Gölgenin Rüyası

golgenin-ruyasi-yilmaz-sener-nemesis-kitap“İnsan yüreği en geniş coğrafyadır, sonu gelmez bir yolculuktur.”

“Belki de hayat, yabancısı olduğum bir mecradır. Dünyada öğrendiklerim, başka şeyleri unutmam içindir. Ve terk edip giderken dünyayı; bilmediğimi sandığım bir yere gideceğimi sanıyorumdur. “Bir şeyleri özlüyorum ama ne olduğunu bilmiyorum,” dememin nedeni belki de budur…”

Henüz annesinin karnındayken kendisine anlatılan bir masalın,

Doğduktan sonra peşine düşen dokuz yaşında bir çocuk…

Bir sabah hayatıyla ilgili çok önemli bir şey öğrenen,

Ve bu yüzden tüm hayatını sorgulamaya başlayan bir komedyen…

Ölmeden önce son bir roman yazmak isteyen ihtiyar bir yazar…

Üç insan, üç hikâye, bir son…

***

1. KİTAP

“Belki, somut ve bireysel bir biçimde, normal bir beynin sezebileceği bir şey olarak, gelecek var olsaydı, geçmiş böylesine akıl çelici olmazdı; geçmişin istekleri geleceğin istek­leriyle dengelenirdi O zaman kişiler, şu ya da bu nesneyi tartıp dökerlerken, tahterevallinin orta kısmında bacakları­nı açıp dengede durabilirlerdi. Eğlenceli olabilirdi. ”

Vladamir Nabokov

1

“insan yüreği en geniş coğrafyadır, sonu gelmez bir yolculuktur…”

Yaşlılık güzeldir, yaşlanan sen değilsen.

Doksanımdan gün, asırdan temenni aldığım şu aralar, za­man hep olduğu gibi kendi mecrasında akmayı sürdürüyor. Aynı şeyi, üstünde yürümeyi bırakıp oturmaya başladığım dünya için söyleyemem; zaman geçiyor ama dünya durmuş benim için. Ayaklarımın üstüne kutup filleri oturmuş gibi, yer çekimi bastığım yerlerde daha yoğun. Beni toprağa mıhlayan bu fizik kanununa yaşlılık edebiyatı sökmüyor, zaman gibi o da göreceli. Her adımdan sonra daha iyi anlıyorum ki; in­san haddinden fazla yaşlanmamalı. Yer çekimiyle olan savaş tamamen kaybedildikten sonra yaşam adeta hamallığa dönü­şür; işte bu yüzden, ölüm konusunda seçme hakkı olmalı.

İçinde bulunduğum yaşın bende bıraktığı etki; Azrail’in varlığına inanmıyorum, ama yine de ondan korkuyorum.

İnsan yaşamındaki üst sınırdır benim yaşım, herkeste aynı etkiyi bırakır. Ve bir süre sonra insan, gördüğünü sandığı şey­leri gerçekten görüp görmediği konusunda düşünmeye bile gerek duymaz; gördüğüne inanır. Ve böylece zihnin üşengeç­liğinin hurafeleri çıkar ortaya; az yürümeliyim, dünyayı es­kitmeye hakkım yok…

Her dönemin olduğu gibi yaşlılığın da matematikte bir karşılığı vardır; iki ile dördün birbirine ulaşması için gerekli olan diğer iki…

Yaşlılık bilgeliğin kalfalık dönemidir derim hep; ölünce usta olacağım.

***

Son kitabımı yazdığımdan bu yana aradan yirmi yıl geçti. Bana, yeni roman yazıp yazmadığımı sorduklarında, yaşa­makla meşgulüm; gençken neden bunu yapmadın diye sor­duklarında ise, yazmakta meşguldüm, derim hep. İnsanlar bu yanıtlanma gülüyorlar, oysa gerçeği söylüyorum; yazma sevincimin dorukta olduğu dönemde yazdım, yaşama sevin­cimin zirvede olduğu dönemde ise yaşamayı seçtim. İnsan­lar neden bunu yadırgarlar anlamış değilim. İhtiyarlığı, ya­şama sevincinin bittiği dönem olarak mı görüyorlar? Gerçi altmıştan sonra her şeyin tadı haşlanmış kereviz gibi; ama en azından suyun tadı hâlâ aynı. Tat alma duyumun paslan­dığını hissedebiliyorum, dilimin zımparalanması gerek. Her şeyin fazlasının mutlak zararının olduğunu gün geçtikçe daha iyi hissedebiliyorum, temiz havanın bile fazlası bende geçici sağırlığa neden oluyor. Oysa temiz havanın fazlası ani göz kararmasına neden olur genelde, ama bu durum benden yir­mi yaş küçük olanlar için geçerli. Benim bedenimin ve duyu organlarımın ani reaksiyonlarına tıp tam bir tanı koyabilmiş değil henüz. Zira yaşam ortalamasının çok üzerindeyim ve bu da beni tüm teşhislerin dışında tutuyor. Bu yüzden az so­luyor, az içiyor ve az yiyorum.

İnsan öleceğini fark eder de, yaşlandığını fark etmez. Öleceğini kabul eder de, yaşlandığını kabul etmez. “Ölüm nefes kadar yakın, yaşlılık ise yıldızlar kadar uzak” derdim hep.

Ama karım durumu böyle değerlendirmezdi.

“Yaşlılık, her gün elini koyduğun cebin kadar yakın sana; ama sen bunu kabul etmiyorsun. Merak etme, senin onu ka­bul etmeni beklemez, o sadece gelir.”

Evet, haklı çıkmış ve dediği gibi olmuştu; benim için ge­len ölüm, onu alıp götürmüştü. Bunun bir gözdağı olduğunu biliyorum, zira tüm otoriter sistemlerde bu böyle değil midir; önce yaşama sevincini elinden alırlar, ondan sonra yaşamı­nı…

Karımı kaybettiğim döneme denk gelir yazmayı bırak­mam. Ben sadece yazmayı bıraktığımı sanıyordum, meğer­se her şeyi bırakmışım; okumak dışında. Kafamda yıllardır biriktirdiğim bilgiler toz içinde kalmış durumda. Hafızamı yokladığımda zorlanıyorum anıları hatırlamakta. Kim bilir nasıl bir toz bulutu çökmüş zihnime. Kullanmayınca köreliyor zamanla. Boşaltılmış izbe bir ev misali, bir ormanlıkta öylece kendi kaderine terk edilmiş. Oysa ne kadar çok okurdum, günde bir öğün yemek yer, üç öğün kitap okurdum. Beynimin içi obez midesi gibi olmuştu. Şimdi bu kadar çok bilgi zaman tarafından kemirilip yok edilecek.

Yaşlılık zordur, ben bunu bizzat yaşıyorum. Saçmaladı­ğının bile farkında olmaz insan. İnsanın, götüyle düşünüp kafasıyla sıçtığı dönemdir yaşlılık. Kendimden bilirim, konuyla alakası olmayan şeyleri bile bazen konuya dahil ederim.

***

Bazen gençler benimle konuşurlar, aslında biraz da merak­tandır onların benimle konuşmaları; çünkü hepsinin yaşının toplamı bile benim yaşımın senelik zekatına denk düşmez. Bana hayretle baktıklarını görebiliyorum, en yeni alışkanlı­ğımdan bile yaşça küçük bu delikanlıların dünyadan çektik­leri ıstırapları bana anlatmalarını hayretle karşılarım. Acıyo­rum onlara açıkçası, yürümeleri gereken daha ne kadar çok yol var; ve bu yolların, onların giydiği düz taban ayakkabı­larla aşılması pek mümkün gibi görünmüyor.

Onları gördükçe ciğerimden gelen sesleri daha fazla duyu­yorum, egzozu delinmiş araba gibi ses çıkarıyor. Bazen de­rinden öksürdüğümde iç organlarımın ağzımdan çıkmasından korkuyorum, zira onları birbirine bağlayan tüm mekanizma çökmüş durumda; yetmiş yıllık malı doksan yıl kullanmanın verdiği korku. Artık sigorta kapsamında bile değil bedenim; yaşaması için bir nedeni bile yok. Kanunmuş gibi arada bir maruz kalınan sözler ise işin tadı tuzu:

“Amca, senin çişin normal mi yoksa motorin mi? Nihaye­tinde artık bir fosil yakıt grubundansın.”

Ya da;

“Amca, senin bokunu inceleseler evrenin yaşını çok rahat bulurlar.”

Bunun gibi şeyler işte.

Gözlerimin sarıyı sarı gibi gördüğü dönemlerde arada okuduğum genç bir yazar vardı. “Ölüm hayatı sıçmaktır,” derdi. Onun bu sözünü hep hatırlarım. Genç bir yazar için çok erken bir cümleydi, zira ölümün hayatı kabızlıktan dola­yı sıçamadığı zamanlar da vardır. Sanırım bunu bilmiyordu. Ama yine de tespiti çok iyiydi. Şimdi gözlüklerim olmadan sarıyı beyaz gibi görmeme rağmen hafızamda bu söz yeri­ni hâlâ korur. Sözün rengi anlamı olduğundan, rengini asla unutmam, hep aynı kalır bende. Ama ne olursa olsun unut­kanlık, yaşlılığın arafıdır.

Unutkanlığımın önüne geçmek için günde yarım saat ya da en fazla bir saat, yapabildiğim kadar okumaya çalışıyo­rum. Zamanın değerli olduğunu biliyorum ve en az bir kele­bek kadar zamana değer veriyorum. Nefes almadığım günü hatırlarım da okumadığım günü hatırlamam; ben okumadı­ğım gün rengimi kaybederim. Vaaz vermeyi sevmem, nasihat veren yaşlı bunaklardan hiç değilim ama fark ettiyseniz be­nim yazdığım bir kitabı okuyorsunuz. Demek istediğim, eğer okumayı sürdürmeseydim bu kitabı yazamayacaktım. Ama bu kitabı yazmak zorundaydım, son bir eser bırakmak ya da başyapıt sunmak falan değil amacım, sadece yazmak istedim ve her şey hazırdı, bana sadece niyet etmek kalmıştı.

Evet, yazarken zorlandım, özellikle kıçımın yanması beni perişan ediyor ama yıllar sonra daktilonun tuşlarına basma­nın o şehvetli yanını anlatamam; kadın bedenine vurmak gibi… Gerçi o hissi de unuttum ya.

Yıllar sonra, bende tekrar ortaya çıkan yazma hevesim gençlik dönemimdeki heyecanımın yanında her ne kadar içi soğumuş bir dulun heyecanı gibi kalsa da, zamana karşı olan heyecanımı anlatamam; saniyelerin bile benim için bir önemi var. Ya ölürsem ve bu kitap yarım kalırsa korkusunu ensem­de ve kıçımda hissediyorum. Zaman kavramım yosun tut­muş, daktilo tuşlarına yanlış basmamın bedeli bir kelebeğin ikindiyle akşam arası zamanına eşdeğer. Bu yüzden yanlış yapmaktansa yavaş gitmeyi yeğliyorum. Harfleri basa basa yazıyorum, daktiloyu inletiyorum adeta. Cinsel bir haz alı­yorum. Ve bu hazla beraber ortaya çıkıyor kelimeler. Yıllar­dır ağzımdan çıkmayan kelimeler ürkek fareler gibi çıkıyor ağzımdan. Hep kafamda dolanıp duran ve artık söylenmediği için ünlü harflerin birer birer terk ettiği kelimeler, cümlelerin yanma geldiklerinde nasıl da hüzünlü duruyorlar. Zihnimin bodrumunda küf tutmuş benzetmeler, anlamlar birer birer yüzeye çıkmaya başladılar. Kelimeler sindikten sonraki kâ­ğıt kokusu, yeni doğum yapmış annenin bebeğini koklarken içine çektiği koku gibi.

Binlerce kelebeğin ömrüne denk düşen bir zaman kadar sürse de bitirdim romanı. Burada yazılanlar bu romanın hikâ­yesi değildir, burada yazılanlar bir insanın hikâyesidir, tanıdığım ama hiç konuşamadığım bir insanın hikâyesi…

2

‘‘Yaşanmış olan henüz yaşanmamış olandan daha güven vericidir: işte bu yüzden kıçımız geçmişe, yüzümüz geleceğe dönüktür…”

Babamdan bana miras kalan tek şey benim. Büyük bir mi­ras bıraktığını kabul ediyorum; buna lafım yok. Bir de yıl­lar önce hak ettiği ama devletin, onun bunu hak ettiğini o öldükten sonra fark ettiği bir arsa kaldı ondan geriye. Teo­rik olarak arsa babama ait olsa da pratikte bana onu devlet vermişti, bu yüzden babama dua etmek yerine devlete vergi ödüyorum. Arsa yıllar boyunca birinin gelip kendisine sahip çıkmasını bekledi, yağmur yağdığında kendi payına düşen istihkak dışında hiç su görmeyen bu zavallı arsanın içinde oluşan çatlaklara üç yaşında bir eşek bile sığardı. Aslında suya yakın bir yer ama şu meşhur atasözünde de bahsedil­diği gibi, bakımsızlık onu dağa çevirmiş, hemen sağında ve solundaki arsalar Alamut Kalesi vadileri kadar yemyeşilken kendisi Kuzey Afrika coğrafyasına sahip olmuştu. Onun bu halini ilk gördüğümde babaannemin suratını hatırlamıştım; kurak ve verimsiz…

ölüm sürecine girdiğime hükmeden devlet beni emekli etti ve ben de doğduğum bu beldeye yerleştim. Kafamda dev­letin bana uygun gördüğü hayatı yaşamak vardı. Bana kalan arsa da küçük bir ev yapıp emekliliğin tadını çıkanp, okuyup yazacaktım. Arada tek çocuğum olan oğlum ve torunum beni ziyarete gelirler, ya da ben onları ziyarete giderim. Anlayaca­ğınız herkesin mutlu mesut yaşadığı o reklamlardaki hayat­lar gibi. Böyle olmayacağını benden daha iyi kim bilebilirdi ki? Öngörülenden yirmi yıl daha fazla yaşayacağımı devlet hesap etmemişti, öyle ki, bu yörenin insanları çok sağlıklı denildiği vakit beni gösteriyorlar. İşin ilginç tarafı, inatçı denildiği zaman da beni gösteriyorlar. Bir keresinde çapkın denilmiş ve o zaman da parmaklar beni göstermişti. Çapkın olduğumu uzun ömrüme bağlamayı nasıl başardılar acaba? Belli bir yaştan sonra üstadın, ruhen manevi bir hayatı tercih ettiğini bilmiyor mu bu dana beyinliler. Akılları sıra benimle eğleniyorlar. İnsanların her huyu değişir ama eğlence anlayı­şı değişmez, onlara göre en eğlenceli şey başkalarıyla dalga geçmektir. Özellikle gençler bu gibi konuları çok severler; benim aptal olduğumu sanıyorlar, oysa ben onların aptal ol­duklarını biliyorum.

En son yazdığım kitabımda buranın yaşantısıyla ilgili bir­kaç şey karalamıştım, bir deneme kitabı için ideal şeylerdi. Zira etrafımdaki insanlar, sanki bir yazar tarafından yazılmış ve bir romanı canlı bir biçimde yaşıyormuşum gibi bir duy­guya kapılmama neden oluyorlar. Edebiyattan fırlama…

Benzer İçerikler

AH AVRUPA!-Hans Magnus Enzensberger

yakutlu

Arkanı Kolla – Karen Rose – Online Kitap Oku

yakutlu

Ahmet Hikmet Müftüoğlu – Gönül Hanım (Roman Özeti)

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy