Gelecekbilim kongresi-STANISLAW LEM

Sekizinci Dünya Gelecekbilim Kongresi Kosta Rika’da yapıldı. Doğrusu Profesör Tarantoga beni herkesin kongreye katılmaını beklediğine ikna etmese, Nounas’a asla gitmezdim. Günümüzde yapılan uzay yolculuklarının yeryüzündeki sorunlardan kaçmanın bir yolu olduğunu -üstüne basa basa- söyledi. Yani insan, olabilecek en kötü şeylerin kendi yokluğunda gerçekleşip sona ermesi umuduyla gidiyordu yıldızlara. Şu bizim gezegen yanık bir patatesi andırıyor mu diye defalarca -özellikle de uzun bir seyahatten dönerken- lombardan dışarı endişeyle baktığımı inkar edemezdim. Tarantago’yla hiç tartışmaya girmeyip gelecekbilim konusunda uzman sayılamayacağımı belirtmekle yetindim. Bunun üzerine Tarantoga, otomobil motorundan hemen hiç kimsenin pek bir şey anlamadığı ama “Beyler şu motordan anlayan var mı?” çağrısına da kimsenin kayıtsız kalmadığı cevabını verdi.
Gelecekbilim Derneği’nin yöneticilerinin bu yılki toplantı mekanı olarak seçtikleri Kosta Rika’da sadece nüfus patlamasını denetim altında tutmanın yöntemleri ele alınacaktı.
Kosta Rika hali hazırda dünyanın en yüksek demografik büyüme oranına sahip. Güya başlı başına bu gerçek yapacağımız tartışmalardan işe yarar birtakım sonuçlara varmamızı sağlayacaktı. Gerçi bütün gelecekbilimcileri ve onların iki katı sayıdaki gazetecileri barındırmaya müsait yegane otelin Nounas’taki yeni Hilton olmasına işaret eden ve toplantıya kuşkuyla bakanlar da vardı. Otel konferans esnasında tümüyle yıkıldığına göre, birinci sınıf olduğunu söylemenin reklama girmeyeceğini düşünüyorum. Müzmin bir sefa düşkününün sarfettiği bu sözler özel bir anlam taşıyor; zira beni, rahat yuvaını terk edip uzayın meşakkatli yollarına düşüren şey sadece görev bilinciydi.
Kosta Rika Hilton, dört katlı düz bir zemin üzerinde yükselen yüzaltı katlı bir oteldi. Zeminin terasında tenis kortları, yüzme havuzları, solaryumlar, koşu pistleri, (aynı zamanda rulet çarkı görevini gören) atlıkarıncalar, yirmidört saat önceden sipariş verilmesi durumunda insanın canının çektiği herhangi bir kimseye -bu kimsenin temsili resmine-ateş edebileceği atış galerileri ve seyircilerin kendilerini kaybetmeleri ihtimaline karşı gözyaşı bombasıyla donatılmış amfitiyatrolar vardı. Yüzüncü katta bir oda verdiler bana. Buradan görebildiğim tek şey, şehrin üzerine çökmüş mavimtırak kahverengi hava kirliliği bulutunun tepesiydi. Oteldeki kimi eşyalar beni çok şaşırttı – örneğin yeşim ve akik taşları döşeli banyonun bir köşesine yaslanmış üç metre uzunluğundaki kol demiri, dolabın içinde asılı duran haki kamuflaj pelerini ya da yatağın altındaki peksimet çuvalı. Küvetin üzerinde, hemen havluların yanında, standart tırmanma ipi sarılı devasa bir makara asılıydı. Kapıda ise üzerinde “Bu Odada Bomba Bulunmadığını Garanti Ederiz. İmza Müdüriyet.” yazan bir kart vardı; ilk olarak, Yale marka kilidi üç kez çevirmeye gittiğimde gözüme ilişmişti kart.
Herkesin bildiği gibi günümüzde iki tür akademisyen var artık: Masabaşındakiler ve gezginler. Masabaşındakiler çalışmalarını geleneksel yöntemlerle sürdürürken, bir türlü yerinde duramayan diğer meslektaşları akla hayale gelebilecek her çeşit uluslararası seminer ve sempozyuma katılırlar. Bu ikinci akademisyen tipini şıp diye teşhis etmek mümkün: Yakasına adını, akademik unvanını ve çalıştığı üniversiteyi belirten bir kart takar; cebinden uçakların iniş kalkış saatlerini içeren bir program sarkar; kemer tokaları -ve de el çantalarının üzerindeki kilitler- asla metal olmaz, havaalanlarında uçağa binecek yolcularda silah taraması yapan aletlerin alarmlarını lüzumsuz yere çaldırmamak için hep plastik olur bu tokalar. Gezgin akademisyenimiz, uzmanlık alanına dair literatürü otobüslerde, bekleme salonlarında, uçaklarda ve otel barlarında çalışarak takip eder. Yeryüzünün son zamanlardaki çoğu adetine -haliyle- alışık olmadığımdan Bangkok, Atina ve de Kosta Rika havaalanlarında alarmları öttürdüm. Ağzımda altı adet amalgam dolgu vardı, Nounas’ta bunları porselen yaptırmayı düşünüyordum, ancak hiç beklenmedik biçimde gelişen olaylar bu planımı suya düşürdü. Amerikan Gelecekbilimciler Delegasyonu’ndan bir şahıs, bana otellerin eskiden bilinmeyen birtakım güvenlik önlemleri aldığını sabırla açıklayınca tırmanma ipi, kol demiri, peksimet ve kamuflaj pelerini konusunda aydınlanmış oldum. Bu eşyaların otel odasında bulundurulması sayesinde odada kalan müşterinin ömrü önemli oranda uzatılmış oluyordu. Bu sözleri fazla ciddiye almamakla ne kadar aptallık etmişim!
Toplantıların birinci gün akşamüstü başlayacağı bildirilmişti. O sabah hepimize konferansın tamamını kapsayan programlar dağıttılar. Çok sayıda çizelge ve şemayı içeren yazılı malzeme özenle basılmış, zarif bir biçimde ciltlenmişti. Her biri “Bir Seferlik Cinsel İlişki için Geçerlidir” damgalı, gök mavisi kabartma kuponlarla dolu bir kitapçık özellikle ilgimi çekti.
Açıkçası günümüzde yapılan bilimsel toplantılar da nüfus patlamasından muzdarip. Gelecekbilimcilerin sayısı, dünya nüfusunda görülen artışa orantılı olarak arttığından bu kişilerin düzenlediği toplantılarda kalabalık ve kargaşa hüküm sürüyor. Bildirilerin sözlü sunulması imkansız; bunların önceden okunınası gerekiyor. Gerçi o sabah herhangi bir şey okumaya zaman yoktu. Müdüriyet hepimize içki ısmarladı. Amerikan heyetine atılan birkaç çürük domates dışında bu küçük çaplı tören olaysız geçti. Uluslararası Basın Birliği’nden tanınmış bir muhabir olan Jim Stantor’dan, Kosta Rika Amerikan Elçiliği’nde görevli bir elçiyle üçüncü derece bir ataşenin şafak vakti kaçırıldığını öğrendiğimde martinimi yudumlamaktaydım. Kaçırma eylemini gerçekleştirenler, diplomatların karşılığında tüm siyasi suçluların salıverilmesini talep ediyorlardı. Bu aşırı uçtan eylemciler, niyetlerinde ciddi olduklarını kanıtlamak için elçiliğe ve çeşitli hükümet dairelerine rehinelerin dişlerini göndermişler, fiziksel şiddete başvuracaklarını ima etmişlerdi. Ancak bu aksilik, samimi bir havada geçen sabah toplantımıza yine de gölge düşürmedi. Amerikan büyükelçisi de toplantıdaydı. Uluslararası işbirliğine duyulan ihtiyaç üzerine kısa bir konuşma yaptı – kısa bir konuşmaydı çünkü silahlarını üzerimize doğrultmuş, sivil giyimli altı iri kıyım adam tarafından sarılıydı büyükelçinin etrafı. Bu durum beni hayli tedirgin etti, özellikle de yanımda duran koyu tenli Hint delege burnunu silmek zorunda kalıp da pantalonu-nun arka cebindeki mendile uzanınca. Daha sonra Gelecek-bilim Derneği’nin resmi sözcüsü, alınan tedbirlerin hem gerekli hem de insani olduğu konusunda temin etti beni. Korumalar artık yüksek kalibreli, düşük tesirli silahlar kullanıyorlar. Güvenlik görevlilerinin yolcu uçaklarında masum insanlara zarar gelmemesi için üzerlerinde bulundurdukları türden silahlar bunlar. Suikaste yeltenen kişiyi delip geçen kurşunun, o kişinin hemen arkasında, kendi halinde dikilen beş altı insana daha isabet etmesi gibi olaylar eskiden sık yaşanırdı. Yine de yanıbaşınızdaki birinin yaylım ateşine tutulup yere yapışması hoş bir manzara değil; neticede hadise, karşılıklı diplomatik yazışmalar ve resmi düzeyde özür dilemelerle sonuçlanan basit bir yanlış anlamadan kaynaklansa da.
