Gözcü Kulesinde | Delal Arya


Periler şehri Konstantiniyye büyülü bir ormanın istilası altında. Şehri ele geçiren ağaçların bir lanet mi, yoksa çok daha büyük bir gizemin habercisi mi olduğunu henüz kimse bilmiyor. Buna karşın hayat, pastacı gulyabanilerin, casusluk yapan ejderhaların, irili ufaklı birçok büyülü yaratığın yaşadığı eski mahallelerde, alışıldık seyrinde akmaya devam ediyor. Oysa Konstantiniyye’yi bekleyen tehlikenin farkında olanlar da var. Peri masalı yazarlarından Ekaterina Pleizade bunlardan biri. Çocukları Sinan, Simya, Arat ve Çay ise, kayıp bir gözcü kulesinin, bir yemek kitabında saklı büyülerin, bilinmedik geçitler açan bir fotoğraf makinesinin ipuçları eşliğinde, bu kadim şehrin hikâyesinde önemli bir rol üstlenmek üzereler.Tarihi ve bugünü gizemli öykülerle yeniden kurgulayan Delâl Arya, İstanbul’un hiç anlatılmamış bir zamanına gidiyor ve periler şehri Konstantiniyye’nin kapılarını açıyor! Sırların ve saklı efsanelerin peşinde koşan on bir yaşındaki Çay ve diğer Pleizade çocuklarıyla, şehri tehdit eden karanlığa karşı nefes nefese bir macera başlıyor.

İçindekiler

Karakterler ……………………………………………………………………13
Peri Masalı Yazarlarına Dair Bir Not ………………………………15
BÖLÜM I
Kafdağı’ndan Gelen Kadın ……………………………………………..19
Ziyafet Sofrası ……………………………………………………………….23
Yosunlu Yemek Kitabı ……………………………………………………29
Hayalet Yazılar ………………………………………………………………37
Tavus, Prenses ve Büyücü ……………………………………………. 48
Kara Filmleri Seven Kız ……………………………………………….. 60
Kahverengi Paltolu Adamlar ………………………………………….69
Kamaradaki Konuşmalar ………………………………………………82
Siyah Mürekkep ……………………………………………………………95
Şark’a Giden Bir Gemi ………………………………………………… 101
Hekate’nin Gözü …………………………………………………………..113
BÖLÜM II
Balta Girmemiş Bir Şehir ……………………………………………. 125
Hayal Meyal Sokaklar …………………………………………………. 132
Pleizade Konağı ………………………………………………………….. 137
Güller ve Sarmaşıklar ………………………………………………….146
Cihannümalı Salon ……………………………………………………..154
Efrandisyab’ın Sarayı ……………………………………………………161
Fahrelnisa Hanım ………………………………………………………. 167
Rosali ve Padişah ………………………………………………………….177
Karanlık Oda ……………………………………………………………….189
Mamutların Cadısı ………………………………………………………195
Karanlık Göl ………………………………………………………………. 204
BÖLÜM III
Ejderha Çiftlikleri ve Boğalar ………………………………………. 219
Galata Perihanesi ……………………………………………………….. 227
Kara Ülke Kitabı ………………………………………………………… 243
Bulanık Şehir …………………………………………………………….. 249
Dedektifin Bürosu ……………………………………………………….256
Ya Kebikeç! …………………………………………………………………. 271
Hekate’nin Kızı ………………………………………………………….. 284
Aile Fotoğrafları ………………………………………………………….296
Mutfakta Yapılan Planlar ……………………………………………. 303
Yaşlı Kadın ve Kediler …………………………………………………. 309
Levon’un Rüyalar Makinesi …………………………………………. 317
Epilog ………………………………………………………………………….325
Teşekkürler ………………………………………………………………… 331

Vatozların kıyılara uçup tuhaf fosillere dönüştüğü,
soyu tükenen bir Ojibwe atının yeni bir tay doğurduğu,
midye kabuklarında ruhların saklandığı ve
dalgaların yükselip buzdan tepelere dönüştüğü
büyülü ve mucizevi yerlerde büyüyen
Aras ve Pamir’e…

Belki rüyalarındır bu taze açmış güller.
Ahmet Hamdi Tanpınar

Karakterler

Çay Pleizade: On bir yaşında bir kız. Beyaz saçlarıyla bir periyi andırıyor. Dedektif filmlerini seviyor ve replikleri
ezbere biliyor.
Sinan Pleizade: On dört yaşında ve Çay’ın en büyük kuzeni. Balığa çıkmayı seviyor.
Simya Pleizade: On üç yaşında ve Sinan’ın kız kardeşi. Bitkilere düşkün bir kız ve yemek yapmayı seviyor.
Arat Pleizade: On bir yaşında ve Simya ile Sinan’ın erkek kardeşi. Hiç kestirmediği dalgalı saçlarına kuş tüyleri takıp bir şaman olduğunu hayal ediyor.

Ekaterina Pleizade: Çay’ın teyzesi; Sinan, Simya ve Arat’ın anneleri. Çok ünlü bir peri masalları yazarı. Fakat çocuklarından bile sakladığı, ayrı, sırlarla dolu bir hayat sürüyor.
Fahrelnisa Pleizade: Ekaterina’nın babaannesi, çocukların büyük ninesi. Konstantiniyyeliler ona Galata’nın
Hanımı diyor. Gan Idamah: Konstantiniyye’de dedektiflik bürosu olan esrarengiz bir adam. Pleizade ailesini eskiden beri tanıyor. Söylentilere göre o, bilinmeyen güçlere sahip bambaşka biri. … ve Efrandisyab: Karanlık bir büyücü. Konstantiniyye’yi ele geçirip, tanrılar kadar güçlü olmak istiyor. 

Peri Masalı Yazarlarına
Dair Bir Not 

Çağımızda kaybolup gitmiş mesleklerden biri peri masalı yazarlığıdır. Evveliyatında şunu söylemek gerekir: Peri masalı yazarlığını bir odada oturup uçan halılar, sihirli lambalar, koruyucu periler hakkında hikâyeler uydurmak olarak düşünüyorsanız, çok yanılıyorsunuz. Hayır efendim, peri masalı yazarları masa ve sandalyelerde çalışmazlar. Onların yeri deniz kenarındaki sisli kasabalar, ruhların kol gezdiği soğuk tayga ormanları, şehirlerin içindeki tılsımlı kuyular, terkedilmiş eski konaklar, karanlık ormanlar ve Elburz Dağı’nın zirveleridir. Aradıkları masalların konularını periler diyarı ile insanların dünyasının birbirine yaklaştığı bu gibi yerlerde bulurlar. Kayıp masal milyonlarca yıl önce yaşamış bir hayvanın fosilinde de saklı olabilir, yıldırım düşmüş bir ağacın kabuğunda da, hatta gül tohumlarında da… Görevleri bu masalları saklı oldukları yerden gün ışığına çıkarmak, sırlarını çözmek ve kataloglamaktır.

Her halükârda, gelmiş geçmiş en iyi peri masalı yazarları gerçekten de perileri görmüş, onlarla konuşmuş ve masal yazmanın sırlarını öğrenmiş kişilerdir. Sıradan insanlar gibi görünseler de onları diğerlerinden ayıran bazı özellikleri vardır. Vücutlarının derisi ruhlarını öteki dünyalara açan dövmelerle kaplıdır. Yanlarında ateşin, suyun, havanın veya toprağın tılsımlarını taşırlar. Genelde onlara vahşi hayvanlar eşlik eder. Geyikler, kurtlar ve avcı kuşlar onların can dostudur. Tarihte çok değerli ve büyük başarılara imza atmış bir peri masalı yazarına bir dağ aslanının eşlik ettiği bile görülmüştür. Bu eşi benzeri olmayan kimseler, merkezi Konstantiniyye’de olan Peri Masalı Yazarları ve Masal Coğrafyası Kulübü çatısı altında birleşmişlerdir. Batı ile Doğu arasında sıkışmış kalmış bu şehri seçmelerinin nedeni ise Konstantiniyye’nin periler dünyası ile yeryüzünün kesiştiği yerde kurulduğuna inanmalarıdır. Daha da ileri gidip, bu şehrin masallardan yaratıldığını söyleyenler de vardır.

Bölüm I

Kafdağı’ndan
Gelen Kadın

Dün gece sen uyurken ismini fısıldadım
Ve hayvanların korkunç öykülerini anlattım
Lale Müldür

Kuşku götürmez bir gerçek vardır ki, o da bir peri masalı yazarının evinin, Ay’ın çekim gücüne kapılmış sular gibi, görünen dünya ile masallar diyarı arasındaki medcezirlerde bulunduğudur. Öncelikle, evinin içi tıka basa kitaplarla doludur. Fakat bunlar salonun ortasından bir hortum geçmiş gibi dört bir yana dağılmıştır. Kitaplar yerlerde ve odaların en ücra köşelerinde, yığınlar halinde dururlar. Çay demlenen semaverlerin içinden beş bin yıl öncesinden kalma çivi yazısıyla yazılmış tabletler çıkabilir. Eski bir televizyonun önünde Sibirya’nın uzak uçlarındaki şaman topluluklarını tanıtan turistik broşürler istiflenmiş olabilir. Kim bilir, belki büfenin çekmecelerinde alengirli isimleri olan yayınevleri tarafından basılmış büyü kitapları bile vardır. Sehpaların üstünde açık duran, Kafdağı’nın eteklerindeki manastırlardan toplanmış elyazmaları mı desem, kötü büyülere veya nazara karşı halıların altına dikilmiş muskalar mı…

Her şey mümkündür. Hatta Bohemyalı bir peri masalı yazarının yatak çarşaflarının altından, bir mumyanın sarıldığı hiyeroglif işlemeli bezlerin çıktığı bile görülmüştür. Peri masalı yazarlarının ekseriyetle çocukları olmaz. İnanın böylesi çok daha iyidir. Fakat hasbelkader bir aileleri varsa ve bunlar çoluk çocuğa karışmış kimselerse; genelde evlerinde çalışan, çocuklara bakan ve yemekleri yapan birilerini bulundurmayı ihmal etmezler. Halbuki merkezi Konstantiniyye’de bulunan Peri Masalı Yazarları ve Masal Coğrafyası Kulübü’nün eski üyelerinden, dünyaca ünlü peri masalı yazarı, etnoğraf ve kadim belge toplayıcısı, saygıdeğer Ekaterina Pleizade’yle sokakta karşılaşan biri onun ne inlere ne de cinlere karışmış olabileceğine inanırdı. Tek gözünün olmaması ve aynı korsanlarınki gibi bir bant takması dışında Ekaterina’nın garipsenecek hiçbir özelliği yoktu. Otuzlu yaşlarında, kayda değer bir güzelliğe sahipti. Konstantiniyye’de köklü bir ailenin mensubu olarak dünyaya gelmiş, eğitimini Moskof Üniversitesi’nde eski pagan mitolojileri üzerine tamamlamıştı.

Dışarıdan biri en fazla onun tek gözüne bakıp, uyurken ya da ağlarken olmayan gözün ne yaptığını merak ederdi. Kadının geceleri şaman müzikleri dinleyerek ruhlar dünyasına geçtiğini, elbette onunla yolda karşılaşan yabancı biri tahmin edemezdi. Mutfak dolaplarının altına sakladığı mumyadan; makyaj kutusundan çıkan, pudraya bulanmış yılan, kuş ve semender fosillerinden; gardırobunun içindeki kürk mantoların arasına üst üste dizilmiş kafataslarından nasıl haberleri olabilirdi ki? Kaldı ki kadının evi egzotik bir yağmur ormanını andırırcasına tropikal bitkilerle ve çiçeklerle doluydu. Bitkilerden birinin toprağında saklanarak eve gelen ve uzun süre kimselere fark ettirmeden evin duvarlarının içinde yaşayan yavru piton yılanını saymayalım bile. Tüm bunları bilen ve bunlarla yaşayan sadece dört kişi vardı. Ekaterina Pleizade’nin üç çocuğu, yaş sırasına göre on dört yaşındaki Sinan, on üç yaşındaki Simya, on bir yaşındaki Arat ve yıllar evvel ölmüş olan kız kardeşinin on bir yaşındaki kızı Çay. Onlar hayatları boyunca Ekaterina’nın birçok garipliğine şahit olmuşlardı.

Gözünü nerede kaybettiğini hiçbiri bilmiyordu. Fakat bir seferinde şöyle bir şey söylemişliği vardı: “Gözümün karşılığında, masalların aslında büyü sözcükleri olduğunu öğrendim.” Her halükârda Ekaterina’nın, bir çocuğun dileyeceği türden bir anne olduğunu söylemek çok zordu. Çünkü unutmayın, peri masallarıyla uğraşmak zor zanaattır, ama peri masallarıyla uğraşan biriyle yaşamak tam bir felakettir. Ekaterina da ev işleriyle pek ilgilenmezdi. Evleri temiz tutmak ne kelime; küfe, toza, örümcek ağlarına ve çamura bir masal yaratığı muamelesi yapıp onlarla lafladığı bile olurdu. Ormana dönüşmüş apartman dairelerinde gizlice yaşayan yavru piton yılanının büyüyüp, bir akşamüzeri aniden cılız oğlu Arat’ı yutmaya kalktığını gördüğünde ise, saygıdeğer Ekaterina’nın ilk tepkisi bunun ilginç bir deneyim olabileceğini söyleyip piposunu yakmak olmuştu. Neyse ki sağduyusunu tamamen kaybetmiş bir anne değildi de ertesi gün Cenova Hayvanat Bahçesi’ne telefon edip yılanı almalarını rica etmişti. Sizin anlayacağınız, Ceneviz İmparatorluğu’nun başkenti Cenova’da, Ekaterina Pleizade’nin himayesindeki, yaşları on dört ila on bir arasında değişen dört çocuk, peri masallarıyla büyümüştü. Evet, hepsi zaman zaman peri masallarındaki büyülü ormanlarda, görkemli şatolarda, fırtınalı denizlerde maceralar yaşamanın hayallerini kurarlardı. Fakat bir gün gerçek perilerle karşılaşacaklarını hayal ettiklerini hiç sanmıyorum. Çok yakında birer peri masalı kahramanına dönüşeceklerinden ise hiç haberleri yoktu.

Ziyafet Sofrası 

Küflü sayfalarında bir albümün,
Gülümser o solgun fotoğraflar.
Murathan Mungan

Korkunç bir yağmura yakalanmışlardı. İçeri girdiklerinde çocukların hepsinin üstünden sular süzülüyordu. On dört yaşındaki Sinan, elinde tuttuğu eski görünüşlü yağmurluğunu öfkeyle kapının yanındaki portmantoya astı. Sonra da balık ağından yaptığı fileyi sırtından çıkarmaya başladı. Kollarının altından, belinden ve bileklerinden irili ufaklı balık kancaları sarkıyordu. Daha da fenası, cepleri yem olarak kullandığı canlı kurtçuklarla doluydu.

Kahverengi saçlarını ensesinde toplamış, teni denizde fazla dolaşan insanlarda olduğu gibi yer yer bronzlaşmış, sırım gibi bir çocuktu. Kardeşlerine bakmadan, botlarını çıkarmak için yere oturdu. Ondan iki yaş küçük kardeşi Arat süklüm püklüm vaziyette yanında durup, “Ma dai!1 Hâlâ kızgın olamazsın!” diye sızlandı. “Bütün öğleden sonra balık tutmak için uğraştık ve hiçbir şey yakalayamadık,” diye isyan etti Sinan. “Çünkü oltaya ne zaman bir balık yaklaşsa, çılgın gibi bağırmaya ve tepinmeye başladın. Her seferinde de sandal o kadar sallandı ki, balığı kaçırdım!” “En sonuncusunda öyle olmadı ama!” “O zaman da şimşek çaktı ve yağmur başladı. Sen de, nedendir bilinmez, oltamı alıp denize attın.” Oğlan botlarını çekip çıkardığında, içinden bir bardak su aktı. “O oltayı kendi ellerimle yapmıştım!” Yağmurluğunu itinayla çıkarıp portmantoya asan kız kardeşleri Simya, kaşlarını çatıp yerdeki su birikintisine baktı. “Botlarınla balık tutmayı deneseydin kesinlikle daha başarılı olurdun Sinan,” dedi ciddi bir sesle. Bu sırada kuzu yünü rengindeki saçları karmakarışık onlarca örgü halinde omuzlarından dökülen Çay, elektrik düğmesini art arda birkaç defa açıp kapadı. Lambanın yanmadığını görünce, “Che schifo!2 ” dedi. “Videocudan aldığım filmi izleyemeyeceğim.”

“Gene mi dedektiflik filmi?” diye sordu Simya. Çay heyecanla başını salladı ve sırt çantasının fermuarını açıp içindeki film kasetlerini gösterdi. “Bir sürü Bogart filmi aldım,” dedi sinsice sırıtarak. Dedektiflik filmlerinin yıldız oyuncusu Humphrey Bogart beyaz saçlı kızın favorisiydi. Her ayın ikinci cumartesi akşamı Cenova’nın kedi çişi kokan, rutubetli, eski sinema salonlarından birinde mafya, casusluk veya siyah-beyaz dedektiflik filmlerini izlemeye giderlerdi. Geri kalan zamanda da köşe başındaki pasajdan video kasete kaydedilmiş filmler kiralar, odasındaki küçük televizyonun ekranında onları izlerdi. Simya kuzeninin beyaz saçlarına bakıp güldü. “Çay Hanım saçlarının beyazlığını siyah-beyaz film izlemeye borçludur,” diye alay etti. Çay da kuzenine dil çıkardı. Oğlanların iki kızı dinlediği yoktu. “Oltan yıldırımı üstümüze çeker diye düşünmüştüm,” dedi Arat ellerini iki yana açarak. “Öyle havaya kaldırıyordun ki, çarpılmamıza az kalmıştı.” Sinan öteki botunu daha dikkatli çıkardı. Bu kez içindeki suyu kapının yanındaki hindistancevizi ağacının saksısına dökmeyi ihmal etmedi. Şimdi sıra ıslak çoraplarına gelmişti. Arat kendisiyle aynı yaşta olan kuzeni Çay’ın kulağına eğildi.

“Aslında hepsini bilerek yaptım,” diye fısıldadı. “Balık tutmasını istemiyordum.” “Ama sen balığa bayılırsın,” dedi Çay. “Bir haftalık balık perhizine girdim,” diye kıs kıs güldü Arat. Kötü kesilmiş kızıl kestane saçları omuzlarına dökülen, pire gibi hareketli, sıska mı sıska bir oğlandı. Yolda bulduğu, ona ilginç gelen nesneleri topladığından, ceplerinin içi bin bir türlü ıvır zıvırla dolu olurdu. Futbol kartları, eski paralar, turistik broşürler, hiç açılmamış fotoğraf filmleri, pullar, renkli düğmeler… Bu yüzden şıkırdayarak ve tıkırdayarak yürürdü. Bir defasında fokurdayarak da yürüdüğü olmuştu ama bu sese neyin sebep olduğunu hiçbiri anlayamamıştı. Çay kuzenine muzipçe göz kırptı. “Anladım, küçük Sibirya kaplanım,” dedi, “şaman olmak için değil mi?” Arat başını salladı. “Bunun için her hafta yememem gereken yemekler var. Bu hafta balık. Gelecek hafta ise tuzlu ve sütlü çay içmeden durmam lazım.” Çay burnunu kırıştırdı. “Tuzlu ve sütlü çay demek. Kendine nasıl hâkim olacaksın bilemiyorum,” dedi. Sonra da çırpı bacaklarıyla hoplaya zıplaya ışıksız koridordan geçerek içeri koştu. Arat’ın tuhaflıklarına alışmıştı. Kendisiyle aynı yaştaki kuzeni, annesinin kitaplarındaki şamanlara benzemek için her şeyini vermeye hazırdı ne de olsa. Onun tek isteğinin hiçbir zaman yanlarında olmayan Ekaterina’nın azıcık da olsa ilgisini çekebilmek olduğunu biliyordu. Ne yazık ki Arat bu davranışlarıyla daha çok odasının penceresine konan kargaların ilgisini çekiyordu. “Brava1 . Hatırlat da bir dahakine oltayı senin kafanın üstünde tutayım,” dedi Sinan. Kardeşinin Çay’a söylediklerini duymuştu. “Biraz elektrik akımı aklını başına getirir belki. Şaman bozuntusu!”

Tam bu sırada, Çay içeriden heyecanla bağırdı. Gidip baktıklarında, yemek masasının durduğu karanlık, büyük salona bir ziyafet sofrası kurulduğunu gördüler. Masanın üstündeki mumlar, yan yana dizilmiş yemek kâselerini aydınlatıyordu. Salonun girişinde duran Çay, hayretten fal taşı gibi açılmış gözlerle masaya doğru yürüdü. Kız, ağzının suyu akarak, “Hayatımda böyle zengin bir sofra görmedim,” dedi. Aslına bakarsanız, hayatında fakir ve sıradan bir sofra gördüğünü söylemek bile zordu. Ekaterina Pleizade pek az yemek yapardı ve yaptıkları da genelde iki ekmek arası küflenmiş peynir, sarı kısmı yeşile dönecek kadar haşlanmış yumurtalar veya az pişmiş, katur kutur makarna olurdu. Oysaki devasa pencerelerden giren loş ışık, usta aşçıların elinden çıkmış yemeklerle dolu bir masayı aydınlatıyordu. Simya büfenin üstünde duran gaz lambasını ve mumları yaktı. Sarı ışık, geniş tabaklara itinayla konmuş, zahmetle ve incelikle hazırlandığı her halinden belli, rengârenk yemeklere vurdu. “Kesin annemin içine ruh kaçtı,” dedi Simya kaşlarını çatıp, masanın üstündeki yemeklere bakarken. “Onun yemek yaptığı nerede görülmüş?” “Veya şu Rus masalındaki, üstünü yemeklerle donatıveren büyülü masa örtüsünü buldu,” dedi Çay hayranlıkla. Kızlar haklıydı. Yemek yapmak veya çocuklarının bakımıyla ilgilenmek gibi uğraşlar Ekaterina’ya boncuk dizmek veya faturaları ödemek kadar uzak şeylerdi.

Kadın, günün büyük kısmını Cenova Üniversitesi’nin etnografya bölümünde çalışarak geçirirdi. Kâh peri masalları ve şamanik kültürler üzerine ders verirdi, kâh kütüphane arşivlerinde mükemmel derecede iyi Latincesi, biraz daha iyi Yunancası ve anadili gibi konuştuğu Farsçasıyla kadim zamanlardan kalma elyazmalarını araştırırdı. “Onun keşfettiği peri masalları,” demişti bir defasında evlerine gelen bir misafir, “tarihöncesinde yaşamış insanların, bir mağarada, ateşin etrafında çocuklarına anlattığı ilk masallar olabilir.” Ne yazık ki çocukları ve daha sonra açıklanamaz bir otomobil kazasında ölecek olan kocası, saygıdeğer Ekaterina için hiçbir zaman kocakarılar, masal anlatıcıları veya dağ geçitlerinde karşılaştığı ruhani hayvanlar kadar önem ifade etmemişti. Oysaki şimdi, on sekizinci yüzyıldan kalma apartman dairesinin büyük salonundaki yirmi kişilik masaya güzelce dizilmiş yemeklere bakınca, insan, ‘Vay be,’ diyordu, ‘muhteşem Ekaterina Pleizade bir peri masalı yazmak yerine perilerin ağzına layık bir sofra kurmuş!’ Minik minik sarılmış zeytinyağlı dolmalar mı desem; kızarmış kuzu etleri, nar pekmezinde pişirilmiş baharatlı tavuklar, Babil’in Asma Bahçeleri’ni hatırlatan büyük tabaklardan taşan taptaze otlar, turşular, elmalı ponçikler mi? Mavi-beyaz porselen kâselere bin bir türlü malzemeyle yapılmış aşureler konmuştu. Onların etrafında hamsi dolmaları, büyük bir kâse kuru meyve hoşafı, peynirli börekler…

 

Benzer İçerikler

Radyo Popov | Anja Portin

yakutlu

Saçmalığın Daniskası | Massimo Pigliucci

yakutlu

Eylül Uçmak İstiyor | Rasim Bakırcıoğlu

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy