Gelibolu – Uzun Beyaz Bulut | Buket Uzuner


Çanakkale 2000
Çanakkale Savaşları’nda ölen büyük dedesinin kayıp mezarını aramak için Gelibolu’ya gelen Yeni Zelandalı genç bir kadın ve Çanakkale Milli Parkı’nda bastonuyla dolaşan Türk Nine’nin akıllara durgunluk veren seksen beş yıllık sırrı…

Çanakkale 1915
Osmanlı teğmeni Ali Osman Bey ile Anzak Er Alistair John Taylor’ın birlikte insanlığa verdiği dehşetengiz ders…

Tarih kitaplarında yer almasına henüz hiçbir milletin izin vermeye hazır olmadığı büyük insanlık sınavı: Aynı adam aynı savaşta iki düşman ülkede savaş kahramanı olur mu? Ya da: Tarih düz okunacak bir metin midir? Ve tarih yeniden yazılmalı mıdır?

Buket Uzuner, romancılığının doruklarında bir başyapıta daha imza atıyor.

***

“Tarih, insan zekâsının bugüne kadar yarattığı en tehlikeli meyvesidir.”

Paul Valéry
(Fransız düşünür ve şair-
Regards sur le monde actuel)

“Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer
Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer
Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.”

Mehmet Âkif Ersoy
(Çanakkale Şehitleri Destanı)

“Elimize çok iyi bir şans geçmişti ama Osmanlı Bankası’nı soyamamıştık.”

General Ian Hamilton
İngiliz Orduları Başkomutanı

“Sonuçta İngilizler ve Fransızlar Çanakkale’den çekildiler.
Bu kendilerince başarılı bir çekiliştir.”

Albay Mustafa Kemal
Anafartalar Grup Komutanı

“Aslında büyük soru yerinde durmaktadır: Kim İstanbul’u elinde tutacaktır?”

Napoléon Bonaparte
Fransız Komutan ve İmparator

“Çanakkale, Yeni Türkiye’nin önsözüdür.”

Fazıl Hüsnü Dağlarca
(Çanakkale Destanı)

*

Gelibolu’nun ayazı yamandır. Hiç acımaz, çarpar insanı.

Gelibolu’nun ayazı serttir. Ege’den hiç beklenmeyecek kadar hırçındır, insafsızdır. Uğultulu seslerle ürkütücü bir hikâye anlatarak dolaşan rüzgâr insanı döver, hırpalar. Sessiz ve incecik yağan erken bahar yağmuru, rüzgârın anlattığı ürkütücü hikâyeyi anlamış kadar içini titretir insanın. Rüzgârın anlattığı hikâye, bunu daha önce hiç duymamış, hiç bilmemiş olanları bile etkiler, hüzünlü bir iz bırakır ziyaretçilerde. Gelibolu’nun rüzgârı yorar, yalnızlaştırır. Gelibolu’nun ayazı yaman ve ürperticidir. Yabancılar bunu anlamaz, bu kadar Doğu Akdeniz’de, ayazın bu kadar sert olabileceğine inanmazlar. Ancak Çanakkale’nin yerlileri bilir ayazının sertliğini. Gelibolu Yarımadası ayazın en yaman vaktinde; erken baharda çarpar insanı.

2000 yılının bir Mart sabahında, henüz hava karanlıkken Çanakkale Milli Parkı’nda son model bir cip ilerliyordu. Genç bir turist rehberi, yabancı bir turisti Arıburnu Anzak Koyu’na doğru götürmekteydi. Birazdan gün ağaracaktı. Saatler dışında her şey simsiyah geceyi doğruluyordu. Arıburnu Koyu’na varınca cip durdu. Cipin içindeki iki kişi hiç konuşmadan oturup bir süre bekledi. Sonra gökyüzünün zifiri siyahı ağır ağır koyu ve sisli bir maviyle açılmaya başladı. Şafak söküyordu. Gökyüzünün sisli mavisinden yeryüzüne sızan loş ışıkla birlikte Arıburnu Koyu’nda uysalca salınan deniz ve tam karşısında ürkütücü bir azametle dikilen Arıburnu Yarı göründü. Arıburnu Yarı, uzun bir boyun üzerinde kükremiş, dimdik ve saldırgan bir baş gibi orada dikilmiş, Koy’u gözetliyordu. Adına yabancıların Sfenks dedikleri Arıburnu Yarı, adeta Mısır Piramitleri’nden ödünç alınmış şaşırtıcı şekliyle, Koy’un asıl sahibi olduğunu ürküterek hissettiriyordu.