Ancak insancıl balistik bilimi gibi çetrefilli bir meseleyi çözmeye çalışmak yerine, belki de bütün gün boyunca neden konferans malzemesiyle ilgilenemediğimi açıklamalıyım. Efendim, kan lekeli gömleğimi alelacele değiştirdikten sonra kalıvaltı etmek üzere otelin barına gittim. Aslında genellikle böyle bir şey yapmam. Sabahları rafadan yumurta yemektir adetim, ancak insanın, mide bulandırıcı soğuklukta olmayan bir yumurtayı odasına getirtebileceği otel henüz inşa edilmedi. Kuşkusuz metropollerdeki otellerin giderek daha büyük yapılmasından kaynaklanıyor bu. Mutfakla kaldığınız oda arasında ikibuçuk kilometre mesafe olunca yumurtanın sarısını hiçbir şey sıcak tutamaz. Bildiğim kadarıyla Hilton uzmanları, bu sorunla ilgili incelemelerde bulunup tek çözümün, sesten hızlı hareket eden özel yemek asansörleri olduğu sonucuna vardılar. Ancak ses duvarının aşılmasından kaynaklanan gürültünün kapalı bir alanda herkesin kulak zarını deleceği de açık. Tabii otomatik aşçı yumurtalar yukarı katlara çiğ olarak gönderebilir ve otomatik oda hizmetçisi de bunları hemen odanın içinde rafadan pişirebilir; ancak bu sefer de insanlar otele kendilerine ait tavuk kümesleriyle girip çıkmaya başlarlar. Haliyle bara doğru yola koyuldum.
Otellerde kalan müşterilerin yüzde doksanbeşinden fazlası, ya bir konferans ya da bir toplantı nedeniyle gelirler buralara. Yakasında kart taşımayan, bavulu programlar ve notlarla tıka basa dolu olmayan yegane konuk türü diyebi leceğimiz münferit turist, çölde inci tanesi kadar ender rastlanan bir şeydir. Kosta Rika’da bizim grubun dışında ayrıca Kıdemli Protestocu Öğrenciler Genel Kurulu, Özgür Edebiyat Yayıncıları Konvansiyonu ve Işıkseverler Derneği (kibrit paketi koleksiyoncuları) bulunuyordu. Aslında aynı örgüte üye kişiler aynı kattaki odalara yerleştirilirler; ancak Müdüriyet, herhalde beni onurlandırmak niyetiyle, yüzüncü katta bir oda ayarlamıştı bana. Bu katın kendine ait bir palmiye q.ğacı korusu vardı; sadece kızlardan kurulu bir orkestra, korunun içinde bir yandan Bach çalarken bir yandan da koreografisi ustalıkla kotarılmış bir striptiz gösterisi sahneliyordu. Bütün bunlar lüzumsuzdu aslında, ancak maalesef başka boş oda olmadığından bana verdikleri odada kalmak zorundaydım. Benim kattaki barda kendime oturacak bir yer arıyordum ki geniş omuzlu, kapkara sakallı (son bir haftada yediği şeylerin mönüsünü okumak mümkündü bu sakaldan) bir şahıs, çift namlulu ağır tüfeğini askısından çıkarıp namluyu burnuma dayadı, kaba bir kahkaha atıp papavurucusunu beğenip beğenmediğimi sordu. Papavurucunun ne menem bir şey olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu, ancak cehaletimi itiraf edecek kadar da saf değildim. Bu gibi durumlarda alınacak en temkinli tavır sessiz kalmaktır. Zaten de adam, ilk iş sırrını açık edip, lazer taramalı teleskop nişangah, üç kademeli tetik ve otomatik yükleme donanımına sahip bu- yüksek tesirli, mükerrer ateşli silahının özellikle papaları vurmak için imal edildiğini söyleyiverdi. Durmaksızın konuşurken cebinden katlanmış bir fotoğraf çıkardı; adamın, rahip cüppesi ve takkesi giydirilmiş bir mankene pür dikkat nişan alırken çekilmiş bir resmiydi bu. Söylediğine göre mükemmel bir nişancı olmuştu ve Roma’ya gitmek üzereydi; çok önemli bir hac ziyareti için, St. Peter Kilisesi’nde papayı vurmak için hazırdı artık. Anlattıklarının tek kelimesine bile inan madım ama adam çan çan konuşmaya devam ederken bir ara, uçak biletini, turistlerin yanlarında taşıdıkları dua kitabını, Amerikan Katolik hacılar için hazırlanmış bir seyahat programıyla başlarına haçlar kazılı kurşunların durduğu fişek kutusunu gösterdi bana. Tutumlu davranmak için sadece gidiş bileti almıştı, çünkü inanç sahibi insanların öfkeden deliye dönüp kendisini lime lime edeceklerinden kesinlikle emindi – o anı düşünmek bile onu keyiflendiriyordu sanki. tik aklımdan geçen, bu adamın ya zırdeli ya da profesyonel bir fanatik terörist (bu aralar ortalıktan hiç eksik olmuyorlar) olduğuydu, ancak bir kez daha yanılmıştım. Silahı ha bire yere düşüp durduğu için tekrar tekrar yüksek bar taburesinden inmek zorunda kalmasına rağmen, konuşmaya hiç ara vermeden, aslında inançlı ve sadık bir Katolik olduğunu açıkladı bana. Dikkatle düşünüp tasarladığı eylem -”P Operasyonu” adını vermişti ona- kişisel açıdan çok büyük bir fedakarlık olacaktı; çünkü dünyanın vicdanını sarsmak niyetindeydi ve hiçbir şey böylesine aşırı uçta bir eylemden daha büyük bir sarsıntı yaratamazdı. Yapacağı şey, tam olarak Kitab-ı Mukaddes’te İbrahim’in ls-hak’a yapması emredilen eylemdi. Tek fark işin tersine dönmesiydi, adam bir oğul değil bir babayı kurban edecekti, hem de kutsal bir babayı. Bana yaptığı açıklamaya göre aynı zamanda da bir Hıristiyana caiz olan en makbul şehitlik mertebesine ulaşacaktı; çünkü bedeni dehşetengiz bir acıya ruhu ise ebedi lanete maruz kalacaktı – tüm bunlar insanlığın gözlerini açmak uğrunaydı. “Aman,” diye düşündüm, “ortalıkta ne çok göz-açma meraklısı varmış.” Adamın açıklamalarından ikna olmamıştım, iznini isteyip papanın hayatını kurtarmak -yani birilerine bu tezgahı bildirmek- üzere yanından ayrıldım, ancak 77. katın barında tesadüfen karşıma çıkan Stantor, daha anlatacaklarımı sonuna kadar dinlemeden, Vatikan’a giden son Amerikalı turist kafilesinin XI.
Hadrianus’a sunduğu hediyeler arasında iki saatli bombayla içinde kutsal şarap yerine nitrogliserin bulunan bir varil olduğunu anlattı. Yerel gerillaların geçenlerde elçilik binasına, henüz kime ait olduğu bilinmeyen bir ayak postaladığını öğrenince Stantor’un kayıtsızlığına biraz daha anlam verebildim. Tam konuşmamızın ortasında Stantor’u telefona çağırdılar; anlaşılan adamın teki biraz önce protesto amacıyla Avenida Romana’da kendisini yakmıştı. 77. kattaki barın ortamı, benim kattakinden tamamiyle farklıydı: Balık ağından yapılma, bele kadar gelen elbiseler giymiş bir sürü çıplak ayaklı kız vardı, kimilerinin yanlarından süvari kılıçları sallanıyordu; kızlardan bazıları uzun örülü saçlarını son zamanların modasına uygun olarak dik ya da çivili yakalarına tutturmuşlardı. Bunların, Işıkseverlerin kadın üyeleri mi yoksa Özgür Yayıncılar Birliği’nde çalışan sekreterler mi olduğundan emin değildim – ama etrafta duranlara dağıttıkları renkli sayfalardan anladığım kadarıyla büyük ihtimalle ikinci gruba dahildiler. Dokuz kat aşağı, Gelecekbilimci tayfasının kaldığı kata indim, katın barında Fransız Basın Ajansı’ndan Alphonse Mauvin’le oturup bir iki kadeh içki içtim; papanın hayatını kurtarmak için son bir teşebbüste daha bulundum, ancak daha geçen ay tamamen farklı ideolojik gerekçelerle de olsa Avustralyalı bir hacının Vatikan’da yangın çıkartmasına tanık olan Mauvin, anlattığım hikayeyi soğukkanlılıkla karşıladı. Mauvin, Manuel Pyrhullo adında bir şahısla röportaj yapmayı arzu ediyordu. Bu Pyrhullo denen adam FBI, Sürete, Interpol ve diğer çeşitli polis teşkilatlarınca aranmaktaydı. Halka yeni bir hizmet sunan bir girişimi başlatmıştı: yani, patlayıcı kullanarak devrim yapmak konusunda uzman danışman olarak başkaları için çalışıyordu (Genelde “Dr. Güm” takma adıyla tanınıyordu). Hiçbir partinin yandaşı olmamaktan büyük gurur duymaktaydı Pyrhullo. Kurşunlara delik deşik edilmiş bir geceliği andıran bir kıyafet giymiş kızıl saçlı bir güzel masamıza doğru geldi; gerillalar tarafından gönderilen bu kadına muhabirin tekini gerillaların merkez üssüne götürme görevi verilmişti. Mauvin kadının peşinden dışarı çıkarken elime Pyrhullo’nun broşürlerinden birini tutuşturdu, bu broşürden dinamiti melinitten ya da fulminat cıvayı basit bir Bickford fitilinden ayırt edemeyen sorumsuz amatörlerin beceriksizliklerine artık yeter demenin zamanının geldiğini öğrendim. Tanıtma metnine göre uzmanlaşmanın doruk noktasını yaşadığımız şu günlerde kimse kendi başına bir şeyler yapmaya kalkışmıyor, herkes yetkili profesyonellerin uzmanlığına ve becerisine emanet ediyordu kendini. Broşürün arkasında, sunulan hizmetlerin bir listesi vardı, fiyatlar dünyanın en gelişmiş ve medeni ülkelerinin döviz kurları üzerinden belirlenmişti.
Tam bu sırada Gelecekbilimciler barda toplanmaya başladılar. İçlerinden biri, Profesör Mashkenasus sapsarı bir yüzle tir tir titrer bir halde koşarak daldı içeri, odasında zaman ayarlı bir bomba olduğunu söylüyordu. Bu tür durumlara alışık olduğu her halinden belli olan barmen derhal “Yere yatın!” diye bağırıp tezgahın altına saklanıverdi. Ancak otel dedektifleri çok geçmeden bir meslektaşının profesöre eşek şakası yaptığını keşfettiler; adam kurabiye kavanozunun içine bildiğimiz çalar saat yerleştirmişti. Bunu yapan bir İngiliz olmalıydı; ne de olsa bu tür haylazlıklardan bir tek onlar zevk alır. Ancak Stantor ve yine UPI’den J. G. Howler, Amerikan hükümetinin kaçırılan diplomatlara ilişkin olarak Kosta Rika hükümetine gönderdiği muhtıra metniyle çıkagelince şaka meselesi çabucak unutuldu. Muhtıra metninin dili bütün bu tarz resmi yazışmalarda kullanılanın aynısıydı; postadan çıkan dişlerden ve de ayaklardan bahsedilmiyordu hiç. Jim, yerel yetkililerin şiddetli tedbirlere başvurabileceklerini söyledi bana; General Apollon Diaz ik tidardaydı ve şiddete karşı şiddet kullanmak anlamına gelen savaş yanlısı bir tutum benimsiyordu. Daimi olarak acil toplantı halinde bulunan Parlamento’da karşı saldırıya geçme önerisi yapılmıştı bile; teröristlerin serbest bırakılmalarını talep ettikleri siyasi tutukluların diplomatlardan iki kat daha fazla dişi çekilecek, çekilen bu dişler gerillaların merkez üssünün adresi bilinmediği için postrestant postalanacaktı. New York Times gazetesinin havayolları baskısında yer alan başmakale (Schultzberger) insan ırkını sağduyuya ve dayanışmaya çağırıyordu. Stantor, hükümetin Kosta Rika topraklarından Peru’ya -Amerika Birleşik Devletleri’ne ait- gizli askeri malzeme taşıyan bir trene el koyduğu gibi çok gizli bir bilgi aktardı bana. Her nasılsa gerillalar gelecekbilimcileri kaçırmayı akıl edememişlerdi henüz; ülkede diplomattan çok daha fazla gelecekbilimci bulunduğuna göre aslında böyle bir eylem, onlar açısından kesinlikle daha anlamlı olurdu.
Yüz katlı bir otel öylesine uçsuz bucaksız, dünyanın geri kalanından öylesine huzurlu bir yalıtılmışlık içinde bir organizmadır ki dışarıya ilişkin haberler başka bir yarımküreden geliyormuşçasına sızar içeri. Gelecekbilimciler arasında henüz panik yaşanmamıştı; Hilton’un seyahat danışma masası, Amerika’ya ya da başka yerlere geri dönmek için uçak rezervasyonu yaptırma telaşında olan konuklarla sarılı değildi. Resmi ziyafetle açılış törenleri saat ikide yapılacaktı ve ben daha üstümü değiştirip akşam pijamamı giymemiştim, acele odama çıkıp giyindim, asansörle 46. kattaki Mor Salon’a indim. Üstsüz togalar giymiş, göğüsleri unutmabeni çiçeği ve kar tanesi döymeleriyle kaplı başdöndürücü güzellikte birtakım kızlar fuayede yanıma gelip elime kuşe kapaklı bir dosya tutuşturdular. Dosyaya göz atmadan daha henüz boş olan salona girdim, masaları görünce ağzım açık kaldı; yemeklerin bolluğundan değildi hayrete düşmem; or dövr tepsileri, pate tepecikleri ve süslemeler, hatta salata kaseleri, her şey ama her şey tıpatıp cinsel organ şeklindeydi. Bir an için herhalde hayal görüyorum diye düşündüm, ama nerede olduğunu anlamadığım bir hoparlörden kimi çevrelerde sevilen bir şarkı duyuluyordu, şöyle başlıyordu şarkının sözleri: “Sanatta başarı mı, haydi öyleyse mahrem yerler dışarı! Eleştirmenler diyor ki ne fallus ne vulva, kızdırmıyor insanı bu durumda!”
İlk davetliler aheste adımlarla salona girmeye başladılar; hayli genç yaşta olmalarına rağmen gür sakallı, sık favoriliydi bu beyefendiler, kimi pijamahydı, kimi ise hiçbir şey geçirmemişti sırtına. Altı garson pastayı getirince ve ben de tatlıların o en ahlaksızına şöyle bir bakınca artık hiç şüphem kalmadı: Yanlışlıkla başka salona girmiştim ve Özgür Edebiyat adına hazırlanmış davet sofrasında oturmaktaydım. Sekreterimi bulamadığım mazeretini uydurup apar topar kaçtım oradan, asansörle bir alt kattaki hıncahınç dolmuş olan Mor Salon’a indim (daha önce yanlışlıkla Eflatun Salon’a gitmişim). Burada verilen resepsiyonun alçakgönüllülüğü karşısında duyduğum hayalkırıklığını elimden geldiğince gizlemeye çalıştım. Soğuk büfe hazırlanmıştı, üstelik oturacak yer de yoktu; bütün sandalyeleri dışarı çıkarmışlardı, bu yüzden herhangi bir şey yemek için bu tür özel toplantılara mahsus bir çeviklik sergilemek gerekiyordu, özellikle de makbul yemeklerin önünde inanılmaz bir kalabalık oluşunca. Gelecekbilim Derneği’nin Kosta Rika şubesi temsilcilerinden Sefıor Cuillone, Romalı Lucullus’un müsrif ziyafetleri benzeri bir şeyin burada çok yersiz kaçacağı, ne de olsa konferansın temel tartışma konusunun, insanlık karşısında bir tehdit olarak duran ve çok yakında dünya çapında başgöstermesi beklenen açlık olduğu açıklamasını yaptı bana. Derneğe tahsis edilen imkanların kısılması gerektiğini söyleyen kuşkucular da vardı tabii; ancak böyle bir kararla kahramanca bir tutumluluk içinde olduğumuz kanıtlanabilirdi. Her türlü yokluğa uzun zamandır alışık olan gazeteciler aramızda dolaşıyor, geleceğe dair kehanetleriyle insanları aydınlatabilecek çeşitli yabancılarla canlı röportajlar yapmaya çalışıyorlardı. Amerikan Büyükelçisi yerine Elçilikten gele gele üçüncü sekreter gelmişti, hem de dev gibi bir korumayla; salondaki tek smokinli oydu, herhalde kurşun geçirmez yeleğini içinde saklamak zor olacağından böyle giyinmişti. Lobide şehirden gelen konukların üstlerinin arandığını öğrendim; arananların üstünden çıkan silahların lobide küçük bir dağ oluşturmaya başladığı söyleniyordu. Toplantılar saat beşten önce başlamayacaktı, yani dinlenecek zamanımız vardı, bu durumda ben de yüzüncü kattaki odama geri döndüm. Yediğim aşırı tuzlu lahana salatası ağzımı kurutmuştu, ancak benim kattaki bar öğrenci göstericiler -dinamitçiler ve kız arkadaşları- tarafından ele geçirilip işgal edilmişti ayrıca o sakallı Katolikle (ya da anti-Katolikle) aramda geçen sohbet de gözümü yıldırmıştı -bu yüzden banyodaki lavabodan doldurduğum bir bardak suyla yetindim. Sonra hatırladığım tek şey, bütün ışıkların söndüğü ve telefonun da hangi numarayı çevirirsem çevireyim beni sürekli Rapunzel masalının bant kaydına bağladığı oldu. Asansörle aşağı inmeyi denedim, ama o da çalışmıyordu. Öğrenciler koro halinde şarkı söylüyor, müziğin ritmine göre silahlarını ateşliyorlardı – umarım başka tarafa doğru sıkıyorlardır kurşunlarını diye geçirdim İçimden. En iyi otellerde bile böyle olaylar yaşanıyor, tabii iyi otel olmaları onları daha az tehlikeli hale getirmez, ancak beni en çok şaşırtan, kendi tepkilerimdi. Papaya suikast girişimini planlayan adamla sohbetimden sonra tadım kaçmıştı, oysa şimdi keyfim giderek yerine geliyordu. Odanın içinde el yordamıyla dolaşırken birtakım eşyaları devirdim, karanlıkta gönlüınce kıs kıs gülüyordum; dizimi bavula geçirmem bile tüm insanlığa duyduğum iyi niyet hissini azaltmamıştı. Masanın üzerinde öğlen odama İstettiğim kahvaltının artıklarını buldum, toplantı dosyalarından birini alıp rulo yaptım ve kalan tereyağının içine sapladım, sonra da kibritle tutuşturdum ruloyu. Bir tür meşale yaratmıştım – çıtır çıtır ötüp tütüyordu meşalem, ama yine de yeterli bir ışık veriyordu. Ne de olsa iki saatten fazla zamanım vardı, asansör çalışmadığına göre bir saat de merdivenleri inmekle geçecekti. Bir koltuğa oturup büyük bir ilgiyle içimde gerçekleşen dalgalanmaları ve değişimleri gözlemledim. Neşe doluydum, daha önce hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Bu şahane durumun nedenlerine dair bir sürü düşünce üşüşüyordu zihnime. Zifiri karanlığa gömülmüş, el yapımı bir meşaleden uçuşan küllerle kaplı ve kesif kokulu, dünyayla bütün bağlantıları kesilmiş, masallar anlatan bir telefona sahip bu otel odasının yeryüzündeki en güzel yerlerden biri olduğunu düşünüyordum tüm ciddiyetimle. Dahası bir insanın başını okşamak ya da birinin elini sıkmak ve bir çift gözün içine uzun uzun, manalı manalı bakmak için karşı konulmaz bir istek duyuyordum.
En amansız düşmanımı kucaklayıp öpebilirdim. Eriyen yağ tısladı, sağa sola sıçradı; yağın cızır cızır edip alevi coz diye söndürebileceği fikri öylesine komiğime gidiyordu ki meşalenin ateşinin her sönüşünde kağıdı yeniden tutuşturmaktan parmaklarım yandığı halde yine de gülmekten kırılıyordum. Ne genzimi tıkayan keskin dumana ne de yanaklarından süzülen gözyaşlarına aldırış etmeksizin, pır pır eden ışığın altında eski operalardan aryalar söyledim. Ayağa kalkınca tökezleyip yere düştüm, yerde duran bir kütüğe çarpmıştım; kafamdaki şiş yumurta kadardı, ancak bu küçük kaza keyfimi daha da yerine getirmişti (artık böyle bir şey ne derece mümkünse). İçimi kaplayan dumandan öksürüklere boğulmuş kıkır kıkır gülüyordum, kesinlikle neşe mi kaçırmıyordu duman. Kalkıp yatağa girdim; çoktan akşamüstü olmasına rağmen hala yapılmamıştı yatak. Bu ihmalkarlığın sorumlusu hizmetçilerdi – onları kendi evlatlarımmış gibi düşündüm: Canım cicimli laflardan, agu gugu şeklinde konuşmaktan başka bir şey gelmiyordu aklıma. Burada dumandan boğularak ölsem bile bunun, bir insanın isteyebileceği en eğlenceli, en hoş ölüm olacağını düşündüm. Bu düşünce yaradılışıma o kadar aykırıydı ki birden ciddileştim. İçimde tuhaf bir çözülme hissi uyandı. Daha önce olduğu gibi bir ışık, bir bitkinlik, her şeyi sarıp sarmalayan bir hassasiyet, var olan her şeye karşı bir sevgi kapladı ruhumu; ellerimse bir insanı -kim olduğu fark elmezdi-okşayıp sevme arzusuyla kıpır kıpırdı, yanı başımda böyle biri olmadığı için kendi yanaklarımı okşamaya, parmaklarımla gıdımı sevmeye başladım; sağ elim içten bir toka yapmak üzere sol elime doğru uzandı. Şevkle titreyen ayaklarım bile bu tokalaşmaya katılma arzusundaydı. Ancak tüm bunlar olurken benliğimin derinliklerinde ıstırap sinyalleri yanıp sönmekteydi: “Bu işte bir terslik var!” diye bağırdı içimden, uzaklardan gelen cılız bir ses. “Dikkatli ol Ijon, attığın adımlara dikkat et, kendini koru! Iyi havaya güven olmaz! Hadi, bir-iki-üç, sıyrıl bu ruh halinden! Zengin Yunanlı armatörler gibi kaykılmış,dumandan gözlerin yaşarmış, başında şişik ve de kalbinde evrensel bir sevgiyle oturma öyle orada! Tuzak bu, ihanet kokusu var!” Kılımı bile kıpırdatmadım. Ancak boğazım kupkuruydu, kulaklarıma kan hücum etmişti (kuşkusuz aniden bastıran mutluluk dalgası yüzünden). Şiddetli bir susamışlık hissiyle bir bardak daha su içmek üzere ayağa kalktım. Ziyafet sofrasındaki aşırı tuzlu lahana salatasını, o korkunç açık büfeyi geçiriyordum aklımdan, sonra kendimi sınamak için j.W., H.C.M. ve M.W’yi yani en azılı düşmanlarımı düşündüm, sırtlarına birer şaplak indirmek, her birini dostça kucakla mak, bir çift hoş söz ve samimi düşünce paylaşmak isteğinden başka hiçbir şey hissetmiyordum onlara karşı. İşte bu gerçekten kötüye işaretti. Bir elim nikel musluğun üzerinde, diğer elimde boş bardağı tutarken donakaldım. Yavaşça suyu açtım, bardağı doldurup havaya kaldırdım ve sonra tuhaf bir sırıtmayla yüzümü buruşturup -verdiğim mücadeleyi banyonun aynasında görebiliyordum- bardaktaki suyu lavaboya boşalttım.
Musluk suyu. Tabii ya. Bendeki değişimler bu suyu içtiğim andan itibaren başlamıştı. Suya bir şey karıştırıldığı açıktı. Zehir mi? Ama bildiğim hiçbir zehir yoktu ki böylesine… Bir dakika! Belli başlı bütün bilimsel yayınların düzenli bir abonesiydim ne de olsa. Science Today dergisinin son sayısında insanda sebepsiz neşe ve saadet hissi uyandıran, mülayimleştirici (N,N-dimetilpeptokriptomidler) denen gruba dahil yeni birtakım psikotropik ajanlar üzerine bir makale yayımlanmıştı. Evet, evet! O makaleyi şimdi gözümde canlandırabiliyordum. Hedonidol, Euphoril, İnebrium, Felicitine, Emphatan, Ecstasine, Halcyonal ve daha bir sürü ilaç türevi! Bir arnino grubun yerine hidroksit koyunca bu sefer Furiol, Antagonil, Rabiditine, Sadistizine, Dementium, Flagellan, Juggernol ve cinnetkancaları denilen (çünkü bu grup aşırı şiddetli davranışlara, gerek canlı gerekse cansız nesnelere saldırmaya neden oluyordu – ve grupta özellikle güçlü olanlar kanlı-kannabinoller ile maniktaklitlerdi) gruba dahil, poliparanoyak uyarıcılar elde ediliyordu.
Telefonun çalmasıyla birlikte daldığım düşüncelerden uyandım, sonra yeniden ışıklar yandı. Resepsiyonda duran bir müdür yardımcısının sesi, çıkan aksilik için.kibarca özür dileyip arızanın saptandığı ve giderildiği konusunda temin etti herkesi. Odayı havalandırmak için kapıyı açtım -holde çıt çıkmıyordu- ve dumandan sersemlemiş, hala in sanları mutlu etme, sevip okşama arzusuyla dolu öylece dikildim. Kapıyı kapatıp kilitledim, odanın ortasına geçip oturdum, kendime hakim olmaya çalışıyordum. O anki halimi tasvir etmek öyle zor ki. Düşündüğüm şeyler aklıma burada yazıldığı kadar kolayca, uyum içinde üşüşmüyordu. Her analitik refleks koyu bir şerbete batırılmış, bir kendinden hoşnut olma lapasıyla sarılıp sarmalanmış gibiydi, lapadan da budalaca bir iyimserlik balı damlıyordu; ruhum tatlı mı tatlı bir bataklık çamuruna gömülüyordu adeta, gül goncalar arasında ve çikolata sosunda boğulur gibi; sadece en sevimsiz şeyleri düşünmeye zorladım kendimi, çift namlulu papavurucu taşıyan sakallı manyağı, Özgür Edebiyat’ın şehvet düşkünü yayıncı-pezevenklerini ve onların Babil usulü ordövrlerini ve tabii ki J.W, WC. ve J.C.M. ile ayakaltında dolaşan diğer yüzlerce alçağı ve yılanı – ancak dehşet içinde fark ettim ki hepsini seviyordum, hepsinin kusurlarını bağışlamıştım ve (daha da kötüsü) aklıma birtakım tartışmalar geliyordu, her türlü kötülüğe ve nefrete arka çıkan tartışmalar. Derin.bir arkadaş sevgisiyle yanıp tutuşan ben insanlara yardım etme, hayırlı faaliyetlerde bulunma ihtiyacı hissediyordum kuvvetle. Psikotropik zehirler yerine dulları yetimleri düşündüm hırsla, içten gelen bir duyguyla sonsuza dek bakımlarını üstlenebilirdim. Ah, geçmişte onları ihmal etmiş olmam ne kadar da utanç vericiydi! Ve yoksulları, açları, hastaları ve muhtaç durumdaki insanları düşündüm, ah yarabbim! Bir bavulun üzerine eğilmiş, muhtaç insanlara verebileceğim değerli bir eşya bulmak amacıyla her şeyi deliler gibi bavuldan çıkarırken buldum kendimi. Tehlike işareti veren o cılız sesler bir kez daha bilinçaltımdan acıyla seslendiler: “Dikkat! Tehlike! Numara, hepsi tuzak bunların! Saldır! Isır! Kaç! Atıl! İmdat!” İkiye bölünmüştüm. İçimdeki seslerin verdiği kesin emirler öylesine ani bir dalgayla yükselmişti ki bir karıncayı bile incitmem mümkün değildi. Hilton’da farelerin, hatta bir iki örümceğin bile bulunmaması ne kadar da yazık diye düşündüm. O küçük sevimli şeyleri nasıl da şımartırdım! Sinekler, pireler, sıçanlar, sivrisinekler, tahtakuruları – hepsi de Tanrı’nın sevgili, sevimli mahluklarıydı! Bu arada masayı, lambayı, kendi bacaklarımı kutsamakla meşguldüm. Ancak sağduyunun izleribeni henüz tamamiyle terk etmemişti; sol elimle bütün bu kutsamalara alet olan sağ elimi dövdüm, acıdan kıvranana dek dövdüm elimi. İşte bu beni cesaretlendirmişti! Belki de hala bir umut vardı! Allahtan iyilik yapma arzusu beraberinde nefsime eziyet etme isteğini de getiriyordu. Başlangıç olarak ağzıma bir iki yumruk indirdim; kulaklarım çınladı, havada yıldızlar gördüm. Güzel, mükemmel! Yüzüm hissiz hale gelince baldırlarımı tekmelemeye başladım. Allahtan sert topuklu kalın bir çift çizme giyiyordum. Tedavi niyetine attığım birkaç çevik tekmenin ardından kendimi çok daha iyi – yani çok daha kötü hissettim. C.A. denen adamı tekmelemek acaba nasıl olurdu, diye düşündüm kendimi denemek için. Bu da artık olasılık dışı değildi. Baldırlarım delicesine acıyordu, ancak anlaşılan kendi kendime verdiğim zarar sayesinde aynı acının yaşlı M.W.’ye de bahşedildiğini hayal edebiliyordum artık. Duyduğum acıya aldırmadan kendime peşpeşe tekmeler savurdum. Bu aşamada sivri uçlu eşyalar da işe yaradı, önce bir çataldan sonra da giyilmemiş bir gömlekten çıkan iğnelerden faydalandım. İlerleme kaydediyordum, ancak birtakım aksilikler çıkıyordu; birkaç dakika içinde bir başka yüksek emel uğruna yine kendimi sunakta kurban etmeye hazırdım; gururdan, erdemden, soyluluk vazifelerinden dem vuruyordum. Suya bir şeyler karıştırıldığını bal gibi bildiğim halde. Sonra aniden bavulumda uyku hapları olduğunu hatırladım – bu hapları yanımda gezdirir ama kullandıktan sonra beni hep sinirli ve sıkkın yaptıklarından asla içmez dim. Ama şimdi bir tane alıp is kaplı yağla birlikte çiğnedim (su içmem imkansızdı tabii), ardından da -uyku hapını etkisiz kılsın diye- dehşetli ama aynı zamanda sınır tanımaz bir sevgiyle dopdolu oturup bekledim, organizmamda patlak verecek bu kimyasal savaşın sonucunu bekledim. Daha önce hiç hissetmediğim bir aşkla yanıp tutuşmuş, görülmemiş boyutlarda bir cömertliğe kapılmıştım. Ancak kötülüğe dair kimyasal maddeler iyiliğe dair kimyasal maddelere karşı bariz biçimde direnmeye, onları püskürtmeye başlamıştı; hala hayatımı yardımseverliğe adamaya hazırdım ama artık bazı tereddütlerim vardı. Tabii bir süre için dahi alçak bir adam olabilsem kendimi daha güvenlikte hissedecektim.
Yaklaşık onbeş dakika içinde üstümdeki bu hal aşağı yukarı sona erdi. Duş yaptım, havluyla kendimi iyice kuruladım, ara ara-işi sağlama almak için-yüzümü tokatlıyordum, sonra baldırlarım ve parmaklarındaki kesiklere yara bandı yapıştırdım, bedenimdeki çürükleri (bu işkence boyunca kendimi morartana dek dövmüştüm) gözden geçirdim, temiz bir gömlekle takım elbise giydim, aynada kravatımı düzeltip pelerinime çekidüzen verdim. Odayı terk etmeden önce kaburgalarıma sıkı bir yumruk indirdim -son bir sınamaydı bu- ve kapının önüne çıktım, hem de tam zamanında, çünkü saat neredeyse beş olmuştu. Otelde her şeyin normal görünmesi beni şaşırttı. Benim kattaki bar boş sayılırdı; papavurucu bir masaya yaslanmış hala orada duruyordu, tezgahın altından çıkan bir çifti çıplak iki çift ayak dikkatimi çekti, ama bunu sıradışı bir duruma yormak mümkün değildi. Birkaç militan öğrenci bir kenarda kağıt oynuyor, diğer bir öğrenciyse gitarını tıngırdatıp popüler bir şarkı söylüyordu. Aşağı kattaki lobi kelimenin tam anlamıyla Gelecekbilimci kaynıyordu: Hepsi de kongrenin ilk toplantısına katılmak üzere yola koyulmuştu (tabii binanın alt bölümünde kongre için salon ayrıldığından Hilton’dan dışarı çıkmaları gerekmiyordu). Böyle bir otelde kimsenin su içmeyeceğini düşününce şaşkınlığım geçti; susayanlar cola ya da schweppes içerdi, gerekirse meyve suyu, çay ya da bira, hatta maden suyu içerlerdi. Bütün içecekler kapalı şişelerde gelirdi. Hem boş bulunup benimle aynı hatayı işleyen biri şu anda burada değil, yukarıda odasında kilitli kapılar ardında evrensel sevgi sancıları çekerek yerde yuvarlanıyor olurdu. Bu olaydan hiç bahsetmemenin en iyisi olacağına karar verdim – ne de olsa burada yeniydim ve insanlar bana inanmayabilirdi. Sanrı gördüğümü düşünerek geçiştirirlerdi meseleyi. Hem günümüzde insanların, bir kimsenin uyuşturucu meraklısı olmasından şüphelenmelerinden daha doğal ne olabilirdi ki?
Böyle ketum (ya da devekuşu misali) bir tutum izlediğim için eleştirildim daha sonra, her şeyi açıkça anlatsaydım felaketin belki de önlenebileceğini öne sürdüler. Bence bu çok saçma. En fazla otelde kalan konukları ikaz edebilirdim, oysa Hilton’da olup bitenler, Kosta Rika’daki siyası gelişmeleri hiçbir şekilde etkilememişti.
Toplantı salonuna girerken gazeteciye uğrayıp adetim olduğu üzere bir tomar yerel gazete satın aldım. Tabii her gittiğim yerde gazete almıyorum ama, eğitimli bir insan İspanyolca bilmese bile bu dilde yazılmış bir yazıyı ana hatlarıyla anlayabilir.
Podyumun üzerinde gündemi belirten süslü bir pano duruyordu. İlk tartışma maddesi-dünyada yaşanan kentleşme sorunu, iki-ekoloji sorunu, üç-hava kirliliği sorunu, dört-enerji sorunu, beş-gıda sorunu. Ardından toplantıya ara verilecekti. Teknoloji, ordu ve siyaset sorunlar üzerinde ertesi gün durulacaktı, takiben başkanlık divanı katılımcılardan gelen teklifleri değerlendirecekti.
Programda altmışdört farklı ülkeden yüz doksansekiz konuşmacı bulunduğundan her konuşmacıya bildirisini sun ması için dört dakika tanınacaktı. Toplantının akışını hızlandırmak için bütün raporların önceden dağıtılıp incelenmesi gerekiyordu, konuşmacıysa sadece sayılarla konuşacak, çalışmasındaki en çarpıcı paragraflara aynı şekilde dikkatleri çekecekti. Bu denli zengin bir enformasyonu daha iyi algılayıp işleme koymak için hepimiz, daha sonra genel tartışma amacıyla ana bilgisayara bağlanacak olan taşınabilir kayıt cihazlarımızı ve cep bilgisayarlarımızı açtık. Amerikan heyetinden Stan Hazelton hissederek tekrarladığı sayılarla salonda derhal bir heyecan rüzgarı estirdi: 4, 6, ll ve dolayısıyla 22; 5, 9 sonuç itibariyle 22; 3, 7, 2, 1 l’den çıkan sonuç 22 ve sadece 22 idi!! Birisi peki ama ya 5, hem 6, 18 ya da 4’e ne demeli, diyerek ayağa fırladı; Hazelton, her halükarda sonucun 22 olduğu şeklinde açık kapı bırakmayan bir cevapla karşılık verdi bu itiraza. Hazelton’un bildirisindeki sayı anahtarına bakıp 22’nin dünyanın sonu anlamına geldiğini gördüm. Bir sonraki konuşmacı Japonya’dan Hayakawa’ydı; geleceğin evine dair, ülkesinde yeni geliştirilen birtakım planlar sundu – doğumhaneleri, yuvaları, okulları, dükkanları, müzeleri, tiyatroları, paten sahaları ve krematoryumlarıyla sekizyüz katlı bir evdi bu. Değerli merhumların küllerini saklamak için yeraltı depoları, kırk kanallı televizyon, zehirlenme odalarıyla ayılma tankları, grup seks için özel spor salonları (mimarların ilerici tutumunun bir göstergesiydi bu) ve konformist olmayan alt kültür toplulukları için yeraltı mezarlıkları hep proje kapsamında olan şeylerdi. Oldukça alışılmadık bir fikir de her ailenin yaşadığı mekanı her gün değiştirmesiydi, satranç taşları -sözgelimi piyonlar ya da atlar gibi- bir daireden öbürüne taşınacaklardı. Bu uygulama, sıkıntı duygusunun hafifletilmesine yardımcı olacaktı. Onyedi kilometre küplük hacmi, okyanusun dibine oturtulmuş temeli ve bizzat stratosfere ulaşan çatısıyla bu binanın çiftleri evlendirme bilgisayarları olacak -zıt görüşlere sahip çiftler için yapılan, sadomazoşizm ilkesine dayalı çöpçatanlık istatiksel düzeyde en istikrarlı evliliklere vesile oluyordu (çiftlerden her biri bu birliktelikte kendi hayallerinin karşılığını buluyordu)- ayrıca binada yirmidört saat hizmet veren bir intiharı önleme merkezi bulunacaktı. İkincijapon delege Hakayawa, lO.OOO’e l ölçekli bir model üzerinde bizlere böyle bir evin neye benzeyeceğini gösterdi. Binanın kendi oksijen kaynağı vardı, ancak her şey yeniden kullanım ilkesine göre işleyeceğinden gıda ya da su rezervleri bulunmuyordu. Katı ve gaz halindeki tüm atık ürünler tüketim amacıyla ıslah edilecek ve yeniden işlenecekti. Üçüncü delege Yahakawa, insan dışkısından elde edilebilecek tüm lezzetli yiyecek ve içeceklerin bir listesini okudu. Yapay muz, zencefilli çörek, karides, ıstakoz ve hatta hayli tiksindirici kaynağına rağmen tat açısından Fransa’nın en leziz Burgonya şaraplarıyla rekabet edebilen yapay şarap, listede sayılanlardan birkaçıydı. Söz konusu şarabın numuneleri salondaki küçük zarif şişelerde ikram edilmekteydi, folyoya sarılı kokteyl sosislerinden de vardı, gerçi kimse pek susamışa benzemiyordu, sosisler ise çaktırmadan sandalyelerin altına atıverilmişti. Bunu gördüğümde ben de aynı şeyi yaptım. İlk planda bu geleceğin evinin, güçlü bir pervane sayesinde hareketli olması, böylelikle de toplu gezintilerin mümkün kılınması düşünülmüş; ancak sonra, birincisi 900 milyon ev sözkonusu olduğu, ikincisi de topyekün seyahat anlamsız kaçacağı için bundan vazgeçilmişti. Herı bir evin 1.000 çıkış noktası olsa ve ev sakinleri bunların hepsini kullansa bile insanların binayı terk etmeleri kesinlikle imkansızdı; son kişi de binayı terk ettiği zaman içeride yepyeni bir nesil yetişmiş olacaktı.
Japonların kendi önerilerinden hoşnut oldukları açıktı. Sonra Amerika Birleşik Devletleri’nden Norman Youhas kürsüye çıktı ve nüfus patlamasını durdurmak için yedi de ğişik önlem sıraladı: Kitle iletişimi ve kitlesel tutuklamalar, zorunlu bekarlık, tam ölçekli deerolizasyon, mastürbasyona alıştırma, sodomizasyon ve -ısrarlı suçlular için- kastrasyon. Her evli çiftin çocuk sahibi olma hakkını kazanabilmek için cinsel birleşme, eğitim ve sapkınlaşmama dallarında sınavı başarıyla tamamlamaları gerekecekti. Bütün gayri-meşru çocuklar kamulaştırılacaktı; kasıtlı doğumlar için suçlu taraflar ömür boyu hapis cezasına çarptırlabilecekti. Bu raporun ekinde daha önce bize konferans malzemesiyle birlikte dağıtılan gök mavisi kuponlardan vardı. Hazelton’la Youhas daha sonra yeni birtakım mesleklerin geliştirilmesi önerisinde bulundular: Evlilik savcısı, boşanma avukatı, sapkınlık simsarı ve kısırlık danışmanı. İnsan soyuna ihanetle bir tutulan döllenmenin ağır suç sayıldığı yeni bir ceza kanunu tasarısının kopyaları derhal herkese dağıtıldı. Bu sırada seyirci balkonunda oturan bir şahıs salona molotof kokteyl attı. Polis ekibi (lobide hazır bekliyorlardı, anlaşılan böyle bir hadiseye hazırlıklıydılar) gerekeni yap11, (en az onlar kadar hazırlıklı olan) bakım ekibi de derhal harekete geçip kırılan mobilya parçalarını ve cesetleri, üzerinde sevimli desenler bulunan, katranlı büyük bir muşambayla örttü. Raporların okunmasına ara verildiği zamanlarda yerel gazeteleri çözmeye çalıştım, tek kelime İspanyolca bilmediğim halde hükümetin başkente silahlı birlikler gönderilmesi emrini verdiğini, tüm icra makamlarını’ alarma geçirdiğini ve olağanüstü hal ilan ettiğini öğrenebildim. Anlaşılan dinleyiciler arasında benden başka hiç kimse otelin duvarları dışında gelişen durumun ciddiyetine vakıf değildi. Saat yedide akşam yemeği için -bu sefer ödemeler bize aitti- toplantıya ara verdik ve ben konferansa geri dönerken hem resmi gazete olan Nacion’un özel akşam baskısından hem de muhalif dedikodu gazetelerinden satın aldım. Bunları (bir hayli zorlanarak) inceleyince ağır tehditlerle dolu makalelerin, kanlı baskı ya da aksi takdirde aynı derecede kanlı ayaklanma vaadinde bulunan makalelerin hemen yanı başında evrensel barışın en güvenilir teminatı olarak hassas sevgi bağları temasının işlendiği, ağdalı yavan sözlerle dolu makaleleri görüp hayrete düştüm. Bu tuhaf uyuşmazlık için aklıma gelen tek açıklama, bazı gazetecilerin o gün o sudan içtikleri, bazılarının da içmediğiydi. Tabii sağcı bir gazetenin çalışanlarının su tüketimi daha az olacaktı; gerici editörler radikal kanattaki meslektaşlarından daha iyi para kazanıyor ve bu sayede de çalışırken daha’ lüks sıvılar içebiliyorlardı. Öte yandan, yüce birtakım ilkeler uğruna bir parça münzevilik sergiledikleri bilindiği halde radikaller, susuzluklarını hemen hiçbir zaman suyla gidermezlerdi. Melmenol bitkisinin suyundan elde edilen mayalı quartzupio içkisi Kosta Rika’da sudan ucuzdu ne de olsa.
Rahat koltuklarımıza kurulmuştuk ve İsviçreli Profesör Dringenbaum tam raporundaki ilk sayıyı okumak üzereydi ki derinden gelen güçlü bir patlama sesi aniden binayı sarstı, pencelerin zangırdamasına neden oldu. Aramızdaki iyimserler, basit bir deprem olarak geçiştirdiler bunu, ancak ben, sabahtan beri otelin etrafını sarmakta olan gösterici grubun artık kundaklama taktiklerine başvurduğunu düşünüyordum. Gerçi peşi sıra gelen çok daha kuvvetli bir patlama ve sarsıntı, fikriıni değiştirmeme yol açtı; sokaklarda makineli tüfeklerin ateşlenmesinden çıkan o bildik, kesik kesik sesi duyabiliyordum. Hayır,. hiç şüphem kalmamıştı: Kosta Rika düşmanlıkların alenen sergilendiği bir aşamaya gelmişti. İlk ortadan kaybolanlar muhabirlerimiz oldu; silahların sesini duyar duymaz bu yeni olayın haberini yapma heyecanıyla ayağa fırlayıp kendilerini kapıdan dışarı attılar. Ancak Profesör Dringenbaum, konuşmasına devam etti; yaşadığımız uygarlığın bir sonraki evresinin yamyamlık ‘olacağını iddia eden hayli karamsar bir konuş maydı. Yeryüzünde her şeyin mevcut hızıyla devam etmesi durumunda insanlığın, dört yüz yıl içinde, yaklaşık ışık hızıyla genişleyen bir yarıçapa sahip, insan gövdelerinden oluşan canlı bir küreye dönüşeceğini hesaplayan birkaç meşhur Amerikalı teorisyenden alıntılar yapmaktaydı. Ancak yeni patlamalar raporun okunmasını kesintiye uğrattı. Aklı karışan gelecekbilimciler salonu terkedip Özgür Edebiyat konvansiyonundaki grupla birlikte lobide toplaşmaya başladılar. Özgür Edebiyatçılar’ın halinden anlaşıldığı kadarıyla, çıkan kargaşa, onları nüfus patlamasına tamamen kayıtsız olduklarını gösteren bir faaliyetin ortasında yakalamıştı. Knopf yayınevinden bazı editörlerin arkasında çıplak sekreterler duruyordu – gerçi tamamiyle çıplak sayılmazlardı, çünkü kol ve bacakları çeşitli optik tasarımlarla boyanmıştı. LSD, marihuana, yohimbin ve afyondan oluşan popüler bir karışımla dolu nargileler ile portatif su hortumları taşıyorlardı. Birisi bana özgürleştirmecilerin, daha geçenlerde Amerika Birleşik Devletleri Merkez Postane Müdürü’nün resmini yaktıklarını anlattı (anlaşılan adam toplu ensest çağrısında bulunan bir broşürün imha edilmesini emretmişti); ve şimdi de lobide toplanmış, gayet uygunsuz davranışlarda bulunuyorlardı – özellikle de durumun ciddiyeti düşünüldüğünde. Yorgun düşmüş ya da narkotik baygınlık geçiren birkaç kişinin djşında hepsi de rezilce bir tutum sergilemeye devam ediyordu. Resepsiyon tarafından gelen çığlıklar duydum, telefon santralindeki görevlilere tecavüz edilmekteydi ve leopar derisine bürünmüş koca göbekli bir beyefendi koşarak otel vestiyerine daldı, hizmetkarları kovalarken bir yandan da elindeki haşiş meşalesini sallıyordu. Ancak birkaç komi tarafından zaptedilebildi. Derken biri, asma kattan aşağı kafamıza, bir erkeğin şehvet duygusunu nasıl bir başka erkekle tatmin edebileceğini ve bunun yanı sıra diğer birçok şeyi de gös teren fotoğraflar attı. İlk tanklar sokaklarda boy gösterince -pencerelerden rahatlıkla görülebiliyorlardı- paniğe kapılan ışıkseverlerle öğrenci göstericiler sürüler halinde asansörlerden boşalmaya başladılar; yukarıda bahsettiğim (yayıncıların beraberlerinde dışarı çıkardıkları) pate yığınlarını ve süslü salataları ayaklarının altında çiğneyen bu yeni grup dört bir yana dağıldı. Ve bir de sakallı papa aleyhtarı vardı, kızgın bir boğa gibi böğürüp papavurucusunu delice sağa sola savurarak önüne çıkan herkesi yere deviriyordu. Kalabalığı yararak geçti, koşarak otelin önüne çıktı, binanın bir köşesinin arkasına saklandı ve -bunu bizzat gözlerimle gördüm- koşuşturan insanlara ateş açtı. Bu inançlı, ideolojik amaçlarla hareket eden fanatiğin sırası gelince kime ateş ettiğine aldırmadığı açıktı. Dehşet ve şenlik çığlıklarıyla inleyen lobi, otelin devasa büyüklükteki pencereleri kırılmaya başlayınca tam bir cehennem kargaşasına dönüştü. Muhabir dostlarımı bulmaya çalıştım, kendilerini sokağa attıklarını görünce peşlerinden gittim; Hilton’un havası gerçekten de aşırı bunaltıcı bir hal almıştı. İki kameraman otelin garaj yolu boyunca uzanan alçak beton duvarın arkasında çömelmiş, kendilerinden geçmiş bir halde herşeyi görüntüye alıyorlardı; bunun pek bir anlamı yoktu, herkesin de bildiği gibi bu tür hadiselerde ilk iş yabancı plakalı arabalar yakılır. Otelin otoparkından alevler ve dumanlar yükselmeye başlamıştı bile. Yanımda duran Mauvin, Dodge’unun alevlerin içinde çatır çatır yanmasını seyrederken ellerini ovuşturup kıkır kıkır gülüyordu – arabayı Hertz firmasından kiralamıştı. Oysa Amerikalı muhabirlerin çoğu bu durumu eğlendirici bulmamıştı. Bazılarının yangını söndürmeye uğraştıklarını fark ettim: Bunlar daha çok fakir giyimli yaşlı adamlardı ve yakındaki bir çeşmeden kovalarla su taşıyorlardı. Bu manzara tuhafıma gitti. Uzakta, Avenida del Salvacion ve Avenida del Resurrecciön’un öte ki ucunda polislerin kaskları parlıyordu; ancak çepeçevre çimleri ve gösterişli palmiyeleriyle otelin önündeki meydan hala boştu. Boğuk sesler çıkartarak birbirlerine seslenen titrek ihtiyarlar, baston ve koltuk değnekleriyle ayakta durabilmelerine rağmen çarçabuk bir itfaiye birliği oluşturdular; böylesi bir kahramanlık fazlasıyla şaşırtıcıydı ama sonra günün erken saatlerinde olan şeyi hatırladım ve kuşkularımı Mauvin’le paylaştım. Makineli tüfeklerin takırtısı ve patlayan mermi kovanlarından çıkan gümbürtü konuşmamızı güçleştiriyordu; Fransızın zeki yüzünü bir süre için tamamen anlamsız bir ifade kapladı, derken birdenbire gözleri parladı. “Tabii!” diye gürledi, ortalıktaki gürültüyü bastıran bir sesle. “Su! İçme suyu! Yüce Tanrım, tarihte ilk defa… kriptokemokrasi!” Ve bu sözlerle birlikte mecnun gibi gerisin geri otele doğru koştu. Tabii ki bir telefon bulmak amacıyla. Hatların hala açık olması ise garipti.
İsviçreli Gelecekbilimcilerden Profesör Trottelreiner yanıma geldiğinde ben öylece garaj yolunda dikiliyordum. O sırada polisler saatler önce yapmaları gereken işi yapıyorlardı: Bizleri şehir meydanından ayıran parktan sürüler halinde akın etmeye başlayan insan kalabalığını durdurmak için siyah kasklar, kalkanlar ve gaz maskeleri takmış, silah ve coplarla donanımlı bir halde bütün Hilton kompleksinin etrafını kordona almışlardı. Özel polis birimleri büyük bir ustalıkla el bombası fırlatıcıları kurmuşlardı ve bunları kalabalığın üstüne doğru ateşliyorlardı; beyazımtırak yoğun duman bulutlarının çıkmasına neden olduysalar da patlamalar hayli zayıf sayılırdı. Başlangıçta gözyaşı bombası zannettim, ancak insanlar kaçışmak ve öfkeyle öksürüklere boğulmak yerine alenen solgun buhar bulutlarının etrafında toplaşmaya başladılar; bağırtıları çabucak duruldu, az sonra şarkı söylediklerini duyabiliyordum-ilahiler okuyorlardı. Kameraları ve teypleriyle kordonla otelin girişi arasında bir aşağı bir yukarı koşuşturan muhabirler bu durum karşısında büyülenmiş gibiydiler, gerçi ben polislerin insanları etkisiz hale getirmeye yarayan, aerosollü yeni bir kimyasal madde kullanmakta olduklarının farkındaydım. Ancak o sırada Avenida del… hangisiydi hatırlayamıyorum… İşte o caddeden gelen başka bir insan topluluğu belirdi, bu insanlar her nasılsa el bombalarından etkilenmemişlerdi ya da, öyle görünüyorlardı. Daha sonra öğrendim ki bu grup, polislere saldırmak değil yardımcı olmak için ilerleyişlerine devam etmişlerdi. O keşmekeşin ortasında kim böylesine incelikli bir ayrım yapabilirdi ki? Peşpeşe birkaç el bombası daha atıldı, bunları bir su bombardımanının o kendine özgü gürleme ve ıslık sesi izledi, sonunda makineli tüfekler konuştu, havayı mermilerin vızıltısı kapladı. Artık yaylım ateşi açmışlardı, ben de bu durumda garaj yolu boyunca uzanan alçak duvarı bir hendeğin göğüs siperi gibi kullanarak arkasına saklandım ve kendimi Washington Post’tan Stantor ile Haynes’in arasında buldum. Birkaç kelimeyle onlara bildiklerimi aktardım; böylesine flaş haber niteliğinde bir sırrı ilk olarak AFP’den bir adama bildirdiğim için öfkelendiler ve tam gaz emekleyerek otele döndüler, ancak az sonra yüzleri asık halde geri geldiler – telefon hatlar artık çalışmıyordu. Ama Stantor, otel güvenliğinden sorumlu polis memurunun ağzından laf almayı başarmış, KOMSEV (Komşunu Sev) bombaları taşıyan uçakların şu sıralarda yolda olduğunu öğrenmişti. Daha sonra bölgeyi boşaltmamız emredildi ve polislerin hepsi özel filtreli gaz maskeleri taktılar. Bizlere de maske dağıtıldı.
Tesadüf bu ya Profesör Trottelreiner, psikotropik farmakoloji alanında uzmanmış; gaz maskesini hiçbir koşul altında kullanmamam konusunda uyardı beni; aerosol oranının yeterli yükseklikte olduğu

Benzer İçerikler

Karanlığın Sol Eli – Ursula K. Le Guin

yakutlu

Soruşturma-STANISLAW LEM

yakutlu

YOLUN SONUNDAKİ OKYANUS-NEIL GAIMAN

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy