Gizli Miras

Miras denince aklınıza hemen para mı geliyor? Peki, size kalan miras bir kasa şarap, bir kütüphane dolusu kitap olsaydı ne yapardınız? Kanı kanla yıkayabilir misiniz? İntikam almanın tek yolu tabanca ve şiddet midir? İhanetsiz aşkı bulmak bu kadar mı zor? İntikam; soğuk yenince mi, sıcak yenince mi lezzetli bir aştır? Tüm bu sorular beynine yıldırım gibi düşen Galip, vardığı yol ayrımında ne karar verecek? İstemediği halde kendini ortasında bulduğu bu savaştan aklı mı, duyguları mı galip çıkacak?

“Nefes almadan okuyacaksınız;az kalsın ölüyordum.”
-Erdal Demirkıran-Dünyanın en akıllı insanı.

***

BÖLÜM  1

GİZEMLİ RÜYA

Gecenin bir yarısı sıcak yatağından fırlayarak uyandı. “Yine aynı rüya…” diye söylendi. Koğuşun içi zifiri karanlıktı. Camdan içeri sızan ışık huzmesinin yardımıyla, ranzalara tutunarak, tuvalete gitti. Hava buz gibiydi, birden yatağının içinde olmayı istedi. Çok susamıştı. Başka çaresi olmadığı için musluğun altında avuçlarından yaptığı etten tas yardımıyla kana kana içti suyunu. Su buzdolabından çıkmış gibi soğuktu. Eli üşüdü. Evinde olsa, asla musluktan su içmezdi. Satın aldıkları damacanadan içtiği doğal kaynak suyuna alışmıştı ve şebeke suyunun kokusuna bile dayanamıyordu. İnsan bazen her ortama uyum sağlayan bir bukalemundan farksız olabiliyordu. İyiye de kötüye de alışabilen ilginç bir varlıktı. Kir pas içinde ki çatlak aynada kendine baktı. Esmer teni gecenin loşluğunda dahada koyu görünüyordu.

Galip, yatağı soğumadan yetişmek için aceleyle koğuşa daldı. Dışarıdan koğuşa girince ne kadar pis koktuğunu daha çok anladı. Kırk kişi bir arada yatıyordu ve herkesin nefesi birbirine karışmıştı. Buna ter ve ayak kokularını kokularını da ekleyince çekilmez bir çileye dönüşüyordu. Koridorun ayazından koğuşa her girdiğinde o mayhoş kokulu sıcak buğunun yüzünü yalayıp geçmesinden nefret ediyordu. Böylesine sağlıksız bir ortamda hasta olmadığı için Allah’a şükredip, soğumasına müsaade etmemek için hızla yatağına yattı.

Öyle uykusu vardı ki, uyandırmasalar aylarca kalkmazdı. Ama uyanıp da koğuşun nahoş atmosferini görünce uykusu kaçtı. Aklından ailesini geçirdi. Herkesi çok özlemişti. Evini, annesini, babasını, kardeşlerini ve tabi ki sevgilisi Zeycan’ı. Onların huzur veren hayalleri uyumasına yardım ediyordu. Her gece uyumadan önce mutlaka hepsini gözünün önünden geçirirdi. Adı Galip’ti ama buradan galibiyetle çıkabileceğinden emin değildi. Tüm bunları düşünürken, uyku göz kapaklarını iyice ağırlaştırdı. Tam uykuya dalmak üzereydi ki yan ranzadan gelen sesle irkildi; “Adam horlamıyor, resmen kükrüyor.” dedi birden sinirlenerek. Kalktı ve arkadaşının yastığını çekiştirdi. Uykunun en derin yerinde ki arkadaşı, homurdanarak diğer tarafa döndü ve horlaması kısa bir süre için de olsa kesildi. Galip de zaten sayılı saatlerden ibaret olan uykusunun, her şeyi unutturan koynuna bırakıverdi kendini.

Uykuya daldığında, kendini gecenin bir yarısı uykusundan uyandıran rüyayı tekrar görmeye en başından başladı. Bir yol görüyordu rüyasında… Terazi koyulmuşçasına dümdüz, tertemiz bir yol. Yolun iki yanında, gökyüzünü delecek kadar uzun görünen kavak ağaçları… Her taraf alabildiğine yeşil… Yol o kadar uzun görünüyordu ki, sanki sonsuzluğa uzanıyordu. Yolun ortasında yürüyen arkası dönük, üzerinde siyah giysiler olan adamı, yalnızca uzaktan görüyordu. Adam yolda ilerlerken, aniden çıkan hırçın rüzgârın etkisiyle bir gazete kâğıdı uçuyor, keskin bıçak gibi adamın sırtına saplanıyordu. Derken, bir başka gazete kâğıdı geliyordu hızla, hemen onun ardından bir diğeri, bir diğeri daha… Hepsinin hedefi de o adamdı. Sırtına, kafasına, bacağına saplanıyordu kâğıttan bıçaklar… Tüm bedenini lime lime ediyordu jileti andıran sayfalar. Her taraftan uçuşan gazete kâğıtları, adamı bir mumya gibi sarmalayarak yere deviriyordu. Adam boylu boyunca yere düştüğü an, masmavi gökyüzünde görünmez bir iple asılmış gibi duran bembeyaz bulutlar hızla hareket edip, yerini siyahlara terk ediyordu. Tam bu sırada yemyeşil kavak ağaçlarının yaprakları sararıyor ve rüzgârın etkisiyle savrularak yola doluşuyorlardı. Galip, olup bitenlere yukarıdan, kavak ağaçlarının en uç noktasından bakıyordu. Kavakların tüm yaprakları yere inip, ağaçlar çırılçıplak kaldığında kendini birden yerde buluveriyordu. Kulak tırmalayan hışırtılar eşliğinde, kurumuş yaprak öbeklerinin üzerinden adama koşuyordu. Koşması o kadar uzun sürüyordu ki, sanki yıllar sürmüşçesine yoruluyor, nefes nefese kalıyordu. Nihayet gazete kâğıtlarının altında kanlar içinde yatan adama ulaşıyor, yüzünü açmak istediğinde ise rüyadan ansızın uyanıyordu.

Galip, aynı rüyanın aynı yerinde yatağından fırlayarak kalktı. Henüz yatalı çok kısa bir zaman olmuştu. Oysa onu kan ter içinde bırakan bu gizemli rüya, ne kadar da uzun ve yorucuydu. Buraya geleli on dört ay, üç hafta olmuştu. Aynı rüyayı arada bir görürdü. Ama şimdiye kadar bir gecede iki defa gördüğü olmamıştı. Bu rüyada bir sır, bir keramet mi aramalıydı? Pek de dünyanın gizemli şeyler üzerine kurulduğunu düşünmüyordu. Daha önce hiçbir doğaüstü olay yaşamamıştı. Ama bu tür şeyler ilgisini çok çekerdi. Bazı arkadaşları başlarından geçen ilginç deneyimleri, gizemleri, gerçekleşen rüyaları, cinleri, ruhları anlatırdı… Onları heyecanla ve ilgiyle dinlerdi. Fakat kendini bu yaşa kadar hiçbir gizemli olayın içinde bulmamıştı. “Bu rüya bana bir mesaj mı veriyor?” diye geçirdi içinden. “Acaba bir arkadaşım şehit mi düşecek?” dedi kısık sesle ve ardından ekledi; “Allah korusun! Tövbe, tövbe…

Kötü şeyler düşünmemeliydi. Bu tür yorumlarda bulunmanın pek bir anlamı yoktu. Kendi kendine, “Vay canına! Gizemli bir rüyam var.” diyerek, gülümsedi. Tekrar görmemeyi umut ederek, dünyada ki geçici ölüm hali sayılan derin uykusuna, yeniden hızlı bir dalış yaptı.

Galip’in tezkeresine bir hafta kalmıştı. Arkadaşları “Ne kola, ne fanta, sadece yedi gün.” gibi berbat bir espri yapıyordu. Çok çocukça bir espriydi belki… Ama askerliğini yapan her delikanlı bunu bilirdi. Teskeresine çok kısa zaman kaldığı için nöbetten düşmüştü. Askeriye içinde boş boş geziniyordu. Her ne olursa olsun, içtimaya katılmak zorunluydu. Bu yüzden tüm koğuş aynı anda uyanıyordu. Saat 06.00 da “Koğuş kalk!” yapılır ve herkes telaşla sağa sola dağılırdı. Kimisi tıraş olmaya gider, kimisi kamuflajını giyer, kimi de yatağını toplardı. Galip uyandığında, rüyayı üçüncü defa görmediği için sevindi. Bir gecede iki defa gördüğü için yeterince şaşkındı.

Yemekhane yolu çok uzundu. Alay içinde yaklaşık üç kilometrelik bir yürüyüşün ardından yemekhaneye ulaşılıyordu. En şanslı asker, hizmet birliğininkiydi. Binaları tam yemekhanenin kenarındaydı. Galip, askerliğe ilk geldiğinde ranzasının tavanına “Askerlik biter, yemekhane yolu bitmez.” yazılmıştı. Yemekhane yolu bazen çok eğlenceli bir oyun oluyor, bazen de çekilmez bir çileye dönüşüyordu. Kantinde poğaça ve çayla kahvaltı ettikten sonra, alayın karargâh binasında ki odasına gitti. Lise mezunuydu ama bilgisayar bildiği için yazıcı olmuştu. Gitmeden önce, yeni gelen alt devresine işi öğretmeliydi. “Son bir hafta kaldı torun… Sende hiçbir ilerleme yok. Şu odanın içler acısı haline bak. Osman Albay böyle görürse hesabını senden sorar oğlum” diyerek, tembelliğinin sonucuna katlanacağını söyledi.

Osman Albay, kafa dengi bir komutandı ve İstihbarat biriminin başındaydı. Galip de Osman Albay’a bağlı birimin, kısa adıyla S3’ün yazıcısıydı. Birliğe gelen acemi ve usta tüm askerlerin istihbari bilgileri, bu birime gelirdi. Kimin menfi olduğunu, kimin müspet olduğunu yalnızca Galip bilirdi. Herkesin sivilde neler yaptığı dosyasında yazardı. Bu dosyadan askerin haberi olmaz, yalnızca istihbarat birimindekiler bilirdi. Alayda bir hırsızlık söz konusu olsa dosyasında yüz kızartıcı suç bulunanlar içinden rahatlıkla tespit edilebilirdi.

Osman Albay bazen arkadaş gibi olsa da çoğu zaman sert davranırdı. Galip’in çarşı izninde askeriyeye gizlice soktuğu sinema filmlerini bilir ama kızmazdı. Bazen Galip’ten ödünç film ister ve evinde seyrederdi. Hatta ödünç aldığı birçok filmi de geri vermemişti.

Galip’in yalnızca yedi günü kalmasına rağmen, bir şeyler onu fazlasıyla huzursuz ediyordu. On beş ay geçirdiği yer kendine çok yabancı geliyordu. Arkadaşlarını, komutanlarını tanıyamıyordu. Askerliğe ilk adım attığı günü, o kadar zorlamasına rağmen bir türlü hatırlayamıyordu. Koskoca on beş ayın nasıl gelip geçtiğini anlamamıştı. Geçmişe dair anıları gözünün önüne getirmeye çalıştı ama beceremedi. On beş ay geçmişti geçmesine ama yedi gün bitmek bilmiyordu.

Bu yedi gün, Galip için tam bir işkence olmuştu. Eve dönmesine, tezkere almasına yalnızca bir gün kaldığı için sevinçliydi. Tüm askerliği boyunca aklında kalan nedense son bir haftasıydı ve çok fazla sıkılmıştı. Artık, acısını çıkarma vaktinin geldiğini düşünüyordu. Gördüğü tüm arkadaşlarına “Şafak,  doğan güneş beyler!” diye neşeyle bağırıyordu.

Tüm komutanlar askeriyenin ücretsiz servisleriyle evlerine dağıldılar. Galip ise karargâh binasında ki odasına gitti ve bilgisayarına son bir film taktı. Kitap ve filmlerini toparladı. Zula da duran cep telefonunu, evrak dolabının altında ki gizli yerinden çıkardı ve sevgilisi Zeycan’ı aradı. Uzun uzun konuştular. On beş aylık ayrılığın sonunda kavuşacaklardı. Heyecanlarını kelimelerle anlatamıyorlardı. “Zeycan!” dedi Galip, “Askerde terk edilen o kadar arkadaşım var ki… Sadakatin ve sabrın için çok sağ ol. Seni çok seviyorum. Ve artık sana karıcığım demek istiyorum.” diyerek, Zeycan hakkında ki duygularının ciddiliğini vurguladı.

Bu bekleyiş, uzun ve zor olmuştu. Her şeye rağmen beklenen gün gelmiş ve birbirlerine dokunabilmelerine az bir zaman kalmıştı. Beraberken geçirdikleri mutlu günlerden konuştular ve uzun süren telefon konuşmasını sevinçle bitirdiler.

Galip o gece hiç uyumadı… Sabaha kadar oturup, yeni hayatında neler yapacağını düşündü. Artık yepyeni bir sayfa açıp, hayata sil baştan “Merhaba” demenin vakti gelmişti. Yaşamında ki her şeyi düzene sokmalıydı. Zeycan’la evlenmeli, babasının işini büyütmeli, para kazanmanın ve daha iyi bir gelecek kurmanın yollarını bulmalıydı.

Hayatın kendisine getireceklerinden habersizce, babasının emektar kitap evini hayal etti. Tüm rafları kaldırıp, yepyeni kitaplıklar inşa etti. Çoktan modası geçmiş ahşap rafların yerine, camdan raflar yaptı. Hayal kurmayı seviyordu. Çünkü hayal kurmanın hiçbir maliyeti yoktu. Üstelik sınırsızdı ve istediğini yapmakta özgürdü. Her şey düşünmeyle alakalıydı. Düşünüyordu ve her şeye düşlerinde sahip oluyordu.

Yepyeni bir kitap evi yapabilirdi. Çok maliyetli olacağını da düşünmüyordu. Bir bilgisayar sistemi kurmak hayli zaman alabilirdi. Tüm kitapları barkot sistemine tanıtıp, istediğine anında ulaşmak iyi olurdu. Açılan büyük ve modern kitapçılar, küçük sahafları gölgede bırakmıştı. “Babam, bilgisayar gibi adam.” diye düşündü. Hangi kitap nerede, o hengâmede, o karmakarışık raflarda, kitaplardan oluşan kulelerin içinde şıp diye buluverirdi.

Aslında, kitapçılıkta gelecek olmadığını biliyordu. İnsanlar eskisi gibi okumuyordu çünkü. Herkes internet üzerinden istediği bilgiye kolayca ulaşabiliyordu. Elektronik kitaplar, dijital kitap okuyucular ve hatta sesli kitaplar çıkmıştı. Zaten korsan kitapçılardan fırsat bulmak da zordu.

İnsanlar sahaflara, eski bir kitabı, dergiyi ya da plağı almaya gelirdi. Ya da gerçekten bulamadığı bazı eserleri arardı. Bunun dışında, bir de koleksiyoncular vardı. Bazı kitapların ilk basımlarını toplayarak arşivlerine katmak için ikinci el kitap satan sahafları sık sık ziyaret ederlerdi.

Babasının bildiği başka bir meslek yoktu. Bu mesleği yapmalıydı. Ama Galip’in para getirecek, geleceğe hitap edecek bir işe girmesi gerekti. Bunun için gazete ve internette teknolojiyi takip edip, bir iş fikri bulmaya çalışırdı. Zeycan’la evlenebilmesi için işini eline alması şarttı.

Galip, o gece hayatında ki tüm insanları düşündü. Herkesle olan ilişkisini yeniden gözden geçirdi. Kırdığı insanlara kendini affettirmeli, kardeşlerine eskisinden daha fazla ilgi göstermeliydi. Anne babasını ne kadar çok özlediğini hissetti. Hepsiyle bir bir kucaklaştığını getirdi gözlerinin önüne. Sanki bir terslik olacakmış ve bu kavuşmayı baltalayacakmış gibi hissediyordu. Her şeyin yolunda gitmesi için dua etti.

Sabah güneşi, parlak ve sıcak ışınlarını insanların emrine sunarken, Galip uykuya daldı… Gördüğü rüya aynıydı.

***

Galip ve ailesi, İstanbul’un şirin bir bölgesinde oturuyordu. Deniziyle, ormanıyla, belki de İstanbul’un en yaşanılır yerlerinden biriydi. Sevimli bir mahallenin, eski bir apartmanının giriş katında ki evlerinde kiracıydılar. Ekonomik şartlar, Galip’in annesi Cemile Hanımı hayalini kurduğu, başını sokacağı bir evden mahrum bırakmıştı. Her fırsatta “Allah, bu dünyada kimseyi kiracı etmesin.” derdi. Galip’in kendinden küçük üç kardeşi daha vardı. İki kız, bir erkek… Üçü de okuyorlardı. Ali 13, onun küçüğü Yunus ise 10 yaşındaydı. Minik kız kardeşleri Rüya henüz anaokuluna gidiyordu ve yalnızca 6 yaşındaydı. Evin ağabeyi, ilk çocuğu Galip’ti ve yeri bambaşkaydı. Askere giderken, babası Süleyman Bey gizlice gözyaşı dökmüştü.

Süleyman Bey ve Cemile Hanım son birkaç gündür çocuk gibiydiler. Sanki istedikleri oyuncağa kavuşmuşçasına sevinçli ve gözleri pırıl pırıldı. Nihayet on beş ay ayrılığın ardından, çocukları yuvaya dönüyordu. Annesi Galip’in en sevdiği yemekleri hazırlamaya günler öncesinden başladı. Sarmalar sarıldı, ev işi mantılar yapıldı, gelen konuklar için en ince yufkalarla baklavalar döşendi.

Kardeşlerinin heyecanı ise bambaşkaydı. Ağabeylerinin gelişiyle, aile içinde ki eksik tamamlanmış olacaktı. Hep birlikte yemek yiyecekler, pikniğe gideceklerdi. Özellikle de derslerinde takıldıkları yerler olduğunda ağabeyleri yardımlarına koşacaktı.

O gece, herkes erkenden uyudu. Uyudular çünkü bir an önce sabah olmasını istiyorlardı. Süleyman Bey, sabah ezanıyla uyandı. Bir daha da uyku tutmadı. Her tarafı kitaplarla kaplı odasına girip, son sayfalarına yaklaştığı kitabının başına oturdu. Kitabın bitiş sayfasını çevirdiğinde burnuna güzel kokular gelmişti. Cemile Hanım kahvaltıyı hazırlamış olmalıydı. Uçağın geliş saatinden dolayı; bu kahvaltı öğlen yemeğinden de sonra yapılacaktı. En azından çocuklar da okuldan dönmüş olurdu ve hep beraber keyif yapabilirlerdi.

Süleyman Bey, hazırlanan bazı hamur işlerinden atıştırarak, gözü gibi baktığı emektar arabası doğan görünümlü şahinini temizlemek üzere dışarı çıktı. Ne de olsa Galip’i almaya gidecekti ve arabanın pırıl pırıl olmasını istiyordu.

***

Galip,  ‘Koğuş kalk!’ ile birlikte tanıdık rüyasından gerçek dünyaya gözlerini açtı. Askerlikle birlikte, bu anlamsız rüyayı da görmekten kurtulmayı umuyordu. Derin bir nefes aldı. Eşyalarını akşamdan toplamıştı. İçtimanın ardından özgürlüğe adım atabilirdi. Ne de özlemişti başına buyruk sokakları arşınlamayı. Askeriyede kahvaltı etmeyecek ve çarşıya indiğinde bir börek salonuna gidecekti. İçtimada son kez sayımı yapıldı Galip’in. Buradaydı ama buradan uzaklara gitmesine de saniyeler kalmıştı.

Askeriyenin her yerine tekrar farklı bir gözle baktı Galip. Garip bir duyguydu ama buraya alıştığını ve ayrılırken buruk bir duyguya kapıldığını fark etti. Tüm arkadaşlarıyla vedalaştı. Komutanlarından sevmediklerine veda etmemeyi tercih etti. Has arkadaşları, Mustafa ve Ali, Galip’i nizamiye kapısının önüne kadar götürdüler. Galip onlara sıkı sıkı sarıldı ve birkaç gün sonra tezkere alacak olan arkadaşlarına veda etti. Kapıdan dışarı çıkamadı Ali ile Mustafa, Galip’in bavulunu kapının üzerinden fırlattılar. Ayrılmadan önce kapının önünde on tane sembolik şınav çektirmişlerdi.

Galip çarşıya indi ve sıkı bir kahvaltı yaptı. İnsanlara baktı; nasılda özgürce cep telefonlarıyla konuşuyor, sigara izmaritlerini yerlere fırlatıyorlardı. Galip şaşırdı. Dışarıda, Mart’ın serinliğini Nisan’ın ılıklığına terk ettiğini farketti. İlkbaharın canlılığı çok daha belirgindi. Askeriyede pek bir şey ifade etmiyordu oysa. Yeni çiçek açma hazırlığında ki ağaçlara baktı, nasılda süslenme telaşındaydılar. Sanki kendisini karşılamak için tüm doğa renklerini fışkırtmaya, ağaçlar başlarına taçlar takmaya başlamıştı. Güneşin vücudunu ısıttığını hissetmek güzeldi. Havaalanına giden minibüsleri buldu ve uçmak için yola koyuldu.

Havaalanına vardığında henüz çok erkendi. Yaklaşık iki saat beklemesi gerekiyordu. Bu zamanı değerlendirmek için günlük birkaç gazete aldı. Gazetelerde hep aynı haberler birbirine yakın başlıklarla verilmişti. Ajanslardan dağılan rutin haberlerden sıkıldı. Gazetelerin köşe yazarlarının fikir yazılarına göz attı. Tek bir konunun farklı açılardan değerlendirilip ele alınmasının kendi bakış açısı için mükemmel olacağını biliyordu. Gazetelere gömülü başını kaldırdı ve uçak saatine baktı. Hareket saati yaklaşmıştı. İnsanları seyretti bir müddet. Sivil insan görmeyeli, uzun zaman olmuştu. Sağa sola aceleyle koşturanlar, girişteki manyetik detektörlerden defalarca geçmek zorunda kalanlar, bavulunda tekerlek olmadığı için sürüyerek götürenler, bazı banklarda uzanıp mışıl mışıl uyuyan insanlar dikkatini çekti. Herkesin bir acelesi vardı. Hayatın ne kadar hızlı akıp geçtiğini düşündü. Daha dün İstanbul havaalanında, Ordu’ya hareket edecek olan uçağı bekliyordu. Ama şimdi askerlik bitmişti ve İstanbul uçağına binmesine dakikalar kalmıştı.

***

Havaalanına çok erken geldiğini uzun bekleyişin ardından daha iyi hisseden Süleyman Bey, yanında yeni başladığı kitabını getirmemiş olsa çok sıkılacağını düşündü. Sanki oğlunun yüzü, hafızasından silinmişti. İnsan evladının yüzünü hatırlamaz mıydı hiç? Kendine kızdı. “İnsan çok sevdiği kişinin yüzünü, belleğinde canlandıramazmış” diye geçirdi içinden. Eskiden bu yana söylene gelen bu sözle, suçluluk duygusundan kurtuluverdi bir anda.

Pano’dan oğlunun uçağına baktı. Uçak on beş dakika gecikmeli olarak inecekti. On beş yirmi dakikada bavullarını alması sürerdi. Bu arada bir çay içmenin iyi geleceğini düşündü ve tek şekerli, limonlu bir çay söyledi.

Nihayet uçak iniş yaptı ve Süleyman Bey oğlunun çıkış kapısından gelişini beklemeye koyuldu. Kapıdan geçen her kişiyi Galip sanıyordu. İleri atılma duygusuna kapılıp, geri gidiyordu. Oğlu artık gelmeliydi. O kadar özlemişti ki, anlatılmaz bir duyguydu. Tam bu duygulara dalıp gitmişken, “Baba!” dedi Galip… “Oğlum, Galip!” dedi Süleyman Bey ve uzun bir sarılma seronomisi başladı. Tüm özlemleri yok edecek şekilde sıkı sıkıya sarıldılar bir müddet.

Kol kola girerek havaalanının otoparkında ki emektar arabalarını aramaya koyuldular. Öyle karışık bir otoparktı ki, arabayı bulmak tam bir çileydi. Süleyman Bey, heyecandan arabayı koyduğu park bölgesinin kodunu da unutmuştu. Tüm park katlarını tek tek gezdiler ve nihayet arabalarına ulaşmayı başardılar. “Vay bee… Bizim küheylanı bile özlemişim baba” dedi Galip. Gülüşerek arabaya binip, eve doğru yola koyuldular.

Bu arada Cemile Hanım sofrayı çoktan kurmuş, eksik bir şey olup olmadığını kontrol ediyordu. Oğlunun geleceğine inanamıyordu. Sağ salim kapıdan içeri adım atması için dua etti. İçinde kıpırdanan bir şeyler vardı. Sanki göğüs kafesi iç organlarına dar geliyordu. Büyük bir heyecandı bu. Oğlundan ayrı geçen aylar sanki yıllar gibi uzun gelmişti. Evlat her şeyden öteydi. Kutsaldı. Vazgeçilmezdi.

Baba oğul yol boyunca sohbet ettiler. “Eee… Bizim dükkânla ilgili planların var mı? İşin başına geçeceksin değil mi evlat?” diye heyecanla sordu Süleyman Bey.

“Düşündüm baba. Ama başına geçmeyi değil.”

Aldığı cevaba biraz şaşıran Süleyman Bey, geveleyerek sordu, “Nasıl yani?”

“Sen dükkânı rahatlıkla idare ediyorsun baba. Ben kitapçılıkta gelecek görmediğim için başka bir işle uğraşmak istiyorum. Tabi ki seni rahatlatacak bir bilgisayar sistemi, daha modern kitaplık ve raflar düşünmüyor değilim. Ama geleceği olan bir iş yapmalıyım baba.”

Süleyman Bey, oğlunun açık sözlü davranmasına sevinmişti. Ama her baba, işini oğluna devretmekten hoşlanırdı. Baba mesleğini yürütmek önemli bir misyondu. Oğluna üzüldüğünü belli etmedi. Gülerek, ensesinde bir tokat atıp, “Kerata seni… Büyümüş de babasının mesleğini beğenmiyor”

Galip gülerek, “Yok baba… Ben beğeniyorum. Ama teknoloji öldürdü senin mesleğini. Bizde teknolojiyi kullanarak para kazanmalıyız”

Süleyman Bey, birden ciddileşerek konuştu “Oğlum… Biliyorum, size varlıklarla dolu bir yaşam sunamadım. Ama onurumla kazandım, eğilip bükülmeden yaşadım ve kimseye muhtaç etmeden yaşattım sizi. Sana bırakabileceğim en büyük mirasım kitaplarımdır herhalde…” deyip, tekrar gülümsedi.

Galip de gülümsedi ve babasının sözlerinin üzerine söz eklemedi. Zaten mahalleye gelmişlerdi ve annesini görmek için sabırsızlanıyordu. İşle ve hayatla ilgili konuşacak çok zamanları vardı. Ama içini burkan sıkıntıyı hala içinde oturuyordu.

Benzer İçerikler

Sebastian Knight – Bir Endülüs Hikâyesi

yakutlu

Güven Bana – Jeff Abbott – Online Kitap Oku

yakutlu

Yoldaşlar | Cengiz Dağcı | Birazoku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy