Franny’ye Söyleme | Çiğdem Dönertaş


Anne ve babasından öç almaya kararlı olan Öykü’nün çocukluktaki tek dayanağı hayalî arkadaşı Franny’dir. Yıllar sonra hayatına giren Nedyalko her konuda destekçisidir. Babasına olan öfkesiyle Avrupa’yı gezen Sandy’nin Nedyalko ve Öyküyle yolu kesişir. Edime-Nesebar arasında süren bu dostluk ilişkisi, Sandy’nin daha önce bahsetmediği bir erkek arkadaşıyla ortadan kaybolmasıyla son bulur. Sandy’nin Amerika’dan gelen babası, kızına ulaşabilmek için emekli polis Yakup Ziya Demirci’den yardım ister.

Öykü, annesi ve babası için ne planlamaktadır? Sandy’nin bu gizemli erkek arkadaşı kimdir? Yakup Ziya bu gizemi çözmek için hangi yolu izleyecektir? Yakup Ziya neden Öykü ve Nedyalko’nun Sandy’nin kaybolmasıyla ilgili olduğunu düşünmektedir? Öykü neden Franny’nin gerçek olduğu konusunda ısrar etmektedir? Dediği doğruysa peki Franny kimdir?

1.BÖLÜM

Antalya, 1994

Böyle sıcak bir günde yapılacak en iyi şey evde oturup televizyon seyretmek ya da kaçıp denize girmekti ama o her ikisini de yapmamıştı. On bir yaşında bir kız çocuğu annesiyle babası etraftayken öylece geçip televizyonu açamaz, evden kaçmak şöyle dursun burnunu uzatıp dışarı bile bakamazdı ya da en azından o yapamazdı.

Merdivenleri daha hızlı çıkabilseydi odasına daha kısa sürede ulaşabilirdi ama buna imkân yoktu. Eski ahşap evin koyu kahverengiye boyalı merdivenleri özenle atılmayan her adımda sanki birazdan çığlık atacakmış gibi tuhaf bir ses çıkarıyor, onun gibi dikkat çekmek istemeyen bir çocuk için can sıkıcı olabiliyordu.

Terlemiş olduğunu fark etti. Elinin tersiyle alnını sildi ve sağ ayağıyla yavaşça basamağı yokladı. Sessiz olmalıydı. Odasına varınca da kapıyı arkasından sessizce kapatmalıydı. 

Sabahtan beri odasındaydı aslında. Su içmek için aşağı inmişti ve işini bitirdiğine göre şimdi yapması gereken annesine görünmeden geri dönmekti. Gün şu ana kadar olaysız geçmişti ve bunun böyle devam etmesini istiyorsa hemen odasına çıkmalıydı. Yoksa annesi onun üstüne saldıracak bir sebep bulurdu mutlaka. Naşide’nin, yani annesinin kendi karanlık ruhunu yansıtırcasına koyu renk mobilyalarla döşediği ve neredeyse hiç temizlemediği salon o kadar kasvetli görünüyordu ki üstüne para verseler bile burada vakit geçirecek değildi zaten.

Salonu sevmemesinin nedeni sadece mobilyalar değildi tabii ki. Bu evi sevmiyordu. Geçen yıl taşındıkları, sahile sadece iki yüz metre uzaklıktaki bir ara sokakta bulunan ve açık yeşile boyalı duvarları ile dışarıdan bakıldığında sıcak bir yuvaymış hissi veren bu eve hiç ısınamamıştı. Evin insanda uyandırdığı güzel duygular, içeri girip de kasvetli hâlini görünce yerini koşa koşa kaçma isteğine bırakıyordu. Taşındıklarından beri sadece bir kez hoş geldine gelen ve annesinin ben misafir sevmiyorum diye bas bas bağıran tavırları yüzünden bir daha uğramaya tenezzül etmeyen komşuları kadar şanslı olabilseydi keşke.

Evin bu hâli anne ve babasından gizli gizli okuduğu korku romanlarındaki vampir şatolarını anımsatıyordu ona. Aslında okuduğu romanlarda şatoda yaşayan prensesler de vardı ama bu evde kendini prenses gibi hissetmesine imkân yoktu. Burada kendini evinde bile hissetmiyordu aslında. Düşününce daha önce yaşadıkları evde de hissetmiyordu. Anne ve babasının olduğu hiçbir yerde kendini evindeymiş gibi hissetmiyordu. 

Belki de o bir prensesti ve buraya ait değildi. Onu çok seven ailesinin sarayından kötü kalpli bir cadı tarafından kaçırılıp bu vampir şatosuna hapsedilmişti. Anne baba sandığı kişiler de onun gardiyanıydı. Bu düşünce tuhaf bir şekilde kendini iyi hissetmesini sağladı. Annesiyle babasının onu sevmemesinin kendi suçu olmadığı fikri hoşuna gitti. Gerçek anne babası bir gün gelip onu kurtaracak ve sevgi dolu bir hayat süreceği sarayına götürecekti.

Mutfaktan gelen seslerle düşüncelerinden sıyrıldı. Anlayabildiği kadarıyla annesi yine bir şeylere sinirlenmişti ve babasına bağırıyordu. Babasının zar zor duyulan sakin sesinden annesini yatıştırmaya çalıştığı anlaşılıyordu. Küçük kızı huzursuz eden bu seslerin yanında salondaki radyodan annesinin çok sevdiği arkası yarın programının da sesi geliyordu.

“Tüm bu kargaşayı, yanlış anlaşılmayı nasıl çözeceğiz?” diye sordu radyodaki kadın. Sesindeki ürkeklik kendini hemen belli ediyordu.

“Tüm zorlukları birbirimize olan aşkımızla yeneceğiz.” diye cevap verdi adam yumuşacık bir ses tonuyla. Küçük kız adamın sesini televizyonda seyrettiği Türk filmlerindeki romantik erkeklerin sesine benzetti. Bu konuşmayı da el ele tutuşmuş birbirlerinin gözlerinin içine bakarak yapıyorlardı. Radyonun sesi birden kesildi.

“Sen mi karıştırdın yine bunları!”

Başını çevirince annesini merdivenlerin başında ona bakarken gördü. Radyonun sesinin niye kesildiğini de anlamıştı. Annesi ne zaman ona bağırmaya başlasa radyoyu, televizyonu kapatır; babasını da sustururdu.

Kırklı yaşların başlarında görünen kadın bunları söylerken elinde tuttuğu kaseti havaya kaldırmış, ileri geri sallıyordu. Küçük kıza yönelttiği yorgun bakışlarında kızgınlıktan çok bıkkınlık okunuyordu. Omuz hizasındaki kumral saçlarını topuz yapmaya çalışmış, becerememişti. Bu beceriksizlik topuzundan gelişigüzel sağa sola sarkan saç tutamlarından açıkça belli oluyordu. Giydiği askılı siyah penye elbise ağustos sıcağının etkisiyle terden vücuduna yapışmış, yağlı saçlarının pis görüntüsüne büyük bir uyumla eşlik ediyordu.

“Ben yapmadım.” dedi küçük kız inatçı bir ses tonuyla.

“Yalan söyleme kız!”

“Niye bağırıyorsun Naşide? Benden sonra sıra Öykü’ye mi geldi?” Kadın elinde viski şişesi ve bardakla mutfağın kapısında beliren kocasına baktı. Adamın hiçbir koşul altında bozmadığı sakinliği onu öldürecekti.

“Ne mi oldu Raşit? Arkası yarın kasetlerimi karıştırmış yine. Ben onları kaydedip düzenleyene kadar nasıl uğraşıyorum, bilmiyor musun? Bu karıştırıyor onları, sonra sırasını kaybediyorum.”

Raşit aynı sakinlikle devam etti. “Tamam, uzatma. Gel keyfimizi bulalım biraz.”

Kadından birkaç yaş daha genç görünen adam koyu renk, dalgalı saçlarını lastik bir tokayla toplamış, ensesinde küçük bir kuyruk yapmıştı. Taktığı siyah çerçeveli gözlük, sıska vücuduna yakışmayan askılı pantolon ve kareli gömlek gözaltı torbalarına rağmen adama bilge bir hava veriyordu. Kadının sinirli ifadesinin aksine hep gülümseyerek konuşan biriymiş gibi bir izlenim uyandırıyordu ilk bakışta.

Naşide, “Bir daha kasetlerimi karıştırdığını görürsem canını çok fena yakarım.” diye küçük kıza bağırırken Raşit yarım bıraktığı kuru yemiş ve çikolata hazırlığına devam etmek için mutfağa geri döndü.

Öykü gözlerini kısarak, “Ben yapmadım!” diye tekrar etti aynı inatçı ifadeyle. Annesine tıpatıp benzeyen yeşil gözleri, uzun kumral saçları ve ince vücut yapısıyla görenler ikisinin anne kız olduğunu kolayca tahmin edebilirdi.

“Kim yaptı peki?” Naşide’nin yüzünde alaycı bir ifade belirdi. “O hayalî arkadaşın mı yaptı?”

“Hayır, o da yapmadı!” Küçük kız olanca sesiyle bağırıyordu. Kızmıştı, annesi onun en iyi arkadaşına hayalî demişti yine. “Onun adı Franny. O gerçek bir kere. Bizi rahat bırak manyak!”

Bunları söylememesi gerektiğini biliyordu aslında. Kelimeler ağzından dökülür dökülmez ne kadar büyük bir hata yaptığını anlayıp odasına koştu ama iş işten geçmişti. Naşide arkasından yetişip odaya girdi ve büyük bir öfkeyle kapıyı çarparak kapattı. 

Öykü güç bela ulaşabildiği yatağının kenarına oturup gözlerinden ateş çıkan annesine baktı. Yatağına ulaşabilmişti ama her zaman yaptığı gibi battaniyeyi başına çekip saklanacak vakti olmamıştı. Şimdi neler olacağını biliyordu. Naşide onu dövecekti ama artık korkmuyordu. Bir kral ve kraliçe olan gerçek annesiyle babası gelip onu kurtarana kadar bu kadına katlanmak zorundaydı. Üstü başı leş gibi, ağzı buram buram içki kokan bu kadın onun canını acıtmaktan başka ne yapabilirdi ki? Onu da neredeyse her gün yapıyordu zaten.

Annesinin olanca gücüyle attığı tokadı suratında hissedince yanılmadığını anladı. Yatağa düşerken karnına çarpan şeyin ne olduğunu baştan anlayamasa da kafasını kaldırınca gördüğü şey Naşide’nin yukarı çıkarken elinde tuttuğu kaset oldu. Annesi hızını alamamış, onunla birlikte kaseti de yatağa fırlatmıştı.

“Sen bana manyak dedin öyle mi pis solucan?” Naşide bunu söylerken karşısında gerçekten bir solucan varmış da tiksiniyormuş gibi bir ifade takınmıştı. Zaten ince olan dudakları iyice büzülmüş, uzaktan bakanların göremeyeceği bir hâle gelmişti.

“Solucan seni, kimmiş manyak? Kalk bakalım, bir daha söyle, kimmiş manyak!” Hem bağırıyor hem de yatağa yüzükoyun kapaklanan küçük kıza üst üste tokat atıp duruyordu. Anne kızın sesi alt kattan gelen radyonun sesine karışıyordu. Naşide’nin kapattığı radyoyu o yukarı çıkar çıkmaz Raşit açmıştı yeniden. Evde böyle korkunç şeyler olurken sesini sonuna kadar açıp radyo dinlemek, televizyon izlemek ya da aniden bakkala gitmesi gerektiğini hatırlamak zaten şahsına münhasır bir adam olan Raşit’in kendine yakışır bir şekilde gerçeklerden kaçma tarzıydı.

“Bağırma, bağırma dedim sana!” Öykü bağırdıkça Naşide daha da sinirlenmiş, olanca gücüyle kızın kollarını ve bacaklarını çimdiklemeye başlamıştı.

Naşide göremiyordu ama Öykü’nün bakışları nefret doluydu. Annesi ona, “Bağırma!” demişti. Bağıracaktı işte. Daha çok bağıracaktı. Bu kadına karşı gücünün yetebildiği tek şey dediklerinin tam tersini yapmaktı çünkü. Bağırıyordu ama ağlamıyordu. O yanındayken ağlamayacaktı.

“Yeter Naşide, hadi aşağı gel.”

Her ikisi de Raşit’in geldiğini duymamıştı. Kapının yanında duran adam bunları o kadar sakin bir ses tonuyla söylemişti ki oradan geçen biri onun olan bitenin farkında olmadığına dair rahatlıkla yemin edebilirdi. Naşide Öykü’yle uğraşmayı bırakıp kocasına baktı.

“Hep senin yüzünden Raşit. Bunu biliyorsun değil mi?” Öfkesini ona yönlendirmişti bu kez. “Sana çocuk istemiyorum, demiştim ben. Şundan kurtulalım demiştim.”     

Naşide merdivenlerden inen kocasını takip etmeye başlamadan önce kızına dönüp, “Aklını başına topla!” dedi.

“Yoksa ben toplamasını bilirim.” 

Sonra kapıyı çarpıp dışarı çıktı.

***

Ne zaman uyuyakalmıştı hiç hatırlamıyordu. Yatağın içinde doğrulup etrafına bakınırken az önce yaşananlar yavaş yavaş gözünün önüne gelmeye başladı. Ağlaya ağlaya uyuyakalmıştı anlaşılan. Baş ucunda duran saat yediği dayağın üzerinden henüz yarım saat geçtiğini gösteriyordu. Kollarında ve bacaklarında annesinin çimdiklediği yerler hâlâ acıyordu. Yatağından kalkarken tekrar ağlamaya başladı. Ayakucuna basarak kapıya doğru yöneldi ve sessizce kapıyı açtı. Odasından çıktığını annesinin duymasını istemiyordu. Koridorda bir kedi gibi usulca ilerledi. Merdivenlerin yanındaki konsolda duran telefona uzanmadan önce alt kata kulak kabarttı. Mutfağın kapısı kapalıydı. Kapalı bir kapının ardından konuşulanları anlamak zor olsa da annesinin kahkahalarından iyi vakit geçirdikleri anlaşılıyordu. Şu anda onunla kimse ilgilenmezdi. Ahizeyi eline aldı ve ezberindeki numarayı çevirdi. Telefona tok bir erkek sesi cevap verdi.

“Alo”

“Alo, dayı nasılsın?” Evet, başarmıştı. Yanaklarından süzülen gözyaşlarına rağmen ağladığını belli etmemeyi başarmıştı. Eskiden olsa bunun için büyük çaba sarf etmesi gerekirdi ama artık rol yaparken hiç zorlanmıyordu. Öğrenmişti. 

“Ooo, prenses. İyiyim sen nasılsın?” Adam küçük kızın sesini duyduğuna keyiflenmiş gibiydi.

“İyiyim, Zehra evde mi dayı?” Bir an önce Zehra’yla konuşmak istiyordu.

“Zehra!” diye seslendi adam. “Hadi sen konuş ablanla kızım. Görüşürüz sonra yine.”

“Tamam.” Sesi titriyordu ama dayısı o sırada ahizeyi Zehra’ya uzattığı için bunu fark etmedi.

“Alo, canım. Nasılsın?”

Öykü Zehra’nın sesini duyar duymaz hıçkırarak ağlamaya başladı. Artık rahat rahat ağlayabilirdi. Telefonun öbür ucunda da olsa karşısında onu seven ve anlayan biri vardı. Dayısının ondan on yaş büyük olan kızı güvenebildiği ve sevdiği tek akrabasıydı. “Zehra, annem beni dövdü yine. Babam da onu seyretti.”

“Sarhoş mu yine ikisi de?“

“Evet, babamın elinde bardakla şişe vardı.”

“Tatlım, ben anneni arayacağım birazdan. Ağlama, tamam mı? Hadi şimdi odana git.”

“Hemen arama olur mu? Beni daha çok döver sonra. Canım çok acıyor.” Hıçkırıklara boğuldu. Zehra ahizenin öbür ucunda onu sakinleştirmek için güzel şeyler söylemeye çalışsa da küçük kızın hıçkırmaktan onu duymadığına emindi.

“Zehra, ben dayak yedim diye çok utanıyorum. Hep çok utanıyorum. Bana söz ver. Franny’ye söyleme olur mu? Franny’ye dayak yediğimi söyleme.”

“Öykü yapma. Konuştuk bunu seninle.” 

“Franny’ye söyleme, lütfen! Gelmez sonra bir daha.” Küçük kız hem yalvarıyor hem de hıçkırarak ağlıyordu.

“Ne yapıyorsun sen orada?”

Öykü arkasını döndüğünde alt katta merdivenin başında duran annesini gördü. Onun birkaç adım gerisinde de babasını… Naşide’nin kıpkırmızı olmuş gözlerinden içkiyi fazla kaçırdığı anlaşılıyordu. İçkiyi ve kim bilir daha başka neleri.

“Zehra’yı mı aradın sen yine? Beni şikâyet mi ettin?”

Naşide sendeleyerek merdivenleri çıkmaya çalışırken Öykü onun bu hâlini fırsat bilip ahizeyi yere attığı gibi odasına kaçtı ve kapısını kilitledi. Raşit karşısındaki kadını dansa davet eden nazik bir kavalyeymiş gibi kolunu karısına uzattı ve Naşide’nin kahkaha atarak ona eşlik etmesinin ardından birlikte sendeleyerek, arada bu hâllerine gülmeyi de ihmal etmeyerek telefonun başına kadar gelmeyi başardılar. 

“Alo, Zehra.” Sesi yumuşamıştı. “Nasılsın kızım?”

“Hala ben iyiyim ama konu ben değilim. Ne oluyor? Sarhoş musunuz siz yine?”

“Ay ne olacak kızım, bilmiyor musun sen bu deliyi? Başladı yine sayıklamaya. Franny aşağı, Franny yukarı. Ayşe değil Fatma değil Franny. Deli ediyor beni. Raşit’i de biliyorsun. Dünya yansa umurunda değil. Baş edemiyorum artık.”

Zehra halasının sözünü kesmeden önce derin bir iç çekti. “Bunu konuştuk hala. Onu bir psikoloğa götürmeniz gerek. Sizin de hastaneye yatıp tedavi olmanız gerek.”

“Akıl veriyor bana Zehra Hanım.” Neredeyse dışarıdan duyulacak kadar yüksek sesle histerik bir kahkaha atarken alkol ve uyuşturucu yüzünden kan çanağına dönmüş gözlerini kapatıp açtı. Gözleri yanıyordu. “Canım benim, onun bir şeyi yok. İlgi çekmeye çalışıyor. Hayal falan gördüğü de yok. Kendi kendine bir arkadaş uydurmuş oyun oynuyor aklınca. Beni sevmiyor beni. Geçen gün baktım tacım kayıp. Seninkinin odasında buldum. Ne dese beğenirsin? Franny çok beğenmiş, ona verip sürpriz yapacakmış. Neymiş efendim Franny’nin uzun, sarı saçları varmış bukle bukle. Baktım pembe elbisesini de hazırlamış. Franny’ye giydirecekmiş, ona çok yakışırmış. Yetti artık. Uğraşamıyorum ben bununla.”

“Lütfen hala.” Zehra’nın sesi biraz sert çıkmıştı ama sözünün devamını getiremeden Naşide onun sözünü kesti.

“Çocuk azarlar gibi konuşma benimle. İki kadeh içiyorum diye de alkolik muamelesi yapma insana. Bak seninle de selamı sabahı keserim, babana yaptığım gibi.”

Karşı tarafın bir şey söylemesine fırsat vermeden telefonu kapattı.

***

Öykü üzerine çekip başına sımsıkı bastırdığı battaniye yüzünden annesinin Zehra’yla neler konuştuğunu duymadı ama önemsemedi de. Hava o kadar sıcaktı ki incecik battaniyenin altında bile ter içinde kalmış, nefes alıp verirken çıkardığı ses onu rahatsız etmeye başlamıştı. Duyduğu bir tıkırtıyla başını çıkarıp içeriye dikkatle kulak kabarttı. Ses elbise dolabından geliyordu. Gülümsedi. Franny gelmiş olmalıydı. Hep dolaptan gelirdi çünkü. Yataktan yavaşça kalkıp sese doğru yürürken dolabın aynasından kendine bakmayı da ihmal etmedi. Şişmiş gözleri bir balon gibi görünüyor, bir metre öteden bile ağladığını belli ediyordu. Ya Franny beni beğenmezse diye düşündü. Ya dayak yediğimi anlayıp benimle alay ederse. Küçük kızın hayatta en çok korktuğu şey Franny’nin onu terk etmesiydi. Sahip olduğu tek arkadaş oydu ve annesi ne derse desin ondan asla vazgeçmeyecekti. Franny’yi görememek annesinin problemiydi onun değil. 

Gitgide artan tıkırtılar Franny’nin sabırsızlanmaya başladığını gösteriyordu. Dolabın kapağını açmak için uzansa da aynadaki görüntüsüyle göz göze gelince vazgeçti. Kendine biraz çekidüzen vermeliydi. Saçlarını düzeltip gözlerini tişörtünün ucuyla iyice kuruladıktan sonra başını kaldırıp kendi kendine gülümsedi. Artık hazırdı. Bir yandan da Franny’nin ağladığını anlamaması için dua ediyordu. Anlayıp da niye ağladığını sorarsa ne ona diyecekti ki? “Annem bana masal anlattı. Masaldaki prenses öldü, o yüzden ağladım.” “Ağlamadım ki annemle oyun oynadık. Gülmekten gözlerim şişti.”

Aynadaki yansımasına bir kez daha bakıp “Franny, annem beni dövüyor.” dedi fısıltıyla. Hayır, hayır. Bunu düşünmemeliydi. Aklından hemen uzaklaştırdı.

Dolabın kapağını açıp Franny’nin gülen gözleriyle karşılaşınca kafasındaki tüm olumsuz düşünceler uçup gitti. İşte karşısındaydı. Yine gelmişti ve annesi ne derse desin, ne yaparsa yapsın hep gelecekti. Bunu biliyordu. 

“Hoş geldin.” dedi elinden tutup odaya girmesine yardım ederken. “Çok beklemedin değil mi orada?” Kapağı kapattı ve aynada yansıyan görüntülerine baktı. Franny onu kırmamış; onun için hazırladığı pembe çiçekli elbiseyi giymiş; uzun, sarı, dalgalı saçlarına beyaz bir taç takmıştı.

Öykü arkadaşıyla birlikte sek sek oynar gibi zıplayarak odanın öbür ucuna giderken mutluluktan uçuyordu. “Hadi, isim şehir oynayalım.” dedi. “Sonra da saklambaç oynarız ama Naşide’ye yakalanmak yok.” Yere gelişigüzel atılmış minderlerin üstüne oturduklarında gülmeye başladı. O kadar çok gülüyordu ki annesi duyup da gelmesin diye eliyle ağzını kapatmak zorunda kaldı.

“Biliyor musun Franny,” dedi kıkırdayarak. “Naşide seni göremiyor diye bana kızıyor. Seni ben uydurdum sanıyor. Zaten o kadar çok içiyor ki burnunun ucunu bile görmüyor, seni nasıl görsün? Manyak Naşide.”

Sözlerini bitirdikten sonra ayağa kalktı ve “Vazgeçtim.” dedi “Önce saklambaç oynayalım. Hadi, gözlerini kapat.”

Franny iki eliyle gözlerini kapatıp, ondan geriye doğru sayarken koşup yatağın altına saklandı.

Benzer İçerikler

Cengiz Aytmatov – Gülsarı (Roman Özeti)

yakutlu

Kaiken – Jean Christophe Grange Online Kitap Oku

yakutlu

O Topraklar Bizimdi | Cengiz Dağcı

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy