Herkes kendi kuyusunu kalbinde taşır, biliyordun.
Karşısına çıkan her şeyi yakarak üzerine gelen, sinsice etrafını kuşatan bir hayat yangınında korku içinde ne yapacağını düşünürken gördün onu ilk defa. Kaçmaktan bitap düşmüş bir haldeyken yüzüne baktın, sana elini uzattı, elini tuttun. Korkutucu şimşeklerle yüklü gri bulutların kuşattığı yasaklı gökyüzünden elini uzatan asi bir melekti. Yedi kat göğün ötesinden usulca uzandı zarif eli, bulutların arasından, alevlerin arasından uzandı, yavaşça göğsünü yarıp, delice çarpan kalbine dokundu. Dokunduğu yer sızladı. Açık yara.
Yalnızlık ve varoluş ağrısı. Bir aşkı, bir kadını ve bir mucizeyi yitirmek. Kaybettiği kadını şehrin sokaklarında, hafızasının karmaşık dehlizlerinde ve kendi içindeki karanlık kuyusunda arayan yalnız bir adam. Bir yandan evini terk eden bir annenin geride bıraktığı kapanmaz çocukluk yaraları diğer yandan erken vedalaşan dostların hüznü. Bir terapi koltuğundaki sayıklamalar.
Geç Kalan; kendine özgü diliyle, edebiyatıyla, güçlü duygu dünyasıyla okurları büyüleyen Tarık Tufan’ın en şiirsel metinlerinden biri. Parçaları tamamladığınızda yüreğinizde derin bir iz bırakacak sarsıcı bir eser ve unutamayacağınız bir arayış hikâyesi.
*
“Vücutlarımız, birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir; asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!”
Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar
“Seni özgürce ve korkusuzca sevebilmek için neler verebileceğimi bilseydin!”
Anna Karenina, Lev Nikolayeviç Tolstoy
“Bu aşk, hayatının bütün o eski aşklarından hiçbirine benzemeyecekti. Her zaman aşklarından galip çıkarken bu aşkından mağlup çıkabileceğini hissetti.”
Aşk-ı Memnu, Halid Ziya Uşaklıgil
1
sahilde ölü at
Sahile ölü bir at vurdu, ilk gören ben oldum. Sabahın erken saatlerinde kayalıkların dibinde oturmuş, anlamsız bir ruh hali ve boş bakışlarla denizi seyrederken gördüm kıyıya vuran iri dişli, uzun yeleli, koyu kahverengi atı. Ölü bir at görmeyi beklemiyordum, şaşırdım, dalgınlığım orta yerinden yarıldı. Pusuya yatmış kederler büyük çatlağın arasından üstüme çullandı. Çünkü atların ölümüne hazırlıksız yakalanır insan. Çünkü ölü atlar bir savaşı kaybetmenin ilk işaretidir. Kaçınılmaz bir yenilginin acı habercisi.
Suyun yüzeyinde tuhaf bir şey gözüme çarptı önce, ama ölü bir at olabileceğine ihtimal vermedim. Şişkin kahverengi at ölüsü, çok uzaklardan yola çıkmış hüzün, özlem ve kasvet yüklü mektuplar gibi usul usul kıyıya yaklaştı. Oradaydı. Süvarisini çoktan yitirmiş. Denize atılmış bir eşya olduğunu düşündüm evvela. Telaşlı, küçük dalgalar davetsiz misafiri kayalara biraz daha yakınlaştırınca anladım ne olduğunu. Kıyıya vurmuş ölü bir at. Zihnimin bana oynadığı oyunlardan biri mi acaba diye kendi kendime sorarken gerçekliğin duvarına çarpıp geri döndüm. Başlamış bir savaş, kıyamete değin sürer.
Yenik düşmüş yaralı atları vururlar. Sessiz bir ölüm düşer paylarına. Çünkü kaybetmenin acısı, kurşunun ve ölümün acısından ağırdır. Şehrin barbarlığı ve yenik düşenlerden arta kalan yağmalanmış hayaller.
Kafamın içindeki sarsıntılar sayıklamalarımı çoğalttı: Yüzüstü kapaklanmış bir at, ölü, İlhami Çiçek, şair, ölü at, ölü şair, ıssızlık, ezeli mağlubiyet, yalnızlığım. Midemde kasılmalarla birlikte bulantılar arttı, birden oturduğum kayaların arasındaki karanlık boşluklara kusmaya başladım, midem bomboştu, yalnızca zehir tadında sarı safralar geldi ağzıma, dilimde kötü, ekşi bir tat kaldı, o buruk tat yeniden midemi bulandırdı, hayata benzeyen tiksindirici bir döngünün içine hapsoldum. Kayalıkların karanlık boşluklarındaki karanlık bakışlı hayaletler, karanlık sözlerle ayarttı boş ve kayıp bir hayattan usanmış ruhumu. Hafızamı kustum.
İki büklüm kıvranırken, yanıma orta yaşlı bir adam yanaştı, üzerinde kırmızı, pahalı bir eşofman, gözlerinde pahalı güneş gözlükleri, elinde pahalı cep telefonu, her iki kulağında pahalı kablosuz kulaklıklar ve ayaklarında pahalı beyaz ayakkabılar vardı. Hayatın ucuz anlarına basıp geçerken üzerine çamur sıçramasın diye bir yandan kendini sakınıp bir yandan telefonu silah gibi doğrultmuş video çekiyordu.
“Beni mi çekiyorsun lan?” diye huysuzca ve öfkeyle çıkıştım. Ucuz ve kaba sözlerle. “Hayır sizi neden çekeyim, ölü atı çekiyorum” diye çekingen bir cevap verdi. Ölü bir at, safra kusan bir adamdan daha ilgi çekici. Haklı. Yanımdan uzaklaştı, atı daha yakından çekmeye başladı. Hemen arkasından bu kez bir kadın tereddütlü adımlarla kayalıklara sokuldu. Yüzünde ölü atların kederli yenilgisine tanık olmanın dehşeti vardı. İçimi görebilseydi, yüzündeki dehşet katlanarak artabilirdi, yüzüme bakmadı. Yüzüme bak! Bunu daha evvel bir kadına daha söyledim. Hatırlıyorum. Gözlerimin içine bak!
Yenildim, yaralandım, beni de vurdular ve bu kayalıkların dibine fırlattılar. Gözlerim biraz yorgun.
Oturduğum yerden kalkmadan, karnı şişmiş, derisi davul gibi gerilmiş kahverengi atın suyun üzerinde batıp çıkmasını izlemeye başladım; yelelerini, iri dişlerini, kuyruğunu, tahta gibi katılaşmış duran bacağındaki gergin kasları gördüm. Birden beklemediğim bir şey oldu, gözlerime yaşlar hücum etti. Kendimi tutamadım, oturduğum yerde sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Ne kadar uğraştıysam da bu sarsıntılı ağlayışa mâni olamıyordum. Ağzım, burnum akmaya başladı. Elimle yüzümü gizlemeye çalıştım, sonra vazgeçtim, kolumla yaşları sildim, gömleğim ıslandı, umursamadım, gövdemin her yanı titriyordu.
Ölü kahverengi attan biraz evvel, aynı sahile vurmuş ölü bir adamdım ben. Başka bir savaşta göğsümden vuruldum. O civarda oturmuyordum, sabahın o saatinde neden orada olduğumu bile bilmiyordum, hayatın bir kenara savurduğu ölü bir hayvandım. Kendi halimi düşündükçe ağlamam şiddetlendi. O sahile nasıl geldiğimle ilgili kocaman bir boşluk vardı kafamda: Sabah uyanıp mı oraya gelmiştim, yoksa gece hiç uyumamış mıydım? Bunun bir önemi yoktu, ağlamam dinince, ıslak kayalıklarda ayağım kaymasın diye dikkat ederek, olduğum yerde güçlükle doğrulup ayağa kalktım, pantolonumu silkeledim, etrafıma bakındım, küçük bir kalabalık oluşmuştu. Ölü atın başına üşüşen insan kalabalığının arasından bir hayalet gibi süzülüp uzaklaşmaya başladım. Yeniden kendimle baş başa kalınca, kafamdaki boşluğun sadece önceki geceden ibaret olmadığını anladım, derinliğini tahmin edemediğim dipsiz boşluk bütün varlığımı içine çekmişti.
Yol, aceleyle bir yerlere yetişmeye çalışan asık suratlı insanların kullandığı arabalarla doluydu. Yalpalayarak yürümeye devam ettim, tutunacak bir şey arıyordum. Bir kelime. “Suratınızı asıp durmayın, hepimizi aynı çukura gömdüler, ölümün silinmez izleri var yorgun gövdelerimizde, geç kaldık, her şey için çok geç artık” diye bağırmayı hayal ettim. Ağzımı açtığım anda bozuk, ekşi safra kalıntısı hâlâ yaşadığımın iğrenç bir delili olarak dilime kadar geldi. Baştan aşağı kesif bir suçluluk duygusuyla doluydum; ölümle yaşam arasında bir yerde sıkışmıştım, ruhum suçluluğumu derinleştiren bir hayal kırıklığıyla yurtsuz kalmıştı. Bir ayağı kısa masanın sinir bozucu dengesizliği vardı üzerimde, yalpalayarak yürüdüm. Ne olmuştu da bu kadar yorgun hissediyordum?
Hafızam küçük boşluklar dışında gereğinden fazla yerinde sayılır: Kadıköy’de oturuyorum (buraya kadar yürüyerek gelmiş olamam, olabilir miyim gerçekten?) ve bir süre önce Füruzan’la ayrı düştük. Hayatımın özeti bu kadar, “Kadıköy’de oturuyorum” kısmı bile fazlalık, “Füruzan artık yok” demek, bu dünyadaki varlığıma dair her şeyi anlatmak için yeterli. Benim için tek gerçek bu: Füruzan beni yalnız başıma bırakıp gitti. Servileri kesilmiş bir mezarlık kadar kimsesiz kaldım, içimde ölmeye yüz tutmuş hatıralar var.
“Biz onlar gibi olmayalım” deyip duruyordu Füruzan. Bir şeyleri önceden hissetmişti sanki ve son zamanlarda daha çok tekrarlıyordu. Biz onlar gibi olmayalım. Biz de onlar gibi olduk. Her şey birbirine girdi; umutsuzluk, umut kırıcı uzaklıklar, ikiye bölünmek, bağlılık ve yıkım. “Birbirimi ze Klimt’in tablosundaki adamla kadın gibi sarılalım” derken zaman geçti ve dokunaklı, şiirsel, can yakıcı bir ayrılığın kirli elbiselerini giydik üzerimize.
Beni bütün sefaletimle baş başa, çaresiz bırakan o can alıcı soruyu sorduğu günü hatırlıyorum. “Benim yerimde olsan, senin gibi bir adama katlanmaya devam eder miydin?”
Cevap bekleyen bir soru değil, içinden kopan incecik bir sitemdi. Her ikimize avuntu verecek sözler aradım, bulamadım, cılız birkaç teselli havada kaldı, düştü. O an ayrılık denen illetin, epeyce bir zamandır etrafımı sessizce kuşattığını ve benim bundan habersiz olduğumu anladım. Hayatımda en sevdiğim kadın, beni katlanılması gereken bir adam olarak görüyormuş da bilmiyormuşum. Kaskatı kesildim. Cevap beklemediğini bile bile, sırf kendimi cezalandırmak için “Etmezdim” diye karşılık verdim. Sırtını demirden zincirlerle kamçılayan günahkâr Orta Çağ ruhbanları kadar acımasız oldum kendime. Söz ağzımdan çıktığında pişmandım ve artık pişman olmak için çok geçti. Çünkü Füruzan yok.
Kafamdaki ölü atla birlikte sahilden kalkan Kadıköy dolmuşlarına doğru yürüdüm. Siren sesleri kulaklarımı yırtarcasına inliyordu. Etrafa bakındım, ambulans göremedim. Sesler kafamın içinde belki de. Siren sesleri, siren sesleri, siren sesleri… Üzerimdeki uğursuz hezeyanlardan sıyrılabilmek için, bir an evvel Füruzan’ı görmem, ona birkaç şey söylemem lazım.
Seni düşünmek için aklımın başında olması kâfi, ama seni düşünmeye başladığım anda aklım başımdan gidiyor.
2
bağlanma
Herkes biliyor yalnızlığın ölüm, ölümün de yalnızlık olduğunu. Belki bu yüzden en çok ölenle ölünmez demeleri öfkelendiriyor seni. Çünkü bir gece sabaha karşı henüz güneş doğmadan öldün sen. Ölenle öldün. Hayat dolu bir parçan eksildi, hayata bakan gözlerin kör oldu, alacakaranlıkta yapayalnız, çırılçıplak kaldın.
Sahile vuran ölü ata ağlaman bu yüzden. Yenildin ve seni de vurdular. Belki de kendi kendini vurdun… Kim bilir! Kimseler fark etmedi öldüğünü. Cesedin kimsesiz, sahipsiz, bir başına kaldı köhnemeye yüz tutmuş bir vapur iskelesinde. İskelenin yanı başındaki kayalıkların dibinde. Bunu söyleyenler, gerçeği bilmedikleri için üzgün bir suratla tekrar edip duruyorlar. Teselli olsun diye. Seni teselli etmeye yetmiyor bu sözler, çünkü kelimeler ölülere teselli vermez. Mezarlığa dönen şehir, açık yara, ayağı kırık bir at. Birazdan vuracaklar. Sık sık onu ilk gördüğün anı hayal ediyorsun. Onu sevmeye sürekli yeniden başlarcasına, ilk anın her detayını hafızanda döndürüp duruyorsun. Bir seçme hakkın olsaydı, hayatının sonuna kadar aynı günü tekrar tekrar yaşamayı isterdin. Onu ilk gördüğün günü. Dünyanın en güzel masalının başlangıcı. Bağlanma.
Karşısına çıkan her şeyi yakarak üzerine gelen, sinsice etrafını kuşatan bir hayat yangınında korku içinde ne yapacağını düşünürken gördün onu ilk defa. Kaçmaktan bitap düşmüş bir haldeyken yüzüne baktın, sana elini uzattı, elini tuttun. Korkutucu şimşeklerle yüklü gri bulutların kuşattığı yasaklı gökyüzünden elini uzatan asi bir melekti. Yedi kat göğün ötesinden usulca uzandı zarif eli, bulutların arasından, alevlerin arasından uzandı, yavaşça göğsünü yarıp, delice çarpan kalbine dokundu. Dokunduğu yer sızladı. Açık yara.
Tuhaf bir mutlulukla doldu için; bir kalbin olduğundan değil, ona gerçekten dokunabilen birinin varlığından. Hemen arkasından bir sancı gelip geçti içinden. “Birinin kalbine böylesine rikkatle dokunabilmek ancak derin acılara maruz kalanların maharetidir.” Yüzüne daha dikkatle baktın. “Kim bilir” diye düşündün, “saçlarında açan nar çiçeklerinin arasında hangi gönül ağrısını, hangi yaşamak kederini gizliyor bu kadın?” Bir meleğin yüzünde gizlenmiş kaçak yolcuydu saklı acıları. Gördün. Güzelliği gözlerini kamaştırırken hem de. Beyaz kanatlı bir kelebek şehrin en işlek meydanında asık suratların arasında süzüldü. “Sen gerçek misin?” diye soracaktın az daha. Oysa mucizelere inanıyorsun: Babasız dünyaya gelen çocuğa, ayın ortadan ikiye ayrılmasına, Kızıldeniz’in yarılmasına, toprağa konan ölünün dirilmesine ve aşka.
Karşı karşıya geldiğinizde bir anlığına sustun. Acemice bir suskunluktu, aradığın hiçbir kelimeyi bulamadın, dilin tutuldu ve o zaman anladın ki orada, uzakları yakın eden sultaniyegâh bir aşk derdi var; kelimeleri ötelere savuran, sessiz sedasız, aşk. Kelimeleri kifayetsiz, aciz, dermansız bırakan kader. Alınyazısı.
İnsanların yanından yürüyüp giderken elleriniz birbirine değdi, arkanızda kızıl kan izleri, hanginizin gizli yaralarından sızıyor belli değil. Belki her ikinizin, birbirine karışmış. Büyülü bir çemberin içine girip görünmez oldunuz. Kalabalığın orta yerinden, insanların arasından geçip gittiniz. Bir oyun gibiydi. Görünmezlik oyunu. O günden sonra şehrin bütün sokaklarında aynı oyunu oynadınız. Dünyayla aranıza bir mesafe girdi. Yalnızca ikiniz vardınız yeryüzünde. Allah önce onu yarattı, sonra onun bakışlarından seni yarattı. Aynı dili konuşan iki yalnız.
O ilk karşılaşmayı birbirinize anlatmayı ne çok sevdiniz. Her seferinde yeni bir detay anlatıyor. Sanki anları biriktirmiş de her konuşmanızda hediye kutusundan birini çıkarıp sana veriyor. Şaşırıyorsun. Sahi ona şaşırmadığın tek bir an var mı?
Gözleri dolarak anlattığı bir şey var ilk tanışma anına dair. Ona “Aç mısın?” diye sormuştun. “Hayır” dese de dinlemedin, “Sen yoldan geldin, açsındır” deyip yakınlardaki esnaf lokantasına götürdün. Öğle yemeği vaktini geçmişti saat, boş lokantada karşılıklı oturdunuz, o yemeğini yerken sen çay içerek eşlik ettin. Neden gözleri dolarak anlatıyor bunu? Bir öğle yemeğine bu kadar derin duygularla anlam yüklemesi neden? Aynı soruyu ona da sordun bir keresinde. “Sıradan bir yemek ikramı değildi, yüzünün derinliklerinde bir merhamet ve yakınlık gördüm” diye cevap verdi. O günden sonra ne zaman anlatsa çocuklar kadar mutlu oldun.
Uzun yürüyüşlerin başlangıcıydı –sonraları epeyce kısaldı– tanıştığınız ilk gün. Kendisinden bahsetti uzun uzun. “Ben her sabah bu dünyadan gidecekmiş gibi uyanıyorum.
Bu yüzden de her şeyi aşk dolu bir coşkuyla yapıyorum” dedi. Senin ruhunu bir telaş kapladı. İnanç dolu bir tutkuyla umuttan bahseden sesinin hüzünlü gölgesi düştü birden kalbinin üzerine. İçini kemirip duran tuhaf bir çelişki. Yüreğin ağzına kadar yağmur dolu gri bulutlarla doldu taştı, bir fırtına biriktiriyordu sanki. Kocaman bir sıkıntı nefesini kesti. Kırık bir aşka hazır olabilir mi insan? Bile isteye. Yaşamak kadar kırık dökük bir aşk. Bir sırra vâkıf olmanın ağırlığı. Boşlukta hissediyordun kendini. Hangi yana adım atacağını düşündün belki de. Sonunda aşk dedin. Bile isteye.
Gece ne yaptıysan uyku tutmadı. Gözlerini her kapattığında onu gördün. Onunla yeniden yana yana olmaya, akıp giden sözlerine teslim olmaya dayanılmaz bir arzu duydun. Gözlerin tavanda asılı dururken elini kalbinin üzerine götürdün, oradaydı, onun elinin sıcaklığı da üzerinde duruyordu. Oradaydı kalbin ve sanki yerini yadırgıyordu; onunla birlikte gidecekken senin göğsüne hapsolmuş gibi. Gecenin ve sessizliğin içinde durmadan saçlarının salınışının melodisi yankılandı. Tanıştığınız günün gece yarısında onu ilk kez özledin. Yazgına duyduğun derin sadakatin ilk gönül yarası. İlk ayrılığınız oldu böylece; hiç bitmeyen, sonu gelmez ayrılıkların başlangıcıydı bu.
O günden bu yana gerçeği bilmenin ağır hesabını, her gece uykusuzluğunla ödedin. Bütün ihtimallerde gitmek var. Bütün ihtimallerde ölmek.
Sonunda büyük acılara gebe olmayan hiçbir şey hakikat değildir. Belki aşk bu yüzden hakikatlerin en büyüğüdür.
…