriften değerini sordu. Yüz altın demesin mi?

Adam kızın değerinden bahseder. Ya Rakım ne yapar? Rakım çocuk gibi ağlar! Ay kıza ne oldu? O da Rakım’a karşı ağlamaya başladı.

İhtiyar ne anlam vereceğine şaşırır, Rakım’a küçük kızı birisine benzetip benzetmediğini sorar. Rakım’dan bir cevap alamaz.

Hayır. Rakım kızı kimseye benzetmemişti. Size biz haber verelim: Rakım, Cenab-ı Hakk’ın kendisi gibi bir öksüze böyle bir cariye göndermesini bir nimet olarak kabul etmiş ve sevinç gözyaşları dökmüştü. Evet, Rakım bu kadar hassas, ince bir çocuktu. İhtiyara, “Bu kızın değeri var mı yok mu, diye sormuyorum. Satılan şey bunun özgürlüğüdür. Özgürlüğün dünyalara değeceğini biliyorum fakat benim seksen altından başka param yok. Bu paraya karşılık kızı verirsen alayım.” dedi. İhtiyar da söylediği fiyattan bile pişmanlık duyduğunu, bir kuruş olsun, aşağıya veremeyeceğini söyledi. Rakım, “Öyle olsun, bana yirmi altın için bir ay izin verirsen kızı alırım.” deyince ihtiyar, kızda ince hastalık sezdiğinden, bir an evvel elden avuçtan çıkarmak niyetiyle kabul etti. Alış veriş usulünce tamamlandı.

Ne dersiniz? Hani, Rakım kızın elini eline almamış mıydı? İşte o zaman kız kendisine teslim edilinceye kadar elini elinden bırakmadı.

Sonra Beyoğlu’na gitmekten vazgeçip ihtiyarla Salıpazarı’na, evine geldiler. Kızı kapıdan içeriye gönderip kendisi dadısından paraları istedi. Seksen altını esirciye saydıktan sonra, yirmi altın için senet hazırlayıp, Tophane’deki tanıdıklarından dört beş adamı şahit tuttu. Belgeyi düzenledikten sonra esirciyi yerine gönderdi.

Bu işleri görüp evine dönerken içinden bin bir türlü vesvese geçti. Çocukluk edip etmediğini düşündü, dadısına danışmadığından pişmanlık duydu. Eve gelip dadısı kendisini karşıladığında “Aman beyim! Ne isabet ettin, ne de sevilecek bir kız! Sen bana bunu can yoldaşı diye almadın mı? Adı Canan olsun.” diye hoşnutluğunu gösterince, zavallı Rakım dadısını memnun edebilmiş olmanın sevinciyle “Canan” ismini de kabul etti.

Şurasını bilmelidir ki Rakım, beyaz bir cariye aldığı için işinden geri kalacak adamlardan değildi. O gün Beyoğlu’nda yapılması gereken iki önemli işi vardı. Bunları yapmak için kalktı. Kazancılar yönünden Beyoğlu’na çıktı. İşlerinden birisi, Ermeni milletinden (G) Beyi görmekti. Çünkü bir akşam öncesinde adı geçen bey hizmetçisini gönderip kendisini mutlaka görmek istemişti. Evi Ağa Hamamı’ndaydı. Rakım, G beyi evinde buldu. Silistre eyaletinin işleri ile ilgili olarak Silistre valisine bir dilekçe yazdıracakmış. Rakım bu dilekçeyi 15 dakika içinde karalayıp sonra da beyaz kağıda geçirerek mühürletti ve çekmecenin üzerine koydu. Başka bir emri olup olmadığını sorduktan sonra, bey de yazıcısını çağırıp Rakım’m hesabını ödemesini emretti. Bu emir üzerine Rakım mahcup olup, “Ben başka bir emriniz var mı?” diye beklemiştim dediyse de bey Osmanlı bir adam olduğundan “Verdiğim emir de bir emir olup yerine getirilmesi talep edilir.” diye latife yaptı.

Biraz sonra yazıcı elinde belgelerle içeri girdi. Bunlar Rakım’m üç aydır yapmış olduğu işlere ait belgelerdi.

Bey belgeleri alıp okuduktan sonra, rahat bir yüz ifadesiyle “Bunların hiçbirisi için para vermeyeceğim. Yalnız Bursa’daki para elde edilmesi ümidi olmayan bir parayken güzel bir şekilde elde edilip tamamıyla tahsil edildiğinden artık onun için beş on para gözden çıkarabileceğim.” diye Rakım’a otuz lira verilmesini yazıcısına emretti.

Vay Rakım’daki sevinç, Rakım’daki teşekkür! Hem de gözleri yaşlı bir teşekkür ama kime? Kendisi gibi bir öksüze bu güzel yolu açmış olan lütfu bol Cenab-ı Allah’a!

Hakkını aldıktan sonra diğer işine gitti. Bu ikincisi, İngiltere’den yeni gelerek Asmalı Mescit sokağına yerleşmiş olan kibar bir İngiliz ailesiyle görüşülecek bir iş idi.

Fakat Rakım da işin ne olduğunu bilmiyordu. Haber verilmiş ve öylesine gelmişti. Geldiğinde dostunu da orada buldu. Meğer iş denilen şey, İngilizin iki kızına haftada birer gün Türkçe dersleri vermekmiş.

Hiç Rakım için iş bulunur da kabul edilmemek mümkün olur mu? Herif iş makinesi! Bunu da memnuniyetle kabul etti. Kendisi aylık haftalık bahsi açmadan dostu, her gelişi için bir İngiliz lirası takdim edileceğini, kabul buyurmasını rica etti. Rakım utancından kızararak Cenab-ı Hakk’ın bu lütfuna da nasıl teşekkür edeceğini bilemedi. Sevinerek işe karar verdi. Dört yol ağzından Kumbaracı yokuşuna doğru uçarcasına indi. Tophane’de Karabaş’a gelip esirciler kahvesinde Çerkez’i buldu. “Gel baba, gel. Ben borçtan hoşlanmam. İşte paranı tamamladım. Bin kere şükürler olsun Cenab-ı Hak hiç ummadığım yerden gönderdi.” diye yirmi altın borcunu vererek senedini geri aldı. Hatta durumu şahitlerine de bildirdi. Geri kalan on altını cebine katıp koşarak evine geldi.

Bu haberi sadık dadısına müjdelediği zaman artık Fedayi’deki sevinci görmeliydiniz. Kıza muhabbeti bir kat daha arttı. Vermiş olduğu Canan ismine “bereketli” (meymenetli) mahlasını da ekledi.

İşte hikâyemizi kendi adları üzerine kurduğumuz bu iki kişinin ikincisi de budur: Rakım!

Üçüncü Bölüm

Rakım Efendi ile dadısı Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu olarak gördükleri Canan’ın eğitim, öğretimiyle ilgilenmeye başladılar. Bu arada, zavallı kızda bazı hastalıklar varmış. Rakım, Canan’ın geldiğinin ikinci günü, durumu bir hekime anlatmak ve bir çare bulmak için Galata’da oturan doktor dostuna koştu. Şefkat ve merhametle bir faytona binip geldiler. Doktor kızı iyi bir muayeneden geçirdi. Korkulacak bir şey olmadığını, hastalığın Kafkasya’nın soğuk ikliminden kaynaklandığını, İstanbul’un sıcak ikliminde şifa bulacağını bildirdi. Ayrıca hastanın, reçetedeki ilaçların yanında bir de her sabah mutlaka taze inek sütü içmesini tavsiye ederken deniz havasının yararlı olacağını, şarkı söylerken dahi göğsünü yormaması gerektiğini ilave edip Allah’ın izniyle bir şeyinin kalmayacağını söyledi.

Dadı kalfa bu hastalığın nasıl bir hastalık olduğunu anlayamadı fakat Rakım her şeyin farkındaydı. Hekimi teşekkürle, nezakette kusur etmeyerek gönderdi. Dadısına tekrar tekrar hastalığın önemini, gösterilmesi gereken ilgiyi hatırlattı. Biçare Fedayi’ye, böyle bir garibe yapılacak hizmeti hatırlatmaya gerek yoktu. Her şey ortadaydı. Zavallı dadı, kızı kendi rahatı için istemişti, fakat şimdi kendi kızın iyileşmesi için gayret edecekti. Bu Arapların iyileri de ne kadar iyi olur.

Canan bir tarafta tedavi görüp eğitilirken, biz hikâyemizin şu tarafına bakalım:

Asmalı Mescit’teki İngiliz kızlarına verilecek ders için cuma günleri belirlendiğinden, cuma gelince Rakım öğleden sonra saat yedide kalktı, oraya gitti.

Bu İngilizlerin kibar bir aile olduğunu söylemiştik. Hikâyemizin temel taşlarından biri de bu İngiliz aile olduğundan durumları hakkında biraz bilgi almalıyız.

Evet bu İngiliz aile kibar çevredendi ama öyle lord, dük filan gibi üst sınıflardan değil. Kağıt ticaretiyle varlığını beş yüz bin İngiliz lirasına tamamladıktan sonra ticareti terk ederek ömrünün geri kalanını rahatlık ve huzur içinde geçirmek üzere İstanbul’a gelmişlerdi. Bu ailenin erkek çocukları yoktu. Aile anne, baba ve iki kız evlattan ibaretti. Bu kadar bir servetle bu kızların iyi bir evlilik yapabileceklerini, kendilerinin de rahat rahat yaşayabileceklerini düşünmüşler ve böyle düşündükleri için de hiçbir iş, fikir onları bu rahat yaşamdan uzaklaştıramamıştır.

Atalarından kendilerine geçen isim Ziklas olup beyefendinin eşine dahi Misters Ziklas diye hitap edilirdi. Kızları da bu ismi alabilecekleri halde, evlerinin içinde büyük kıza Can, küçüğüne de “Margrit” diye hitap edilirdi. Bu aile Kanterburi şehrinden olup çevrelerindeki Fransız ailelerle ticaret sebebiyle yakınlaştıkları için gayet iyi, hatta güzel denebilecek bir Fransızca konuşabiliyorlardı. Rakım ile de bu lisan sayesinde anlaşıyorlardı, bu sebeple Rakım, şimdiden ders vermekte başarılı olacağını anladı.

Can ile Margrit bir elmanın iki yarısı gibiydiler. İkisinde de fidan gibi boy, zarif endam, fakat buna karşılık kıpkırmızı bir çehre, mavi gözler, beyaza yakın açık lepiska saçlar! Tipik İngiliz kızları yani…

Anlatılanlara göre göze hoş gelmeyen kızlar oldukları zannedilmesin. Her güzelin kendisine mahsus bir güzelliği olup, bu güzelliğe rağbet edenler, onları bu halleriyle severler. Bu tecrübeyle sabittir.

Sözün kısası… Rakım, iyi İngiliz kağıtlarından birkaç tane alıp, kalın kalemle “elif, be, te, se, cim, ha, hı, dal, zel, rı, ze, je…” harflerini çizip, kızlara öğretti. Bir hafta içinde bunları çalışmaları gerektiğini vurguladı, kalktı, geldi.

Vay yazar efendi, yalnız bu kadarcık mı? Aralarında hiç konuşma olmadı mı? Hiç olmazsa babalarıyla analarıyla da mı konuşmadı? Hayır. O gün başka bir şey yaşanmadı. Evde bekleyen dadısı ile Canan’ı merak ettiğinden hemen Kumbaracı yokuşundan Tophane’ye inip -parası olduğundan- bir sürücü beygirine binerek Salıpazarı’ndaki evine geldi.

Vay! Artık yaya yürümemeye de mi başladı? Estağfirullah! Kendisine her ders için nasılsa bir İngiliz lirası veriyorlardı. Madem ki Cenab-ı Hak bunu verdi, o da layıkıyla kullanmalıydı. Artık Rakım Efendinin, bu nimete karşılık şükür niyetiyle Beyoğlu’na hayvanla gidip gelmesi uygundu. Hatta sabahleyin bile niçin bir hayvana binmemiş olduğuna üzüldü. İşte bizim Rakım’ın Allah ile yakınlığı böyle bambaşkaydı.

Her zaman evine geldiğinde kendisini dadısı karşılardı. O akşam kendisini karşılayan Canan olmuştu. Kalfanın sayesinde Canan’m üstü başı düzelmiş, yüzüne renk gelmişti. Rakım bunları görüyordu fakat yine de alışılmış düzenin bozulmasına bir anlam veremeyerek açıklama istemeye mecbur oldu.

Rakım: Dadı, ben her akşam eve gelince senin yüzünü görmeye alışmıştım. Bu akşam bu âdeti değişmiş gördüm.

Fedayi: Evladım, beyim! Allah bize bir güzel beyaz cariye vermişken artık akşam gelir gelmez benim siyah yüzümü görmenin ne anlamı var? Ben tembih ettim.

Demek oluyor ki, Rakım ders için kendisince bir yol açmıştı. Evet öyleydi.

Bir cuma günü Rakım her zaman olduğu gibi Mister Ziklas’ın evine gidince kime tesadüf etse beğenirsiniz? Felatun Beye. Rakım, Felatun Beyi, kızlarla validesi ve pederi yanında bulup, ders günü olduğundan onlarla birlikte muallim efendinin gelmesini beklediğini, hatta kızları kendince imtihan ettiğini gördü. Felatun Bey Rakım Efendiyi görünce ayağa kalkarak İngilizler de anlasın diye Fransızca konuşmaya başladı:

Felatun: Ha ha hay! Sen mi idin birader, hanımların hocası?

Rakım: (Mahzun bir ifadeyle) Evet efendim, bendenizdim beyim!

Mister Ziklas: Vay demek oluyor ki tanışıklığınız vardır.

Felatun: (Gayet gururlu, kendinden emin) Evet! Kendilerine muhabbetim tamdır. O da beni sever, zannederim.

Rakım: Dünyada benim sevmediğim adam mı vardır? Ben ki herkesin güzel düşüncelerine şiddetle muhtacım. Herkesi sevmeye bunun için de mecburum.

Felatun: (Rakım’a) Mister ve Misters Ziklas ile tanışalı iki ay oldu. Sizin de buraya gelişiniz iki ayı geçmiş ama nasılsa tevafuk edilmemiş.

Rakım: Kısmet bugün içinmiş efendim.

Felatun: Tanışmamız peder efendi vasıtasıyla oldu. Kendilerini benden evvel tanıma şerefine ulaşmışlar. Sonra da beni getirip Mister Ziklas’m kızlarına takdim ettiler.

Mister: Evet, bundan dolayı peder efendi hazretlerine nasıl teşekkür edeceğimizi bilememekteyiz.

Felatun: (Kendinden emin haline biraz alçak gönüllülük katarak) O sizin nezaketinizdendir efendim.

Benzer İçerikler

Kendimi Unutup Sana Ağladım

yakutlu

https://www.birazoku.com/sobe-siyah-orkide

yakutlu

Günahın Rengi

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy