Garip | Kemalettin Tuğcu | Birazoku


Salonun kapı perdesi aralandı. İki buçuk, üç yaşında bir çocuk, dans edenlere baktı. Onu gören kibar misafirlerden birkaçı:

Aa, diye şaşırdılar. Bu da ne?

Hatta birkaçı katıla katıla gülmeye başlamıştı. Köşkün kızı ve ailenin biricik varisi ve biricik sevgilisi Nazan Hanım, kapıda duran çocuğu görünce rengi kıpkırmızı kesilerek, onun kendisine doğru uzanan sıska kollarının sevinçle çırpınışını görmeden, kapının perdesini arkasına çekti ve çocuğu hırsla göğsünden itti.

Zeynep, Zeynep diyorum sana! Yirmi yaşlarında bir köylü kız koşarak geldi.

Buyurunuz Hanımefendi.

GARİP ÇOCUK

Salonun kapı perdesi araladı. İki buçuk, üç ya­şında bir çocuk, dans edenlere baktı. Onu gören ki­bar misafirlerden birkaçı:

Aa, diye şaşırdılar. Bu da ne?

Hatta birkaçı katıla katıla gülmeye başlamıştı. Köşkün kızı ve ailenin biricik varisi ve bincik sev­gilisi Nazan Hanım, kapıda duran çocuğu görün­ce rengi kıpkırmızı kesilerek, onun kendisine doğ­ru uzanan sıska kollarının sevinçle çırpınışını gör­meden, kapının perdesini arkasına çekti ve çocuğu hırsla göğsünden itti.

Zeynep, Zeynep diyorum sana! Yirmi yaşla­rında bir köylü kız koşarak geldi.
Buyurunuz Hanımefendi.
Bu maskarayı ne bıraktın ortalığa. Ben sana misafir var, bir odaya kapat demedim mi?
Kapattım Hanımefendiciğim. Ama sizin se­sinizi, kahkahalarınızı duyunca bir olanak bulup kaçıvermiş.

O da kahrolsun, sen de. Rezil ettiniz beni. Herkes gördü işte

A hanımefendiciğim, Allah çirkin yarattıysa zavallının kendi suçu mu? Ne yapsın, o kadar gü­rültü arasında sizin sesinizi, kahkahanızı duyuyor, anne diye size geliyor.

Ben onun annesi değilim, anladın mı? Annesi değilim. Al kucağına, alt katta, arka odaya götür. Bir daha bu kata çıktığını görmeyeceğim.

Genç ve güzel kadın, rastladığı bir ayna kar­şında saçlarını parmaklarıyla düzelterek, biraz ay­naya doğru sokulup, cildine daha yakından baka­rak salona doğru giderken:

Geberip gidemedi başımdan, diye söylendi.

Zeynep çocuğu kucağına almış, merdivenleri

indirmiş, köşkün en alt katındaki çamaşır odasına girmişti. Oradaki modası geçmiş, eski bir kanepenin üstüne oturdu. Çocuğu okşadı:

Garip, dedi. Allah’ın garibi.

Köyden yeni gelmişti Zeynep. Yoksul bir ana ve babanın kızıydı. Yavuklusunu, ta çocukluğun­dan beri kendisine gönül vermiş olan Bekirini de arkada bırakmıştı. Aylıkla bir yerde çalışır da ana­sına, babasına bir yardım olur diye.

Gelir gelmez de onun kucağına bu Garib’i ver­mişlerdi.

Sen buna bakacaksın. îşin gücün bu. Yedire­cek, yatıracak, temizliyecek, her işine bakacaksın. Başka şey istediğimiz yok.

Nesi vardı bu çocuğun bakamayacak?

Ağır, zahmetli işlere alışmış olan Zeynep için

bundan kolay ve rahat iş olamazdı. Ama bu çocuk­ta bir başkalık vardı. Zavallının başı büyük kolları, bacakları sıska, karnı şişti. Köşk halkı, hizmetçiler bile onu maymun yavrusuna, kurbağaya benzeti­yorlardı.

Onun dünyaya gelişi, bu zengin ve kibar aile için bir yıkım olmuştu.

Annesi Nazan on sekiz yaşında, filiz gibi, son derecede biçimli, çok güzel, yeşil gözlü, ince ve alımlı kaşlı, koyu san saçlı, tozpembe tenli, Al­lah’ın övüp yarattığı bir genç kadındı.

Babası hafif esmer, gürbüz, pek kibar tavırlı, uzunca boylu, dört lisan bilen, güzel, her bakım­ından karısına denk bir gençti.

Bu iki gencin evlenmesinden kısa bir süre son­ra, güzel anne dünyaya bir çocuk getireceği müj­desini vermişti.

Ailenin büyükleri ve bu büyük servetin, bü­yük şöhretin sahipleri, çılgın gibi hazırlandılar. Çocuğa konacak isim için yer yerinden oynadı. Doğum deli gibi beklendi.

Ama çocuk dünyaya geldiği zaman, annesinin başında bulunan doktor yüzünü buruşturdu, ken­di kendisine:

Bu güzel çiftin meydana getirdiği çocuk bu mu olmalıydı? diye söylendi.
Onu dışarıya çıkartan hasta bakıcı, sevinç ve heyecan içinde bekleyenlere gülümseyemedi:
Küçük hanımefendi sağlıklı olarak dünyaya getirdi, dedi. Ama:
Ne, yoksa çocuk ölü mü doğdu?

Keşke ölü doğsaydı.

Herkesi bir sessizlik kapladı ve dünyaya gelen çocuğun başına toplandılar. Her ağızdan bir feryat koptu.

Onlar pembe beyaz, taş bebek gibi bir çocuk bekliyorlardı.

Aman Allah’ım bu ne? İstemem, istemem!

Kocaman, uzunsu bir kafada patlak ve çıkıntı­lı gözleri, şiş bir karın etrafında cılız iki kol ve iki bacağnı uçlarında büyükçe el ve ayakları bulunan, kara derili bir oğlandı bu.

Herkesi derin bir üzüntü kapladı.

Günlerce bunun için mi hazırlanmışlardı? Dünya bunun için mi çalkalanmıştı? Kurbanlar, bunun için mi kesilmişti? İpekli çocuk takımları, o gümüş kakmalı beşikler, lüks çocuk arabası bunun için mi alınmıştı?

İçeriden zayıf, nazlı bir ses:

Yavrumu, diyordu. Yavrumu getirin bana.

Onu kimse annesine götüremiyordu. Ama sonunda onu sarıp sarmalayarak götürdükleri za­man loğusa bir çığlık kopartmıştı:

Aman Allah’ım, bu ne? İstemem, istemem ben. Doktor onu ikna etmeye çalışıyordu:

Nazan Hanım, çocuklar doğumda genelde çirkin olurlar. Sonradan çok değişirler. Telâş etme­yiniz. Ama her şeyin güzeline, en iyisine, temizine, kibarına alışmış olan ailenin biricik kızı şımarık Nazan, belki de lohusalık halinde çok hassas oldu­ğu için birden tiksinmişti. Bu kurbağa yavrusunu görmek bile istedi. Ona bir kere bile meme verme di. O hilkat garibesinin kursağına bir damlacık ana sütü nasip olmadı. Bütün aile, çevrelerine karşı mahcup olmuştu. Ağızlarını bıçak açmıyordu. İşte bu yüzden Şişli’deki muhteşem apartmanı bırak­mış, bir müddet için Bostancı’daki köşklerine çe­kilmişlerdi. Tanınmış ve çok kibar bir sosyete aile­si oldukları için onları her isteyen ziyarete gelemiyordu. Çünkü davet etmiyorlardı. Bu çocuğa bir isim vermek lazımdı. Kimse ona herhangi bir ismi layık görmüyordu. Belki değişmiştir, ümidiyle onu görmek isteyen büyükler:

Şu garibeyi getirin bakalım, diyorlardı.

Süt nine çocuğu getirir, zavallı aile halkının ti­tiz bakışları arasında soyulur, sanki sınav edilirdi. Ama olmuyordu, bunun değişeceği yok. İşte garibe diye diye çocuğun adı sonunda, garip olmuş ve bunu hala hanım ona yakıştırmıştı:

Ayol, ne kafa yoruyorsunuz bunun için? Adı üstünde garibe. Ama erkek olduğu için ‘Garip’ de­riz, olur biter.

Zavallının nüfus kâğıdına kayıt düştü: “Meh­met Garip”.

Çocuğu hizmetçiler bile sevmiyordu. Kimse bakmak istemiyordu. Süt anne bile bol para aldığı hâlde, bu kurbağa yavrusuna süt vermek istemedi. Ayrılan odada yaşlı bir kadın ona bakıyor, hazır mamalarla besliyordu. O da bıkmış, sonunda, ço­cuk iki yaşını doldurduğu zaman köyden Zey­nep’i getirmiş ve ona vermişlerdi Garibi.

Bir çocuğu annesi sevmedikten sonra kim se­ver?

Doktor, genç kadının bu durumu için:

Lohusalıkta kadınlar bazı huylar edinir, de­di. Çünkü sinirler ve duygular son derece hassastır. Nazan Hanımefendi de bu garip çocuktan ürk­tü bir kere. Üzgünüm ki binde bir görülen bu hil­kat garibesi, sizin kıymetli ailenizde rastlandı. Na­zan Hanım’ın acısını gidermek için ikinci bir yav­ru dünyaya getirtmek gerekiyor.

Ama aile korkuyordu. Ya ikinci çocuk da böy­le olursa?

Doktor bunun böyle olmayacağına garanti veriyordu. Gerçekten de Garip’in doğumundan tam iki yıl sonra Nazan Hanım, taş gibi pembe ve sarışın bir yavruyu dünyaya getirdi ki, bu çocuğun güzelliği karşısında herkes hayran kaldı.

Aileye yaraşan çocuk dünyaya gelmiş, artık Garip’e acıyan bile kalmamıştı. Annesi onu uzak­tan görse başına çevirirdi. Hatta gebeliği sırasında yaşlı kadınlar:

Kızım sakın diğer maymunun yüzüne bak­ma, demişlerdi. Sonra karnındaki de ona benzer.

Bütün hamileliği süresince çocuğu ona göster­mediler. Belki içinde analığa ait kırık dökük birkaç duygu parçası kalmışsa, o da bu biçimde ortadan kalkmıştı.

Sevda adı verilen mini mini kızı, annesi seve­rek emziriyor, Garip’ten kestiği gıda hakkını, bü­tün sevgileri gibi ona bol bol veriyordu.

Ama bu, zavallı ilk çocuk için böyle değildi. Garip, uzaktan uzağa duyduğu ana sesini, ana kahkahalarını dikkatle dinliyor, o sırada mama yi yorsa hareketsiz kalıyor, bir şeyle oynarsa elleri duruyor, esmer yanakları kızarıyor, içinden gelen bir duygu ile sesin geldiği yere gitmek istiyordu.

Bunun böyle olduğunu, ancak Zeynep biliyor ve ara sıra yalvarıyordu:

Hanımım, ne olsa çocuktur, bir kere elini ol­sun değdiriver şu Garip’e.

Fakat anne nefret ediyordu ondan. Bunun için de Zeynep onu uyuturken:

Uyu benim garibim nenni,
Uyu benim anasızım nenni,
Uyu benim babasızım nenni,
Uyu Allah’ın garibi nenni.
Diye ninni söylerdi.

Garip, bu iyi yürekli köylü kızın elinden yiyip içer, onun kucağında uyur, onun elleriyle giydiri­lir, yıkanırdı.

Garibi başlarına bela sayan aile halkı, bu za­vallının ölüp ortadan kalkmasını bekler gibiydi. Öyle ya hanımından hizmetçisine kadar herşeyin güzeline, iyisine, kibarına alışmış olan aileye bu çocuk bir kir, bir leke, bir utanma ve sıkıntı getir­mişti.

Babası Sermet Bey onun dünyaya gelişine çok kederlenmiş; içi acımakla beraber, kendisine evlat­lığa yakıştıramamış, o da babalık duygusunu yen­miş ve anası gibi, babası da bir kerecik bu Garib’e el sürmemişti.

Çocuğun misafirlere görünüşü, Nazan Hanım’ı çok fena sinirlendirdi. Zeynep’i kovmaya kalkıştı. Ama:

Kim bakacak, dediler. Hiçbir hizmetçi onun­la uğraşmak istemiyor. Oysa ki bu kız gönüllü. Acıyor, belki de seviyor. Bizim hizmetçiler gibi şı­marık değil.

Seviyorsa alsın, gitsin köyüne. İkide bir beni herkesin yanında rezil ediyor.

Demek bu ana, Garip’e bu memleketi, bu köşkte bulunmayı da çok görüyordu?

Annesinin bu düşüncesi bütün aile halkı tara­fından beğenildi. Hatta bunu çocuğun iyiliği için yapılmış bir hareket saydılar:

Öyle ya dediler. Burası onun için tehlikeli. Köy havası ona yarar, belki biraz toplanır.

Bütün aileye sıkıntı olan ve ayaklarını zincirle­yen bu çocuğu köye götürmeye bakalım, Zeynep razı olacak mıydı?

Kendisine önerdikleri zaman bir düşündü. Ayıplar gibi Garip’in anasına baktı:

Hanımım, dedi. Sürüp çıkartacak mısın bu çocuğu bu yerden? Doğurduğun gibi bakmayacak mısın bu zavallıya? Yüreğin cız etmez mi senin?

Bu sorular ters bir cevap aldı:

Senin aklın ermez. Ayağının çarığıyla gelip, bize analık mı öğretmeye kalktın? Görmüyor mu­sun, buranın havası yaramıyor. Bir türlü kendisini toparlayamıyor. Köy havası ona iyi gelir.

Kesin yollayacak mısınız?

Evet.

Ben alır giderim ama.

Aması ne?

Bizim evler, pek sizinkine benzemez. Anam, babam fakir. O yüzden el kapısında çalışmaya gel­dim. Ne altımızda var, ne üstümüzde. Bu çocuk ne de olsa şehir çocuğu. Köydekiler gibi hasır üstün­de yatmaz.
Bazı ev eşyası, yatak falan almak için sana para veririz. Hem de her ay para yollarız. Senin için ayda altmış lira. Çocuk için de ayda yüz lira. Her ay başı çocuğu kucağına alır, bankaya gidersin çocuğu görürler, yüz altmış lirayı sana verirler. Tamam mı?
Tamam hanımım. Sağol.

Üç yaşına basacağı sırada Garip, sürgüne gidi­yordu. Doğduğu memleketten, kendisini doğuran kadından alıp götürdüğü hatıra, nasılsa aklında kalmış olan hatıra, kendisine doğru kollarına aça­rak yürüdüğü zaman göğsünden iten melek yüz­lü, zümrüt gözlü bir güzel kadın ve Zeynep’in ku­cağında o süslü bahçeyi geçerken, köşkün havuzu­nun berrak suyu içinde oynaşan kırmızı tatlı su ba­lıkları.

Garip, işte ömrünün sonuna kadar soluk bir resim gibi hatırlayacağı bu rüyayı alıp gitti.

Anasına gelince, o bahçeden geçen Zeynep’e süslü çocuk odasının tül perdeleri arkasından bak­mış, gözleri hafif sulanır gibi olmuş, kendisine doğru uzanan cılız kollar aklına gelmişti. Bundan duyduğu üzüntüyü gidermek için, süslü beşikte ikindi uykusunu uyuyan taş bebek kızına doğru gitti.

Ve bütün aile, o akşam, küçük sürgünün geride bıraktığı hüznü gidermek için, bir sazlı eğlence tertip ederek kendilerini avuttular.

Evleneli otuz yıl olduğu halde iki dönüm tar­la, bir çift davar sahibi olamayan Zeynep’in baba­sı, kızının cılız bir çocukla köye döndüğünü gö­rünce şaşmıştı:

Bu maymun yavrusunu da nereden buldun be Zeynep? Ne diye aldın, getirdin buraya? Biz kendi boğazımıza bakmaktan yoksunuz.

Zeynep cevabım verdi:

Merak etme babam benim. Garip geldiyse kısmetiyle geldi. Şehir havası yaramadı bu zavallıya. Doktorlar kesinlikle köy dediler. Benim aylığımı buraya yollayacaklar. Bu yavru için de her ay yüz kağıt gelecek.

Bu para köy için bir servetti. Karı koca el kapı­larında, el harmanlarında çalışan Zeynep’in anası, babası çok sevindiler. Babası Halil, kasabaya gidip çocuk için bir pamuk şilte, patiska, kap kacak ve çamaşırlık aldı. Anası Hatice, kerpiç odadan birim çocuğa ayırdı. Zeynep orada yatacaktı çocukla.

Yere yaban hasırları serdiler. Köşeye tahta bir yükselti koydular. Zeynep perdeler işledi, yatak örtüsü, yastık başları işledi.

Komşular, genç kızlar gelip gitti. Zeynep’in hava değiştirmeye getirdiği çocuğu, bütün köy halkı gördü. Kasabaya biricik eşeğiyle odun satan, işi gücü bu olan Bekir de geldi. O güne kadar Be­kir’e tatlı bir söz söylememiş, yüz vermemiş ama içinden sevmiş olan Zeynep, adamın:

Gayri sen İstanbul’lu oldun, biz de umudu keselim mi senden? diye, anasının babasının….

Benzer İçerikler

Karne Sevinci | Zeki Sarıkavak

yakutlu

Kip Kardeşler (Ünlü Çocuk Romanları – 4)

yakutlu

Palyaço

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy