Kitapta; Yaşamını dağlarda, yaylalarda geçiren konar-göçer çocukların yaşamı anlatılmaktadır. Gerçek yaşamdan kesitlerin yer aldığı; dünyaya yeni gelen minik kuzu, at sırtında yolculuk, nehre düşen kuzu, mağaraya giren eşek, kurt ve kartal yavruları, şiddetli yağmurda çadırlara Doluşan keçiler, dağlarda tek başına koşuşan atlar… gibi gerçek heyecan ve serüven dolu yaşamdan kesitler yer almaktadır. Görsel öğeler/çizimler, dil ve anlatım yönüyle ilköğretim çağı çocukların keyifle okuyabilecekleri bir kitap.
***
Talim ve Terbiye Kurulunun 08.05.1979 tarih ve 12121 sayılı kararı ile ilk ve ortaokul (ilköğretim okulu) öğrencilerine salık verilmiştir. Karar, 21.05.1979 tarih 2023 sayılı Tebliğler Dergisinde yayınlanmıştır.
*
ÖNSÖZ
Sevgili Çocuklar;
Okuyacağınız kitapta anlatılanlar, çoğunuza göre sıra dışı olmakla birlikte, olağanüstü ve gerçek yaşamı içermektedir.
Yayla ve dağlarda yaşamını sürdüren göçebe çocukların, sinema ve televizyonlarda izlediğiniz gibi yarı hayal, yarı gerçek yaşamı değil, gerçeğin ta kendisi ve serüven dolu bir yaşamın izlerini bulacaksınız.
Bu serüvende; minik kuzunun dünyaya gelişi, gölette taş sektirme, mağaraya giren fakat çıkamayan eşek, yuvasından kaçan kurt yavruları, yuvadan düşen kartal yavruları, yağmur ve doludan kaçarak çadırlara doluşan keçileri, yatırlar… Gibi birçok heyecan dolu bir yaşama tanık olacaksınız.
Doğanın sert, acımasız engellerine karşı zorluklardan mutluluk çıkarmaya çalışan çocukların serüvenine katılacak, bir an için kendinizi yayla ve dağlarda bulacak ve oradaki çocuklarla birlikte olacaksınız.
Eminim ki, okuyunca seveceksiniz.
SUNUŞ
1979’un “Dünya Çocuk Yılı” olarak benimsendiği bir dönemde size doğudan, Iğdır’ın bir köyünden çocuk yaşamı sunuluyor.
Herkesin dünyası kendine göre… Doğaldır ki Iğdır çocuğu, yazın sıcak günlerini deniz kıyısındaki yazlıkta geçirmeyecektir. Onun yaşamı bu kitapta anlatılıyor. Ağrı Dağının serin yaylaları, mağaraya giren eşek, nehre düşen kuzu, yakalanan kurt ve kartal yavruları, yatırlar… Bu yaşamın bezekleridir.
Doğanın sert, acımasız engellerine karşı uğraş, uğraş, hep uğraş. Doğu çocuğunun yazgısıdır bu. Eldekiyle yetinme. Acılardan yokluklardan bir mutluluğa varma.
Yazar bu denemesinde çocukluk anılarını dile getirerek, Iğdır’dan batıya bir pencere açmaya çalışmaktadır. Büyük ölçüde istenilen amaca ulaşmıştır.
Iğdırlı çocuklar, bu kitapla bütün dünya çocuklarına selam ederler.
Nejat BİRDOĞAN
(1979)
UĞRAŞ
Dün, bugün hep aynı
Dedenden miras
Doğanın tutsaklığı.
Uğraş, uğraş, hep uğraş…
Barış için
Dostluk için
İnsanca, özgürce yaşamak için.
MİNİK KUZU
Adım Oğuz, erkek kardeşimin adı Tarkan, kız kardeşimin adı ise Aykız. Tarkan on, Aykız altı, ben ise on iki yaşındayım.
Babamı gördüm göreli, hep aynı yaşta; kır saçlı, orta boylu ve şişmanca. Esmer yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmaz. Annem de tıpkı babam gibi şişmanca, beyaz tenli ve etine dolgun. Biz kardeşleri sormayın, anlatsam da bitecek gibi değil.
Babam her sabah erkenden uyanır uyanmaz, sığır ve kuzuların bakımı için kardeşim Tarkan’la beni uyandırır. Ahıra gider, onların bakım ve beslenmelerine yardım ederiz.
Iğdır’ın, Enginalan köyünde oturmaktayız. Köyümüz bağ ve bahçeleriyle geniş bir alana yayılmıştır. Ağrı Dağı, köyümüzden açıkça görünür. Ağrı Dağının tepesinden yaz, kış kar eksik olmaz. Havalar ısınmaya başlayınca, Ağrı Dağının eteklerindeki karlar erimeye başlar. Tepesindeki kar, gelinlik gibi durur.
Iğdır Ovası, Aras Nehrinin suyuyla bir baştan bir başa sulanır. Nehrin suyu toprağa güç, ekinlere can katar. Bağ, bahçe ve tarlalar yeşilliğe bürünür.
Köylerde yaşayanların çoğu tarım ve hayvancılıkla uğraşır. Köylüler toprağından kopmaz, toprakla bütünleşmiştir. Köylülerin bir kısmı tarımla uğraşırken bir kısmı da; hem tarım, hem de hayvancılıkla uğraşır. Hayvancılıkla uğraşanların çoğu ilkbaharda yaylalara göçer, sonbaharda geri dönerler. Yaylalara göçenlerin toprağını yarıcılar işler.
Kuzuları, yaylaya çıkıncaya kadar, köyümüzün tarlaları arasında ben ve Tarkan birlikte güderiz. Yaylada ise çobanlar güder.
Akrabalarımızın çoğu yarı göçebedir. Okullar tatile girmeden yaylaya çıkar, sonbahara doğru havalar soğumaya başlayınca döneriz. Yaylaya çıkanlar; yazın Iğdır’ın bunaltıcı sıcağından kurtulur, temiz ve serin hava, su ve rengârenk açan çiçeklerle kucaklaşarak kendini farklı bir yaşamın içinde bulur.
Nisan ayının son günleriydi. Yaylaya çıkma zamanı gelip çatmıştı. Bir gün önceden göç hazırlığı başladı. Yaylada kullanacağımız; çadır, yatak, tencere, tabak eşyalarımızı güneş batmadan paketlemeye başladık. Hava kararmadan hazırlıklarımız tamamlandı.
“Çocuklar erken uyuyun, yarın erken kalkacağız,” dedi annem. Annemin uyarısını duyan babam:
“Oğuz oğlum, bu yıl işin zor. Hayvanlarımızı sen götüreceksin. Biz traktörle geleceğiz,” dedi.
“Oğuz artık büyüdü,” dedi annem.
Sevinç ve heyecanla:
“Götürürüm baba!” dedim.
“Yorulunca da eşeğe binersin…”
Hayvan sürüsüyle ilk yolculuğum olacaktı. Geçmişte sürüyle yolculuk yapanlar, görüp yaşadıklarını anlata anlata bitiremezdi. Onlara çok imrenirdim. Aynı heyecanı yaşama sırası bana da gelmişti. Sevinçle, yatağa girdim. Geceyi yarı uyanık, yarı uykulu geçirdim. Rüyamda ise; yol, yolculuk, koyun, kuzu ve sığırlar… gördüm.
Sabahın alaca karanlığında babam:“Oğuz kalk!” der demez, yataktan fırladım. Çabucak giyindim. Akşamdan kapının arkasına koyduğum lastik ayakkabımı alıp, dışarı fırladım.
Elinde sofra beziyle gelen annem, beni görünce:
“Ooo! Kalkmış, giyinmiş bile!”
Sevincimi gizleyemedim, gülerek:
“Yola çıkıyoruz, anne!”
“Bak, babanın eski ceketi pencerenin yanına asılı. Onu yanına al. Yağmur yağar ise giyersin.”
Duvara asılı eski ceketi alıp, giydiğimde, neredeyse içinde kayboldum. Kollarını öne doğru uzatarak:
“Anne, bu bana çok büyük oldu?”
“Şimdi giyinme, çıkar. Yolculuk hali hiç belli olmaz. Yağmur yağabilir. O zaman giyersin. Seni korur. Ceketi ver, heybenin içine koyayım.” Ceketi çıkarıp anneme verdim. Elindeki çıkını göstererek:
“Çıkında peynir ve ekmek var. Akşamdan torbaya yoğurt koydum, süzmüştür şimdi. Dut ağacında asılıdır. Onu, bana getir.”
Evimizin önündeki kocaman dut ağacının dalları dört bir yana yayılmıştı. Tarkan’la birlikte, ağacın gövdesini kucakladığımızda ellerimiz birbirine zor değiyordu.
Ağaca asılı süzme yoğurdu alıp götürdüm. Annem yiyecekleri heybeye yerleştirirken, ben koyunların ahırına gittim. Babam kibriti çakmış, direğe asılı gemici fenerini yakıyordu. Fenerin alevi titreşerek yandı. Fener alevli yanınca ışığını kıstı. Babam beni görünce:
”Geldin mi? Kapıyı aç, koyunları dışarı çıkaralım.”
Ahırın kapısını açtım. Kapının açılmasıyla birlikte, koyunlar birbirinin sıkıştırarak hızla dışarı çıkmaya başladı. Koyunlar çıkınca, babam:
“Oğuz, kuzuları da çıkar.”
Ev ve bahçemizin sokak tarafının iki metre yüksekliğinde kerpiç duvarı örülüydü. Sokaktan tanıdık bir ses:
“Musa amca, Musa amca…! Çabuk olun gidiyoruz!”
Köpekler sesi duyar duymaz, havlayarak sokak kapısına doğru koştu. Babam, kimin geldiğini anlamıştı.
“Hişt hişt…“diyerek, köpekleri susturdu.
“Ahmet ne var, ne oldu?
“Amca, hayvanları çıkarın, geç kalıyoruz.”
“Tamam Ahmet, hemen çıkıyoruz.”
Kuzuların bulunduğu ahırın kapısını açınca, kuzular itişe, kakışa ve meleyerek dışarı çıktılar. Büyük kuzular dışarı çıkarken, küçük kuzuların bazıları düştü. Ezilmesinler diye aralarına girerek durdurmaya çalıştım. Dışarı çıkan koyun ve kuzular meleşerek, şaşkınlık içinde buluşmaya başladı. Annesini bulan kuzu, ön dizi üstünde, tepine tepine emmeye başladı.
Çok geçmeden babam, ahırdan sığırları çıkardı. Annem elinde heybeyle ahırın önünde bekliyordu.
“Musa, heybeyi eşeğin sırtına yerleştir. İçine yiyecek ve giyecek koydum.”
Babam, annemin uzattığı heybeyi alıp, eşeğin sırtındaki hurcun içine yerleştirdi. Babam:
“Oğuz bahçe kapısını aç. Geç kalmadan gidelim.”
Koşarak bahçe kapısını açtım. Sığırlar önde, koyunlar arkada sokağa çıktık. Bu sırada, koyunların yanından ayrılmayan çoban köpeği peşimize takıldı. Çok geçmeden sokak bir baştan bir başa sığır ve koyun sürüsüyle dolmuştu.
İki ekip oluşturuldu. Bir ekip koyun sürüsünü, diğer ekip ise büyük baş hayvanları götürecekti. Ben, Ahmet Ağabeyin ekibindeydim. Bizim ekibimizde; çoban Mustafa, çoban Mehmet, yaşıtım Koçer ve Orhan vardı. Ayrıca, bizim sürüde üç eşek, bir de at vardı. At hareketli olduğundan, tek başına sürüyle birlikte gidemiyordu. Ahmet Ağabey, atın boynundaki yuları, eşeklerden birinin sırtındaki yüke bağladı. At, eşeğin peşi sıra gitmek zorunda kaldı.
Çok geçmeden hayvan sesleri arasında yolculuğumuz başladı. Sığır sürüsü ayrılarak, önden gitti.
Köyün dışına çıktığımızda güneşin ışığı Ağrı Dağı’nın tepesinde göründü. Güneş doğmadan ışığının görünmesini ilk defa görüyordum.
“Ahmet Ağabey, güneş doğmadan, ışığı Ağrı Dağının tepesine vurmuş!” dediğimde:
“Ağrı Dağı çok yüksek, ondan.”
Çok geçmeden güneş kıpkırmızı bir elma gibi dağının eteğinden görünmeye başladı. Yükseldikçe cam gibi parlıyordu.