Gizli Anların Yolcusu

Çağdaş edebiyatımızın en sevilen yazarlarından Ayşe Kulin, Gizli Anların Yolcusu ile bir kez daha okurlarını şaşırtıcı gerçeklerle yüzleşmeye zorluyor. Bu kitap, yerleşik ve düzenli hayatlarımızın nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunu, bir anda yıkılıp gidebileceğini gösteriyor bize… Acı bir kaza… Bir anda ağızdan kaçan bir söz… Ansızın yayınevine gelen bir dosya… Birbirine dolanmış eşarplar… Bütün bunlar, aykırı bir aşkın başını ve sonunu belirlemeye yeter mi?

Gizli Anların Yolcusu, pek çoğumuzun anlamakta zorlandığı, yargılamakta ısrar ettiği bir aşkın romanı. Ayşe Kulin her zamanki ustalığıyla, yaklaşmaya korkulan bir konunun üstüne giderek tabuları yıkmayı deniyor.

Bu romanda sadece aşkı değil, toplumun zorladığı hayatları harcanmış çocuklukları, kendi içindeki sırlarla en yakınlarını yaralayan ailelerin öykülerini soluk kesen bir tempoyla okuyacaksınız.

***

vakitsiz birer ölüm sanki geceler
bir bakımlık ay düşüyor herkesin payına
ve hiç dönüp de soran olmuyor
eklenen hangi düşler bir sonraki sabaha

Polis memuru adımı sordu. Söyledim. Yaşımı, adresimi, ne iş yaptığımı…

Kapıyı onlara açtığımdan beri, sinirlerim bir kerpetenle teker teker alınmışçasına sakindim. Dalgasız, çarşaf gibi bir denizde, sırtüstü kendimi tamamen suya bırakmış gibi… kaderime teslim!

“Ölen kişinin adı?” Onu da söyledim.

“İlişkiniz?”

“Sahibi olduğum yayınevinde yaratıcı bölümde çalışıyordu.”

Arkasından diğer sorular geldi, elimden geldiğince yanıtlamaya çalıştım.

“Pekâlâ, buraya hangi amaçla geldiniz?”

“Özel bir şey konuşacaktım.”

“Özel konuşma bir ölümle sonuçlandı öyle mi?”

“Maalesef.”

“Nasıl oldu?”

“Bir kitap yazıyordu, yazdıklarını okumak için bilgisayarını almak istedim… Balkondaydık… Bu kaza oldu.”

“Yani onu siz itmediniz, kendi düştü?”

“Evet.”

“Neden okumak istediniz yazdıklarını?”

Kızardım. Yanaklarım yanmaya başladı. Gözlerimi polisten kaçırıp duvara baktım ve o âna kadar hiç fark etmediğim bir çatlağı gördüm karşı duvarda. Ne zaman çatlamış sıva? Ben niye daha önce hiç görmemişim? Adeta kıpırdıyordu bir büyük örümcek gibi… Yoksa örümcek ağına takılmış bir böcek gibi mi? Şu anki halime çok benzettim duvardaki çatlağı; örümcek ağına takılı böcek. Ben!

“Evet, sizi dinliyorum.”

“Şey… Benimle ilgili bazı şeyler yazdığından şüphelendim… Sadece ne yazdığını görmek istemiştim.

“Siz ikiniz yalnız mıydınız evde?”

“İkimizdik. Başka kimse yoktu.”

“Saat kaçta oldu bu olay?”

“Vallahi tam olarak bilemiyorum. Ne desem yanlış olur. Dün akşam o kadar çok şey oldu ki… Bir arkadaşla buluşup bir meyhanede içtik, sonra bir kaza yaptık (alnımdaki pansumanı işaret ettim elimle), karakoldu, şuydu, buydu… Sonra ben buraya geldim, saat kaçtı hiç bilmiyorum. Zaten o düştükten sonra bir baygınlık geçirmişim balkonda… Onu tutmak isterken bir ip vardı, ipe tutundum, koptu ip, o anda iple birlikte her şey koptu… Ben yere düşmüşüm, kendime geldiğimde balkonda yerde yatıyordum… Önce hiçbir şey hatırlayamadım, doğruldum, aşağı baktım, aman Allahım dedim, biri düşmüş, biri var aşağıda! Sonra yerine geldi hafızam. İşte o zaman hemen aradım sizi. Aradığım saati siz biliyorsunuz ama kaza ne zaman oldu… bilemiyorum.”

“Doktor otopsiden sonra söyler ölüm saatini,” dedi polis, “gerçek her zaman çıkar ortaya. Ailesi nerede? Nasıl ulaşılır onlara?”

“Hiçbir fikrim yok. Sanırım İstanbullu değil; ama nerelidir diye sormak aklıma hiç gelmedi.”

“Siz hiçbir şeye dokundunuz mu evde? Yerlerini değiştirdiğiniz eşya oldu mu?”

“Şey… yerlere gazeteler filan saçılmıştı, birine basınca ayağım kaydı, onları toparlayıp sehpaya bıraktım. Başka hiçbir şeye dokunmadım.”

“İlhami Bey, karakola gideceğiz. İfadenizi asıl orada alacağız. Buyurun çıkalım.”

İki polis evde kaldı, ben diğer iki polisin arasında çıktım evden. Beni ortalarına alıp arkaya koltuğa oturttular. Apartmanın önünde polis arabasını gören insanlar toplanmış, merakla bizi seyrediyorlardı. Biz hareket etmeden önce bir ambulans sirenlerini öttürerek yanaştı kapıya. Aniden midem bulandı, arabada yanımda oturan polisin üzerine kusmaktan korktum. Şoför çalıştırdı arabayı, sabah trafiğinde on dakikalık yolu yarım saatte zor aldık. Karakolun bulunduğu sokakta lağım patlamış, kazı yapmışlardı, araba giremediği için yolun başında indik, dar sokakta binanın önüne kadar yürüdük. Eski taş yapının içi rutubet kokuyordu, midem daha fena bulandı.

Komiserin odasında, masanın karşısında oturdum. Biri koyu bir çay koydu önüme. İçemedim. Evde sorulan soruların yanıtlarını bir kere daha tekrarladım.

“Avukat çağırma hakkınız var,” dedi sorgulayan memur.

“Avukata ihtiyacım yok,” dedim, “her şey anlattığım gibi oldu.”

“Pekâlâ. Gerekirse çağırırsınız. Hakkınız baki.”

Komiserin odasından çıktık, bir aşağı katta daha küçük ve içinde sadece bir masayla üç sandalye bulunan bir başka odaya alındım. Beni sorgulayacak olan iki kişinin karşısına oturdum ve aklıma o güne kadar seyretmiş olduğum polisiye filmler geldi. Yanıtlarımı beğenmezlerse, yumruklarlar mı beni acaba, döverler mi diye düşündüm. Keşke! Keşke beni öldüresiye dövseler, ellerinde kalsam. Çekilsem sahneden, perde kapansa! Sevdiğimin yanına gitsem; bir an evvel!

Karakola ilk defa düşüyordum, bu işler ne kadar sürer hiçbir fikrim yoktu. Ama mademki zaman, benim için ışık hızıyla geçmeye başlamıştı, herhalde yine çok bekletmeyecekti beni yukardaki. Felek ne çok ilk yaratmıştı bana şu son yılda! Aşkı, tutkuyu, ihaneti, kıskançlığı, korkuyu en yüksek dozda tattırmıştı.

Bir yılda bin yaşamak! Kırkların ortasında, dört yüz yaşında hissetmek!

Yirmi dört saatin içinde kılıktan kılığa girmek!

Bunlar filmlerde, dizilerde olurdu ancak.

Ama hayatta da olmuştu işte!

Dün sabah uyandığımda, karısı, çocuğu, evi, barkı, işi gücü, ortağı, bir de gizli aşkı olan, sıradan bir adamdım.

Tam yirmi dört saat sonra, her şeyini kaybetmiş bir zanlıydım.

“İlhami Bey, bu ölen şahıs ve onunla ilişkiniz hakkında her şeyi anlatın bize,” dedi iskemlesini gıcırdatarak biraz öne çeken ve masanın üzerinden bana doğru uzanan polis.

Bu ölen şahıs hakkında her şeyi onlara anlatamazdım ama bu şahsın, hayatımın nasıl vazgeçilmez bir parçası haline geldiğini sizlere anlatmayı çok istiyorum. Onunla geçirmiş olduğum her ânı ayrıntılarıyla hatırlamak, bir kez daha yaşayabilmek için.

Sanırım beni ona götüren ilk adımı ben bir balo gecesinin sonunda attım, karımın geri dönülmez şekilde benden uzaklaştığını anladığım o gece!

Sonrası, beni gizli anların yolculuğuna çıkarmak için tasarlanmış tesadüfler dizisidir sadece!

Bir başka deyişle, alın yazım!

**

KARIM ETEĞİNİ SAVURARAK DÖNÜYOR DÖNÜYORDU

çok bekledim
yoktunuz

Karım pistin tam orta yerinde, kollarını çaprazlayarak dans partnerinin ellerini tutmuş, kırmızı eteğini savurarak dönüyor, dönüyordu. Kumral saçları da eteği gibi bir o yana bir bu yana savruluyordu o döndükçe.

Sesini duyamıyordum ama kahkahalar attığını görüyordum. Gözleri bana takıldığında, aşırı neşesinden rahatsız olduğumu anlamasını istemediğim için ona bir öpücük yolladım oturduğum yerden. Keyfini çıkarsın diye düşündüm, hem gecenin hem de sarhoşluğunun.

“İçkiyi fazla kaçırdı galiba,” dedi Nihat, kulağıma eğilerek.

“Olsun. İlk kez çıktık bu akşam. Bırak dağıtsın biraz, buna ihtiyacı var.”

“Ama bak sendeliyor, düşmesin sakın.”

“Düşmez.”

Nihat dostça omuzuma vurdu bana destek vermek ister gibi, “Haklısın,” dedi, “kolay değildi yaşadığı, varsın dağıtsın keyfince.”

Eda, kırmızı elbisesinin içinde dans ederken, sadece kendi başını değil, pek çok başı daha döndürüyordu o gece. Kadınların dahi gözleri kayıyordu savrulan eteklerinden gözüken düzgün bacaklarına. Partnerinden ayrılmış, kolları havada, tek başına dans etmeye başlamıştı. Aşırı coşkusundan tedirgindim ama birazdan müzik ara verdiğinde nasıl olsa geri gelecekti masaya, hele gelsin, bir daha yollamam piste diye düşünüyordum.

Bir reklam ajansının her yıl aşağı yukarı aynı tarihlerde tekrarlanan geleneksel kutlama gecelerinden birindeydik. Reklamcılar tam takım gelmişlerdi yine. Bu tür akşamların olmazsa olmaz “kamberleri” sahneye yakın ön masalara serpiştirilmişlerdi. Medya dünyasının patronları, önemli köşe yazarları, televizyon yapımcıları, birkaç ortalıkta gözükmeyi seven ressam, edebiyatçı, tiyatrocu, sahne sanatçısı ve elbette İstanbul sosyetesinin dedikodu dergilerinden, kuaför magazinlerinden hiç eksilmeyen “sosyete” seçkinleri, son moda smokinlerini giymiş, yanlarında sırf bu gece giyilmek üzere satın alınmış marka giysili zarif eşleriyle oturuyorlardı, onar kişilik gruplar halinde ön masalarda. Tamamen bir düğün formatındaydı gece. Tek eksiği, bu tür eğlencelere alışık olmayan utangaç tavırlı eşleri, hoyrat korumalarıyla, ciddi gözükmeye gayret eden bıyıklı politikacılardı. Onlar Ankara’ya aittiler, İstanbul gecelerinde boy göstermeye başlamamışlardı henüz.

Oturduğum yerden Eda’yı olduğu kadar masaları da göz hapsine almıştım. Lüks lokantaların öğle yemeklerinde masalara saksı gibi dizilen LV veya Hermes çantaların yokluğu dikkatimi çekti. Ah, aptal kafam! Biz bir gece davetindeydik ve bu yüzden masalara çoğu Chanel marka, portföy çantalar serpiştirilmişti. Bu çok pahalı küçük çantaların sahipleri, birbirlerine ikiz kardeşler gibi benzeyen kedi ifadeli güzel yüzlerinde donuk tebessümleriyle, fısıldaşarak tatlı dedikodular yapıyorlardı.

Gecenin anlamı üzerine konuşmalar, ödül dağıtımları bittikten sonra sahnede sanatçılar önem sırasıyla yer almaya başladılar. Sayılan fazla değildi. Önce bir standap-up’çı ağabeyimiz birkaç espri yaptı, sonra ilk sanatçıyı davet etti sahneye. Genç irisi güzel bir kız, üzeri Swarovski taşlarla süslü kemanıyla gelerek, klasiklerden uyarlanmış hareketli parçalar çaldı, alkışladık, çaldıklarının kendi uyarlaması olduğunu öğrenince daha da çok alkışladık. Ardından küçücük bisikletiyle dar alanda marifetler yapan genç çocuğu seyrettik ve nihayet asla yaşlanmayan, dünya durdukça genç kalmakla cezalandırılmış efsanevi süper starımız sahne aldı. Gözucuyla kadınlara bakıyordum. Hepsi de dikkat kesilmiş, boşuna bir gayretle kusur aramakla meşguldüler sahnedeki fenomenin üzerinde. Görülmemiş bir enerjiyle hoplayıp sıçrayan “mucize”de hiç kusur yoktu! O bir sahne canavarıydı, sadece sahnede yaşamak için dünyaya gelmiş, sahneye yakışan, sahneyle bütünleşen, ete kemiğe sanki sadece sahnedeyken bürünen, sahnede can bulan bir varlıktı. Sahnedeyken insanüstüydü.

“Sen bunu bir de gündüz gözüyle gör, korkarsın,” diyordu masada karşı tarafımda oturan hanım, yanındaki hanıma.

“Siz de o zaman gündüz gözüyle görmeyin, sahnede seyredin sadece çünkü o, bu sahnede kalmak ve gözlerimizi kamaştırmak için yıllardır olağanüstü bir çaba harcıyor. O, herhangi biri değil ki, herkes gibi olsun!” diye söylenirken buldum kendimi.

“Aaa, İlhami Bey, siz ona âşık mısınız yoksa?”

Yanımdaki hanım, tatsızlığı önlemek için atıldı, “İlhami Bey haklı, sahne hali muhteşem,” dedi. “Estetisyeni kimdir acaba, söylemişlerdi ama unuttum. Öğrenmek lazım!”

Eda, ters bir şey söylememem için kolumu dürtüyordu.

“Merak etme, uslu duracağım,” dedim karımın kulağına.

Çılgın alkışlarla son bulan konser faslından sonra sahne alan orkestranın şantözü dansa davet etti konukları ki, Eda da işte o andan beri değişik kavalyeleriyle pistte uçuşup durmaktaydı. Diğer konuklar onun kadar eğleniyorlar mıydı, emin değilim ama herkes son derece şık ve hoş görünüyordu. Bu kadar büyük bir kalabalığa servis edilen yemekler haliyle sıradandı fakat içki su gibi akıyordu. Kısacası oldukça başarılı bir geceydi!

Halkla ilişkiler danışmanımız Berrin Hanım, yanında zarif ve esmer bir kadınla masamıza yaklaştı. Kadını masadakilere tanıştırdıktan sonra, yanımdaki boş yere oturtup uzaklaştı. O sandalye şu anda pistte dans etmekte olan karıma ait diyemediğim için, yanımda oturan ve müziğin gürültüsünden adını tam duyamadığım genç kadınla nezaket icabı havadan sudan konuşmaya çalıştım ama aklım pistteydi.

“Birinin yerine oturdum galiba?” dedi tedirginliğimi sezen kadın.

“Eşimin yeriydi fakat hiç önemi yok çünkü şu anda dans ediyor ve uzun süre gelmeye de niyetli görünmüyor.” Kadın gözlerimi takip ederek hedeften vurdu Eda’yı.

“Eşiniz kırmızı elbiseli hoş hanım mı?”

“Bingo!”

“Güzel dans ediyor.”

Yanıtlamadım.

“Çok güzel bir gece düzenlemişler, öyle değil mi?” diye sordu yine esmer kadın.

“Mükemmel.”

“Reklamcıların düzenledikleri geceler her zaman kusursuzdur zaten.”

“Haklısınız”

“Siz hangi ajanstansınız?”

“Ben reklamcı değilim; yayıncıyım.”

“Yaa!”

“Bizim yayınevinin burada topluca bulunmasının nedeni, bu gece ödül alan şirketin broşürlerini, afişlerini bizim basıyor olmamız.”

Bu bilgi genç kadının ilgisini pek çekmemiş olmalı, bir süre diğer tarafında oturan Nihat’la sohbet etti, sonra yine bana döndü.

“Balo iyi düzenlenmiş de sizin pek keyfiniz yok sanki.”

“Nereden çıkarttınız bunu?”

“Anlarım ben.”

“Psikolog musunuz?”

Güldü, “Bir nevi.”

O bana bir şeyler anlatırken, aklım onda değildi, gözlerimle dans pistini tarıyor, Eda’yı göremİyordum. Telaşlandım. Yanımdaki kadının söylediklerini hiç duymuyordum artık. Bakışlarımla dört bir yanda karımı aradım, diğer masalara göz attım, ayağa kalkıp pistin diğer ucunu görmeye çalıştım. Eda Yoktu! Oturdum yine yerime.

“Affedersiniz, birine bakmıştım da,” dedim yanımdaki kadına.

“Önemli değil,” dedi ve bıraktığı yerden devam etti konuşmasına. Dinlermiş gibi yapıyordum komşumu. Bir müddet sonra izin isteyip kalktım.

“Müsaadenizle… Birazdan dönerim.”

“Müsaade sizin,” dedi biraz alaylı.

Pistin ortasından dans edenleri yararak geçip tuvaletlere yöneldim. Eda tuvalete gitmiş olmalıydı. Kadınlar tuvaletinin önünde küçük bir kuyruk vardı. Kuyruktaki kadınların arasına dalıp içeri girmem imkânsızdı. Masalarda Handan’ı aradım bu sefer. Kapıya yakın bir masada, Erdallarla birlikte oturuyordu. Hemen seğirttim yanına.

“Handan, senden bir şey rica etsem…”

Şaşkın şaşkın yüzüme baktı.

“Eda’yı arıyorum da…”

“Demin dans ediyordu.”

Benzer İçerikler

Fedakar Arkadaşlar

yakutlu

Son Yolcu | Nedim Gürsel

yakutlu

Rota 1 | Leman Veli

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy