I. Bölüm: İnsanlar Neden Var?
Bir gezegendeki zeki varlıklar, gün gelir, kendi varlıklarının nedenini soracak yaşa gelirler. Eğer günün birinde uzaydan dünyaya üstün yaratıklar gelirse, uygarlığımızın düzeyini değerlendirmek için soracakları soru şu olacaktır: “Evrimi keşfettiler mi?” Canlı organizmalar üç bin milyon yıldan daha uzun bir süre dünya üzerinde varoldular ve neden yaşadıklarını hiç bilemediler, ta ki güneş doğana ve ışınları bir tanesine ulaşana dek. Bu kişinin adı Charles Darwin’di… Dürüst olmak gerekirse, başkaları gerçeği belli belirsiz sezmişlerdi. Ancak ilk kez Darwin, neden varolduğumuzun tutarlı ve kabul edilebilir bir açıklamasını yapmıştır. Bölümün başındaki soruyu soran meraklı çocuğa mantıklı bir yanıt vermemizi Darwin sağlamıştır. Artık, “Yaşamın bir anlamı var mı?”, “Niye varız?”, “İnsan nedir?” türünden derin sorularla karşılaştığımızda hurafelere sığınmak zorunda kalmayacağız. Bu üç soruyu ileri sürdükten sonra, tanınmış zoolog G. G. Simpson, şöyle bir yanıt veriyor: “Söylemek istediğim, 1859 öncesinde bu soruları yanıtlamaya çalışan tüm çıkışların değersiz olduğu ve onları tamamen görmezden gelmemizin doğru olacağıdır.”
Bugün, Dünya’nın Güneş etrafında dönüyor olması ne kadar şüpheye açıksa, evrim kuramı da ancak o denli kuşkuludur. Yine de, Darwin’in yaptığı devrimin içeriği, geniş bir çevre tarafından, anlaşılmayı beklemektedir. Zooloji, üniversitelerde hâlâ yan bir konudur ve zooloji çalışmayı seçenler bile, çoğunlukla, bu kuramın derin felsefi boyutunu görmeden kararlarını vermişlerdir. Felsefe ve “beşeri bilimler” olarak tanıdığımız konular, hâlâ Darwin hiç yaşamamışçasına öğretilmektedir. Bunun zamanla değişeceğine dair hiç kuşkum yok. Her ne olursa olsun, bu kitap Darwinciliğin avukatlığını yapmayı hedeflemiyor. Bunun yerine, belli bir soruna ilişkin olarak, evrim kuramının getirdiği sonuçları araştıracak. Amacım bencillik ve özverinin biyolojisini incelemek.
Akademik yönden ilginç olmanın ötesinde, konu, sosyal yaşamımızın her yönüne, sevmelerimize ve nefret etmelerimize, dövüşmemize ve yardımlaşmamıza, vermemize ve çalmamıza, açgözlülüğümüze ve eli açıklığımıza değinmesi nedeniyle, insancıl açıdan önemlidir. Bu savlar, Lorenz’in On Aggression (Saldırganlık Üzerine), Ardrey’in The Social Contract (Toplumsal Sözleşme) ve Eibl-Eiblesfeldt’in Love and Hate (Sevgi ve Nefret) adlı eserleri için ileri sürülmüş de olabilirdi. Bu kitaplardaki hata, yazarların konuyu baştan aşağı yanlış ele almalarıdır. Yanlış ele aldılar, çünkü evrimin nasıl işlediğini anlayamadılar. Evrimdeki önemli noktanın, bireyin (veya genin) iyiliği değil de, türün (veya grubun) iyiliği olduğunu varsaymak gibi bir yanılgıya düştüler. Ashley Montagu’nun, Lorenz’i “doğrudan doğruya on dokuzuncu yüzyılın ‘dişiyle, tırnağıyla doğuştan kıpkırmızı’ düşünürlerinin soyundan” gelmekle suçlaması ironiktir. Lorenz, evrim kuramına yaklaşımından anladığım kadarıyla, Tennyson’un ünlü sözlerini reddetme konusunda Montagu ile aynı kanıyı paylaşıyor. İkisinin de aksine, ben, “dişiyle, tırnağıyla doğuştan kıpkırmızı” deyiminin modern evrim kuramını hayran olunacak biçimde özetlediğini düşünüyorum.
Tezimi ortaya koymadan önce, ne olduğunu ve ne olmadığını kısaca açıklamak istiyorum. Bize, bir adamın Şikago gangsterlerinin dünyasında uzun ve bolluk içinde bir yaşam sürdürdüğünü söyleseler, bu adamın ne menem bir kişi olduğu konusunda bazı tahminler yürütebiliriz. Bu adamın sert, hızlı tetik çekebilen ve sadık dostlar edinebilen biri olacağını umarız. Bunlar mutlak doğru sonuçlar olmayacaktır; yine de, bir adamın yaşamını sürdürdüğü ve hayatını kazandığı koşullar hakkında da bir şeyler bilirsek, karakteri hakkında bazı çıkarsamalarda bulunabiliriz. Bu kitaptaki tez, bizim, diğer bütün hayvanlar gibi, genlerimiz tarafından yaratılmış makineler olduğumuzdur. Başarılı Şikago gangsterleri gibi, bizim genlerimiz de, epey rekabetçi bir dünyada milyonlarca sene boyunca, hayatta kalmayı başarabilmişlerdir. Buna dayanarak, genlerimizde belirli nitelikler olduğunu ileri sürebiliriz. Ben başarılı bir gende, baskın özelliğin acımasız bir bencillik olduğunu savunacağım. Genin bu bencilliği, bireyin davranışlarında da bencil olmasına yol açacaktır. Bununla birlikte, göreceğimiz gibi, bir genin bencil amaçlarına ulaşmak için tutabileceği en iyi yolun, sınırlandırılmış bir özveri benimsemek olduğu özel durumlar vardır. Bu son cümledeki “sınırlandırılmış” ve “özel” çok önemli sözcükler. Her ne kadar aksine inanmak istesek de, evrensel sevgi ve türün -bir bütün olarak- iyiliği hiç de evrimsel anlamı olmayan kavramlardır.
Bu, beni kitabın ne olmadığı konusunda söylemek istediğim noktaya getiriyor. Ben, evrim üzerine temellendirilmiş bir ahlakın savunusunu yapmayacağım. Ben insanların nasıl evrimleştiğini anlatıyorum; biz insanların ahlaksal davranışlarının nasıl olması gerektiğini söylemiyorum. Bu noktayı vurguluyorum, çünkü varolan bir duruma ilişkin bir sözü, varolması gereken bir durumun savunusundan ayırmayı beceremeyen kişiler -ki sayıları çok fazla- tarafından yanlış anlaşılma tehlikesi içindeyim. Duygularım, sadece genlerin evrensel acımasız bencilliği yasası üzerine temellendirilmiş bir insan topluluğunun yaşamak için kötü bir topluluk olacağını söylüyor. Ne yazık ki, bir şeye karşı olmamız onu gerçek olmaktan alıkoyamıyor. Esas olarak, bu kitabın ilgi çekici olması hedeflendi, ancak ahlaksal bir sonuç çıkarmak istiyorsanız, biyolojik doğadan çok az yardım bekleyebilirsiniz. Eli açık ve özverili olmayı öğretmeye çalışalım, çünkü bencil doğuyoruz. Kendi bencil genlerimizin ne istediğini anlayalım; böylelikle, en azından, onların tasarımlarını bozabiliriz. Bu, başka hiçbir türün cesaret edemeyeceği bir şey…
Öğretme konusunda söylediklerimin bir sonucu olarak, genlerle kalıtılan özelliklerin sabit ve değiştirilemez olduğunu düşünmek yanlış olur (hem de çok sık yapılan bir yanlış). Genlerimiz bize bencil olma talimatı verebilirler, fakat tüm hayatımız boyunca onlara boyun eğmek zorunda değiliz. Yalnızca şunu söyleyebiliriz: Genetik olarak özverili olmaya programlanmış olsaydık, özverili olmayı öğrenmemiz şimdikinden daha kolay olabilirdi. Hayvanlar arasında bir tek insanda öğrenilen ve sonraki kuşaklara geçirilen etkiler, örneğin kültür, baskın özelliktedir. Kimileri, insan doğasının anlaşılmasında, kültürün genlerinin konuyla ilişkisiz kalacak denli önemli olduğunu söyleyeceklerdir. Kimileri de buna karşı
çıkacaklardır. Bütün bunlar, insanı niteleyen özelliklerin belirleyicileri olarak “doğa mı, besleyen mi” tartışmasında nerede durduğumuza bağlıdır. Bu beni, kitabın ne olmadığı konusundaki ikinci noktaya getiriyor: Bu, doğa/besleyen çekişmesinde herhangi bir konunun avukatlığını yapan bir kitap değil. Elbette bu konuda bir fikrim var, fakat bunu ifade etmeyeceğim. Ta ki, son bölümde yer alacak olan kültüre bakışa gelinceye dek.
Eğer çağdaş insan davranışının belirlenmesinde genlerin gerçekten de önemsiz olduğu ortaya çıkarsa; eğer gerçekten de bu açıdan hayvanlar arasında tek ise, en azından bizleri kuraldışı kılan bu kuralı sorgulamak yine de ilginç olacaktır. Ve eğer, türümüz düşündüğümüz kadar da kuraldışı değilse, bu kuralı anlamamız daha da önemli olacaktır.
“Bu kitap ne değildir”in üçüncüsü, insan davranışlarının kapsamlı bir tanımlaması. Bazı gerçek detayları yalnızca açıklayıcı örnekler olarak kullanacağım. Şunu söylemeyeceğim: “Babunların davranışlarına bakarsanız, bencil olduklarını görürsünüz; bu nedenle insan davranışlarının da bencil olma şansı yüksektir.” Benim ‘Şikago gangsteri’ düşüncemin mantığı çok daha farklı: İnsan ve babun doğal seçilimle evrimleşmişlerdir. Doğal seçilimin nasıl işlediğine göz attığımızda, doğal seçilimle evrimleşen herhangi bir şeyin bencil olması gerekiyormuş gibidir. Bu yüzden de, gidip babunların, insanların ve diğer canlıların davranışlarına bakarsak, bencil olduklarını görürüz. Eğer, bu beklentimizin yanlış olduğunu bulursak, eğer insan davranışının gerçekten de özverili olduğunu gözlersek, işte o zaman kafa karıştırıcı bir şeyle karşı karşıyayız demektir; açıklama gerektiren bir şeyle…
Daha fazla ilerlemeden bir tanıma gereksinimimiz var. Bir varlık, örneğin babun, eğer kendisi gibi bir başka varlığın rahatını -kendi iyiliği pahasına- artıracak biçimde davranıyorsa, özverili olarak tanımlanır. Bencilce davranışın ise tam tersi bir etkisi vardır. ‘Rahatlık’, “yaşamkalım şansı” olarak tanımlanabilir (gerçek, yaşam ve ölüm üzerindeki etkisi göz ardı edilebilecek denli azmış gibi görünse bile). Darwinci kuramın çağdaş çeşitlemelerinin şaşırtıcı sonuçlarından biri, yaşamkalım olasılığı üzerindeki küçücük, ancak can alıcı etkilerin evrimde geniş değişimlere neden olabilmeleridir. Bunun nedeni, böylesi etkilerin kendilerini hissettirmek için çok uzun zamana sahip olmalarıdır.
Yukarıdaki özveri ve bencillik tanımlarının öznel değil de, davranışsal olduğunu fark edebilmek önemli. Ben, burada güdülerin psikolojisi ile uğraşmıyorum. Özverili davranan insanların, bunu “aslında” gizli ya da bilinçsizce bencil güdüler için yapıp yapmadıklarını tartışmayacağım. Belki öyle, belki değil, belki de hiç bilemeyeceğim. Ne olursa olsun, kitabın konusu bu değil. Benim tanımım, sadece, bu davranışların özverili ya da faydalanan olduğu varsayılan bireylerin yaşamkalım olasılığını artırdığını mı yoksa azalttığını mı sorgular.
Davranışların uzun dönemli yaşamkalım olasılıkları üzerindeki etkilerini göstermek hayli karmaşık bir iş. Bu davranışı somuta indirgeyerek gerçek davranışlara uyguladığımızda, “açıkça” sıfatı ile nitelendirmemiz gerekir. Açıkça özverili olan bir eylem, özverili bireyin ölme olasılığını artırmaya (ne kadar az olursa olsun) ve alıcının yaşamkalım şansını artırmaya yönelik gibi görünen -yüzeysel- bir davranıştır. Genellikle, yakından baktığımızda, açıkça özverili olan eylemlerin gerçekte kılık değiştirmiş bencillik olduğu ortaya çıkar. Bir kez daha tekrarlayalım, özverinin altındaki güdülerin gizliden bencilce olduğunu söylemek istemiyorum; yapılan eylemin yaşamkalım olasılığı üzerindeki gerçek etkilerinin, başlangıçta düşündüğümüzün tam tersi olduğunu anlatmak istiyorum.
Açıkça bencil ve açıkça özverili davranışlara ilişkin bazı örnekler vereceğim. Kendi türümüzle uğraşırken öznel düşünme alışkanlıklarımızı bastırmak zordur. Bunun için, örneklerimi diğer hayvanlardan seçeceğim. Önce, bireysel hayvanların bencil davranışlarına dair örnekler vereyim. Siyahbaşlı martılar büyük koloniler halinde yuva kurarlar. Yuvalar birbirinden sadece birkaç fit uzaklığındadır. Yavrular yumurtadan ilk çıktıklarında küçük ve savunmasızdırlar, onları yutuvermek kolaydır. Bir martının, komşusunun arkasını dönmesini veya balık avlamaya gitmesini beklediği, sonra da komşunun yavrusunun başına çöküp bir lokmada yuttuğu çokça görülür. Böylece, balık avlama zahmetine girmeksizin ya da kendi yuvasını savunmasız bırakmasızın, besleyici, güzel bir yemek elde eder. Daha iyi bilinen bir örnek ise dişi peygamberdevesinin meşum yamyamlığıdır. Peygamberdeveleri iri, etobur böceklerdir. Normal olarak, kendilerinden daha küçük hayvanları -sinekler gibi- yerler; hareket eden hemen hemen her şeye saldırırlar. Çiftleşirken erkek dikkatlice sürünür, tırmanarak dişinin üstüne biner ve birleşir. Dişi eline bir şans geçirirse, erkeği yiyecektir. Ya erkek yaklaşırken veya üstüne bindikten ya da ayrıldıktan hemen sonra, kafasını kopartarak işe başlar. Dişinin erkeği yemek için birleşmenin bitmesini beklemesi en mantıklısı gibi görünüyor. Ancak, kafasını kaybetmesi sonucu, erkeğin vücudunun geri kalan kısmı dişinin üstünden düşmemektedir. Tam tersine, böceğin kafası engelleyici bazı sinir merkezlerinin yuvası olduğundan dolayı, olasıdır ki, kafasının yenmesi erkeğin performansını artırır. Eğer bu doğruysa, ek bir yarar oluşturacaktır. Birincil yarar, dişinin güzel bir yemek elde etmesidir. Yamyamlık gibi uç olaylar tanımımıza çok iyi uymalarına karşın, “bencil” kelimesi bunları nitelemede yetersiz kalıyor. Anlatılanları göz önüne aldığımızda, belki de, Güney Kutbu imparator penguenlerinin korkakça davranışlarına biraz daha sempati ile bakabiliriz. Söz konusu penguenlerin suya girmeden önce, kıyıda durup durdukları gözlenmiş. Nedeni, ayı balıkları tarafından yenme tehlikesiymiş. İçlerinden bir tanesi suya girse, geri kalanlar denizde bir ayı balığı olup olmadığını anlayacaklarmış. Doğaldır ki, hiçbiri denek olmak istemiyormuş ve bekliyorlarmış. Birbirlerini suya itmeye çalıştıkları bile oluyormuş.
Bencil bir davranışa daha da sıradan bir örnek, yalnızca değerli bir kaynağı -yiyecek, bölge veya cinsel eş gibi- paylaşmayı reddetmeyi içerebilir. Şimdi, açıkça özverili olan davranışlar için örnekler vereyim. İşçi arıların sokma davranışı bal hırsızlarına karşı çok etkili bir savunmadır. Sokucu arılar, kamikaze dövüşçüleridir; sokma eylemi sırasında, hayati önemdeki iç organlar genellikle vücudun dışına çıkar ve arı, soktuktan hemen sonra ölür. Bu intihar eylemi koloninin çok önemli besin depolarını kurtarmış olabilir fakat arı, bunun faydalarını görmek için ortalıklarda olmayacaktır. Tanımımız gereği bu eylem özverili bir davranıştır. Bilinçli güdülerden bahsetmediğimizi hatırlayın. Bencillik örneğinde veya bu örnekte bilinçli güdüler vardır ya da yoktur; bu bizim tanımımız kapsamında değildir.
İnsanın arkadaşı uğruna hayatını öne sürmesi elbette ki özverili bir davranıştır; ancak, arkadaş uğruna küçük bir riske atılmak da özveridir. Birçok küçük kuş, “uçmakta olan bir avcı” gördüklerinde -şahin gibi- çok özel bir “uyarı çığlığı” atarlar. Bu çığlık üzerine tüm sürü kaçma eylemine girişir. Uyarı çığlığını atan kuşun kendini tehlikeye attığına dair dolaylı da olsa kanıt vardır; çünkü avcının dikkatini özellikle kendi üzerine çekmektedir. Bu küçük bir ek risktir; yine de tanımımız gereği -en azından ilk bakışta- özverili bir eylem olarak görülebilir. Hayvanlarda özverinin en yaygın ve belirgin biçimi ebeveynlerin davranışlarında açığa çıkar; özellikle anaların çocuklarına karşı gösterdikleri davranışlarda. Kuluçkaya yatarlar; bebeklerini vücutlarında taşırlar; kendilerine büyük zararlar vermesi pahasına da olsa onları besler ve avcılardan korumak için büyük tehlikelere atılırlar. Bir örnek vermek gerekirse, yere yakın yuvalanan kuşların çoğu bir avcı -örneğin, bir tilki- yaklaştığında çılgınca bir dikkati başka bir yöne çekme “gösterisine” başvururlar. Ebeveyn kuş, topallayarak ve kanadını kırılmış gibi uzatarak yuvadan ayrılır. Avcı, kolay bir av bulduğunu düşünerek, yem peşinde, yavruların içinde bulunduğu yuvadan uzaklaşır. Sonunda, ebeveyn tam tilkinin ağzına gireceği sırada rol yapmayı bırakır ve uçup gider. Yuvadakilerin hayatı çoğunlukla kurtulur ama ebeveyn de tehlikeye atılmıştır.
Hikâyeler anlatarak bir yere varmaya çalışmıyorum. Seçilen örnekler hiçbir zaman, geçerli olabilecek bir genelleme için ciddi kanıtlar olmayacaktır. Bu hikâyeler sadece bireyler düzeyinde, özverili ve bencil davranışlarla ne demek istediğimi açıklamayı amaçlayan örneklerdir. Bu kitap, gen bencilliği diye adlandırdığım temel yasanın, gerek bireysel bencilliği gerekse bireysel özveriyi nasıl açıkladığımı gösterecek. Ancak, önce, özveri söz konusu olduğunda ortaya çıkan özel bir yanlış açıklamadan bahsetmek istiyorum, çünkü yaygın olarak biliniyor ve de yaygın olarak okullarda öğretiliyor. Bu açıklama daha önce sözünü ettiğim yanlış kavram üzerine temellendiriliyor: Canlılar “türün iyiliği için” veya “grubun iyiliği için” bir şeyler yapmak üzere evrimleşirler. Biyolojide bu görüşün nasıl başladığı kolayca görülebilir. Bir hayvanın yaşamının çoğu üremeye ayrılmıştır ve doğada gözlediğimiz, kendini kurban etme eylemlerinin çoğu ebeveynlerce çocukları için yapılır. “Türün devamı”, üreme kavramına ilişkin sıkça kullanılan bir başka deyim olup, tartışmasız, üreme olayının bir sonucudur. “Üremenin ‘işlevi’ türün devamını ‘amaçlar'” şeklinde bir sonuca varabilmek için mantığı bir parça çekiştirip uzatmak yeterlidir. Buradan hareketle, bir başka yanlış adım, hayvanların genelde türün devamını sağlayacak şekilde davranacakları yorumunu yapmak olacaktır. Bunu ise, türün diğer üyelerine karşı özverili davranacakları yorumu izler. Bu düşünce şekli, Darwinci terimlerle söylendiğinde, muğlak kalacaktır. Evrim, doğal seçilim yoluyla işler ve doğal seçilim de “en uygun” olanın, farklılıkları nedeniyle ayakta kalmasıdır. Ancak, “en uygun” ile kastedilen nedir? En uygun bireyler mi; en uygun ırklar mı; en uygun türler mi? Ya da başka bir şey mi? Bazı amaçlar için bu sorunun yanıtı çok önemli değil; ancak özveriden bahsediyorsak, can alıcı bir nokta olduğu çok açık. Darwin’in varolma mücadelesi olarak adlandırdığı yarışma türler arasında ise, bireye bu oyunda bir piyon olarak bakılabilir, o da en iyi niyetli yaklaşımla; bu piyon, türün daha yüksek olan çıkarları gerektiği takdirde kurban edilecektir. Daha saygın bir şekilde dile getirmek istersek, eğer bir grup, -örneğin, bir tür ya da türün içindeki bir topluluk- kendilerini grubun iyiliği için feda etmeye hazır bireylerden oluşmuşsa, kendi bencil çıkarlarını önde tutan bireylerden oluşmuş rakip bir gruba kıyasla, neslinin tükenmesi olasılığı daha düşüktür. Böylece, dünya nüfusu, bireyleri kendini adamış gruplardan oluşur. Bu, evrim kuramının detaylarına aşina olmayan biyologlarca uzun zamandır doğru kabul edilen, V. C. Wynne-Edwards tarafından The Social Contract adlı yapıtta halka sunulmuş olan “grup seçilimi” kuramıdır. Ortodoks seçeneğin normalde “bireysel seçilim” olarak adlandırılmasına karşın, ben kişisel olarak gen seçiliminden bahsetmeyi yeğleyeceğim. Biraz önce anlattığım mantık dizisine “bireysel seçilimci”nin vereceği ilk yanıt şöyle bir şey olabilir. Özverili bireylerin oluşturduğu grupta bile, herhangi bir şey feda etmeyi reddeden bir muhalif azınlık olacağı hemen hemen kesindir. Diğerlerinin özverisini kullanmaya hazır bir tek bencil asi olsa bile, tanım gereği, hayatta kalma ve çocuk sahibi olma şansı daha fazla olacaktır. Bu çocukların her biri onun bencil özelliklerini taşımaya eğilimlidir. Bu doğal seçilimin birçok nesil boyunca devam etmesiyle, “özverili grup” bencil bireyler tarafından ele geçirilecek; sonunda bu grubu bencil gruptan ayırt etmek olanaksız hale gelecektir. Başlangıçta içinde asi bulundurmayan, arı özverili grupların olabileceğini düşünsek bile -ki bunun olma şansı çok azdır- komşu bencil gruplardan bencil bireylerin, göç ederek ve grup-içi evlenmelerle özverili grupların arılığını kirletmelerini neyin durduracağını söyleyebilmek çok zor. Bireysel seçilimci, grupların gerçekten ölebileceğini ve bir grubun neslinin tükenip tükenmeyeceğinin grup bireyleri tarafından belirleneceğini itiraf edecektir: Eğer gruptaki bireylerin uzağı görebilme yetenekleri olsaydı, uzun dönemde tüm grubun yok olmasını engellemek için bencil hırslarını sınırlamanın kendi çıkarları doğrultusunda olacağını görebilirlerdi. Bu, son yıllarda İngiltere işçilerine kim bilir kaç kez söylenmiştir? Fakat grup neslinin tükenmesi, bireysel yarışmanın aniden kesilmesi ve bunun etkisi ile kıyaslandığında yavaş bir süreçtir. Grup yavaşça ve önlenemez bir şekilde yokuş aşağı giderken bile, bencil bireyler özverili bireyler pahasına gelişirler. İngiltere vatandaşlarına uzağı görme yeteneği verilmiş ya da verilmemiş olabilir, ancak evrim geleceğe bakmaz.
Grup seçilimi kuramının, evrimi anlayan profesyonel biyologlar arasında çok az destek görmesine karşın, güçlü bir sezgisel çekiciliği vardır. Birbiri peşi sıra, zooloji öğrenci nesilleri, okuldan çıkıp da Ortodoks bakış açısının doğru olmadığını öğrenince şaşırıp kalırlar. Bu yüzden suçlanması gereken onlar değildir. Çünkü, İngiltere’deki ileri düzey biyoloji öğretmenleri için yazılmış olan Nuffield Biology Teacher’s Guide (Nuffield Biyoloji Öğretmen Kılavuzu) adlı kitapta şunları okuyoruz: “İleri düzeyde gelişmiş hayvanlarda davranışlar, türün yaşamda kalmasını sağlamak için intihar şeklini alabilir.” Bu kılavuzun adı bilinmeyen yazarı, neşe içinde, tartışmalı bir şeyler söylediğinin farkına bile varmıyor. Bu noktada bir Nobel ödülü sahibi ile aynı düşüncede: Konrad Lorenz, On Aggression’da, saldırgan davranışların “türü koruyucu” işlevinden söz ediyor. Bu işlevlerden biri de, sadece en uygun bireylerin döl sahibi olmasını sağlamak… Bu eşsiz bir döngüsel tartışma. Ancak, burada vurgulayacağım nokta şu: Grup seçilimi kuramı öylesine derin bir köklenmeye sahip ki, Lorenz, aynen Nuffield Guide yazarı gibi, söylediklerinin Ortodoks Darwinci kurama karşıt olduğunun besbelli farkında değil.
Kısa bir süre önce, başka konularda çok iyi olan bir BBC televizyonu programında söz konusu konunun Avustralya örümcekleri ile ilgili çok hoş bir örneğini duydum. Programdaki “uzman” yavru örümceklerin büyük bir bölümünün başka türlere av olduğunu gözlüyor ve devam ediyor: “Belki de varoluşlarının gerçek amacı budur, çünkü türün korunması için sadece birkaçının yaşaması yeterlidir!”
The Social Contract’da, Robert Ardrey, grup seçilimi kuramını, genelde sosyal düzenin tümünü açıklamak için kullanıyor. Besbelli insanı, hayvansı dürüstlük yolundan sapmış bir tür olarak görüyor. Ardrey en azından ödevini yapmış. Ortodoks kuramla uyuşmama kararını bilerek almış ve bu nedenle de övgüyü hak ediyor.
Grup seçiliminin bu güçlü çekiciliğinin bir diğer nedeni de, belki de birçoğumuzun paylaştığı ahlaksal ve politik ideallerle aynı doğrultuda olmasıdır. Bireyler olarak, sık sık bencilce davranıyor olabiliriz, ancak daha idealist olduğumuz anlarda başkalarının iyiliğini üstün tutanlara gıpta eder ve saygı duyarız. Yine de, “başkaları” sözcüğünü hangi genişlikte yorumlamak istediğimiz konusunda kafamız karışıktır. Bir grup içerisindeki özveri, sık sık, gruplar arası bencillikle at başı gider. Bu, sendikacılığın temellerinden biridir. Başka bir düzeyde, bizim kendimizi özveriyle kurban edişimizden en çok fayda sağlayan ulustur ve genç erkeklerin ülkenin büyük zaferi uğruna, birer birey oldukları için ölmeleri beklenir. Bunun da ötesinde, haklarında farklı bir ulustan olduklarından başka bir şey bilmedikleri başka bireyleri öldürmek için cesaretlendirilirler (Gariptir ki, barış zamanında bireylere yaşam standartlarını artırma hızlarında bir parça özverili olmaları için yapılan çağrılar, savaş zamanında hayatlarını öne sürmeleri için yapılan çağrılardan daha az etkili gibi görünüyor).
Son zamanlarda, dostluk duygularımızın nesnesi olarak tüm insan türünü alma yolunda, ırkçılık ve vatanseverliğe karşı bir eğilim oluşmakta. Özverimizin bu insancıl genleşmesinin ilginç bir sonucu var ki, “türün iyiliği” fikrini destekliyor. Politik anlamdaki liberaller -türün etiği konusunun en inandırıcı sözcüleri-, şimdilerde özveri sınırlarını biraz daha genişleterek başka türleri de içine alanları küçük görmekteler. İnsanların barınma şartlarını iyileştirmek yerine, büyük balinaların öldürülmesini önlemekle ilgilendiğimi söylediğim takdirde, sanırım kimi arkadaşlarımı epey şaşırtmış olacağım.
Kişinin kendi türünün üyelerinin başka türlerin üyelerine kıyasla özel ahlaksal değer hak ettikleri duygusu eski ve derindir. Savaş zamanı dışında, insan öldürmek genelde işlenebilecek en ciddi suçtur. Bizim kültürümüzde daha da şiddetle yasaklanmış bir tek şey var; o da insan yemek (ölmüş bile olsalar). Bununla birlikte, başka türlerin üyelerini yemekten hoşlanıyoruz. Birçoğumuz, canilere bile ölüm cezası uygulanması düşüncesinden iğrenirler, Öte yandan da, ılımlı “hayvan zararlılarının” yargılanmaksızın vurulmasını neşeyle desteklerler. Aslında, diğer zararsız türlerin üyelerini zevk ve eğlence için öldürürüz. İnsansı duyguları bir amipten daha fazla olmayan bir insan dölütü, yetişkin bir şempanzeye gösterilenden çok daha ileri bir saygı ve koruma altındadır. Yine de, şempanzenin duyguları vardır, düşünür ve -son deneysel kanıtlara göre- bir çeşit insan dilini öğrenebilir. Dölüt ise kendi türümüze aittir ve bu nedenle anında özel hak ve ayrıcalıklarla donatılır. Richard Ryder’ın kullandığı “türcülük” etiği, “ırkçılıktan” daha güçlü bir mantıksal temele oturtulabilir mi, bilemiyorum. Bildiğim, evrimsel biyolojide doğru temeller bulamayacağı.
İnsan etiğinde istenen özveri düzeyi konusundaki kargaşa -aile, ulus, ırk, tür ya da tüm canlılar-, biyolojide evrim kuramına göre beklenebilecek özveri düzeyi ile paralel bir kargaşayı yansıtıyor. Grup seçilimini yeğleyenler bile, rakip grupların birbirlerine kötü davrandığını gördüğünde şaşırmazlar; sınırlı kaynaklar için olan mücadelede herkes kendi grubunu destekleyecektir (Sendikacılar veya askerler gibi). Bu durumda, grup seçilimcisine, hangi düzeyin önemli olduğuna nasıl karar verdiğinin sorulması gerekir. Eğer seçilim bir türün grupları ve türler arasında sürüp gidiyorsa, daha büyük gruplar arasında neden olmasın? Türler bir araya gelerek cinsleri, cinsler takımları, takımlar da sınıfları oluşturur. Aslanlar ve antiloplar da, bizim gibi, memeliler sınıfındandır. Öyleyse, aslanların “memelilerin iyiliği için” antilopları öldürmekten kaçınmasını mı bekleyeceğiz? Kuşkusuz, sınıflarının neslinin tükenmesini önlemek için kuşları veya sürüngenleri avlamalılar. Peki ama, tüm omurgalılar şubesini devam ettirme gereği ile kim uğraşacak?
Ben reductio ad absurdum (bir düşüncenin doğru olduğunu göstermek amacıyla, aksinin yanlışlığını kanıtlamak) yaklaşımıyla tartışmaya devam edebilir ve grup seçilimi kuramının güçlüklerine dikkat çekebilirim, ancak bireysel özverinin açıkça varolması açıklanmayı bekliyor. Ardley işi, Thomson’un
gazellerindeki zıplamada, davranışın tek açıklamasının grup seçilimi olduğunu söylemeye kadar vardırıyor. Zıplayan hayvanın bir avcının önüne atlayıvermesi, avcının dikkatini kendine çekerken bir yandan da arkadaşlarını uyarmak istemesiyle, kuşların uyarı çığlıklarına benzer. Thomson’un gazelciklerini ve benzeri olguları açıklamak gibi bir sorumluluğumuz var ve bu da ileriki bölümlerde yanıt vermeye çalışacağım bir soru.
Bundan önce, evrime, en alt düzeyde gerçekleşen seçilim çerçevesinde bakmanın en iyi yol olacağı şeklindeki inancımı tartışmalıyım. Bu inancın oluşmasında, G. C. Williams’ın, Adaptation and Natural Selection (Adaptasyon ve Doğal Seçilim) adlı önemli kitabının etkisi çok büyüktür. Kullanacağım temel düşünce, yüzyılın başlarında, genler-öncesi günlerde A. Weismann tarafından öngörüldü: Weismann’ın “germ-plazmanın süreğenliği” doktrini. Şunu savunacağım: Temel seçilim birimi -ve bu arada kendi çıkarımız- ne tür ne de gruptur; hele birey kesinlikle değildir. Gendir; yani kalıtım birimidir. Kimi biyologlara bu, başlangıçta çok uç bir görüş gibi gelebilir. Umuyorum ki, ne demek istediğimi anladıklarında, alışık olmadığımız bir tarzda ifade edilmiş olsa bile, bu tezin aslında Ortodoksça olduğunu kabul edeceklerdir. Bu tartışmayı geliştirmek zaman alacaktır. İşin en başından başlamamız gerekiyor: Yaşamın ta başlangıcından…
II. Bölüm: Eşleyiciler
Başlangıçta basitlik vardı. Tümüyle donanmış, karmaşık düzendeki bir yaşamın ya da yaşam yaratma yeteneğine sahip bir oluşumun bir anda ortaya çıkmasını açıklamanın daha da zor olacağının kabul edileceğini varsayıyorum. Darwin’in doğal seçilim yoluyla evrim kuramı doyurucudur, çünkü bize basitliğin nasıl karmaşıklığa dönüşebileceğini, düzensiz atomların kendilerini nasıl olup da daha karmaşık desenler şeklinde gruplandırabildiklerini ve bunu insanları oluşturana kadar sürdürebildiklerini açıklar. Darwin, varoluşumuzla ilgili zor soruya bir yanıt sağlar; ki bu, şu ana kadar önerilen tek olası yanıttır. Bu büyük kuramı, alışılmış olandan daha genel bir yolla, evrimin başlamasından öncelere giderek açıklamaya çalışacağım.
Darwin’in “en uygunun yaşamda kalması” kuralı, aslında daha genel bir yasanın özel bir durumudur. Evren kararlı nesnelerle doludur. Kararlı bir nesne, bir ismi hak edecek kadar kalıcı ya da sık görülen bir atomlar topluluğudur. Bu, Matlerhorn gibi, adlandırmaya değecek kadar uzun süreli olan benzersiz bir atomlar topluluğu olabilir. Ya da, yağmur damlaları gibi, içlerinden herhangi bir tanesi kısa ömürlü olsa da, oldukça hızlı bir biçimde oluşan ve bu nedenle de toplu bir ismi hak eden bir varlıklar sınıfı olabilir. Etrafımızda gördüğümüz ve açıklamak istediğimiz şeyler -kayalar, galaksiler, okyanus dalgaları- hepsi de, şöyle ya da böyle, kararlı atom desenleridir. Sabun köpükleri küresel olma eğilimindedir, çünkü küresellik, gazla dolu ince tabakalar için kararlı bir biçimdir. Bir uzay aracındaki su da kürecikler halinde kararlıdır, ancak dünyada, yerçekimi etkisinde, hareketsiz haldeki su, düz ve yatay bir yüzey halinde kararlıdır. Tuz kristalleri küp şeklini almaya yatkındır çünkü bu, sodyum ve klorür iyonlarını paketlemek için en kararlı yoldur. Güneşte, bildiğimiz en basit atomlar olan hidrojen atomları, helyum atomları oluşturmak üzere birleşirler, çünkü oradaki koşullar altında helyum şekillenmesi daha kararlıdır. Daha da karmaşık başka atomlar tüm evrende oluşmaya devam ediyorlar; günümüzde kabul gören kurama göre de, evreni başlatmış olan “big bang” ile oluşmuşlardı. Dünyamızdaki elementlerin kökeni de budur.
Atomlar karşılaştıklarında, bazen, kimyasal tepkimelerle bağlanarak molekülleri yaparlar. Bu moleküller atomlardan daha az ya da daha çok kararlılık gösterebilirler. Böylesi moleküller çok büyük de olabilirler. Elmas gibi bir kristale tek bir molekül olarak bakılabilir. Hepimizin bildiği gibi elmas kararlı bir moleküldür; ayrıca, iç atom yapısı sürgit tekrarlandığı için de çok basittir. Günümüz canlılarında çok karmaşık başka büyük moleküller de vardır ve bunların karmaşıklığı birçok düzeyde kendini gösterebilir. Kanımızdaki hemoglobin tipik bir protein molekülüdür; daha küçük moleküllerin, aminoasitlerin, oluşturduğu zincirlerden yapılmıştır. Her bir aminoasit ise belirli bir düzende bir araya gelmiş birkaç düzine atom içerir. Hemoglobin molekülünde 574 aminoasit molekülü vardır. Bu atomlar dört zincir şeklinde düzenlenmiştir ve zincirler birbirleri etrafında sarılıp bükülerek, şaşırtıcı karmaşıklıktaki, üç boyutlu küresel bir yapı oluştururlar. Bir hemoglobin molekülünün modeli sık dikenli bir çalıya benzer. Ancak gerçek dikenli bir çalının tersine rastlantısal yaklaşık bir desen değil de, belirli ve değişmez bir yapısı vardır ve bu yapı ortalama bir insan vücudunda, tek bir dal ya da tek bir büklüm yerinden oynamaksızın, altı bin milyon kere milyon kere milyon kereden de fazla kendini aynen tekrarlar. Hemoglobin benzeri protein moleküllerindeki kesin biçim kararlıdır; şöyle ki, aynı aminoasit dizisine sahip iki zincir -iki yay gibi- aynı üç boyutlu, kıvrımlı biçimi almaya eğilimlidir. Hemoglobin çalıları vücudumuzda saniyede dört yüz milyon kere milyon hızıyla, yeğledikleri düzeni alırlar ve başka hemoglobin molekülleri de aynı hızla bozunurlar.
Hemoglobin, atomların kararlı yapılar oluşturmaya eğilimli olduğunu göstermek için kullandığım modern bir molekül. Burada konumuzla ilgili olan nokta şu: Yaşam dünyaya gelmezden önce, moleküller kimya ve fiziğin bildiğimiz süreçleriyle de ilkel bir evrimleşme geçirebilirlerdi. Tasarım, amaç ya da yönelim aramamıza gerek yok; eğer bir grup atom, enerji eşliğinde kararlı bir yapı alırsa, bu biçimde kalmaya eğilimlidir. En ilksel doğal seçilim, basitçe, kararlı yapıların seçilip kararsızların reddedilmesiydi. Bunda esrarlı bir şey yok. Tanım gereği böyle olmalıydı.
Elbette ki, buradan hareketle, insan kadar karmaşık yapıların varlığının yalnızca aynı ilkelere dayanarak açıklanabileceği sonucunu çıkartamayız. Doğru sayıda atomu alıp da, bir parça dış enerji ile birlikte, atomlar doğru düzeni alıncaya ve tüpten Âdem çıkıverinceye kadar çalkalamamız bir işe yaramaz. Bu yolla, birkaç düzine atomdan oluşan bir molekül yapabilirsiniz, ama bir insan bin kere milyon kere milyon kere milyon kere milyon tane atomdan yapılmıştır. İnsan yapmayı denemek için, biyokimyasal kokteyl çalkalayıcınızı o kadar uzun süre kullanmak gerekir ki, evrenin tüm yaşı bir göz kırpması gibi gelir. Yine de başarılı olamazsınız. İşte tam burada, Darwin’in kuramı, en genel biçimiyle yardıma koşar. Moleküllerin yavaş yavaş yapılanmasının yetersiz kaldığı yerde Darwin’in kuramı işi ele alır.
Yaşamın başlangıcının nasıl geliştiğine ilişkin söyleyeceklerim spekülatif olacak; ne olup bittiğini görecek kimsecikler yoktu. Birkaç tane birbirine rakip kuram var, ancak hepsi de ortak özellikler taşıyor. Benim anlatacağım basitleştirilmiş öykü ise, büyük olasılıkla, gerçeğin pek de uzağında değil.
Yaşamın başlangıcından önce hangi kimyasal hammaddelerin bolca bulunduğunu bilmiyoruz, ancak en akla yakın olasılıklar arasında su, karbondioksit, metan ve amonyak var: Hepsi de Güneş sistemimizdeki diğer bazı gezegenlerde bulunduğu bilinen basit bileşikler. Kimyacılar, genç dünyanın kimyasal koşullarını taklit etmeye çalıştılar. Bu basit maddeleri bir kaba koydular ve bu kaba morötesi ışık veya elektrik kıvılcımı gibi ilkel şimşeği taklit eden bir enerji uyguladılar. Bundan birkaç hafta sonra, kabın içinde ilginç bir şeyler bulundu: Başlangıçta kaba konulanlardan daha karmaşık olan moleküllerden çok sayıda içeren, koyu olmayan kahverengi bir çorba. Özellikle, aminoasitler bulundu: İki büyük biyolojik molekül sınıfından biri olan proteinlerin yapıtaşları. Bu deneyler yapılmadan önce, doğada bulunan aminoasitler yaşamın varlığının bir göstergesi olarak düşünüldüler. Şimdi ise, aminoasitlerin varlığı yalnızca atmosferde birkaç basit gazın, bazı yanardağların, güneş ışığının veya yıldırımlı bir havanın bulunduğuna işaret eder. Daha da sonra, dünyada yaşamın ortaya çıkmasından önceki kimyasal koşulların laboratuvarda taklit edilmesi sonucu, pürin ve pirimidin adı verilen organik maddeler de elde edildi. Pürin ve pirimidinler ise, genetik molekülün, yani DNA’nın yapıtaşlarıdır.
Bunlara benzer süreçler, biyologların ve kimyacıların dört bin milyon yıl önce denizleri oluşturduğuna inandıkları “ilksel çorba”yı ortaya çıkarmış olmalı. Organik maddeler yer yer derişik bölgeler oluşturdu; belki de kıyılar boyunca kurumakta olan köpüklerde ya da küçük, asıltı halindeki damlacıklarda… Bu bölgeler enerjinin, örneğin güneşten gelen morötesi ışık gibi, devam eden etkisiyle daha büyük moleküller yapmak üzere birleştiler. Günümüzde, büyük organik moleküller fark edilecek kadar uzun varolamıyorlar: Bakteriler ya da başka canlılar tarafından özümleniyor ve parçalanıyorlar. Ancak, bakteriler ve diğer canlılar sonradan oluştular ve o günlerde organik moleküller gittikçe koyulaşmakta olan çorbanın içinde rahatsız edilmeksizin sürüklenebiliyorlardı. Bir yerlerde, rastlantısal olarak, dikkate değer özellikleri olan bir molekül oluştu. Buna Eşleyici adını vereceğiz. Bunun ortalıktaki moleküllerin en büyüğü ya da en karmaşığı olması gerekmiyordu, ama kendi kopyalarını yaratabilmek gibi olağandışı bir özelliği vardı. Bu rastlantının oluşma olasılığı pek fazla gibi görünmeyebilir; öyleydi de… Gerçekleşme olasılığı çok düşüktü. Bir insan yaşamı ele alındığında, çok düşük olasılıklar pratik amaçlar için olanaksızdır, denebilir. Spor Toto’da büyük ödülü hiçbir zaman kazanamamamızın nedeni budur. Ancak, neyin olanaklı neyin olanaksız olduğu konusunda insanca tahminler yaparken, yüzlerce milyon sene ile uğraşmaya alışkın değiliz. Eğer yüzlerce milyon sene boyunca her hafta Toto kuponu doldurursanız, birçok kez büyük ödül kazanabilirsiniz.
Aslında, kendi kopyalarını yapabilen bir molekül düşünmek, ilk başta sanıldığı kadar da zor değil (Unutmayalım ki, tek bir kez ortaya çıkması yeterli). Eşleyiciyi bir şablon veya bir kalıp olarak düşünün; çok çeşitli yapıtaşı moleküllerden oluşmuş, karmaşık zincirler içeren büyük bir molekül düşleyin. Küçük yapıtaşları eşleyiciyi çevreleyen çorbada bolca bulunuyordu. Şimdi, her yapıtaşının kendi türü ile birleşmeye eğilimli olduğunu varsayınız. Bu varsayım sonucu, çorba içindeki bir yapıtaşı, eğilimli olduğu eşleyici parçasının yanına geldiğinde orada kalmaya yatkın olacaktır. Bu şekilde bağlanan yapıtaşları, kendiliklerinden eşleyiciyi taklit eden bir dizi şeklinde düzenlenecektir. Bundan sonra, aynen asıl eşleyicinin oluşumunda olduğu gibi, yapıtaşlarının kararlı bir zincir oluşturacağını düşünmek çok kolay. Bu süreç üst üste dizilen tabakalar halinde devam edebilir. Kristaller de işte böyle oluşur. Öte yandan iki zincir ayrılabilir; o zaman da elimizde iki tane eşleyici olur ve her biri başka kopyalar yapmaya devam edebilir.
Daha da karmaşık bir olasılık şöyle olabilir: Her yapıtaşının kendi türüne karşı değil de, belirli başka bir türe karşı eğilimi vardır. Böyle olduğu takdirde, eşleyici tam bir eş yerine, bir çeşit “negatif” için kalıp işlevi görecektir. Bu negatif ise, tekrar orijinal pozitifin tam bir kopyasını yapacaktır. Bizim amaçlarımız için, ilk eşleme işleminin pozitif-negatif mi yoksa pozitif-pozitif mi olduğu önemli değil, ancak belirtilmesi gereken nokta, ilk eşleyicinin günümüzdeki benzerleri, DNA moleküllerinin pozitif-negatif eşleme kullanmalarıdır. Önemli olan, dünyada bir anda yeni bir tür “kararlılığın” ortaya çıkmasıdır. Bundan önce, büyük olasılıkla, çorba içinde bolca bulunabilen belirli bir molekül türü yoktu; çünkü moleküllerin hepsi de şans eseri belirli bir kararlı biçim alan yapıtaşlarına bağlıydı (Eşleyici doğar doğmaz kopyalarını hızla denizlere dağıtmış olmalı; daha küçük yapıtaşı moleküller ender rastlanır hale gelene ve diğer daha büyük moleküllerin oluşumu gittikçe seyrekleşene değin).
Böylece, eş kopyalardan oluşmuş kalabalık bir nüfusa geliyoruz. Şimdi de, her türlü kopyalama işlemine ilişkin çok önemli bir noktadan söz etmeliyiz: Kopyalama mükemmel değildir. Yanlışlıklar olacaktır. Umarım bu kitapta baskı hataları yoktur, ama çok dikkatle incelerseniz, bir iki tane bulabilirsiniz. Büyük olasılıkla cümlelerin anlamını bozmayacak hatalardır bunlar, çünkü “ilk kuşak” hatalar olacaklardır. Ama baskı yönteminin bulunmasından önceki günleri düşünün; İncil gibi kitapların elle kopyalandıkları günleri… Tüm yazıcıların, ne kadar dikkatli olurlarsa olsunlar, birkaç hata yapmaları kaçınılmazdır; bazıları ise birkaç küçük düzeltme yapmaktan kendini alamaz. Eğer hepsi de tek bir ana kalıptan kopyalıyor olsalardı, anlam çok değişmeyecekti. Ancak, kopyaları yaparken başka kopyaların kullanıldığını düşünün. Yeni kopyalar başka kopyalar yapmak için kullanılacak, hatalar birikecek ve önemli olmaya başlayacaktır. Hatalı kopyalama işlemine kötü bir şey olarak bakarız ve insanlara ilişkin belgeler söz konusu olduğunda hataların düzeltme olarak adlandırılabileceği örnekler düşünmek çok zordur. Sanırım Ahdi Atik öğrencilerinin, İbranice “genç kadın” anlamına gelen kelimeyi Yunancaya “bakire” olarak çevirip de, “İşte! Bir bakire gebe kalacak ve bir oğul doğuracak…” kehanetinde bulunduklarında en azından büyük bir şey başlatmış olduklarını söyleyebiliriz. Her neyse, göreceğiz ki, biyolojik eşleyicilerde hatalı kopyalama gerçek anlamda bir düzeltmeye neden olabilir. Yaşamın ilerletici bir evrim geçirmesi için bir takım hataların yapılması gerekliydi. İlk eşleyici moleküllerin kopyalarını ne kadar doğru çıkarttıklarını bilmiyoruz. Bunların soyundan gelen günümüz eşleyicileri, DNA molekülleri, bizim kullandığımız en hassas kopyalama işlemleri ile kıyaslandığında şaşkınlık verecek kadar aslına sadıktırlar, ancak onlar bile zaman zaman hatalar yaparlar. Sonuç olarak, evrimi mümkün kılan da bu hatalardır. Olasıdır ki, başlangıçtaki eşleyiciler çok daha fazla yanlış yapıyorlardı, ancak yanlışlıklar yapıldığından ve bu yanlışlıkların biriktiğinden emin olabiliriz.
Kopyalama yanlışlıkları yapıldıkça ve yayıldıkça, ilksel çorba, eş kopyalarla değil de, tümü aynı atadan “gelen” çok çeşitlilikteki kendini eşleyen moleküllerle doldu. Bazı çeşitlerin sayısı diğerlerinden daha mı fazlaydı? Kesinlikle, evet. Bazı çeşitlerin yapısı diğerlerinden daha kararlıydı. Belirli bazı moleküllerin, bir kez oluştuktan sonra bozunması diğerlerinden daha zordu. Bu türlerin çorba içindeki sayısı, göreceli olarak, daha fazla olacaktı. Bu, yalnızca “uzun ömürlü” olmalarının mantıksal bir sonucu değildir; kendi kopyalarını yapabilmek için daha uzun zamanları da vardı. Böylece, uzun ömürlü eşleyiciler sayıca artacak ve, diğer koşulların eşit olması durumunda, molekül topluluğunda uzun ömürlü olmaya doğru “evrimsel bir eğilim” ortaya çıkacaktı.
Ancak, olasıdır ki, diğer koşullar eşit değildi ve bir eşleyici çeşidinin, eşleyicinin topluluk içinde yaygınlaşmasında daha da önemli olan diğer bir özellik eşlemenin hızı ya da doğurganlığıydı. A türü eşleyici moleküllerin kendilerini haftada bir, B türünün ise saatte bir kopyaladığını düşünün. Kısa bir zaman sonra, A türü moleküller daha uzun da yaşasalar, sayıları B türü moleküllerden çok daha az olacaktı. Böylelikle, olasıdır ki, çorba içinde daha “doğurgan” moleküllere doğru “evrimsel bir eğilim” ortaya çıkacaktı. Moleküllere seçilimde üstünlük sağlayan üçüncü bir özellik de, eşlemenin doğruluğu olmalıydı. X türü ve Y türü moleküllerin aynı süre yaşadığını ve aynı hızla kendilerini eşlediklerini düşünün. X’in ortalama her on eşlemede bir hata yaptığını, Y’in ise ortalama her yüz eşlemede bir hata yaptığını varsayalım. Y’nin sayısının daha fazla olacağı çok açık. Arıza yapan X, yalnızca hatalı “çocuklarını” değil, aynı zamanda, bunların soyundan gelenleri de (gerçek ya da potansiyel) kaybedecektir.
Eğer evrim hakkında zaten bir şeyler biliyorsanız, bu son noktada küçük bir paradoks bulabilirsiniz. Kopyalama yanlışlarının evrimin oluşmasında temel bir önkoşul olması düşüncesi ile doğal seçilimin aslına sadık kopyalama lehine çalıştığı nitelemesini bağdaştırabilir miyiz? Yanıt şöyle: Evrim, bir anlamda, “iyi bir şey” gibi görünüyorsa da, -özellikle bizler evrim ürünleri olduğumuz için- gerçekte hiçbir şey evrimleşmek “istemez”. Evrim ister istemez oluşan bir şeydir, eşleyicilerin (günümüzde genlerin) bunu engellemek için harcadıkları tüm çabaya karşın… Jacques Monod bu noktayı Herbert Spencer Konferansında çok iyi vurguladı: “Evrim kuramının başka bir garip yönü de herkesin onu anladığını zannetmesidir!”
İlksel çorbaya dönecek olursak, kararlı molekül çeşitleriyle dolmuş olduğunu düşünebiliriz; tek tek moleküller ya uzun yaşıyordu ya daha hızlı eşleniyorlardı ya da hatasız eşleniyorlardı. Bu üç tür kararlılığa doğru evrimsel eğilimler ortaya çıkmasının anlamı şu: Eğer çorbadan iki farklı zamanda örnek alırsak, son alınan örnekte uzun ömürlü/doğurgan/doğru kopyalayıcı çeşitlerin oranı daha fazla olacaktı. İşte, bir biyologun canlıların evriminden bahsederken kastettiği temel olarak budur ve kullanılan mekanizma da aynıdır, doğal seçilim… Şimdi, ilk eşleyicileri “canlı” sayacak mıyız? Aman, kim aldırır ki? Ben size, “Darwin şimdiye kadar yaşamış olan insanların en büyüğüdür” diyebilirim, siz de, “Hayır, Newton en büyüktür” diyebilirsiniz, ve umarım bu tartışmayı daha fazla uzatmayız. Önemli olan nokta şu: Tartışma ne şekilde çözümlenirse çözümlensin, söz konusu madde etkilenmeyecektir. Biz onlara “büyük” sıfatını yakıştırsak da yakıştırmasak da, Newton ve Darwin’in yaşamına ve başarılarına ilişkin gerçekler değişmeyecektir. Eşleyici moleküllerin öyküsü de büyük olasılıkla benim anlattığıma benzer şekilde gelişti; biz onlara “canlı” desek de demesek de. Birçoğumuz, kelimelerin yalnızca kullanabileceğimiz araçlar olduğunu kavrayamıyoruz ve bu da insanların acılar çekmesine neden oluyor. Sözlükte “canlı” kelimesinin olması, bu kelimenin gerçek dünyada belirli bir şeye atıfta bulunmasını gerektirmiyor. İlk eşleyicilere canlı desek de demesek de, onlar yaşamın başlangıcı ve bizim atalarımız oldular.
Tartışmada bundan sonraki önemli bağlantı, Darwin’in kendisinin de önem verdiği (aslında o hayvanlar ve bitkilerden söz ediyordu, moleküllerden değil) bağlantı, yarışmadır. İlksel çorba, sonsuz sayıda eşleyici molekülünü yaşatabilecek nitelikte değildi. Bunun bir nedeni de dünyanın büyüklüğünün sonlu olmasıdır. Ancak daha başka sınırlayıcı unsurlar da önem kazanmış olmalı. Eşleyici molekülüne bir kalıp veya şablon olarak bakarken, molekülün, kopyalar yapmak için gerekli olan yapıtaşlarından bolca içeren bir çorba içinde yüzdüğünü düşündük. Ancak eşleyici moleküllerinin sayısı çoğaldıkça, yapıtaşları hızla azalmış, ender rastlanır ve değerli hale gelmiş, değişik eşleyici çeşitleri ve soyları yapıtaşları için yarışmaya başlamış olmalı. Avantajlı eşleyici türlerinin sayısını artırmış olabilecek unsurları ele aldık. İşte şimdi de, daha az avantaja sahip çeşitlerin sayılarının, yarışma nedeniyle, azalmış olması gerektiğini görüyoruz. Sonunda birçok çeşit tükenmiş olmalı. Eşleyici çeşitleri arasında bir varolma çabası vardı. Çabaladıklarının farkında değillerdi, kaygılanmıyorlardı da; birbirlerine karşı kötü duygular beslemeden -aslında hiç duyguları olmadan- çabalarını sürdürdüler. Çabaladılar, çünkü daha yüksek bir kararlılık düzeyine yol açabilecek bir yanlış kopyalama ya da rakiplerin kararlılığını azaltabilecek yeni bir yol hemen kalıcı oluyor ve yaygınlaşıyordu. İlerleme sürecinin birikimci bir karakteri vardı. Kararlılığı artırma ve rakiplerinkini azaltma yolları daha incelikli ve daha etkili hale geldi. Bazı eşleyiciler, rakip türleri kimyasal olarak parçalamayı ve bunun sonucunda oluşan yapıtaşlarını kendi kopyalarını yapmak için kullanmayı öğrenmiş bile olabilir. Bu ilk etoburlar, aynı zamanda hem rakiplerini ortadan kaldırdılar, hem de besin elde etmiş oldular. Başka eşleyiciler, belki de, ya kimyasal olarak ya da etraflarına proteinden yapılmış gerçek bir duvar örerek kendilerini korumayı öğrendiler. İlk canlı hücrelerin ortaya çıkışı böylece gerçekleşmiş olabilir. Eşleyiciler yalnızca varolmakla kalmadılar, varlıklarının devamı için kendilerine kaplar, araçlar da yaptılar. Varolmaya devam edebilenler, kendilerine içinde yaşamak için yaşamkalım makineleri yapabilenler oldu. İlk yaşamkalım makineleri, olasıdır ki, koruyucu bir örtüden fazla bir şeyler içermiyordu. Ancak, daha incelikli ve daha etkin yaşamkalım makineleri olan yeni rakipler ortaya çıktıkça, hayat daha da zorlaştı. Yaşamkalım makineleri büyüdü ve daha karmaşıklaştı; süreç ilerledi ve özellikler birbiri ardına eklendi.
Eşleyicilerin kendilerini devam ettirebilmek için kullandıkları tekniklerin ve kurnazlıkların giderek gelişmesinin bir sonu var mıydı? Gelişme için epey zaman vardı. Milyonlarca yıl boyunca, daha ne gibi tuhaf kendini koruma makineleri gelişecekti? İlk eşleyiciyi dört bin milyon yıl sonra hangi alınyazısı bekliyordu? Soyları tükenmedi, çünkü onlar yaşamkalım sanatının en eski ustalarıydılar. Ama onların hâlâ denizlerde başıboş gezindiklerini sanmayın; bu şövalye özgürlüğünden uzun zaman önce vazgeçtiler. Şimdi devasa koloniler içinde kaynaşıyorlar; hantal ve kocaman robotlar içinde, dış dünyadan kopuk ve onunla yalnızca dolaylı yollarla iletişim kurarak ve onu uzaktan kumanda ederek yaşıyorlar. Sizin içinizdeler, benim içimdeler; bizi gövdemizi ve aklımızı yarattılar ve onların korunması varoluşumuzun nihai amacı. Uzun bir yol kat ettiler bu eşleyiciler. Şimdi genler adıyla tanınıyorlar ve biz onların yaşamkalım makineleriyiz.
III. Bölüm: Ölümsüz Sarmallar
Biz yaşamkalım makineleriyiz, ancak “biz” sözcüğü sadece insanları kapsamıyor. Bu kelime tüm hayvanları, bitkileri, bakteri ve virüsleri kucaklıyor. Yeryüzündeki yaşamkalım makinelerinin toplam sayısını bilmek çok zor; toplam tür sayısı bile bilinmiyor. Sadece böcekleri alsak bile, canlı türlerinin sayısının üç milyon dolaylarında olduğu sanılıyor; böcek bireylerin sayısı ise bir milyon kere milyon kere milyon olabilir.
Değişik çeşitten yaşamkalım makinelerinin hem dış görünüşleri hem de iç organları büyük farklılıklar sergiler. Ahtapotun fareye benzer bir tarafı yoktur ve her ikisi de bir meşe ağacından oldukça farklıdır. Yine de, temel kimyaları ve özellikle taşıdıkları eşleyiciler -genler- bakteriden file kadar, hepimizde, temelde aynı tür moleküldür. Bizler, hepimiz, aynı tür eşleyici -DNA adını verdiğimiz moleküller- için yaşamkalım makineleriyiz; yine de yeryüzünde birçok farklı hayat biçimi var ve eşleyiciler kullanmak üzere geniş bir makineler yelpazesi geliştirmişler. Bir maymun, genleri ağaçlar üzerinde koruyan bir makine, bir balık ise genleri suda koruyan bir makinedir. Hatta, genlerini Alman bira mayasının içinde koruyan bir kurtçuk bile vardır. DNA hu anlamda gizemli yöntemlere sahiptir.
Basit olabilmek amacıyla, DNA’dan yapılmış günümüz genlerinin, ilksel çorba içindeki ilk eşleyicilerle aynı olduğu izlenimini verdim. Tartışmamız çerçevesinde fark etmez ama bu gerçek olmayabilir de. İlk eşleyiciler DNA ile ilişkili bir molekül olabilir ya da tümüyle farklı olabilirler. Eğer bu ikinci olasılık doğru ise, ilk eşleyicilerin yaşamkalım makinelerinin daha sonraki bir aşamada DNA tarafından ele geçirildiğini söyleyebiliriz. Eğer böyleyse, ilk eşleyiciler tümüyle ortadan kaldırılmış olmalı, çünkü günümüz yaşamkalım makinelerinde onlardan geriye hiçbir iz kalmamıştır. Bu konuda, A. G. Cairns-Smith şaşırtıcı bir öneride bulunuyor: Atalarımız, ilk eşleyiciler, organik moleküller değil de, inorganik kristaller olabilir, mineraller, küçük kil parçaları… Gaspçı veya değil, DNA günümüzde tartışmasız yöneticidir; son bölümde ileri sürdüğüm gibi, eğer bugün yeni bir güç değişiminin eşiğinde değilsek.
DNA molekülü yapıtaşlarından -nükleotid adı verilen küçük moleküllerden- oluşmuş uzun bir zincirdir. Protein moleküllerinin aminoasit zincirleri olması gibi, DNA molekülleri de nükleotid zincirleridir. Bir DNA molekülü görülemeyecek denli küçüktür, ancak tam biçimi dolaylı yollardan, dâhice ortaya çıkartılmıştır. Bir çift nükleotid zincirinin birlikte zarif bir helezon şeklinde bükülmesiyle oluşur: “çifte sarmal” ya da “ölümsüz sarmal”. Yalnızca dört çeşit nükleotid yapıtaşı vardır ve A, T, G ve C harfleriyle kısaltılırlar. Bunlar tüm hayvanlarda ve bitkilerde aynıdır. Farklı olan, diziliş sıralandır. Bir insandaki G yapıtaşı, her açıdan bir sümüklüböcekteki ile aynıdır. Fakat bir insanın yapıtaşlarının dizilişi yalnızca sümüklüböceğinkinden farklı olmakla kalmaz; tüm diğer insanlardaki dizilişinden de farklıdır -aradaki fark, sümüklüböcekle olan farktan daha az olsa da… Eş ikizlerin özel durumu bu kuralın dışındadır.
DNA’mız vücudumuzun içinde yaşar. Vücudun belli bir bölgesinde yoğunlaşmış değil de, hücrelerimize dağılmıştır. Ortalama insan vücudunu yapan, yaklaşık, bin kere milyon kere milyon tane hücre vardır ve göz ardı edebileceğimiz bazı istisnalar dışında, bu hücrelerin her biri içinde bulunduğu vücudun DNA’sının tam bir kopyasını içerir. Bu DNA’ya, nükleotidlerin A, B, C, G alfabesiyle yazılmış vücudun nasıl yapılacağına bildiren bir yönetmelik olarak bakabiliriz (Devasa bir yapının her odasında, mimarın tüm bina için yaptığı planları içeren bir kitaplık varmışçasına). Bir hücredeki “kitaplığa” ise, çekirdek diyoruz. İnsanda mimarın planları 46 cilt tutuyor, diğer türlerde ise bu sayı değişik. “Ciltler” ise kromozom olarak adlandırılıyorlar; bunlar mikroskop altında uzun iplikler biçiminde gözlenebilirler ve genler de kromozomlar üzerinde dizilmiştir. Bir genin nerede bitip, diğerinin nerede başladığına karar verebilmek kolay değil; aslında anlamlı bile olmayabilir. Neyse ki, bu bölümde göreceğiniz gibi, bizim amaçlarımız için fark etmiyor.
Mimarın planları eğretilemesini kullanacak ve bilimsel dili bu eğretilemenin terimleriyle, özgürce, karıştıracağım. Kromozom yerine “cilt”, gen yerine de “sayfa” sözcüklerini kullanacağım. Genler arasındaki ayrım, sayfalar arasındaki ayrım kadar keskin olmamakla birlikte, bu eğretileme bize oldukça yol aldıracak. Sonunda işe yaramaz hale geldiğinde başkalarını bulacağım. Yeri gelmişken, elbette bir “mimar” yoktur ve DNA yönetmelikleri doğal seçilim ile bir araya gelmiştir. DNA molekülleri iki önemli iş yaparlar. Birincisi eşlenirler, yani kendilerinin kopyalarını yaparlar. Bu yaşamın başlangıcından beri, hiç durmaksızın süre gelmiştir ve günümüzde DNA molekülleri bu işte gerçekten çok ustalaşmışlardır. Bir yetişkin olarak, siz, bin kere milyon kere milyon hücreden oluşursunuz ama anneniz gebeliğe, mimarın planının bir ana kopyasını içeren tek bir hücre ile başladı. Bu hücre ikiye bölündü ve bu iki hücrenin her biri planların bir kopyasını aldı. Birbiri ardı sıra gelen bölünmeler hücre sayısını 4’e, 8’e, 16’ya, 32’ye ve bu şekilde devam ederek milyarlara götürdü. Her bölünmede DNA planları aslına sadık kalarak ve çok ender hata yaparak kopyalandı.
DNA’nın ikilenmesi, önemli iki işten biri. Peki, DNA gerçekten bir bedeni yapmak için bir planlar takımıysa, bu planlar nasıl gerçekleştiriliyor? Bedenin dokusuna nasıl çevriliyor? Bu bizi, DNA’nın yaptığı ikinci işe getiriyor. DNA, dolaylı olarak, farklı bir tür molekülün -proteinin- yapımını yönetir. Son bölümde bahsettiğim hemoglobin, çok sayıdaki farklı protein moleküllerinden sadece biridir. Dört harfli nükleotid alfabesi ile yazılmış olan şifreli DNA mesajı, basit bir mekanik yöntemle başka bir alfabeye, protein moleküllerini heceleyen aminoasitler alfabesine çevrilir.
Protein yapımı, bir beden yapımından çok uzakmış gibi görünüyor, ancak bu doğrultuda atılan ilk küçük adımdır. Proteinler yalnızca vücudun fiziksel dokusunun çoğunu oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda,
hücre içindeki tüm kimyasal süreçleri hassas bir denetim altında tutarak, tam yerinde ve tam zamanında bu süreçleri seçmeli bir yöntemle başlatır ya da durdurur. Bu süreçlerin bir bebek oluşumunu nasıl gerçekleştirdiği ise, embriyologları onyıllar, belki de yüzyıllar boyunca uğraştıracak bir öykü. Bu bir gerçek. Genler bedenlerin yapımını dolaylı yollardan denetler ve etkileri kesinlikle tek bir doğrultudadır: Edinilmiş özellikler kalıtsal değildir. Yaşamınız boyunca ne kadar bilgi ve akıl edinirseniz edinin, bir damlası bile çocuklarınıza genetik yollarla geçmez. Her yeni kuşak sıfırdan başlar. Bir beden, genlerin kendilerini değiştirmeden saklama aracıdır.
Genlerin cenin gelişmesini denetledikleri gerçeğinin evrime ilişkin önemi şudur: Genler, gelecekte yaşamlarını sürdürebilmelerinden sorumludurlar -en azından kısmen-, çünkü yaşamaya devam edebilmeleri, içinde yaşadıkları ve yapılmasına yardım ettikleri bedene bağlıdır. Bir zamanlar, doğal seçilim, ilksel çorba içinde serbestçe yüzen eşleyicilerin farklılaşarak yaşamda kalmasını içermişti. Şimdi, doğal seçilim, yaşamkalım makineleri yapmakta usta olan eşleyicilerin -cenin gelişimini denetleme sanatında ustalaşmış genlerin- lehine çalışır. Eşleyiciler bu işte, eskiden olduklarından daha bilinçli ya da daha amaçlı davranmazlar. Rakip moleküller arasındaki uzun ömürlülük, doğurganlık ve sadık kopyalamaya dayalı o eski doğal seçilim süreci, hâlâ daha uzak geçmişte olduğu gibi körlemesine ve kaçınılmaz biçimde sürüp, gidiyor. Genlerde uzak görüşlülük yok; geleceği planlamıyorlar. Genler yalnızca varlar, bazı genler diğerlerinden daha becerikli ya da değil, ve işte hepsi bu… Ancak, bir genin uzun ömürlülüğünü ya da doğurganlığını belirleyen nitelikler eskisi kadar basit değil.
Geçmiş yıllarda -son altı yüz milyon yıl içinde- eşleyiciler, yaşamkalım makinesi teknolojisinde kayda değer başarılar sağladılar: Kas gibi, yürek gibi… Hele göz birçok kez diğerlerinden bağımsız olarak gelişti. Bundan önce, eşleyiciler olarak, yaşam tarzlarının temel özelliklerini değiştirdiler; eğer tartışmaya devam edeceksek bunu iyice anlamamız gerekiyor.
Çağdaş bir eşleyici hakkında kavramamız gereken ilk şey, çoğunlukla sürü halinde yaşamasıdır. Bir yaşamkalım makinesi, yalnızca tek bir geni değil, milyonlarcasını taşıyan bir araçtır. Bir bedenin yapımı öylesine karmaşık, öylesine bir işbirliği ürünüdür ki, bir genin katkısını bir diğerinden ayırmak hemen hemen olanaksızdır. Belirli bir genin, bedenin değişik bölgelerinde birbirinden farklı etkisi olacaktır. Bedenin belirli bir bölgesi birçok genin etkisi altındadır ve bir genin etkileri, birçok başka genlerle etkileşime dayanır. Bazı genler, başka gen kümelerinin işlemlerini denetleyen ana genler olarak işlev görürler. Benzetmemizin terimleriyle, planların verilen bir sayfası yapının birçok farklı kısımlarına göndermede bulunur; her sayfa, yalnızca, çok sayıda başka sayfalara göndermeler yaparak anlamını bulur.
Bu genler-arası bağımlılık, neden hâlâ “gen” kelimesini kullanıp durduğumuzu düşündürebilir. Neden “gen kompleksi” gibi toplu bir isim kullanmıyoruz ki? Tartışmalarımızın çoğu için bunun iyi bir düşünce olduğu yanıtını verebilirim. Ancak, başka bir açıdan yaklaştığımızda, bir gen kompleksinin birbirinden farklı eşleyicilere veya genlere ayrılması da anlamlıdır. Bu eşey olgusundan kaynaklanıyor. Eşeyli üremenin genleri karıştırıp harmanlama gibi bir etkisi var. Bu, herhangi bir bireysel bedenin, kısa ömürlü bir gen bileşimi için yalnızca geçici bir araç olduğu anlamına gelir. Herhangi bir bireyi yapan gen bileşimi kısa ömürlü olabilir ancak genlerin kendileri uzun ömürlü olmaya yatkındırlar. Kuşaklar boyunca izledikleri yol sürekli olarak kesişir, ve sonra tekrar kesişir… Tek bir gene, birbiri peşi sıra birçok sayıda bireyde yaşamına devam eden bir birim olarak bakılabilir. İşte bu, okumakta olduğunuz bölümde geliştirilecek olan ana tartışmadır. Çok saygı duyduğum çalışma arkadaşlarımdan bazılarının inatla karşı çıktıkları bir yaklaşım; bu nedenle uzun uzadıya anlattığım için beni affedin! Öncelikle, eşeyler konusundaki bazı noktaları açıklamalıyım.
Bir insan bedenindeki inşaat planlarının 46 cilt tuttuğunu söylemiştim. Aslında bu, aşırı bir basitleştirmeydi; gerçek oldukça tuhaf… Bu 46 kromozom, 23 kromozom çiftinden oluşuyor. Her hücrenin çekirdeğinde dosyalanmış, iki tane 23 ciltlik plan seçeneği var. Bunları Cilt 1a ve Cilt 1b, Cilt 2a ve Cilt 2b şeklinde, Cilt 23a ve Cilt 23b’ye kadar adlandıralım. Elbette ki, ciltler için kullandığım ve daha sonra sayfalar için kullanacağım bu numaralar gelişigüzel seçildiler. Her kromozomu, onları erbezlerinde veya yumurtalıklarında geliştiren iki ebeveynimizin birinden alırız. Diyelim ki, Cilt 1a, 2a, 3a, … babadan, Cilt 1b, 2b, 3b, … ise anadan gelsin. Uygulamada çok zor ama kuramsal olarak, herhangi bir hücrenizdeki 46 kromozoma mikroskopla bakıp da, annesinden gelen 23 taneyi ve babanızdan gelen 23 taneyi seçmek olanaklı.
Birbirinin çifti olan kromozomlar tüm yaşamlarını kol kola geçirmezler, hatta yan yana bile değildirler. Öyleyse neden “çift”? Yanıt şöyle: Babadan gelen her cilt, sayfa sayfa, anneden gelen belirli bir cilt için bir seçenek oluşturur. Örneğin, Cilt 13a’nın 6’ncı sayfası ile Cilt 13b’nin 6’ncı sayfası, göz rengi “üzerine” olabilir; belki biri “mavi” derken, diğeri “kahverengi” diyordur.
Bazen bu iki seçenek -iki sayfa- birbirinin aynısıdır, ama bazen de, göz rengi örneğimizde olduğu gibi, farklıdırlar. Peki, birbirleriyle çelişen “önerilerde” bulunduklarında bedenimiz ne yapıyor? Çeşitli yanıtlar var. Bazen bir öneri, diğerinden üstün oluyor. Yukarıdaki göz rengi örneğindeki insanın gözü gerçekte kahverengi olacaktır; beden yapılanırken mavi göz yapma talimatı göz ardı edilir ancak bu, talimatın gelecek kuşaklara aktarılmasını engellemez. Bu şekilde göz ardı edilen bir gen, çekinik olarak adlandırılıyor. Çekinik genin tam karşıtı ise baskın gen. Kahverengi göz geni, mavi göz genine baskındır. Bir kişinin gözlerinin mavi olması için, ilişkin sayfanın her iki seçeneğinin de mavi göz önerisinde bulunması gerekir. İki seçmeli gen birbirinin aynısı değilse, daha da sıklıkla gözlenen bir başka durum ise sonucun bir tür uzlaşma olmasıdır; bu durumda beden ikisi arasında bir tasarımda ya da tümüyle farklı bir biçimde yapılanmaktadır.
Kahverengi göz ve mavi göz geni gibi iki gen, bir kromozom üzerinde aynı yerde birbirleriyle yarışıyorlarsa, bunlara birbirinin aleli deriz. Bizim amaçlarımız çerçevesinde, alel sözcüğü, rakip ile eşanlamlı olacak. Mimarın planlarını içeren ciltlerin yapraklarının kolayca çıkabilecek biçimde yapıldığını düşleyin: Bu yaprakları sökebiliyoruz ya da değiştirebiliyoruz… Her iki Cilt 13’te de bir 6’ncı Sayfanın olması gerek; ancak Sayfa 5 ile Sayfa 7 arasında cilde takılabilecek birçok Sayfa 6 var. Bunlardan biri “mavi göz” diyor, bir diğeri “kahverengi göz” diyor; hatta yeşil gibi diğer renkler heceleyen birçok başka sayfa da bulunabilir. 13’üncü kromozomun Sayfa 6 konumunda yer alabilecek yarım düzine alel, toplum içine dağılmış olarak bulunabilir. Fakat, bir insanda yalnızca iki adet Cilt 13 kromozomu vardır, bu nedenle de Sayfa 6 konumunda en fazla iki alel olabilir. Bu, mavi gözlü bir insanda olduğu gibi aynı alelin iki kopyası ya da toplumda çok sayıda bulunan yarım düzine seçenekten alınmış herhangi iki alel olabilir.
Elbette, gerçek anlamda, bütün topluma açık bir gen havuzundan gidip de istediklerimizi seçemeyiz. Tüm genler, sürekli olarak, bireysel yaşamkalım makinelerinin içinde bağlıdır. Genlerimiz, bizlere, döllenme sırasında paylaştırılır ve bu konuda yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Yine de, tüm toplumun genleri, uzun dönemde bir gen havuzu olarak düşünülebilir. Gerçekte de, bu terim genetikçilerin kullandığı bir teknik terim. Gen havuzu işe yarayan bir soyutlamadır, çünkü eşeylilik genleri dikkatle örgütlenmiş bir biçimde karıştırır. Özellikle, birazdan göreceğimiz gibi, gevşek sayfalı ciltlerin sayfalarının ve sayfa destelerinin sökülmesi ve değiştirilmesine benzer bir şeyler gerçekten de oluyor.
Bir hücrenin her biri tüm 46 kromozomun tam kopyasını taşıyan iki yeni hücre oluşturmak üzere bölünmesini açıkladım. Bu biçimdeki olağan hücre bölünmesine mitoz adı veriliyor, ancak mayoz olarak adlandırılan bir başka hücre bölünmesi türü daha var. Mayoz bölünme yalnızca eşey hücrelerinin, sperm veya yumurtaların, üretiminde gözlenir. Sperm ve yumurtaların diğer hücrelerimizde görülmeyen bir özelliği var: 46 kromozom yerine, yalnızca 23 kromozom içeriyorlar. Bu 46’nın tam yarısı; eşeyli döllenme ile birleştiklerinde yeni bir birey yapmak için çok uygun! Mayoz, yalnızca erbezlerinde ve yumurtalıklarda gözlenen özel bir tür hücre bölünmesi. Mayoz bölünmede, ikişerli tam bir takımdan oluşan 46 kromozomlu bir hücre bölünerek, tekli bir takımdan oluşan 23 kromozomlu eşey hücrelerini oluşturuyor (Kullanılan örnekteki rakamlar insanlara özgü kromozom sayılarıdır).
23 kromozomuyla sperm, erbezlerindeki olağan 46 kromozomlu hücrelerin mayoz bölünmesi ile oluşur. Bir sperm hücresine hangi 23’ü konacak? Spermin herhangi 23 kromozomu almamasının önemli olduğu çok açık: Bölünme sonunda Cilt 13’ten iki kopya alıp da, Cilt 17’den hiç almamak olmaz. Kuramsal olarak, bir bireyin spermlerinden birine sadece annesinden gelen kromozomları koymak mümkün olabilirdi: Diyelim ki, Cilt 1b, 2b, 3b, 23b. Bu sperm tarafından döllenerek oluşan çocuk, genlerinin yarısını babaannesinden alacak, büyükbabasından ise hiç almayacaktır. Aslında, bu biçimdeki tüm kromozom dağılımı gözlenmiyor. Gerçek biraz daha karmaşık. Ciltlerin (kromozomların) kolayca çıkarılabilir yapraklardan oluştuğunu hatırlayalım. Sperm yapımı sırasında tek yapraklar ya da, çoğunlukla, yaprak desteleri çıkarılır ve diğer seçenek olan cildin bunlara karşı gelen sayfaları ile yer değiştirir. Böylece, belirli bir sperm kendi Cilt 1’ini yaparken, ilk 65 sayfayı Cilt 1a’dan ve diğer sayfaları da Cilt 1b’den alabilir. Spermin diğer iki cildi de benzer biçimde yapılacaktır. Bu nedenle, bir bireyin yapacağı her sperm hücresi kendine özgü ve tek olacaktır (Tüm spermlerin kendi 23 kromozomlu takımlarını aynı 46 kromozomdan alınan parçalarla oluşturmalarına karşın). Yumurtalıklarda da benzer biçimde yumurtalar yapılır ve hepsi de kendilerine özgü ve tektirler.
Bu karıştırma olayının gerçek yaşamdaki mekanizması oldukça iyi biliniyor. Bir spermin (veya yumurtanın) yapımı sırasında, babadan gelen her kromozomun parçaları anneden gelen kromozomların kendilerine karşılık gelen parçalarına yapışır ve onlarla yer değiştirirler (Spermi yapan bireyin ebeveynlerinden gelen, yani spermin oluşturacağı çocuğun babaanne ve büyükbabasından gelen kromozomlardan bahsettiğimizi hatırlayınız).
Kromozom parçalarının bu yer değiştirmesine çaprazlama denir. Bu olay, kitaptaki tartışma açısından çok önemli. Bu, şu anlama geliyor: Mikroskobunuzu alıp da spermlerinizden birine (eğer kadınsanız yumurtanıza) baktığınızda, babanızdan gelen kromozomları ve annenizden gelen kromozomları ayrı ayrı saptamaya çalışmanız boşuna olur (Sıradan vücut hücrelerinde aynı durumla karşılaşmıyoruz). Bir spermdeki herhangi bir kromozom kırk pareli bir bohça, anneden gelen genlerle babadan gelen genlerden oluşan bir mozaiktir.
İşte bu noktada genler için kullandığım sayfa eğretilemesi aksamaya başlıyor. Yaprakları kolayca çıkarılabilen ciltte tam bir sayfa eklenebilir, alınabilir ya da değiştirilebilir, ancak sayfanın bir bölümü için bu geçerli değil. Gen kompleksi belirgin bir biçimde ayrı ayrı sayfalara bölünmüş değil; yalnızca nükleotid harflerinden oluşmuş uzun bir zincir. Aslında, protein mesajlarının yazılı olduğu dört harfli alfabenin aynısı ile yazılmış, PROTEİN ZİNCİRİ MESAJININ SONU ve PROTEİN ZİNCİRİ MESAJININ BAŞI için özel simgeler vardır. Bu iki noktalama işareti arasında da, bir tek proteinin yapımına ilişkin şifrelenmiş talimatlar bulunur. İstersek, bir geni, BAŞLA ve SON simgeleri arasında yer alan ve bir protein dizisi için şifre oluşturan nükleotid harfleri dizisi olarak tanımlayabiliriz. Bu şekilde tanımlanmış bir birim için sistron kelimesi kullanılıyor, kimileri ise gen sözcüğünü sistron ile değişimli olarak kullanıyor. Ancak, çaprazlama, sistronlar arasındaki sınırlara karşı hiç de saygılı davranmıyor. Sistronlar arasında olduğu kadar, bir sistron içinde de bölünmeler oluşabiliyor. Sanki mimarın yaptığı planlar ayrı ayrı sayfalara değil de, 46 rulo teleks şeridine yazılmış gibi… Sistronların uzunluğu ise sabit değil. Bir sistronun nerede bitip, diğerinin nerede başladığını ise, ancak şerit üzerindeki sembolleri -MESAJ SONU ve MESAJ BAŞI sembolleri- okuyarak bulabiliriz. Çaprazlamayı ise birbirine uygun anne ve baba şeritlerini alıp, karşılıklı gelen bölümleri kesip, üstünde yazılanlara bakmaksızın, karşılıklı değiştirmek olarak gösterebiliriz.
Bu kitabın ismindeki gen sözcüğü tek bir gene değil de, daha incelikli bir şeye işaret ediyor. Benim yapacağım tanım herkese uymayabilir ama herkes tarafından kabul görmüş bir gen tanımı da yok. Olsaydı bile tanımların kutsal bir tarafı yok. Bir sözcüğü kendi amacımız doğrultusunda, istediğimiz gibi tanımlayabiliriz; yeter ki açık ve kesin olsun. Benim kullanmak istediğim tanım G. C. Williams’ın tanımı. Bir gen, bir doğal seçilim birimi olabilecek kadar çok sayıda nesilde varolabilen kromozom malzemesi parçası olarak tanımlanabilir. Bir önceki bölümün sözcükleriyle, bir gen çok hassas kopyalama özelliğine sahip bir eşleyicidir. Hassas kopyalama, kopyalar biçiminde “uzun yaşama”nın başka bir söyleyiş tarzıdır ve bunu basitçe “uzun yaşama” olarak kısaltacağım. Şimdi, tanımımı açıklamam gerek.
Tanım nasıl olursa olsun gen, kromozomun bir bölümü olmalıdır. Buradaki soru, ne kadarlık bir bölümü -teleks şeridinin ne kadarı- olduğudur. Şerit üzerinde, birbirine bitişik şifre harflerinden oluşan bir dizi düşününüz. Bu diziye bir genetik birim diyelim. Bu, bir sistron içindeki yalnızca on harflik bir dizi olabilir; sekiz sistrondan oluşan bir dizi de olabilir; bir sistronun ortasında başlayıp, yine sistron ortasında da bitebilir. Diğer genetik birimlerle çakışacak daha küçük birimler içerecek ve daha büyük birimlerin de bir parçasını oluşturacaktır. Şu andaki tartışmamızın amaçları çerçevesinde, ne kadar kısa ya da uzun olursa olsun, genetik birim adını verdiğimiz budur. Bir kromozom parçasıdır ve kromozomun geri kalan kısmından fiziksel hiçbir biçimde ayrılmamıştır.
İşte önemli noktaya geldik. Bir genetik birim ne kadar kısaysa, nesiller boyunca yaşama olasılığı o kadar fazladır. Özellikle de, çaprazlama yoluyla bölünme olasılığı da o kadar az olacaktır. Varsayalım ki, tam bir kromozom, mayoz bölünme ile her sperm ya da yumurta oluşumunda ortalama bir kez çaprazlama
geçiriyor ve bu çaprazlama kromozom boyunca herhangi bir yerde olabiliyor. Çok büyük bir genetik birimi, diyelim ki kromozomun yarısını ele alırsak, her mayozda bu birimin bölünme olasılığı % 50’dir. Ele aldığımız genetik birim kromozom uzunluğunun yalnızca % 1’i kadarsa, bir mayoz bölünmede parçalanma olasılığının % 1 olacağını düşünebiliriz. Bu, birimin bireyin döllerinden oluşacak birçok nesil boyunca yaşamda kalma şansının olduğu anlamına gelir. Tek bir sistron, büyük olasılıkla, kromozom uzunluğunun % 1’inden çok daha kısa olacaktır. Birbirine komşu birçok sistronun bile, çaprazlama ile parçalanmadan, uzun nesiller boyunca yaşamasını umabiliriz.
Bir genetik birimin beklenen ortalama yaşam süresi nesillerle ifade edilebilir ki, bu da yıllara çevrilebilir. Genetik birim olarak bütün bir kromozomu ele alacak olursak, yaşam öyküsü yalnızca bir nesil sürer. 8a numaralı kromozomunuzu babanızdan aldığınızı düşününüz. Siz oluşmadan hemen önce, babanızın erbezlerinde yaratılmıştı. Dünya tarihinde daha evvel hiç varolmamıştı. Babaannenizden ve büyükbabanızdan gelen kromozom parçalarının bir araya gelip, mayoz sürecindeki karıştırma işleminden geçmesiyle oluştu. Belirli bir spermin içine yerleştirildi; eşi yoktu. Sperm ise, milyonlarca spermden bir tanesiydi. Bu milyonlarca sperm, koca bir teknecikler ordusu, annenizin içine doğru hep birlikte yüzdüler. Sizin özel sperm ise (çift yumurta ikizleri olmadığınız sürece), bu donanma içinde, annenizin yumurtalarından birini kendine liman seçen tek sperm oldu; işte varolmanızın nedeni bu! Ele aldığımız genetik birim, 8a numaralı kromozomunuz, genetik malzemenizin geri kalan kısmı gibi, kendini eşlemeye başladı. Şimdi, tüm vücudunuzda çift kopya olarak bulunuyor. Fakat, sıra sizin çocuk sahibi olmanıza gelince, siz yumurta (veya sperm) yaparken bu kromozom parçalanacak ve parçaları, annenizden gelen 8b numaralı kromozom ile değiştirilecek. Herhangi bir eşey hücresinde yeni bir kromozom no 8 yaratılacak; belki eskisinden “daha iyi”, belki de “daha kötü” olacak. Epeyce uzak, neredeyse olanaksız, bir rastlantı olmadıkça da kesinlikle farklı ve kesinlikle tek olacak. Bir kromozomun yaşam süresi tek bir nesildir.
Peki ya daha küçük, diyelim ki kromozom 8a’nın uzunluğunun 1/100’i kadar bir genetik birimin ömrü? Bu birim de babanızdan geldi, fakat büyük olasılıkla babanızda bir araya getirilmedi. Önceki mantığımızı sürdürürsek, babanızın onu ebeveynlerinden birinden bozulmamış olarak almış olması şansı % 99’dur. Diyelim ki annesinden aldı, sizin babaannenizden. Tekrarlarsak, babaannenizin de bu birimi ebeveynlerinden birinden bozulmamış olarak almış olması olasılığı % 99. Küçük bir genetik birimin atasını yeterince geriye doğru izleyecek olursak, sonunda asıl yaratıcısına geliriz. Bir yerlerde, atalarınızdan birinin yumurtalığında veya erbezlerinde ilk kez yaratılmış olmalı.
“Yaratmak” sözcüğüne yüklediğim özel anlamı bir kez daha tekrarlayayım. Ele aldığımız genetik birimi oluşturan daha küçük alt-birimler, çok önceleri de vardı. Bizim genetik birimimizin belirli bir anda yaratılması, yalnızca, birimimizi tanımlayan özel alt-birim düzenlemesinin o andan önce varolmadığı anlamına gelir. Yaratılma anı yakın bir geçmişte, örneğin büyük ana babanızda olabilir. Fakat çok küçük bir genetik birimi düşünürsek, ilk kez çok daha uzak bir atanızda, belki de şempanze benzeri bir ön-insanda, düzenlenmiş olabilir. Bunun da ötesinde, içinizdeki küçük bir genetik birim, sizden oluşacak birçok nesil boyunca bozulmaksızın, uzak bir geleceğe gidebilir.
Unutmayınız ki, bir bireyden oluşan nesiller düz bir çizgide ilerlemezler, aksine dallanırlar. 8a kromozomunuzdaki şu özel kısa birimi atalarınızdan hangisi “yaratmış” olursa olsun, aynı soydan gelen sizden başka kişilerde de vardır, ikinci dereceden kuzeninizde de belki aynı genetik birim vardır. Bende de olabilir. Başbakanda da ve köpeğinizde de; yeterince geriye gidersek hepimiz aynı ataları paylaşırız. Ayrıca, aynı küçük genetik birim, şans eseri, birçok kereler bağımsız olarak yaratılmış olabilir: Eğer birim küçükse, böyle bir rastlantı hiç de olanaksız değil. Ancak, en yakın akrabanızla bile tümüyle aynı bir kromozoma sahip olma şansınız çok az. Bir genetik birim ne kadar küçükse, başka bir bireyde aynısını bulma olasılığı o kadar artar (Dünya üzerinde kopyalar halinde birçok kez bulunma olasılığı o kadar fazladır).
Daha önceden de varolan alt-birimlerin rastlantısal olarak çaprazlama yoluyla bir araya gelmeleri, yeni bir genetik birimi oluşturan alışılagelmiş yöntemdir. Evrimsel önemi büyük olan başka bir yol ise, nokta mutasyonlarıdır. Bir nokta mutasyonu, bir kitapta yanlış basılmış tek bir harfe karşılık gelir. Ender görülür; genetik birim ne kadar uzunsa, bu uzunluk boyunca bir yerlerde bir mutasyon sonucu değişmesi olasılığı da o kadar fazladır.
Uzun dönemdeki sonuçları önemli olan bir başka hata ya da mutasyon ise ters çevrilmedir. Bir kromozom parçası iki ucundan da kopar, tepe taklak döner ve ters dönmüş konumda tekrar kromozoma bağlanır. Önceki benzetmemizin terimleriyle bu, sayfaların yeniden numaralanmasını gerektirecektir. Bazen de kromozom bölümleri ters dönmekle kalmaz, gidip kromozomun tamamen farklı bir yerine bağlanır ve hatta tamamen farklı bir kromozoma da yapışabilirler. Bu, bir sayfa tomarının bir ciltten başka bir cilde aktarılmasına karşılık gelir. Bu tür yanlışlar genellikle vahim sonuçlar doğurur ancak bazen de genetik malzeme parçaları, yakın bağlantı oluşturarak birlikte iyi çalışıvermeye başlarlar. Belki de, yalnızca bir arada iken yararlı etki gösterebilecek iki sistron -bir biçimde birbirlerini kuvvetlendiriyor ya da tamamlıyor olabilirler-, ters çevrilerek bir araya gelirler. Böyle bir durumda, doğal seçilim yeni “genetik birim” lehine çalışacaktır ve gelecek kuşaklarda yeni birim yaygınlaşacaktır. Olasıdır ki, yıllar boyunca, gen kompleksleri bu gibi yollarla yoğun biçimde yeniden ayarlanmış ya da “yayınlanmıştır”.
Bunun en açık örneklerinden birisi de taklitçilik olarak bilinen olgudur. Bazı kelebeklerin tadı çok kötüdür. Bunların, genellikle, parlak ve göze batan renkleri vardır ve kuşlar bu “uyarıcı” işaretlere bakarak onlardan kaçınmayı öğrenir. Başka kelebek türleri ise, tatları kötü olmadığı halde, bu durumdan yararlanır ve lezzetsiz kelebekleri taklit ederler; renkleri ve biçimleri (fakat tatları değil), lezzetsiz kelebeklere benzer. Kuşları aldattıkları gibi, doğa bilimcileri de aldatırlar. Gerçek lezzetsiz kelebekten bir kez tadan bir kuş, benzer tüm kelebeklerden kaçınacaktır. Taklitçiler yenmekten kurtuldukları için, doğal seçilim taklitçilik genleri lehine çalışır. Taklitçiliğin evrimleşmesi işte böyle olmuştur.
Birçok “lezzetsiz” kelebek türü var ve bunlar birbirlerine benzemiyorlar. Bir taklitçi bunların hepsine birden benzeyemez; belirli bir türü seçmek zorundadır. Genelde, belirli bir taklitçi türü, belirli bir lezzetsiz türe benzemekte uzmanlaşır. Ancak, çok tuhaf şeyler yapan taklitçi türleri de var. Bu türlerin kimi bireyleri bir lezzetsiz türü taklit eder; diğer bireyler başka bir türü. İki arada bir derede olan bireyler, ya da her iki türü de taklit etmeye çalışan bireyler hemen avlanacaklardır; ama böyleleri hiç doğmaz. Bir bireyin ya kesinlikle kadın ya da kesinlikle erkek olması gibi, bir kelebek de ya bir türü ya da diğerini taklit eder. Bir kelebek A türünü taklit ederken, kardeşi B türünü taklit edebilir.
Bir bireyin A türünü mü, yoksa B türünü mü taklit edeceği bir tek gen tarafından belirleni
yormuş gibi görünüyor. Tek bir gen, taklitçiliğin renk, biçim, beneklerin deseni, uçuş ritmi gibi çeşitli özelliklerini nasıl belirleyebiliyor? Yanıt olarak, taklitçilikten sorumlu genin büyük olasılıkla tek bir sistron anlamındaki bir gen olmayacağını söyleyebiliriz. Ters çevrilmeler ve genetik malzemenin başka rastlantısal yollardan yeniden düzenlenmesi ile oluşan, bilinçsiz ve kendiliğinden bir editörün çabası sonucu, daha önceden ayrı olan bir gen kümesi, kromozom üzerinde yakın bağlantılı bir grupta bir araya gelir. Tüm küme tek bir gen gibi davranır (Gerçekten de, bizim tanımımıza göre, artık tek bir gendir ve aslında başka bir küme olan bir aleli vardır). Kümenin biri A türünün taklidine ilişkin sistronları içerir, diğeri ise B türünün taklidine ilişkin sistronları taşır. Her bir kümenin çaprazlama ile bölünmesi o kadar enderdir ki, doğada yarım yamalak bir kelebek asla görülmez (Laboratuvarda büyük sayıda kelebekler yetiştirildiğinde zaman zaman ortaya çıkabiliyorlar).
Gen sözcüğünü, çok sayıda nesil boyunca devam edebilecek denli küçük ve sayısız kopyalar halinde etrafa dağılacak bir genetik birim anlamında kullanıyorum. Bu, katı, ya hepsi ya da hiç diyen bir tanım değil; “eski” veya “büyük” tanımları gibi, sınırları pek de belirli olmayan bir tanım. Bir kromozomun çaprazlama ile bölünme olasılığı ya da çeşitli cinsten mutasyonlarla değişikliğe uğrama olasılığı ne denli fazlaysa, benim kullandığım anlamda gen olma niteliği o denli azalır. Bir sistron bu tanıma uygun niteliktedir; daha büyük birimler de öyle. Bir düzine sistron bir kromozom üzerinde birbirine o kadar yakın yerleşmiştir ki, bizim amaçlarımız çerçevesinde, tek bir uzun ömürlü genetik birim oluşturabilir. Kelebeklerdeki taklitçilik kümesi buna iyi bir örnek. Sistronlar bir bedeni bırakıp diğerine geçtiklerinde, bir sonraki nesile yapacakları yolculuk için sperm veya yumurtaya girdiklerinde büyük olasılıkla tekneciğin bir önceki yolculukta beraber oldukları yakın komşularını içerdiğini göreceklerdir; bunlar çok uzak ataların bedenlerinden başlayıp, birlikte serüven dolu bir yolculuk yaptıkları eski tekne arkadaşlarıdır. Aynı kromozom üzerindeki komşu sistronlar, birlikte yolculuk yapan, birbirine sıkıca bağlı bir kumpanya oluştururlar ve mayoz zamanı geldiğinde aynı gemiye binmekte başarısız olanları enderdir…
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu kitabın ismi ne Sistron Bencildir, ne de “Kromozom Bencildir” olamazdı; aslında ismi Hafifçe bencil olan büyük kromozom parçacığı ve daha da bencil olan küçük kromozom parçacığı olmalıydı. Söyleyebileceğim ilk -ve en az- şey, bu ismin hiç de çekici olmadığı. Bu nedenle de, bir geni potansiyel olarak birçok nesil boyunca yaşayabilecek küçük bir kromozom parçası olarak tanımlıyor ve kitabın adını da Gen Bencildir koyuyorum.
Şimdi, I. Bölüm’ün sonunda bıraktığımız yere geri döndük. Görmüştük ki, doğal seçilimin temel bir birimi olma hakkını elde edebilen her varlığın bencil olması beklenmelidir. Kimilerinin doğal seçilim birimi olarak türü, kimilerinin de bu tür içindeki bir grup ya da topluluğu, hatta bazılarının bireyi aldıklarını görmüştük. Ben, doğal seçilimin temel birimi olarak geni düşünmeyi tercih ettiğimi, bu nedenle de çıkarcılığın temel biriminin gen olduğunu savunduğumu söyledim. Şimdiyse geni öyle bir tanımladım ki, haklılığım su götürmez!
Doğal seçilim, en geniş anlamıyla, varlıkların yaşamda kalabilmelerinde ayrım uygulanmasıdır. Bazı varlıklar yaşar, diğerleriyse ölür. Fakat bu seçimli ölümün dünya üzerinde bir etki yapabilmesi için, bir ek koşulun sağlanması gerekir. Her varlık, sayısız kopyalar biçiminde varolmalıdır ve bu varlıkların, en azından, bazılarının evrimsel açıdan önemli sayılabilecek bir süre boyunca -kopyalar halinde- hayatta kalabilmek için potansiyel yetenekleri olmalıdır. Küçük genetik birimlerde bu özellikler vardır; bireylerde, gruplarda ve türlerde yoktur. Gregor Mendel’in kalıtsal birimlerin, uygulamada bölünemez ve bağımsız parçacıklar olduğunu göstermesi büyük bir ilerlemeydi. Şimdilerde ise bunun fazlaca basit olduğunu biliyoruz. Bir sistron bile arada sırada bölünebilir ve aynı kromozom üzerindeki iki gen birbirinden tamamen bağımsız değildir. Benim yapmış olduğum, geni mükemmel bir bölünemez parçacık olmaya çok yaklaşan bir birim olarak tanımlamaktı. Gen bölünemez değildir, ancak çok ender bölünür. Belirli bir bireyin bedeninde ya kesinlikle vardır ya da kesinlikle yoktur. Gen, büyükanne-büyükbabadan toruna bozulmadan yol alır ve aradaki nesilden diğer genlerle karışmadan geçer. Genler sürekli olarak birbirleriyle kaynaşıyor olsalardı, şimdi anladığımız anlamda doğal seçilim olanaksız olurdu. Darwin’in yaşadığı yıllarda, kalıtımın bir kaynaşma süreci olduğu varsayılıyordu. Bu, Darwin’i çok kaygılandırıyordu. Mendel’in buluşu çoktan yayınlanmıştı ve Darwin’i kurtarabilirdi, fakat heyhat! Darwin’in bundan haberi bile olmadı; Darwin ve Mendel öldükten çok sonra Mendel’in çalışması gün ışığına çıkabildi. Belki de, Mendel’in kendisi bile bulgularının önemini anlayamadı, aksi takdirde Darwin’e yazardı.
Genin parçacık özelliğinin bir başka yönü de, ihtiyarlamayışıdır; milyon yaşına geldiğinde ölme olasılığı 100 yaşındakinden fazla değildir. Nesiller boyunca bir bedenden diğerine atlar, kendi amaçları doğrultusunda ve kendi yöntemleri ile bu bedenleri yönlendirir, birbiri peşi sıra, bu ölümlü bedenler ihtiyarlayıp ölmeden onları terk eder.
Genler ölümsüzdür, daha doğrusu, ölümsüz yakıştırmasına yaklaşabilen genetik varlıklardır. Bizler, dünya üzerindeki bireysel yaşamkalım makineleri, yalnızca 10-20 yıl daha yaşamayı umabiliriz. Dünyadaki genlerin yaşam süresi ise binlerce, milyonlarca yıl ile ölçülmelidir.
Eşeyli üreme ile çoğalan türlerde birey, önemli bir doğal seçilim birimi olarak nitelendirilemeyecek denli büyük ve geçicidir; bireyler grubu ise daha da büyük bir birim. Genetik açıdan bakıldığında, bireyler ve gruplar, gökteki bulutlar ya da çöldeki kum fırtınaları gibidir; geçici yığınlar veya federasyonlara benzerler. Evrim süreci içinde kararlı değildirler. Topluluklar ise daha uzun yaşayabilirler ancak sürekli olarak başka topluluklarla kaynaşır ve kimliklerini yitirirler. Ayrıca, kendi içlerinde de evrimsel değişikliklere uğrarlar. Bir topluluk, doğal seçilim birimi olabilecek kadar diğerlerinden ayrılmış değildir. Tıpkı başka bir topluluktan üstün tutulabilecek kadar kararlı ve bütünsel olmaması gibi.
Bireysel bir beden yaşadığı sürece başkalarından yeterli derecede ayrı görünür, ancak bu ne kadar sürüyor ki? Her birey tektir; bir eşi yoktur. Eğer her varlığın tek bir kopyası varsa, varlıklar arasında seçim yaparak evrimi gerçekleştiremezsiniz! Eşeyli üreme, eşleme değildir. Bir topluluğun başka topluklarla karışması gibi, bir birey de cinsel eşi ile kaynaşarak döllerini yapar. Çocuklarınız sizin yarınızdır; torunlarınız ise dörtte biriniz… Birkaç kuşak sonrası için umabileceğiniz en iyi şey, birkaç tanesi sizin soyadınızı taşıyan, ama hepsi de sizden minik bir parça -birkaç gen- içeren, çok sayıda döl olacaktır.
Bireyler kararlı varlıklar değildir; geçicidirler, iskambil kâğıtlarının dağıtılıp bir el oynandıktan sonra, unutulmak için karılması gibi, kromozomlar da karıştırılırlar ve unutulurlar. Ama karıştırdıktan sonra kartlar yok olmuyor, hâlâ varlar. işte, genler de kartlar gibi. Çaprazlama genleri yok etmiyor, yalnızca eşlerini değiştiriyorlar ve genler yollarına devam ediyorlar. Elbette devam edecekler. Onların işleri bu! Eşleyici olan onlar ve bizse onların yaşamkalım makineleriyiz. Amaca ulaşıldığında bir kenara konuruz. Genlerse jeolojik zamanın yerleşik sakinleridir: Genler ölümsüzdür.
Pırlantalar gibi genler de ölümsüzdür, ama tam da aynı anlamda değil… Bir pırlanta kristali, değişmeyecek bir atom düzeninde varlığını sürdürür. DNA moleküllerinin ise bu tür bir kalıcılığı yoktur. Tek bir DNA molekülünü ele alırsak, yaşamı oldukça kısadır (Belki de birkaç ay; bir birey ömründen kesinlikle daha uzun değil). Ancak, bir DNA molekülü kuramsal olarak, kendisinin kopyaları halinde, yüzlerce milyon yıl yaşamaya devam edebilir. Bunun da ötesinde, ilksel çorbadaki eski eşleyiciler gibi, belirli bir genin kopyaları tüm dünyaya dağılabilir. Aradaki fark ise, çağdaş genlerin yaşamkalım makinelerinin bedenleri içinde düzgünce paketlenmiş olmaları.
Yaptığım şey, bir genin tanımlayıcı özelliği olarak, kopyalarını yaparak ölümsüzlüğe yakınlaşabileceğini vurgulamak. Geni tek bir sistron olarak tanımlamak bazı amaçlar için yeterli, ancak evrim kuramı göz önüne alındığında bu anlamı genişletmek gerek. Ne kadar genişleteceğimiz, tanımı ne amaçla yaptığımıza bağlı. Doğal seçilim için uygulanabilir bir birim bulmak istiyoruz. Bunu yapabilmek için, kullanışlı bir doğal seçilim biriminde olması gereken özellikleri saptamakla işe başlıyoruz. Bir önceki bölümün terimleriyle, bunlar uzun ömürlülük, doğurganlık ve aslına sadık kopyalama olarak saptandı. Bundan sonra, “geni” bu özellikleri taşıyan -en azından potansiyel olarak- en büyük birim olarak tanımlarız. Gen, birçok ikili kopya halinde varolan, uzun yaşayan bir eşleyici… Sonsuza dek yaşamıyor. Bir pırlanta bile gerçek anlamda sonsuza dek yaşamaz ve bir sistron bile çaprazlama sonucu ikiye bölünebilir. Gen, dikkate değer bir doğal seçilim birimi olarak işlev görmeye yetecek uzunlukta yaşayabilecek (potansiyel olarak) denli küçük bir kromozom parçası olarak tanımlanır.
Bu “yeterli uzunluk” ne kadar? Kesin ve anında verilebilecek bir yanıt yok. Bu, doğal seçilim “baskısının” ne denli şiddetli olduğuna bağlıdır; yani, “kötü” genetik birimin “iyi” aleli karşısındaki ölüm olasılığının ne denli fazla olduğuna. Bu, bir örnekten diğerine değişebilecek, niceliksel bir ayrıntıdır. En büyük, uygulanabilir doğal seçilim birimi -gen- için bu süre sistron ve kromozomun yaşam süreleri arasında bir yerde.
Bir geni temel doğal seçilim birimi olması için iyi bir aday kılan şey, potansiyel ölümsüzlüğüdür. Şimdi de sıra “potansiyel” kelimesinin altını çizmeye geldi. Bir gen bir milyon yıl yaşayabilir, fakat birçok gen ikinci nesile bile kalmayı başaramıyor. Başarılı olan az sayıdaki yeni gen, bu başarılarını kısmen şanslı olmalarına borçlular ancak temelde yaşamkalım makinelerini iyi yaptıkları için başarılı oluyorlar. Genler içinde bulundukları bedenleri, birbiri peşi sıra doğup ölen başarılı bedenleri, ceninin gelişme aşamasında etkilemeye başlıyorlar; öyle ki, her beden rakip bir genin ya da alelin etkisi altındayken olabileceğinden daha fazla yaşama ve üreme şansına sahip oluyor. Örneğin, “iyi” bir gen içinde bulunduğu bedenlere uzun bacaklar sağlayarak avcılardan kaçabilmelerini ve dolayısıyla kendisinin hayatta kalabilmesini garantileyebilir. Bu özel bir örnek; hiç de evrensel değil. Uzun bacaklı olmak her zaman bireyin lehine olmayabilir. Köstebek için bu bir handikap olacaktır. Kendimizi ayrıntılar içinde kaybetmektense, tüm iyi (yani, uzun ömürlü) genlerde bulmayı bekleyebileceğimiz evrensel nitelikler düşünemez miyiz? Ya da tam tersine, bir geni “kötü”, kısa ömürlü olarak niteleyen özellikler nelerdir? Böylesi birçok evrensel özellik olabilir; ancak bir tanesi var ki, bu kitapla çok yakından ilintili: Gen düzeyinde, özverili olma kötü, bencillik ise iyi olmalıdır. Bu özveri ve bencillik tanımlarımızın doğal bir sonucu… Genler, yaşamda kalabilmek için, alelleriyle doğrudan bir mücadele içindedirler; gen havuzundaki alelleri, gelecek kuşakların kromozomlarındaki yerler için rakip durumundadırlar. Gen havuzu içinde yaşamını alelleri pahasına sürdürecek biçimde davranan herhangi bir gen, tanım gereği, yaşamda kalacaktır. Gen bencilliğin temel birimidir.
Bu bölümün ana mesajı artık söylendi. Ama bazı karmaşık noktaları ve gizli varsayımları es geçtim. Aslında birinci karmaşık noktaya hafifçe değinildi: Kuşaklar boyu yaptıkları yolculukta, genler, ne kadar bağımsız ve özgür olurlarsa olsunlar, cenin gelişimini kontrol ederken hiç de özgür ve birbirlerinden bağımsız değiller, hem birbirleri hem de çevreleri ile, içinden çıkılması güç karmaşık yollarla yardımlaşırlar ve etkileşirler. “Uzun bacak geni” veya “özverili davranış geni” gibi terimler, konuşmayı kolaylaştırır, ancak ne anlama geldiklerini bilmek önemli. Uzun ya da kısa, bir bacağı tek başına yapan bir gen yoktur. Bir bacağın yapılması çok-genli bir işbirliği girişimidir. Dış çevreden gelecek etkilerden de vazgeçilemez: Eninde sonunda, bacaklar besinden yapılır! Ama, diğer koşullar eşit olmak kaydıyla, bacakların, alelinin yapacağından daha uzun olmasına yol açabilecek tek bir gen olabilir.
Benzetme olarak, buğdayın büyümesinde gübrenin -nitrat diyelim- etkisini düşünün. Herkes bilir ki, buğday bitkisi ortamda nitrat olduğunda daha fazla büyür. Fakat hiç kimse nitratın kendi başına bir buğday bitkisini yaptığını öne sürecek kadar budala değildir. Tohum, toprak, güneş, su ve çeşitli minerallerin de gerekli olacağı açıktır. Fakat bütün bu etkenler sabit tutulursa ve hatta belli sınırlar içinde değiştirilse bile, nitratın eklenmesi buğday bitkisinin daha büyük olmasına yol açacaktır. Cenin gelişiminde de tek bir gen aynı etkiyi yapabilir. Bu o kadar karmaşık ve birbiriyle adeta kilitlenmiş bir ilişkiler ağı ile denetleniyor ki, değinmememiz daha doğru olacak. Bir bebeğin herhangi bir parçasının tek “nedeni” olarak düşünülebilecek genetik veya çevresel bir unsur yoktur; bir bebeğin tüm parçalarının neredeyse sonsuz sayıda öncelikli nedeni vardır. Ancak bir bebekle diğeri arasındaki farklılık, örneğin bacak uzunluğu farkı, kolaylıkla çevredeki ya da genlerdeki bir veya birkaç tane basit öncelikli farklılığa indirgenebilir. Yaşamda kalmak için yapılan rekabetçi mücadelede önemli olan da bu farklılıklardır; ve, evrimde önemli olanlar da genetik denetim altındaki farklılıklardır. Bir gen için alelleri onun ölümcül rakipleridir, fakat diğer genler sadece çevresinin sıcaklık, besin, avcılar veya yandaşlarla kıyaslanabilecek bir parçasıdır. Genin etkisi çevresine bağlıdır ve bu çevre diğer genleri de kapsar. Bazen, bir gen, belirli bir başka genin varlığında belirli bir etki gösterir; diğer bir yandaş genin varlığında ise bambaşka bir etkiye yol açar. Bu bedendeki genler bir bütün olarak alındığında, belirli bir genin etkilerine biçim veren genetik bir iklim veya zemin oluştururlar.
Burada bir paradoks var gibi görünüyor. Bir bebeğin yapılması bu kadar hassas bir işbirliği girişimi ise, ve her genin işini tamamlayabilmek için binlerce yardımcı gene gereksinim varsa, bunu benim bölünemez, çağlar boyunca bir bedenden diğerine ölümsüz keçiler gibi atlayan, yaşamın özgür ve dizginlenemeyen ve kendini arayan elemanlar resmimle nasıl bağdaştırabiliriz? Yoksa, ben mi
saçmaladım? Hayır, hayır… “Edebi” pasajlarda biraz kendimi kaptırmış olabilirim ama saçmalamadım; ortada gerçek bir paradoks da yok. Bunu başka bir benzetme ile açıklayabiliriz.
Bir kürekçi, tek başına Oxford ve Cambridge kayık yarışlarını kazanamaz. Sekiz takım arkadaşı daha gereklidir. Her biri kayığın belli bir kısmında oturan birer uzmandır ve her birinin belli bir görevi vardır. Kürek çekmek bir işbirliği girişimidir ama her şeye karşın kimileri bu işte diğerlerinden daha iyidir. Varsayalım ki, takım koçunun ideal takımı seçebilmek için önünde her biri belirli bir korumda uzmanlaşmış bir adaylar havuzu olsun. Koçun seçimini şöyle yaptığını düşünelim: Her gün, adayları konumlar için gelişigüzel karıştırarak üç yeni deneme takımı oluştursun ve bu takımları birbirleriyle yarıştırsın. Birkaç hafta bunu uyguladıktan sonra, kazanan kayığın, çoğunlukla aynı yarışçıları içerdiği ortaya çıkmaya başlar. Bunlar iyi kürekçiler olarak belirlenir. Başka bireylerinse hep daha yavaş takımlarda yer aldığı gözlenecek ve sonunda takımdan çıkarılacaklardır. Ama, zaman zaman ya diğer yarışmacıların kötü olmasından, ya da şanssızlıktan olağanüstü iyi bir kürekçi bile kaybeden takımda olabilir (Ters bir rüzgâr yüzünden diyelim). En iyi yarışçıların kazanan kayıkta olması yalnızca ortalama olarak doğrudur.
Bu kürekçiler, genlerdir. Kayıktaki her yer için yarışanlar, bir kromozom boyunca aynı bölgeye oturma potansiyeli taşıyan alellerdir. Hızlı kürek çekme, yaşamkalım mücadelesinde başarılı olan bir beden yapmaya karşılık gelir. Rüzgâr ise dış çevredir. Bir bedenin yaşamda kalabilmesi söz konusu olduğunda, bu bedenin tüm genleri aynı kayıktadır. Birçok gen, kötü genlerin yanına düşer ve kendini ölümcül bir genle aynı bedeni paylaşırken buluverir; ölümcül gen henüz çocuklukta bedeni öldürecektir. Bu da, iyi genin diğerleri ile birlikte ortadan kalkmasına neden olur. Ancak bu, yalnızca tek bir beden; aynı iyi genin kopyaları, ölümcül geni taşımayan başka bedenlerde, yaşamaya devam ederler. İyi genin birçok kopyası, kötü genlerle aynı bedeni paylaştıkları için başarısız olurlar; birçoğu ise başka biçimlerdeki şanssızlıklarla yok olur (Örneğin içinde bulundukları bedene yıldırım düşer!). Ancak, tanım gereği, şans rastlantısaldır ve iyi ile kötüyü gelişigüzel seçer; hep kaybeden tarafta yer alan gen artık şanssız değil de, kötü bir gendir.
İyi bir kürekçide olması gereken niteliklerden biri de takım çalışması, takımın geri kalanları ile uyum içinde işbirliği yapabilme yeteneğidir. Bu güçlü kaslara sahip olmak kadar önemli olabilir. Kelebekler örneğinde gördüğümüz gibi, doğal seçilim, kromozom parçacıklarının ters çevrilmeleri veya başka devinimleri sonucu bir gen kompleksini bilinçsizce denetler hale gelir ve böylece de uyumlu bir işbirliği içindeki genler birbirine sıkıca bağlanmış gruplar biçiminde toplaşırlar. Bunların yanı sıra, hiçbir fiziksel bağlantısı olmayan genlerin de, karşılıklı uyumlulukları nedeniyle, seçilebildiklerini düşünebiliriz. Birbiri ardı sıra devam eden bedenlerde karşılaşmaları olasılığı yüksek olan diğer genlerle (yani gen havuzundaki diğer genlerle) iyi bir işbirliği kotarabilen gen daha avantajlı olacaktır.
Bir örnek vereyim: Bir etoburun bedeninde keskin dişler, eti etkin sindirebilecek bağırsaklar ve benzeri birtakım özellikler istenilir özelliklerdir. Öte yandan, bir otobur ise, düz ve öğütücü dişler, daha farklı sindirim kimyası olan farklı bir tür mide ister. Bir otoburun gen havuzunda, sahibine keskin et-öğütücü dişler veren yeni bir gen pek de başarılı olamaz. Bunun nedeni et yemenin kötü bir şey olması değildir; doğru yapıda bağırsağınız olmadığı sürece eti verimli bir biçimde yiyemez ve et-yiyici bir yaşam tarzının diğer özelliklerini yerine getiremezsiniz.
Keskin, et yemeye yatkın dişler veren genlerin kötü olduğu söylenemez. Böylesi genler, yalnızca, otobur niteliklerin baskın olduğu bir gen havuzunda kötü olarak adlandırılabilirler.
Bu incelikli, karmaşık bir yaklaşım. Karmaşık, çünkü bir genin “çevresinin” büyük kısmını, her biri kendi çevresindeki diğer genlerle işbirliği yapabilme yeteneği nedeniyle seçilmekte olan genler oluşturur. Bu incelikli noktayı açıklayabilecek bir benzetme var ama günlük deneyimlerimizden biri değil. Bu analojiyi, V. Bölüm’de, bireysel hayvanlar arasındaki saldırgan yarışmalara ilişkin olarak sunacağım. O nedenle, bu noktanın daha fazla tartışılmasını V. Bölüm’ün sonuna erteliyor ve bölümün ana mesajına dönüyorum: Doğal seçilimin temel birimi tür değil, toplum değil, birey hiç değildir; kolaylık sağlaması için gen adı takılmış küçük bir genetik malzemedir. Tartışmanın can alıcı noktası, evvelce bahsedildiği gibi, bedenler ve diğer yüksek birimler geçici olduğu halde genlerin ölümsüz olma eğilimi taşıdıkları varsayımıdır. Bu varsayım iki gerçeğe dayanıyor: Eşeyli üreme, çaprazlama kuralları ve bireysel ölümlülük gerçeği. Bunlar yadsınamaz gerçekler. Ancak, bu bizi neden gerçek olduklarını sormaktan alıkoyamıyor. Biz ve diğer birçok yaşamkalım makinesi, neden eşeyli üretim uyguluyoruz? Neden kromozomlarımızda çaprazlama oluyor? Ve, neden biz ölümsüz değiliz ki…?
Neden yaşlanıp öldüğümüz karmaşık bir soru ve yanıtının ayrıntıları bu kitabın kapsamı dışında. Belirli nedenlere ek olarak, daha genel nedenler de önerilmiştir. Bu kuramlardan biri, yaşlanmanın, bir bireyin yaşamı boyunca oluşan zararlı kopyalama hatalarının ve diğer gen hasarlarının bir birikimini temsil ettiğidir. Sir Peter Medawar’ın ileri sürdüğü bir başka kuram da, evrimi gen seçilimi açısından düşünmek için iyi bir örnek oluşturuyor. Medawar, öncelikle geleneksel tartışmaları bir kenara atıyor: “Yaşlı bireyler türün diğer bireyleri için özverili bir davranışta bulunarak ölürler, çünkü üreyemeyecek denli bitkin düştüklerinde dünyayı amaçsız bir kalabalık haline getirirler”. Medawar’ın da işaret ettiği gibi, bu döngüsel bir tartışmadır; kanıtlamaya kalkıştığı şeyi yani, yaşlı hayvanların üreyemeyecek denli zayıf olduklarını varsayar. Ayrıca, bir parçası çok daha saygıdeğer bir biçimde ifade edilebilirse de, aslında grup seçilimi veya tür seçilimi türünden naif bir açıklama bu. Medawar’ın kendi kuramında ise göz alıcı bir mantık var. Şimdi bunu anlatmaya çalışayım.
“İyi” bir genin en genel özelliklerinin neler olduğunu zaten sorduk ve “bencilliğin” bu özelliklerden biri olduğuna karar verdik. Ama, başarılı genlerin sahip oldukları bir başka nitelik de, yaşamkalım makinelerinin ölümlerini, en azından, üreme sonrasına erteleyebilmeleridir. Kuzenlerinizden ve büyük amcalarınızdan bazılarının çocukken öldüğüne şüphem yok ama sizin atalarınızdan hiçbiri ölmedi. Atalar erken ölmez!..
Sahibinin ölümüne neden olan bir gene ölümcül gen diyoruz. Yarı-ölümcül genin güçsüzleştirici bir etkisi vardır: Örneğin, diğer nedenlerden kaynaklanan bir ölümü kolaylaştırır. Her gen, beden üzerindeki etkisini yaşamın belirli bir aşamasında gösterir; ölümcül ve yarı-ölümcül genler bunun dışında değildir. Çoğu gen etkisini dölüt üzerinde, başkaları çocuklukta, başkaları erişkinlik ya da orta yaş döneminde, daha da başkaları ise yaşlılıkta gösterir (Bir tırtılın ve dönüştüğü kelebeğin tümüyle aynı genlere sahip olduğunu anımsayalım). Ölümcül genlerin gen havuzundan uzaklaştırılmaya yatkın oldukları açıkça
görülebilir. Ancak, geç eyleme geçen bir ölümcül genin gen havuzunda, erken eyleme geçen ölümcül genden daha kararlı olacağı da aynı şekilde açıktır. Yaşlı bir bedende öldürücü olan bir gen, ölümcül etkisini beden üreme işlevini gerçekleştirdikten sonra göstermesi koşuluyla, gen havuzunda başarılı olabilir. Örneğin, yaşlı bedenlerde kansere yol açan bir gen sayısız döle aktarılabilir, çünkü bireyler kansere yakalanmadan önce üreyeceklerdir. Öte yandan, genç bedenlerde kansere yol açan bir gen az sayıda döle aktarılır. Küçük çocuklarda ölümcül bir kansere neden olan bir geninse döllere kalıtımı söz konusu değildir. Öyleyse, bu konuma göre, yaşlılık nedeniyle bozunma gen havuzunda geç eyleme geçen ölümcül ve yarı ölümcül genlerin birikiminin yan ürünüdür. Bu genler doğal seçilim ağından kurtulabilirler, çünkü etkilerini geç gösterirler.
Medawar’ın da vurguladığı bir yan ise seçilimin, diğer ölümcül genlerin etkisini geciktirebilen ve ayrıca iyi genlerin etkisini hızlandırabilen genlerin lehine çalıştığıdır. Evrimin büyük bir kısmının, gen etkinliğinin başlaması sırasında genetik denetimli değişikliklerle oluştuğu büyük olasılıkla gerçek…
Bu kuramın yalnızca belirli yaşlarda üremenin gerçekleşebileceği biçiminde ön-varsayımlar yapmak zorunda olmadığını fark edebilmemiz çok önemli. Tüm bireylerin her yaşta çocuk sahibi olma olasılığının eşit olduğunu varsayımı ile başlayarak, Medawar kuramı, geç eyleme geçen güçsüzleştirici genlerin gen havuzunda birikeceğini kolaylıkla öngörür ve yaşlılıkta daha az üreme eğilimi bunun bir ikincil sonucu olarak ortaya çıkar.
Şimdi söyleyeceklerimi kendi kendimize mırıldanacağımız sözcükler olarak kabul edin. Bu kuramın hoş özelliklerinden biri de, bizi ilginç spekülasyonlara götürmesidir. Örneğin, kuram, insan ömrünü uzatmak istediğimizde önümüze iki genel yol koyar. Birincisi şu: Belirli bir yaştan önce üremeyi yasaklarız; diyelim ki kırk… Bunu birkaç yüzyıl uyguladıktan sonra minimum yaş sınırını elliye çıkarırız, ve böylece devam ederiz. Bu yöntemle insan ömrünü yüzyıllar düzeyine çıkarabileceğimiz düşünülebilir. Kimsenin böyle bir politika yerleştirmeyi ciddi olarak isteyebileceğini sanmıyorum.
İkinci yolsa şu: Genleri “kandırarak” içine yerleştikleri bedenin gerçekte olduğundan daha genç olduğuna inandırabiliriz. Uygulamada bu, bir gövdenin içsel çevresinde yaşlanma sırasında yer alan değişiklikleri saptamak anlamına gelir. Bunlardan herhangi biri geç etki yapan ölümcül genleri “açan” bir “ipucu” olabilir. Genç bir gövdenin yüzeysel kimyasal özelliklerini taklit ederek, geç etki eden güçsüzleştirici genlerin açılmasını önlemek mümkün olabilir. İlginç olan nokta, yaşlılığın kimyasal işaretlerinin kendi içlerinde güçsüzleştirici olmaları gerekmemesi. Örneğin, S maddesinin yaşlı bireylerin bedenlerinde gençlerdekinden daha fazla olduğunu düşünelim. S aslında oldukça zararsız olabilir; belki de besinde bulunan ve zamanla gövde içinde biriken bir madde… S maddesi çevrede olduğunda güçsüzleştirici bir etki gösteren bir gen, S çevrede olmadığı zaman iyi bir gen olduğu için gen havuzunda olumlu bir seçilime uğramış olabilir ama sonuç olarak, yaşlılıktan ölme geni olacaktır. Sağaltım ise basit: S maddesini bedenden uzaklaştırın.
Bu düşüncenin devrimsel niteliği, S maddesinin yalnızca bir yaşlılık “etiketi” olmasıdır. Yüksek derişimdeki S maddesinin ölüme yol açtığını fark eden bir doktor, muhtemelen S’yi bir çeşit zehir olarak düşünecek ve S ile gövde işlevlerinin bozukluğu arasında doğrudan bir neden-sonuç ilişkisi bulmak için kendini zorlayacaktır. Ama bizim düşsel örneğimizde, bu zaman kaybı gibi görünüyor.
Benzer şekilde, genç bedenlerdeki derişimi daha fazla olan ve gençlik “etiketi” sayılabilecek bir Y maddesi de bulunabilir. Y çevrede olduğunda iyi etkileri olan fakat Y olmadığında güçsüzleştirici etki yapan genler, seçilirler. S’nin ya da Y’nin ne olduğunu bilemeyeceğimiz için -böyle birçok madde olabilir- yalnızca genel bir öngörüde bulunabiliriz: Yaşlı bir gövdede genç bir gövdenin özelliklerini ne kadar fazla taklit edebilirsek, bu özellikler ne kadar yüzeysel olursa olsun, gövde o kadar uzun yaşayacaktır.
Bir kez daha bütün bunların yalnızca Medawar kuramı üzerine temellendirilmiş spekülasyonlar olduğunu vurgulamalıyım. Her ne kadar Medawar kuramında bir miktar gerçek payı varsa da, bu, herhangi bir yaşlılığa ilişkin bozulma örneğinin doğru açıklaması olduğu anlamına gelmez. Şu andaki amaçlarımız için önemli olan, evrime gen seçilimi açısından baktığımızda bireylerin yaşlanarak ölme eğilimlerini açıklamada zorlanmamız. Bu bölümdeki mantığın temelinde yatan bireyin ölümlülüğü varsayımı, bu kuram çerçevesinde açıklanabiliyor.
Geçiştirdiğim diğer varsayımın -eşeyli üreme ve çaprazlamanın varolması- açıklanması ise biraz daha zor. Çaprazlamanın her zaman olması gerekmiyor. Erkek meyve sinekleri çaprazlama yapmıyorlar. Dişilerde de çaprazlamayı engelleyici etki gösteren bir gen var. Bu genin evrensel olduğu bir sinek topluluğunu yetiştirecek olsaydık, bir “kromozom havuzu” oluşacak ve bölünemez, temel doğal seçilim birimi kromozom olacaktı. Aslında, böyle bir durumda mantık silsilemizi sonuna kadar götürecek olsaydık, tüm bir kromozoma tek bir “gen” olarak bakmak durumunda kalacaktık.
Eşeye karşıt seçenekler de var. Dişi yeşil sinekler bir baba olmaksızın canlı, dişi döller yavrulayabiliyor ve bu yavruların her biri annelerinin tüm genlerini taşıyorlar (Zaman zaman annesinin rahmindeki bir cenin, kendi rahminde de daha küçük bir cenin taşıyabiliyor. Böylelikle, dişi bir yeşil sinek aynı anda hem yavrusunu hem de torununu doğurabiliyor ve bu yavru ile torun, anne sineğin eş yumurta ikizleri ile aynı oluyor). Birçok bitki, kökçükler uzatarak bitkisel üreme ile çoğalırlar. Böyle bir durumda üreme yerine büyüme terimini kullanmayı yeğleyebiliriz; ama eğer biraz düşünürsek büyüme ile eşeysiz üreme arasında pek az ayrım olduğunu görebiliriz. Her ikisi de basit mitoz hücre bölünmesi ile gerçekleşir. Bazen bitkisel üreme ile oluşan bitkiler “anne” bitkiden ayrılırlar. Bazen de, örneğin karaağaçlarda, aradaki kökçükler bozulmadan kalır; öyle ki, bir karaağaç korusuna tek bir birey olarak bakabiliriz.
Öyleyse sorun şu: Eğer yeşil sinekler ve karaağaçlar bunu yapmıyorsa, neden biz ve diğerleri bir bebek yapmadan önce genlerimizi bir başkasının genleri ile karıştırma zahmetine giriyoruz? Bu gerçekten de ilerlemek için pek tuhaf bir yol gibi görünüyor. Düz kopyalamanın bu tuhaf sapması neden ortaya çıktı ki? Eşeyliliğin iyi tarafı ne?…
Bu, evrimcinin yanıtlamakta çok güçlük çekeceği bir soru. Yanıtlamaya yönelik girişimlerin çoğu üst düzeyde matematiksel mantık kullanır. Açıkça söyleyeyim, bu soruyu yanıtsız bırakacağım. Yalnızca tek bir noktaya değinmek istiyorum. Kuramcıların eşeyin evrimini açıklamakta çektikleri güçlüğün en azından
bir kısmı, alışkanlıkla, bireyin yaşamda kalabilecek genlerinin sayısını fazlalaştırmaya çalıştığını düşünmelerinden kaynaklanıyor. Olaya böyle baktığımızda eşeylilik bir paradoks gibi görünüyor, çünkü bir bireyin genlerini çoğaltması için “verimsiz” bir yol: Her çocuk bireyin genlerinin yalnızca % 50’sini alıyor, diğer % 50 ise cinsel eş tarafından sağlanıyor. Eğer, bir yeşil sinek gibi, kendisinin tıpkısı döller yapabilseydi, her çocukta genlerinin % 100’ünü bir sonraki nesile geçirebilirdi. Açıkça görülebilen bu paradoks kimi kuramcıları grup-seçilimini kabullenmeye götürüyor, çünkü eşeylilik için grup düzeyinde avantajlar düşünmek daha kolay. W. F. Bodmer’in kısaca belirttiği gibi, eşey, “farklı bireylerde tek tek ortaya çıkan mutasyonların tek bir bireyde birikmesini kolaylaştırır”.
Ancak bu paradoks, elimizdeki kitabın mantığını izlendiğinde ve bireye uzun ömürlü genlerin kısa süreli bir federasyonu tarafından yapılmış bir yaşamkalım makinesi olarak bakıldığında, daha az paradoksal görünecektir. Böyle baktığımızda tüm bir bireyin bakış açısından “verimlilik” anlamsız hale gelecektir. Eşeylilik ve eşeysizlik, mavi ve kahverengi gözlerde olduğu gibi, tek-gen denetimindeki bir özellik olacaktır. Eşey geni tüm diğer genleri kendi bencil amaçları doğrultusunda kullanır. Çaprazlama geni de öyle. Hatta, diğer genlerdeki kopyalama hatalarının hızını denetleyen genler bile var (Bunlara değiştirici deniyor). Tanım gereği, bir kopyalama hatası, yanlış kopyalanan genin aleyhine çalışır. Ancak, hatayı yaptıran bencil değiştirici genin yararına ise, değiştirici gen, gen havuzunda yaygınlaşacaktır. Benzer biçimde, eğer çaprazlama olayı, bir çaprazlama geninin yararına çalışıyorsa, bu çaprazlamanın varoluşu için yeterli bir açıklamadır. Ve eğer eşeyli üreme -eşeysiz üreme ile karşılaştırıldığında- bir eşeyli üreme geninin yararına çalışıyorsa, bu da eşeyli üreminin varoluşuna ilişkin yeterli bir açıklama getirir. Bir bireyin genlerinin geri kalanları, ister yararlansınlar ister yararlanmasınlar, konunun dışında kalırlar. Bencil genin bakış açısından bakıldığında, eşey hiç de acayip görünmüyor.
Burada döngüsel bir tartışmaya düşme tehlikesi var; çünkü eşeyliliğin varlığı, gene seçilim birimi olarak bakılmasına yol açan tüm mantık zincirinin bir önkoşuludur. Döngüsellikten kaçınma yolları olduğuna inanıyorum ancak elinizdeki kitap bu sorunun kovalanacağı yer değil. Eşeyler var. Bu kadarı doğru. Eşey ve çaprazlamanın bir sonucu olarak da küçük genetik birime ya da gene, evrimin temel ve bağımsız bir aracısı olmaya en yakın aday olarak bakabiliyoruz.
Bencil gen terimleri ile düşünmeye başladığımız anda daha az kafa karıştırıcı olabilen tek paradoks eşey değil, Örneğin, organizmalardaki DNA miktarı, organizmayı yapmak için gerekenden daha fazladır: DNA’nın büyük bir bölümü hiçbir zaman proteine çevrilmez. Bireysel organizma açısından bakıldığında bu paradoksal bir durum. Eğer DNA’nın amacı gövdenin yapımını denetlemekse, böyle bir iş yapmayan çok miktarda DNA bulunması şaşırtıcı. Biyologlar bu fazlalık DNA’nın nasıl bir işe yaradığını bulabilmek için kafa patlatıp duruyorlar. Fakat bencil genler açısından bakarsak, hiçbir paradoks yok. DNA’nın asıl amacı hayatta kalabilmek; ne bir eksik, ne de bir fazla. Fazlalık DNA’yı açıklamanın en basit yolu, onun bir asalak, ya da daha iyisi, diğer DNA’nın yarattığı yaşamkalım makinelerinde otostop yapan, yararsız ancak zararı da olmayan bir yolcu olduğunu düşünmektir.
Kimileri, fazlasıyla gen-merkezli bir evrim görünümüne karşı çıkıyorlar. Eninde sonunda, diyorlar, yaşayan ya da ölen tüm genleriyle bütün bir bireydir. Umarım, bu bölümde, bu noktada bir anlaşmazlık olmadığını gösterecek şeyleri yeterince söylemişimdir. Yarışı kazanan ya da kaybedenin kayığın tümü olması gibi, yaşayan ya da ölenler bireylerdir ve doğal seçilimin ilk yansıması hemen hemen her zaman birey düzeyindedir. Ancak, gelişigüzel olmayan bireysel ölümün ve üreme başarısının uzun dönemdeki yansıması, gen havuzundaki gen frekanslarının değişmesi biçiminde gözlenir. Ayrıcalıklı durumlar dışında, ilksel çorbanın başlangıçtaki eşleyiciler için oynadığı rol ile gen havuzunun çağdaş eşleyiciler için oynadığı rol aynıdır. Eşey ve çaprazlama çorbanın çağdaş karşılığının akıcılığını korur. Eşey ve çaprazlama sonucu gen havuzu iyice karışır ve genler kısmen karılmış olur. Evrim, gen havuzundaki bazı genlerin sayıca artması ve başkalarında sayıca azalması sürecidir. Özverili davranış benzeri bir özelliğin evrimini açıklamaya çalışırken, kendimize şu soruyu sorma alışkanlığını edinmeliyiz: “Bu özelliğin gen havuzundaki gen frekansları üzerindeki etkisi ne olacak?” Zaman zaman gen dili bıktırıcı hale gelir; daha kısa ve canlı anlatabilmek için eğretilemelere döneceğiz. Ancak, gerektiğinde gen diline geri dönebilmek için bu eğretilemelere kuşkucu bir gözle bakacağız.
Gen için, gen havuzu, yaşamını sürdürdüğü bir çeşit yeni çorbadır. Günümüzde değişen tek şey, genin yaşamını gen havuzundan alınan başarılı arkadaş gruplarıyla işbirliği içinde, birbiri ardı sıra ölümlü yaşamkalım makineleri yaparak sürdürmesidir. Bundan sonraki bölümde dikkatimizi, yaşamkalım makinelerine ve genlerin hangi anlamda bu makineleri denetlediği konusunda yoğunlaştıracağız.