Gökyüzünde uçuk pembe utangaç bulutlar belirip mavi renkler griye dönünce cipin sağ ön kapısı açıldı. İçinden sarışın, ince uzun, genç bir kadın indi. Dışı muşamba, astarı yünlü ekose yağmurluğuna sıkıca sarınıp, kapüşonunu başına taktı ve Koy’a doğru yürüdü. Rehberi o dönene kadar cipin içinde bekleyecekti.

Kadın Koy’a varınca durdu, pantolonunun paçalarını dizlerine kadar sıvadı. Uğultulu ıslak rüzgâra ve ince ince yağan iç ürpertici yağmura aldırmadan botlarını ve çoraplarını çıkarttı. Çoraplarını botlarının içine sakladı. Çıplak ayaklarına batan çakıl taşlarını ve et-kesen soğuğu umursamadan denizin içinde yürümeye başladı. Su dizlerine varıncaya dek yürüdü. Orada durdu. O zaman döndü; sırtını denize, yüzünü karaya verdi. Tam karşısında Arıburnu Yarı haşmetle yükseliyor hemen önünde Anzak askerlerinin taşları yağmurla yıkanan mezarları dizilmiş duruyordu. Güneşin çok serin ve solgun erken ışıkları kadının yüzüne dokunduğunda, o dudaklarını ısırmaya, gözlerini kırpıştırmaya başladı. Kendi kendine bir şeyler mırıldandığı düşünülebilirdi. Belki bir dua, belki bir şarkı… Sanki üşüdüğünü yeni hissetmişti, ama üşüyen yalnızca dudaklarıydı. On dakika, belki biraz daha fazla. Denizin içinde dikilip, gözlerini Conkbayırı’na kadar uzatmış, oralarda devam eden çok hareketli bir şeyleri takip ediyor, bu sırada dudaklarını ısırmayı sürdürüyordu. Sonra yavaş yavaş yürüyerek çıktı denizden. Sahilden bir avuç çakıl taşı aldı, onları avucunun içinde okşadı ve ağlamaya başladı. Hıçkırıksız, gösterişsiz, için için kahrolarak, uzaktaki birisine dert yanarak, belki de dua okuyarak ağladı.

Yabancı turist kadın bir haftadır her sabah kendisinin ‘Anzak Koyu’ dediği Arıburnu Koyu’na geliyor ve planlanmış bir törenin parçasıymış gibi hep bunları yapıyor, sonunda da kendini tutamayıp ağlıyordu.

Cipin içinde yabancı kadını bekleyen turist rehberi her yıl Gelibolu’ya dedelerinin mezarlarını ziyaret etmek ve onların anılarını bulmak üzere gelen her türden ‘tuhaf yabancıya’ alışmış olsa da, bir haftadır yaşadığı bu hayli dramatik olay onu rahatsız ediyordu. İlk sabah bu duruma müdahale etmeye kalkmış, ‘ağlayan yalnız kadına yardım’ terbiyesiyle onun yanına koşmuştu. Ancak kadın tek bir cümleyle ‘yalnız kalmak istediğini’ en ufak bir yanlış anlamaya olanak vermeyecek biçimde anlatınca, biraz da bozularak cipe geri dönmüştü. Sonraki sabahlarda, ‘bana ne ya, ne hali varsa görsün…’ diye söylenip kadını görmezden gelmeye çalışsa da, erken sabah karanlığı ve serinliğinde ıslanarak ağlayan bir kadın imgesini canı sıkılarak ve mesafeli bir merakla izlemekteydi. Yalnızca izlemekle kalmıyor, oralarda kimsecikler olmadığını bile bile, kadının Arıburnu Yarı’ndan Conkbayırı’na dek uzanan yukarılarda seyrettiği şeyleri aramaktan o da kendini alamıyordu.

Topladığı çakıl taşlarını yağmurluğunun cebine dolduran genç kadın, öbür cebinden çıkarttığı küçük bir havluyla ayaklarını kuruladı, çoraplarını ve botlarını giydi. O bunları yaparken, cipin içinden onu izleyen rehber her seferinde onun nasıl olup da tek ayak üstünde düşmeden çorap ve botlarını giydiğine, botunun bağlarını bağladığına hayret ediyordu. Yalnızken kendisi de bunu yapmayı deniyor, ama mutlaka düşüyordu.

Kadın daha sonra paçalarını düzeltti ve ıslak havluyu katlayarak cebine koydu ve sanki biraz önce denizin içinde ağlayan ‘öbür kadın’dan ve törensel sahnelerden hiç haberi yokmuş gibi hızlı adımlarla cipe doğru yürüdü. Cipin kapısını açtı, ön koltuğa yerleşti, yorgun bir gülümsemeyle, “Let’s go Mehmet!” dedi.

Beyaz bir ten üzerine çizilmiş incecik yüz hatlarına aniden garip bir zıtlıkla eklenen geniş burun kanatlarıyla kişilikli bir ifade kazanmış, uzun boylu bir kadındı. Endişeli bakan mavi gözleri ona huzursuz ve ‘sürekli yabancı’ bir duygu eklemişti. Mesafeli, hatta soğuk bir insan etkisi yaratıyordu. Belki de bu nedenle yüzünün esrarengiz bir albenisi vardı. Sık gülümsemiyordu, hatta pek gülümsemiyordu. Ama gülümsediğinde insan seviniyordu onunla birlikte. Hani o çok şey bildiğini bir şekilde hissettiğiniz, ama bildiklerinin hepsini kendisiyle birlikte götürecek kadar gizemli ve serin gülümseyen insanlardandı. Uzun, sarı saçlarını bazen yumuşak bir topuz olarak topluyor, bazen omuzlarına bırakıyordu. Yirmili yaşlarının sonunda gösteren, koyu İngiliz aksanıyla İngilizce konuşan, serinliğin ve gizemin yakıştığı kadınlardandı. Ve sanki bu gizeme uygun olarak rezene kokuyordu.

Daha önce Çanakkale’de çeşit çeşit turiste rehberlik ettiği için kendini ‘insan sarrafı’ olarak tanımlayan Rehber Mehmet, hikâyesini az çok tahmin ettiğini ve kendinden birkaç yaş büyük olduğunu sandığı bu müşterisine karşı çekingen bir ilgi duysa da gizemli kadınlar ona fazla karmaşık ve problemli gelirdi. Bu nedenle Mehmet, kadının Gelibolu serüvenine dahil olmamaya özen gösteriyordu.

Sonunda yine Eceabat’a döndüler. Tıpkı son bir haftadır hep döndükleri gibi. Yabancı kadın öğleye kadar dinlendi. Öğlen sahildeki lokantaların birinde yemek yedi, yanında taşıdığı kitabından birkaç sayfa okudu, pratik Türkçe öğrenme sözlüğünden birkaç cümle çalıştı, küçük defterine bir şeyler yazdı. Hemen hemen bütün yabancı turistler zaten böyle yapıyordu. Öğleden sonra yine cipe binip Milli Park’a gittiler. Ve bir haftadır yaptıkları gibi parkı gezdiler. Rehber Mehmet, İzmirli olmasına karşın tarih kitaplarından ve broşürlerden öğrendiklerini ezber ritminde canla başla anlatarak müşterisini hoşnut etmeye çalıştı. Bütün turistlere her zaman aynı satırlarda eklediği yerel ve uluslararası anektodlarla kadını güldürdü, onun istediği yerlerde fotoğraflarını çekti. Beş yıldır mart-nisan aylarında Çanakkale’de çalışırdı ve burayı doğma büyüme Çanakkaleli birisinden daha fazla tanıdığına inanırdı. Yakışıklıydı ve bazı turist kadınlarla kısa ilişkiler yaşamıştı. Baharları Çanakkale’de, yazları Kapadokya veya Efes’te çalışırdı. İleride kendi turizm acentasını kurup patron olmayı istiyordu.

Akşam çökerken Eceabat’a döndüler. Yabancı kadın Eceabat’ta ‘Dost Anzak’ adlı küçük bir pansiyonda kalıyordu.

*

Eceyaylası Köyü’ne vardıklarında saat ondu. Turist rehberi Mehmet, Eceyaylası Köyü Muhtarı’na bir gün önce telefon etmiş ve yabancı bir turist kadının Eceyaylası köylülerine önemli bir açıklama yapmak istediğini haber vermişti.

Önemli açıklamalar duymaya hiç de hevesli olmayan Muhtar, önce mırın kırın etti. Daha sonra Mehmet’in otobüs işletmecisi patronundan çekindiği için -olsa gerek- ‘hadi öyleyse bakelım’ diyerek bu zoraki daveti gönülsüzce yaptı. Ertesi sabah erkenden köy kahvesinde toplanmaları için köylülere haber saldı, yaşlıların evlerine telefon etti.

Marı bi yabancı türist karı gelmiş. Tee uzaktan, İngiliz miymiş? Yok Zelandalı galiba. Neyse ne marı işte. Bizim köye bi haber getirmiş diyolar, sabahleyin erken kaaveye geliverin hele marı… Bakalım ne diyecektir?”

Son model cip sabah onda Eceyaylası Köy Meydanı’na vardığında, köy kahvesinin önünde sandalyelere oturmuş sekiz-on köylü sigara içip, çaylarını yudumlamaktaydı. Cipten önce uzun at kuyruklu saçı ve tek halka küpesiyle genç rehber Mehmet, ardından da sarışın, ince uzun yabancı kadın indi. Köylüler kendilerine benzemeyen herkese baktıkları gibi onlara da baktılar. Köylüler onlara uzun uzun baktılar. Dışarıdan bakınca bomboş görünen, düz ve kımıltısız bakışlarla onları süzdüler. Türkiye köylüleri çok konuksever, alçakgönüllü ve kalenderdir, ama kendilerinden olmayan herkesi ‘yabancı’ sayar; yabancılara da asla güvenmezler. Köylüler ayrıca hem zamanı, hem de kendi bedenlerini donduran özel bir güce sahiptirler. İstedikleri zaman bu güçlerini kullanır ve hiç kımıldamadan çevrelerinde kendi dokunulmazlıklarını sağlayan bir etki yaratabilirler. İşte Eceyaylası köylüleri böyle serin ve kımıltısız bakışlarla süzdüler iki yabancıyı. O sırada hareket eden yalnızca köy meydanında tek başına dolaşan bembeyaz bir horoz ve ağaç dallarından yaptıkları atlara binmiş, dört nala koşturan okul öncesi yaşta iki oğlan çocuğuydu.

Rehber Mehmet, bir bakışta ‘teşhis ettiği’ Köy Muhtarı’na yaklaşıp, elini sıktı. Biraz havalar-sular ve patronunun hatırı sohbeti yaptıktan sonra yanında huzursuzca gülümseyerek bekleyen yabancı kadını Muhtar’a tanıştırdı. Muhtar, yabancı kadının elini çekingen bir ifadeyle sıktı ve göz göze gelmekten çekinerek, başıyla utangaçça selamladı onu.

“Günaydın!” diye yüksek sesle selamladı köylüleri Mehmet, en sevimli gülümsemesiyle.

“Günün aydın olsun! Hayırlı sabahlar! Sana da günaydın olsun,” diyerek onun selamını aldı köylüler.

Yaşlılar gülümseyerek başlarını salladı, gençler sözün devamını bekledi. Bazılarının ellerinde tespih, bazılarında bir günlük gazetenin iç sayfaları vardı. Tek bir gazeteyi sayfalarına ayırarak dönüşümlü okuyorlardı. Gençler kasket, yaşlılar yün takke, bere giymişlerdi. Kahvedeki bütün köylüler ve Muhtar erkekti. Birçoğu mavi gözlüydü.

Bu sırada Arıburnu Koyu’nda denize girdiği kadar tedirgin görünen yabancı kadın, köylülere heyecanlı bir sesle, “Mar-ha-ba!” dedi.

Köylüler kadınla göz göze gelmemeye özen göstererek hep bir ağızdan, “Merhaba, hoşgelmişsin!” diyerek onu selamladılar. Sonra hep beraber kahveye girdiler, masaların etrafına oturup beklediler.

“Bu yabancı hanım bugün size bir şey açıklamak istiyor. Kendisi Türkçe bilmediği için ben size onun dediklerini tercüme edeceğim. Artık elçiye zeval olmaz, di mi amcalar, kardeşler?” dedi Mehmet, en profesyonel ses tonuyla. Köylüler gülümseyerek başlarını salladılar. Son derece dost ve sıcak bir ilgiyle yeniden beklediler.

Yabancı kadın dönüp Mehmet’e İngilizce olarak bir şeyler anlattı.

“Diyor ki; acaba Yeni Zelanda ile yoğurt arasında ne fark vardır?”

Çıt çıkmadı.

Köylüler münasebetsiz buldukları her şeye karşı verdikleri yüzyıllık tepkiyi hemen verdiler: Tepkisiz kaldılar! Yok saydılar. Duymamış gibi baktılar. Dünyanın bütün köylülerinden kat kat daha iyi verdikleri kayıtsızlık tepkisiyle Türkiyeli köylüler dümdüz ve en şeffaf bakışlarıyla bu münasebetsiz soruya karşı direndiler. Kendilerine bu soruyu sormak için dünyanın taa dibinden kalkıp gelen ve sabah sabah kendilerini kahveye toplayan -hoş zaten başka işleri de yoktu ama- bu yabancı kadına uzun uzun ve tepkisiz baktılar. Sigaralarının külleri uzadı, bardaklardaki çayları soğudu, tespihleri parmak aralarında dondu. Ama onlar hiç kıpırdamadılar.

Kadın onların bu tepkisizliğini ilgisizlik sandı ve telaşlandı. Onun beden dilini son bir haftadır Arıburnu Anzak Koyu’nda-

Benzer İçerikler

Hayal Dünyası Gezginleri

yakutlu

Celaleddin | Şebnem Pişkin | Birazoku

yakutlu

Veba-Albert Camus

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy