Gulliver’in Gezileri-Jonathan Swift

Jonathan Swift (1667-1745)

Swift’in eserleri, özellikle Gulliver’in Gezileri hayatı ile yakından ilgilidir. Onun için hayatının çeşitli aşamalarını incelemek, ne gibi etkiler altında kaldığını; bunların, huyu ve hayat görüşü üzerine ne gibi tepkiler olduğunu belirtmek gerekir.

Swift, İngiliz kökenli olmakla beraber İrlanda’da, Dublin’de doğmuştur (30 Kasım 1667). “İrlanda’da doğmuş olmam benim için büyük bir felaket olmuştur; bu bana kaderin oynadığı kötü bir oyundur” der. Gerçekten, o zamanlar, İngiltere ile İrlanda’nın ilişkileri eşit haklar üzerine kurulmuş olmadığı gibi, İngilizlere göre İrlandalılar yarı uygar bir ulus, İrlanda ise yönetilmeye muhtaç bir memleket idi.

Swift’in umduğu mevkilere ulaşamaması ne dereceye kadar İrlanda’da doğmuş olmasından ileri gelmiştir, pek belli değildir. Ama o, başarısızlıklarının sebepleri arasında bu olaya büyük yer vermiştir.

Babası, Swift doğmadan yedi ay önce ölmüş; çok dar gelirli olan annesi de, çocuğunu amcasına bırakarak, İngiltere’ye akrabaları ile oturmaya gitmiştir. Böylece Swift çocukluğunu bir yetim gibi geçirmiştir. Hali vakti yerinde ve çok iyi bir adam olan amcası onu İrlanda’nın en iyi okuluna göndermiş, sonra Dublin Üniversitesi’nde okutmuştur. Swift, üniversite programındaki dersleri, özellikle o zaman çok önem verilen mantık derslerini ihmal etmiş ve bütün dikkatini tarih ve şiire vermiştir. Doğal olarak da, imtihanlarda pek başarı gösterememiş, ancak orta derece bir diploma alabilmiştir.

Babasız doğmak ve böylece doğanın verdiği en büyük koruyucudan yoksun kalmak; çocukluğun gerçek mutluluğu olan ana sevgisini tatmamak; bir amcanın eline bakmak; öte taraftan da, cesaret kırıcı bir üniversite hayatı, küçük Swift’in ruhu üzerinde herhalde olumlu etkiler yapmamıştır. Swift, hayatı boyunca akrabalarından nefret edecektir. Gerçi amcası ona oğlu gibi bakmaya çalışmıştır; ama mali durumunun bozulduğu anlar olmuştur; yeğenini ihmal etmek zorunda kalmıştır. Swift de bundan çok alınmıştır.

Amcası ölünce, Swift İrlanda’yı bırakıp İngiltere’ye annesinin yanına gider. 20 yaşındadır. Hayatını artık kendi kazanması gerekmektedir. Çeşitli yetenekleri olduğuna inanmakta ise de, bunların hangi yolda başarı sağlayabileceğini bilememektedir. Elinden tutacak kimse de yoktur. Rahip olmayı düşünüp bocalarken, tam zamanında bir barınak bulur.

Sir William Temple, o zamanın seçkin siyaset adamlarından ve yazarlarındandır. Artık yaşlanmış olduğundan malikânesine çekilmiştir. Babası, Swift’in amcasının dostu, karısı da Swift’in annesinin uzak akrabalarındandır. Swift’i özel kâtibi olarak yanına alır. Efendisinin yardımı ve etkisi ile iyi bir mevki elde edebileceğini uman Swift, Temple’a her bakımdan faydalı olmaya çalışır: hesaplarına bakar; yazılarını yazar; ona kitap okur… ama dört yıl sonra Temple’dan ve malikânedeki hayattan usanmıştır. Kendisinin de dediği gibi Temple’a “uşaklık” etmekten bıkmıştır. Hayata atılmak, sorumluluğu olan işleri üstlenmek ister; bu isteğini gerçekleştirmek için 1995’te rahip olur ve Temple’ın yardımı ile İrlanda’da bir köy kilisesine atanır. Bu köy ıssız bir yerdir. Swift’i gerek manevi, gerek maddi bakımdan doyurmaktan çok uzaktır. İstifa edip tekrar Temple’ın yanına döner, ve koruyucusunun ölümüne kadar (1699), üç yıl orada kalır. Bu yıllar çok verimlidir: Swift, vaktinin büyük bir kısmını, kütüphanede tarihsel ve klasik eserler inceleyerek geçirir. Efendisinin siyasal konular üzerindeki konuşmalarından faydalanır; birçok büyük adamı, hatta Kral’ı tanır. The Battle of the Books ile A Tale of a Tub eserlerini yazar. Ara sıra, İngiltere’de bir kiliseye atanması için Temple’ın yardımını isterse de, bir sonuç alamaz; hatta Kral’ın vaatleri bile gerçekleşmez.

Temple ölünce, Swift 32 yaşındadır. Hayatının bu ikinci aşamasında ruh durumunu kısaca inceleyelim. Swift, hayatının çok nazik bir anında Temple’ın yanında bir barınak bulmuştur; böyle büyük bir adamın nüfuzundan faydalanarak bir şeyler olmak istemiş, ama bir şey olamamıştır. Kendi başına yaşayıp hayatını kazanmak istemiş; bu yoldaki girişimi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Birçok nüfuzlu kimseler tanımış, hiçbir faydalarını görmemiştir. Swift, kaderin kendisine çok sert davrandığını, İrlanda’da doğmuş olmasının yükselmesine engel olduğunu düşünmektedir. Fakat bu sıkıntılı günleri boyunca Swift, kendisini birçok yıl teselli edecek birini tanımıştır: kendisinden on dört yaş küçük, Stella dediği, Esther Johnson adında bir kız. Babası öldükten sonra annesi ile beraber Temple’ın evine sığınmıştır. Swift bu kızı temiz bir aşkla sevmiş, ama onunla evlenmemiştir. İrlanda’ya yerleşince onu da İrlanda’ya götürmüş ve kızcağız hayatının pek erken gelen sonuna kadar orada kalmıştır.

Swift bir dostuna yazdığı mektupta şöyle der: “Gençtim, bir gün balık avlıyordum: oltama büyük bir balık takıldı; hemen çektim; tam ele geçireceğim sırada balık iğneden kurtuldu, denize atladı. Büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Bütün hayatım, işte bu çeşit düş kırıklıkları içinde geçmiştir.” Bu sözlerle istekleri tam gerçekleşeceği sırada bahtsızlıklarla karşılaştığını söylemek istiyordu. Gerçekten 1700 yılından sonraki hayatı hep hayal kırıklıkları ile doludur. Swift, Temple’ın evinden ayrılınca, İrlanda başyargıçlarından birinin kâtibi olur. İrlanda’ya gitmeye hazırlanırken, rakiplerinden biri bu işin bir rahibe uygun olmadığını ileri sürerek yargıcı kandırır; Swift işinden olur. Oldukça büyük bir kiliseye “dean” (piskoposluktan bir aşağı rütbe) olur. Ama oraya buraya rüşvetler saçan biri Swift’in elinden bu mevkii alır. Swift’e de teselli yollu, İrlanda’da ufak bir kilisenin rahipliği verilir. Ama ne küçücük kilisedeki ödevi ne de Dublin’deki arkadaşları Swift’i Londra’dan uzak tutabilir. İrlanda kilisesinin bazı pürüzlü sorunlarını düzeltmek üzere Londra’ya gider. 1700 ile 1703 arasında orada dört yıl geçirir. Bu yıllar hayatının en başarılı, başarılı olduğu kadar da en mutlu yıllarıdır. 1704’te ilk önemli eseri çıkmadan önce, Swift, Londra sosyetesinin yabancısı değildir. Birçok arkadaşı vardır; birkaç şiir yayımlamış, birkaç risale yazmıştır. 1704’te The Battle of the Books ile A Tale of Tub çıkınca çevresi genişler. Kudretli bir zekâsı, çok kuvvetli bir kalemi olan, siyasal ve dinsel konular üzerinde derin ve geniş bir bilgi ile yazan, fikirlerini okurlarına kabul ettirebilen bir yazar olarak tanınmaya başlar.

O zaman İngiltere’de iki siyasal parti vardı: Whig’ler, Tory’ler. Sonraları liberal ve muhafazakâr adını almış olan bu iki parti arasında, iktidar için, şiddetli mücadeleler, çirkin hareketler olmaktadır; her iki partiden olanlar da, birbirlerine düşman gibi davranmaktadırlar. Whig’ler de, Tory’ler de programlarını, politikalarını savunmak, kendilerine çoğunluk sağlamak için sürü sürü yazılar, uzun makaleler yazmakta; zamanın en kudretli yazarlarını bu yolda kullanmaktadırlar. Swift, bu gibi işler için ihmal edilemez bir kuvvettir. Whig’ler ondan faydalanırlar. Swift, politikalarını savunan birkaç uzun makale ile din ve kilise sorunları üzerine birkaç yazı yazar. Whig’lerin iktidara geçmesine gerçekten yardım eder. Bu hizmetine karşılık İngiltere’de bir piskoposluk istemektedir. Ama Whig’ler Swift’i unutuverirler. O da büyük bir hayal kırıklığı içinde, bu nankörlüklerine karşı derin bir nefret besleyerek İrlanda’ya, ufacık kilisenin başına döner.

1710’da Whig’ler iktidardan düşüp hükümeti Tory’ler kurunca, Swift’i gene Londra’da görüyoruz. Tory’ler, Swift’in Whig’lere karşı duyduğu nefretten faydalanmayı bilirler. Gazeteleri Examiner’ı emrine verirler, Swift de, Whig’lerin sebep oldukları savaşı tenkit eden yazılar, Tory’leri savunan, düşmanlarına şiddetle saldıran makaleler yazmaya başlar. Kendisine birçok düşman edinir; ama, siyaset alanında artık nüfuzlu bir kişi olmuştur. Başbakanın çok samimi dostudur; bütün partililer onu saymakta, hatta ondan korkmaktadırlar. Swift her çeşit toplantıda aranmaktadır. Birçok arkadaş ve dostlarını korur, iyi mevkilere geçmelerine yardım eder. Partinin, bütün hizmetlerine karşılık kendisine, hiç olmazsa İngiltere’de bir piskoposluk verileceğini ummaktadır. Bu yolda birçok vaatler aldığı halde, 1713’te gene İrlanda’da St. Patrick kilisesine “dean” olarak tayin eldiğini görünce, politikacılardan ve bütün insanlardan nefret ederek İrlanda’ya çekilir, bir daha İngiltere’ye dönmez.

Swift çok şey ummuş; hemen hiçbir şey elde edememiştir. Beklentileri gerçekleşmemiş; verilen vaatler yerine getirilmemiş; yeteneksiz kimselerin kendisinden daha iyi mevkiler kaptıklarını görmüş; hiçbir menfaat elde etmeden partilerin adeta uşaklığını yapmış; gün gelip yazı ve makaleleri kapış kapış okunduğu, adı büyük küçük herkesin ağzında dolaştığı halde, düşmanlarının ve entrikacıların kurbanı olmuştur. Bütün bunlar insanlığı görüşünü derin bir surette etkilemiştir. Londra’da, 1700 ile 1713 arasında, politikacıları, bakanları, saray adamlarını, insanların bütün zayıf yönlerini yakından incelemiş; o zaman, gerçekten korkunç bir hal almış olan parti ve din kavgalarının içyüzünü görmüş; hiç kimsenin içten olmadığı sonucuna varmış, toplumun çok çürük temellere dayandığını anlamıştır. Yüksek mevkilere geçmek için hiçbir hileden çekinmeyen; kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarına üstün tutan; hiçbir gönül borcu tanımayan; birbirini aldatan, kıskanan, birbirleriyle dövüşen, cahil, ahlaksız, soysuz kimseler karşısında nefretle irkilmiştir. Swift şunu anlamıştır ki, insanlık bu yolda yürüdükçe kurtuluş umudu yoktur. Ona bu yolun ne kadar yanlış olduğunu, bu yolu değiştirmesi gerektiğini göstermek gerekmektedir. İşte Swift, Londra’dan bu duygu ve düşüncelerle ayrılmıştır.

Swift’i, İrlanda’da artık bütün umutları sönmüş, üzgün, yalnız bir adam olarak görüyoruz. fiiddetli baş dönmesi krizleri geçirmektedir. Biricik tesellisi Stella da ölmüştür (1728). Swift kendisi için biricik kurtuluş yolunun yazı yazmada olduğunu anlar. Gulliver’in Gezileri bu dönemin ürünüdür. Öte yandan İrlanda sefalet içindedir. İngiltere’de kamuoyunu “İngilizlerin durmadan emdikleri” bu bahtsız memlekete çevirmek için bir sürü makale yazar. Halkın çektiği sıkıntıları, acıları hiçbir şeyden çekinmeden, yabanıl denecek kadar açık bir şekilde belirtir. Swift, artık İrlandalıların gözünde bir kahramandır. O zamana kadar hiç kimse haklarını onun kadar kuvvetle savunmamıştır. Ama Swift’in bütün bu yazılarından elde edilen sonuç beslenen umutlar ölçüsünde olmamıştır. Swift de artık ihtiyarlamış; baş ağrısı ve dönmeleri şiddetlenmiş, akıl yetilerini hemen hemen tamamıyla kaybetmiştir.

1740 yılında mektuplarının birinde şu satırlara rastlıyoruz: “Çok kötü bir gece geçirdim. Bugün de kulaklarım artık bir şey duymuyor. Her yanım ağrıyor. Bir şeyler yazmaya çalışıyorum; yazdıklarımın bir kelimesini bile anlamıyorum. Herhalde ölümüm yaklaştı; belki pazartesiye kadar yaşarım.”

Bu gerçekten acıklı hali 1745’e kadar sürer.

Gulliver’in Gezileri

Gulliver’in Gezileri 1726 yılının sonlarına doğru çıkmış ve hemen büyük bir başarı kazanmıştır. XVIII. yüzyılın ikinci yarısının en ünlü edebiyat adamı olan Dr. Johnson şöyle der: “Gulliver, öyle yeni, öyle garip bir eserdi ki, okuyucular zevk ve şaşkınlık içinde bocalıyorlardı. Kitap kapışılıyordu. Daha ilk baskısı tükenmeden fiyatı yükseltildi. Eleştiriciler o kadar şaşırmışlardı ki, bir süre ne diyeceklerini bilemediler. Ama bir zaman sonra hemen herkesin görüşü, birinci ve ikinci gezilerin kitabın en çekici kısımları; üçüncüsünün çok yavan, dördüncü gezinin ise çok sert olduğu yolunda idi.”

Adından da anlaşıldığı gibi, eser birkaç geminin doktorluğunu, sonra da kaptanlığını yapmış olan Gulliver’in, tamamıyla hayal ürünü dört ülkeye gezilerini, oralarda neler gördüğünü, başından neler geçtiğini anlatır. Birçok yazar tamamıyla hayallerinden yarattığı bir ülke ya da ülkelerdeki hayatı ayrıntılarıyla anlatarak, insanların ahlak bakımından aksayan taraflarını tenkit, memleketlerinin çeşitli müessese ve âdetlerine saldırı yoluna gitmişlerdir. Gulliver’in Gezileri’nin tarzı Swift’e özgü bir buluştur denemez. Eski çağlarda Lukianos Gerçek Hikâye adlı eseriyle bu tarzın kaba olmakla beraber ilk örneklerinden birini vermiştir. Gerçek Hikâye bir serüven hikâyesidir: birkaç gezgin, gemi ile Cebelitarık’tan yola çıkıyor; havalara yükselip Ay ile Güneş arasında, Çobanyıldızı’nda yerleşme kurmak sorunu yüzünden çıkan savaşa Ay’dan yana katılıyorlar. Sonra bir deniz ejderi gemiyi de, gezginleri de yutuveriyor, ama kurtuluyorlar. Lukianos buna benzer başka hikâyeler de yazmıştır. Amacı, bazı inançları, müesseseleri, filozofları eleştirmek ve geniş hayal ürünü hikâyelerle alay etmektir. Bu tür hikâyelerinde serüvenlerin payı büyüktür; eleştiri ve hiciv üzerinde ısrarla durduğu görülmez.

XVI. yüzyılda, bu çeşitten, daha ciddi, daha özlü, daha önemli bir esere rastlıyoruz: İngiliz Kralı VIII. Henry’nin nazırlarından Sir Thomas More’un yazmış olduğu Utopia.
Utopia’nın anlamı zaten hayal dünyasıdır. Bu eserde, serüven öğesine hemen hemen hiçbir yer verilmemiştir. Yazar, güya Portekizli bir gemici ile tanışıyor. Bu denizci Amerigo
Vespucci ile birçok kere yolculuk etmiştir, ama sonunda geri dönmeyerek keşfettikleri yerlerdeki ulusların sosyal durumu ve siyasal yönetimi üzerinde incelemeler yapmıştır. Gördüklerini yazara anlatır. Elbette böyle bir hikâyenin aslı esası yoktur. Thomas More bu yolla İngiliz toplumunu eleştirmekte, ideal bir toplumun nasıl kurulması gerektiğini belirtmektedir.

Sonra XVII. yüzyılda, More’dan çok Lukianos tarzına yaklaşan Cyrano de Bergerac’ın Güneş, Ay ve kuşlar ülkelerine gezileri vardır. Beline, içi çiy dolu şişeler asan kahraman, güneşin çiyleri buhar haline sokması ile ya da makineler icat ederek havalanıyor, Ay ile Güneş bölgelerini, kuşlar ülkesini gezip dolaşıyor. Gördüklerini anlatıyor; birtakım sosyal ve bilimsel sorunların nasıl çözüleceğini açıklıyor.

Swift, bu eserlerden ve Robinson Crusoe gibi sözünü etmediğimiz daha başka gezi ve serüven hikâyelerinden belki faydalanmıştır.

Gulliver türündeki eserler, XVIII., XIX. ve XX. yüzyıl yazar ve okurlarının da ilgisini çekmiştir.

Voltaire’in Micromega’ı Gulliver’in devler ülkesine gezisinin bir taklididir. Sirius yıldızından 8 fersah boyunda biri, yanına Saturn akademisinin daimi kâtibini alarak yeryüzüne gelir; Baltık Denizi’nde, içinde birçok filozof olan bir gemiyi eline alarak filozoflarla konuşur. Atom dediği bu insancıkların fen ve bilim alanlarındaki bilgilerine hayret eder; ama felsefe bilgilerini, özellikle ruh hakkındaki bilgilerini pek zayıf bulur. Bu masal daha ziyade felsefe kuramlarıyla alaydır.

XIX. yüzyıl sonlarında Samuel Butler de, Swift gibi, İngiliz sosyal müesseselerinin aksayan yönlerini görmüş ve bunları Erewhon (Erewhon tersine çevrilmiş nowhere olur ki, bu da İngilizce “hiçbir yer” demektir) adı altında çıkardığı eserde belirtmeye çalışmıştır. Erewhon tamamıyla hayal ürünü bir ülkedir. Eser de, İngiltere’nin dini de içeren en önemli müesseselerinin şiddetli, acı, ama mizahlı bir hicvidir.

XX. yüzyılda, İngiliz yazarı H.G. Wells de hayalinde birçok ideal ülkeler kurarak, insanların ve ulusların gidişine bir yön vermek istemiştir.

Gulliver’in Gezileri’nde, Swift, serüvenlerle eleştiri ve hiciv öğeleri arasında, özellikle ilk iki seyahatte, çok uygun bir denge kurmuştur. Cüceler ve devler ülkelerini ele alan ilk iki bölüm, çocukların zevkle okuyacakları serüvenlerle dolu olduğu gibi, büyükleri de uzun uzun düşündürecek olaylarla doludur. Lilliput’a Gezi’de hiciv kapalıdır. Swift, saray adamlarını, entrikaları, parti ve din kavgalarını, insanların gururunu, doğrudan doğruya hicvetmiyor. Lilliput’u önümüze koyuveriyor. Bakıyoruz, bu on, on beş santimetrelik insanlar adacıklarının zenginliği; krallarının kudreti; soylarının, dillerinin soyluluğu ile övünüyorlar. Entrikalar çeviriyor; hokkabazlıklar, cambazlıklar ederek nişanlar, unvanlar kazanıyorlar; parti ve din kavgaları ediyor; bütün dünyaya egemen olmak istiyorlar. Biz bu ufacık insanların bütün hareketlerini saçma, bayağı buluyoruz; aşırı istek ve tutkularını alayla karşılıyoruz; gülüyoruz. Swift’in istediği de budur. Bizi yakalamıştır ve adeta: “Her şey bağlantılıdır” demektedir, “kendi hareketleri, bu Lilliput’lulara hiç de saçma, bayağı görünmüyor; aksine, onlarca, yurtlarında her şey görkemli, her şey makul, her şey düzenlidir. Ama Lilliput’a Gulliver’in yaptığı gibi belirli bir yükseklikten, belirli bir açıdan bakılacak olursa oradaki hayat bütün çirkinliği, iğrençliği ve gülünçlüğü ile meydana çıkıyor. Biz insanlar için de böyledir. Bizim de bütün hareketlerimize, Gulliver-Lilliput açısından bakılacak olursa, ne saçma, ne anlamsız, ne bayağı şeyler görülür. İşte bakın, Gulliver şimdi Devler Ülkesi’ndedir. Biz insanların burada, Lilliput’lulardan farkımız ne?”

İlk iki geziye temel olan görüş budur; ve Swift’in cüceler ve devlerin hüküm sürdükleri iki ülke uydurmasının sebebi de, buralarda gördüğü insanların ve hareketlerinin, kurmuş oldukları müesseselerin, bunlarla kendi ülkesi arasında yaptığı karşılaştırmaların, görüşünü bütün ayrıntı, açıklık ve çıplaklığı ile belirtmeye son derece elvirşli olmasıdır.

Lilliput’a Gezi’de, İngiltere’deki ve başka ülkelerdeki parti ve din kavgalarını, savaşları, saray entrikalarını, türlü düzensizlikleri dolaylı bir şekilde hicveden Swift, Brobdingnag’a Gezi’de hicvine bir dereceye kadar dolaysız bir yön vermektedir. Burada ilk saldırdığı şey insan vücudunun kabalığı, iğrençliğidir. Gulliver o koca yaratıkların vücutlarının her parçasını, adeta mikroskopla olacağı gibi, en ince ayrıntısına kadar görebilecek durumdadır; ve böylece, insan vücudunun türlü çarpıklık ve çirkinliği üzerinde durmaktan çekinmeyecektir. Ancak bu bölümün en ilgi çekici yanı bu yoldaki tasvirler değil, Gulliver’in devlet kralı ile yaptığı konuşmalardır. Yurdunun türlü müesseselerini anlatan Gulliver’e kralın sorduğu sorular, İngiltere’nin belli başlı müesseselerine saldırıdan başka bir şey değildir. Bunlar, soru olmaktan ziyade, genel olarak gerçeğin nasıl olduğunu belirtmekte; İngiliz toplumunun ne kadar çürük olduğunu, ne büyük ahlaksızlıklar içinde bulunduğunu göstermekte; ve yazarın soylular, rahipler, milletvekilleri, yargıçlar, avukatlar vs. hakkında düşündüklerini ortaya koymaktadır. Swift’in bu yoldaki hicvinin yapıcı tarafı da yok değildir. Yazar, çeşitli müesseselerde ve yönetim işlerinde olan aksaklıkları göstermekle kalmamakta, kötülüklerin nasıl ortadan kalkabileceğini bazen açıkça söylemekte, bazen de dolaylı olarak belirtmektedir. Hele Lilliput’ta olduğu gibi, devler ülkesindeki çeşitli töre ve müesseseleri anlattığı yerlerde bu yapıcılık gayreti belirli bir şekilde kendini göstermektedir.

Brobdingnag’a Gezi’deki hicvin acılığını hafifleten, bu hicvi sanat düzeyine yükselten bir iki öğeye işaret etmek yerinde olur. Burada hiciv bir dereceye kadar dolaysız da olsa, hikâyeden tamamıyla ayrılmış değildir. Yazar için için büyük bir öfke duyduğu halde, soğukkanlılıkla, asıl amacını gizleyerek, komedi bakımından etkili sahneler uydurarak hikâyesini sadelik ve ustalıkla anlatabilmekte; genel olarak da olaylarda, konuşma ve çözümlerde bir zorlama görülmemektedir. Diğer taraftan ince alayları yolu ile hicivine kuvvet kazandırdığı halde onu fazla sert olmaktan, tahammül edilemez bir hale sokmaktan kurtarmakta; hatta bir şeyi över gibi, beğenir gibi görünürken tamamıyla aksini kastetmesi hicvine bir mizah çeşnisi bile vermektedir.

Dördüncü bölüm, yani Houyhnhnm’lar ülkesine gezi ise, ilk iki geziye göre büsbütün başka bir plana göre kurulmuş; hikâye, mizah, eğlenceli olaylar bir kenara bırakılarak insan soyuna karşı yazarın duyduğu nefret bütün acılığı ile ortaya konmuştur. Gerek akıl ve erdemin temsilcileri durumuna çıkarılmış olan atların egemen olduğu bu ülkede hemen hemen yabanıl diyebileceğimiz bir hayat süren ve uygarlığın cilasından yoksun kaldıkları için gerçek doğaları bütün ilkelliği ile meydana çıkan yohoo’ların, yani akıllarını kullanmayan insanların hayatını anlatmada, gerek atlara yurdu hakkında verdiği bilgilerde Swift’in hicvi hiçbir engel tanımadan doludizgin gitmekte; insanlığı, meslekleri, müesseseleri hiçbir şey esirgemeden korkunç bir kırıcılık ve yıkıcılık ele almakta, insanoğlunu her türlü değerden sıyrılmış olarak yere sermektedir. Yazar insanoğlunu, akıldan aldığı payı kötüye kullandığı, ideal bir toplum kurabilmek için elindeki maddi, manevi her türlü olanağa karşı dünyayı özellikle manevi bakımdan bir yıkıntıya çevirdiği için suçlamaktadır.

Gulliver’in Gezileri, birlikten yoksun, ve gelişigüzel, bazıları da zorlanmış olaylar çevresinde kurulmuş olan üçüncü bölümün büyük bir kısmı ayrı tutulacak olursa, ibretle okunacak bir eserdir. Bir hicivde hoş götürülebilecek abartmalı yargılar ve Swift gibi hayatında türlü hayal kırıklıklarına uğramış buruk bir insanda bağışlanabilecek aşırılıklar bir yana, eser her okuyucuyu, kendisi üzerinde uzun uzun düşündürecek bir nitelik taşımaktadır. Özellikle önemli sayılan birinci, ikinci ve dördüncü bölümlerinden çıkarılabilecek görüşler şöylece özetlenebilir: İnsanların, aksaklıklarını örtmek için takındıkları görkemli tavır ince bir cila tabakasından başka bir şey değildir. Hele ruh ve bedenden yana bunca çarpıklıklarına, bunca zayıf yönlerine göz yumarak gururlanmaları tam çılgınlıktır. Bu yol insanlığı yok olmaya götürür. İnsanlar için biricik kurtuluş yolu, ne olduklarını bilmekte, bütün hareketlerini erdem ve aklın buyruklarına göre ayarlamaktadır.

Birinci Bölüm Lilliput’a Gezi

I

Yazar, kendisi ve ailesi hakkında bilgi veriyor. Geziye çıkmasının sebepleri; gemisi batıyor; yüzüp kurtuluyor; Lilliput ülkesinde sağ salim karaya çıkıyor; yakalanıyor; ülke içine götürülüyor.

Babamın, Nottinghamshire’da biraz mülkü ve beş oğlu vardı; ben oğullarının üçüncüsü idim. On dört yaşıma gelince, babam beni Cambridge Üniversitesi’ne, Emmanuel College’e gönderdi; orada üç yıl kaldım ve kendimi tamamıyla derslerime verdim: ancak okul masraflarım, bana ayrılan para az olmakla beraber, babamın zaten dar olan gelirine pek ağır geldiğinden, Londra’da ünlü bir doktor olan Mr. Bates’in yanına çırak olarak verildim; burada dört yıl kaldım. Babam ara sıra biraz para gönderirdi; ben bu paraları, gemicilik öğrenmek, seyahat niyetinde olanlara faydalı olacak bazı matematik bilgileri edinmek için harcardım; çünkü günün birinde deniz seyahatine çıkacağıma daima inanırdım. Mr. Bates’ten ayrılınca babamın yanına döndüm; ve onun, amcamın ve başka akrabalarımın yardımı ile kırk altın kadar bir para sağladım. Leyden’de masraflarımı karşılamak üzere yılda otuz altın göndereceklerine de söz verdiler. Orda, uzun gezilerde işime yarayacağını bildiğimden, iki yıl yedi ay tıp okudum.

Yurduma dönünce, sevgili hocam Mr. Bates’in salık vermesiyle kaptan Abraham Parnell’in komutasındaki Swallow adlı gemiye doktor olarak atandım ve üç buçuk yıl bu gemide kaldım. Akdeniz’e, daha başka yerlere birkaç gezi yaptık. Dönüşümde artık Londra’da yerleşmeye karar verdim. Hocam Mr. Bates beni bu yolda teşvik etmiş, hatta birçok hastaya salık bile vermişti. Old Jury’de küçük bir evin bir katını tuttum. Bekâr hayatıma son vermemi öğütleyenler oldu; ben de Newgate sokağında, çorap ve iç çamaşırı satan Mr. Edmund Burton’un ikinci kızı, Mrs. Mary Burton ile evlendim: karım dört yüz altın drahoma getirdi.

Sevgili hocam Mr. Bates iki yıl sorda öldü; çok dostum yoktu; işlerim bozulmaya başladı; çünkü birçok meslektaşlarımın kötü karakterlerini taklide vicdanım razı olmuyordu. Bundan ötürü, karımla tanıdıklarımdan bazılarına danıştım, yine bir deniz yolculuğuna çıkmaya karar verdim. Arka arkaya iki gemide doktorluk yaptım; altı yıl içinde, Hindistan’a ve Batı Hindistan adalarına yolculuklar ettim; hayli para kazandım. Yolculukta, yanımda her zaman birçok kitap bulundurduğumdan, boş zamanlarımı eski ve yeni yazarların en iyilerini okumakla geçirirdim; karaya çıktığım zaman da, çeşitli ulusların yaşayış ve huylarını inceler, belleğim çok kuvvetli olduğundan, dillerini büyük bir kolaylıkla öğrenirdim.

Bu gezilerin sonuncusu pek verimli olmadı; denizden soğudum; çoluğum çocuğumla artık yurdumda kalacaktım. Old Jury’den Fetter Lane’e, oradan da, gemiciler arasında müşteri bulurum umuduyla, Wapping’e taşındım; fayda etmedi. Belki işim yoluna girer diye üç yıl boşu boşuna bekledikten sonra, güney denizlerinde yolculuğa hazırlanan Antelope adında bir geminin kaptanı William Prichard’ın kârlı bir önerisi ile karşılaştım; kabul ettim. 4 Mayıs 1699’da, Bristol limanından yola çıktık; yolculuğumuz başlangıçta çok iyi geçti.

Bu denizlerde başımdan geçenleri inceden inceye anlatarak okuyucuları sıkmak doğru olmaz. Yalnız şu kadarını bildireyim ki, Hindistan’a geçerken şiddetli bir fırtına bizi Van Diemen topraklarının kuzeybatısına sürdü. Araştırmalar sonucunda, otuz derece iki dakika güney enleminde bulunduğumuzu anladık. Tayfalarımızdan on kişi yorgunluktan ve kötü gıdadan ölmüştü; geri kalanlar ise bitik bir halde idiler. 5 Kasım’da –bu ay buralarda yazın başına rastlar– hava sisli idi; gemiciler birdenbire gemiden ancak yarım gomene[1] ötede bir kayanın önünümüze çıktığını fark ettiler. Rüzgâr o kadar şiddetli esiyordu ki, gemiyi doğru kayanın üzerine attı, gemi de parçalanıverdi. Beş tayfa ile ben denize bir filika indirmiş, bir hamlede gemide ve kayadan uzaklaşabilmiştik. Hesabıma göre üç fersah[2] kadar kürek çektik; artık gücümüz kalmamıştı, zaten daha gemide iken yorgunluktan bitkin bir hale gelmiştik; kendimizi dalgaların akışına bıraktık ve yarım saat kadar sonra kuzeyden çıkıveren şiddetli bir rüzgârla devrildik. Filikadaki arkadaşlara, kayaya atlayanlara ya da gemide kalanlara ne oldu, bilmiyorum; herhalde hepsi de yok olmuştur. Bana gelince, gelişigüzel yüzmeye başladım; rüzgâr, kabaran sular beni ileri doğru sürüklüyordu. Sık sık bacaklarımı aşağı doğru indiriyordum, ama ayaklarım dibe değmiyordu. Sonunda kesilip de artık kolumu bile oynatamayacağım bir anda, suyun, derinliğinin boyum kadar olduğunu anladım; bu arada fırtına da epey yatışmıştı. Deniz dibinin eğimi o kadar azdı ki, ancak bir mil kadar yürüdükten sonra karaya çıkabildim, tahminime göre saat akşam sekiz sularında idi. İçeriye doğru yarım mil yürüdüm; ne bir eve, ne bir insan izine rastladım; kim bilir, belki de bitkin bir halde olduğumdan bir şey göremedim. Çok yorgundum; diğer yandan, havanın sıcaklığı ve gemiden ayrılmadan önce içtiğim bir kadeh konyak etkisini göstermiş, uykum gelmişti. Yumuşacık, kısa çimenlerin üzerine uzandım ve hayatımda bu kadar deliksiz bir uyku uyuduğumu anımsamıyorum. Dokuz saatten fazla uyumuş olmalıyım ki, uyandığım zaman gün doğmuştu. Davranıp kalkmak istedim; kımıldayamadım bile. Sırtüstü yatmıştım, kollarımın, bacaklarımın, her iki yandan yere sıkıca bağlanmış olduklarını anladım; uzun ve gür saçlarım da aynı surette bağlı idi. Vücudumun da, koltukaltlarımdan dizlerime kadar ince bağlarla kuşatılmış olduğunu fark ettim. Ancak havaya bakabiliyordum; güneş de kızmaya başlamıştı, ışık gözlerimi rahatsız ediyordu. Çevremde bir uğultu duydum, ama bulunduğum durumda gökten başka hiçbir şey göremiyordum. Biraz sonra sol bacağım üstünde canlı bir şeyin yürüdüğünü hissettim: göğsümün üzerinde yavaş yavaş ilerledi, çeneme kadar sokuldu; gözlerimi mümkün olduğu kadar aşağı indirince, bunun, sırtında bir okluk, elinde de bir yayla ok taşıyan, boyu altı parmak[3] bile gelmeyen bir insan olduğunu gördüm. Bu arada, aynı türden en aşağı kırk kadar yaratığın da birincinin ardı sıra geldiklerini hissettim. Son derece hayret etmiştim; avazım çıktığı kadar öyle haykırdım ki, hepsi korkudan kaçıverdi; içlerinden bazıları, sonradan öğrendiğime göre, üzerimden yere atlarken düşmüşler, yaralanmışlardı. Ama biraz sonra gene geldiler ve içlerinden yüzümü tamamıyla görebilecek kadar yakına sokulmak yürekliliğini gösteren biri, el ve gözlerini şaşkın şaşkın yukarı kaldırıp tiz ama açık bir sesle, Hekinah degul diye bağırdı; ötekiler aynı kelimeleri birkaç kere tekrar ettiler; ama ne demek istediklerini o zaman elbet anlamıyordum. Bütün bunlar olup biterken, okuyucularımın da kabul edeceği gibi, kaygılar içinde idim; sonunda bu durumdan kurtulmaya gayret ederek sol kolumu yere bağlayan ipleri koparmayı ve kazıkları sökmeyi başardım; sonra, kolumu yüzüme doğru kaldırarak beni yere nasıl bağladıklarını anladım; aynı zamanda fena halde canımı acıtan bir hareketle saçlarımı sol yandan yere bağlayan ipleri biraz gevşettim, başımı iki parmak kadar yana çevirebildim. O küçük insanlar bir kere daha kaçıştılar,

hiçbirini yakalayamadım; bu hareketim üzerine keskin bir haykırma oldu; bu haykırma kesilince, içlerinden birinin, Tolgo phonac diye bağırdığını duydum; aradan bir an geçmemişti ki, her biri birer iğne gibi batan yüzden fazla okun sol elime saplandığını hissettim; bundan sonra, tıpkı bizim Avrupa’da bomba attığımız gibi, bir yığın ok da havaya attılar; bunların birçoğu herhalde üzerime düştü ama duymadım; birkaçı da hemen sol elimle koruduğum yüzüme indi. Bu ok yağmuru dinince acı ile homurdanmaya başlayarak kendimi kurtarmaya bir kere daha gayret ettim; ilkinden daha yoğun bir ok yaylımı altında kaldım; bazıları da mızraklarını yanlarıma sokmaya çabalıyorlardı; ama bereket versin manda derisinden bir yelek giymiştim de delemiyorlardı. En güvenli yolun kımıldamadan yatmak ve geceyi beklemek olacağını düşündüm; sol elim serbest olduğundan o zaman kendimi kurtarabilirdim; buranın halkına gelince, eğer hepsi o gördüğüm küçücük insan boyunda ise, bana karşı çıkarabilecekleri en kuvvetli orduların hakkından gelebileceğimi tahmin ediyordum. Ama bahtım bambaşka imiş. Halk sakin sakin yattığımı görünce artık ok atmadı, ama kulağıma gelen gürültüden sayılarının gittikçe arttığını anladım. Dört yarda ötemde, tam kulağım hizasında, bir saattir bir takırtı duyuyordum: sanki bir şeyler çakılıyor, kuruluyordu. İp ve kazıkların bıraktığı kadar başımı o yana çevirdim: yerden bir buçuk kadem[4] yüksek ve üzerine bu adamlardan dördünü alabilecek bir iskele kurulmuş, bu iskeleye çıkmak için de iki üç merdiven yapılmıştı. İskelenin üstündekilerden önemli bir kişi gibi görünen biri, uzun bir nutuk söyledi; bir kelimesini bile anlamadım. Önceden söylemeliydim ama unuttum: bu önemli kişi söze başlamadan evvel, Langro dehul san diye üç kere bağırmıştı (bu kelimelerle bundan öncekileri sonra bana tekrar ettiler ve açıkladılar.) Bunun üzerine elli kişi yanıma gelerek, başımın sol yanını bağlayan ipleri kestiler; böylece yüzümü sağa çevirerek, konuşacak olan adamı ve işaretlerini görebildim. Orta yaşlı ve yanındaki üç kişiden daha boylu görünüyordu; bunlardan biri giysisinin kuyruğunu tutuyordu, ortaparmağımdan biraz uzunca idi; öteki iki kişide yardım için yanında duruyordu. Söz söyleyen kişi tam bir hatip gibi davranıyordu: sözlerinde tehdit edici cümlelerle beraber vaat, merhamet ve iyilik ifade eden parçalar seziyordum. Kendilerine teslim olduğumu anlatır gibi bir hareketle sol elimle gözlerimi, tanık olarak gösterdiğim güneşe doğru kaldırdım, birkaç kelime ile yanıt verdim. Gemiyi terk etmeden birkaç saat önce yediğim yemekten beri ağzıma bir lokma koymamıştım, açlıktan bayılıyordum; içim o kadar eziliyordu ki, artık dayanamayacağımı göstermek için (belki terbiye kurallarına aykırı olarak) parmağımı birçok kere ağzıma götürmekten kendimi alamadım; böylece yiyecek istediğimi anlatmak istiyordum. Hurgo (sonradan öğrendiğime göre, burada büyük adamlara bu ad veriliyormuş) ne demek istediğimi pek güzel anladı; iskeleden indi, yanlarıma merdiven dayatılmasını emretti. Yüzden fazla adam bu merdivenlerden çıkarak ellerinde yiyecek dolu sepetlerle ağzıma doğru yürüdüler; meğer İmparator, geldiğimi haber alır almaz, yiyecek hazırlanmasını ve buraya gönderilmesini emreylemiş. Bunun sepetler içinde çeşitli hayvanların etleri olduğunu gördüm, ama tatlarından hangi hayvanların etleri olduğunu ayırt edemedim. Şekilleri koyun buduna, küreğine, döşüne benzeyen çok iyi pişirilmiş, ama her biri bir çayırkuşu kanadından daha ufak parçalar vardı; iki üç tanesini bir lokmada yuttum, ve her biri aşağı yukarı bir tüfek mermisi büyüklüğünde olan üç ekmek somununu da birden ağzıma atıverdim. Bütün bu yiyecekleri bana, hiçbir gayret esirgemeden iri gövdem ve iştahım karşısında hayretten hayrete düşerek veriyorlardı. İkinci bir işaretle içmek istediğimi anlattım. Yemek yiyişimden, az içkinin yetmeyeceğini kestirdiler; çok da becerikli insanlar olduklarından, en büyük fıçılarını büyük bir ustalıkla yerden kaldırıp elime doğru yuvarladılar, ağzını da açtılar; zaten bir bardak kadar bir şey alan fıçıyı bir yudumda bitirdim. İçkinin lezzeti Fransız Bourgogne şarabını andırıyordu, ama daha nefisti. Bir fıçı daha getirdiler, onu da aynı surette içtim; daha da istediğimi işaretle anlattım ama artık verecek içkileri kalmamıştı. Ben bütün bu harikaları gösterdikten sonra sevinçlerinden bağrışmaya, göğsümün üzerinde oynaşıp zıplamaya başladılar; önce yaptıkları gibi de, Hekinah degul kelimelerini tekrar edip durdular. Boş fıçıları aşağı atmamı işaret ettiler; ama önce, Borach mivola diyerek bağırarak fıçıların altında kalmamaları için aşağıdakileri uyarmışlardı. Fıçıları havada görünce de herkes Hekinah degul diye bağrıştı. Vücudumun üzerinde aşağı yukarı dolaşan bu adamlardan kırk ellisini yakalayıp yere çarpmak isteğini sık sık duyduğumu itiraf etmeliyim; ama okların acısı, daha da kötü şeyler yapabilecekleri düşüncesi, onurum üzerine verdiğim söz (teslim olduğumu anlatmak isteyen hareketimi söz sayıyordum) beni bu fikirden vazgeçirdi. Hem sonra hiçbir masraftan çekinmeyerek beni olağanüstü ağırlayan bu halka karşı konukseverlik kuralınca borçlanmıştım da. Ama, ellerimden biri serbest iken, benim gibi onlara göre korkunç bir yaratık karşısında hiç korku duymadan vücudumun üstüne çıkıp dolaşmaya cüret eden bu insancıkların gözüpekliliğine şaşmamak elimden gelmiyordu. Biraz sonra, artık başka yiyecek istemediğimi görünce, İmparator hazretlerinden gelen yüksek bir kişi önüme çıkıverdi; sağ bacağıma tırmandı, on ikiyi bulan maiyeti ile yüzüme doğru ilerledi; İmparator’un mührünü taşıyan güven mektubunu çıkardı, adeta gözlerime yapıştırdı, ve hiçbir hiddet eseri göstermeden, ama kararlı bir biçimde on dakika kadar konuştu. Konuşurken eli ile bir yeri işaret ediyordu. Sonradan öğrendiğime göre bu yer, yarım mil ötede bulunan başkent imiş ve İmparator hazretleri ile meclis oraya götürülmemi karara bağlamışlar. Gelişigüzel birkaç kelime ile yanıt verdim; sonra serbest olan elimi öteki elimin, başımın ve vücudumun üzerine koyarak serbest bırakılmak istediğimi işaret ettim (bir zararım dokunmasın diye elimi her defasında başlarının üzerinden geçirmeyi unutmamıştım). İmparator’un elçisi ne istediğimi anlar gibi göründü, ama başını bu isteğimin yerine getirilemeyeceğini anlatır bir şekilde salladı; elli ile de işaret ederek, başkente bağlı olarak götürülmem gerektiğini anlatmak istedi; bana çok iyi davranacaklarını, yetesiye yiyecek, içecek vereceklerini de işaretlerle belirtmeye çalıştı. Bunun üzerine bağlarımı koparmak için bir gayret etmeyi düşündüm; ama yara bere içinde olan yüz ve ellerime saplanan okların (bunlardan birçoğu hâlâ etlerimin içinde idi) acısını yeniden duydum; düşmanlarımın sayısının da arttığı görünce bana istedikleri gibi davranmalarını anlatmak için birkaç defa işaret ettim. Buna gören Hurgo ve maiyeti sevinçli yüzlerle ve büyük bir nezaketle yanımdan ayrıldılar. Biraz sonra bir bağrışma oldu; herkes, Peplom selan, peplom selan diye tekrar edip duruyordu; halktan birçoğunun sol yanıma yaklaştığını ve iplerimi gevşettiğini hissettim; öyle ki, sağ yanım üzerinde dönerek su döküp rahatlamak olanağını buldum; bol bol su döktüm; halk hayran kaldı; ne yapacağımı, hareketimden sezdiklerinden sağ yanımdakiler hemen sola açılmışlar, benden büyük gürültü ve şiddetle akan selden kaçabilmişlerdi. Bundan biraz önce, ellerimi ve yüzümü hoş kokulu bir merhemle ovmuşlardı; bu merhem birkaç dakika içinde okların verdiği sızıyı gidermişti. Bütün bunlar ve karnımı iyice doyuran yiyecek ve içecek uykumu getirmişti. Sonradan anladığıma göre sekiz saat uyumuşum; şaşmadım: hekimler İmparator’un emri ile şarap fıçılarına uyku ilacı katmışlardı.

Anlaşılan karaya ayak bastıktan sonra beni yere uzanmış, uyumakta iken görenler hemen bir posta göndererek İmparator’a haber vermişlerdi; İmparator, meclisini toplamış ve anlattığım şekilde bağlanmamı (bunu ben gece uyurken yapmışlardı), bana bol yiyecek içecek verilmesini ve başkente götürülmem için bir araba hazırlanmasını karar altına almışlardı.

Böyle bir karar cüretli ve tehlikeli görülebilir; ve eminim, Avrupa’da hiçbir hükümdar aynı koşullar altında böyle davranmaz. Ama kanımca bu, hem çok ihtiyatlı, hem de pek soylu bir karardı. Çünkü,

diyelim bu adamlar ben uyurken mızrak ve okları ile beni öldürmeye kalksalardı, ilk acıyı duyar duymaz muhakkak uyanacak, öfkem ve kuvvetim öyle bir hale gelecekti ki beni bağlayan ipleri koparabilecektim; bu adamlar da bana karşı koyacak halde olmadıkları gibi, merhametime de sığınamayacaklardı.

Bu ülke halkı matematikte almış yürümüş; ve bilginin ünlü bir koruyucusu olan İmparator’un onay ve teşviki ile mekanik sanatlarında yüksek bir düzeye erişmiş. Bu hükümdar, ağır yük ve ağaçların taşınması için tekerlekli aletler yaptırmış; bazıları dokuz kadem uzunluğunda olan en büyük gemilerini, kolayca odun bulunacağı için ormanlarda yaptırır, sonra denize götürmek üzere üç-dört yüz yarda bu aletler üzerinde taşıtırmış. Beş yüz doğramacı ve mühendis hemen en büyük arabalarını hazırlamaya koyulmuştu. Bu, üç parmak yüksekliğinde, yedi kadem boyunda, dört kadem eninde, yirmi iki tekerlekli, ağaçtan bir kerevetti. Ben karaya ayak bastıktan dört saat sonra yola çıkan bu araba gözüktüğü zaman bütün halk bağrışmış, benim de bir ara işittiğim bağrışma meğer bu imiş. Arabayı bana yanlamasına yaklaştırmışlar; ama asıl sorun beni kaldırıp arabaya yerleştirmek olmuş. Bunun için birer kadem boyunda seksen tane direk dikilmiş; sicim kalınlığında çok sağlam iplerin uçlarındaki çengelleri, işçilerin boynuma, ellerime, vücuduma dolamış oldukları bağlara takmışlar. En kuvvetlilerinden dokuz yüz kişi, direklere makaralarla bağlı bu iplere asılarak üç saatten az bir zamanda beni kaldırıp arabaya yerleştirmiş ve sonra sıkıca bağlamışlar. Ben bu ayrıntıları sonradan öğrendim, çünkü uyku ilacının etkisi ile derin bir uykuda idim. İmparator hazretlerinin, her biri dört buçuk parmak yüksekliğinde en iri atlarından bin beş yüzü, beni, yukarda da söylediğim gibi, yarım mil ötede olan başkente götürmek üzere arabaya koşulmuştu.

Yola koyduktan dört saat sonra gülünç bir olay beni uyandırdı; arabanın bir yeri bozulmuş, tamir için durdurulmuştu; yerlilerden iki üç genç beni uyurken görmek merakına kapılmışlar, arabaya çıkmışlar, yavaş yavaş yüzüme sokulmuşlar; içlerinden muhafız alayında subay olan biri, kısa kargısının sivri ucunu burnumun sol deliğine iyice sokmuş; burnum da tıpkı saman çöpü ile karıştırılmış gibi gıcıklanınca şiddetle aksırmıştım. Üzerime çıkanlar kimseye görünmeden sıvışmışlar. Ben böyle birdenbire uyanışımın sebebini ancak üç hafta sonra öğrenebildim. O gün akşama kadar epey yol aldık; gece her bir yanımda beş yüz muhafız olduğu halde istirahata geçtik. Bu muhafızlardan yarısının ellerinde meşaleler, ötekilerininkinde de yay ve oklar vardı: bir kımıldanacak olsam, okları hemen üzerime yağdıracaklardı. Ertesi sabah güneşle beraber yolumuza devam ettik; öğleye doğru da kent kapılarının iki yüz yarda berisine geldik. İmparator bütün maiyeti ile bizi karşılamaya gelmişti; ama saray adamları İmparator hazretlerinin üzerime çıkarak kendisini tehlikeye sokmasına razı olmadılar. Arabamın durduğu yerde bu ülkenin en büyük yapısı sayılan eski bir tapınak vardı; bundan birkaç yıl önce bir cinayetle kirlenmiş ve halkın bağnazlığı yüzünden dinsel niteliğini yitirmişti. İçindeki süs ve eşyalar kaldırılmış, alelade işler için kullanılmaya başlanmıştı. Ben bu yapıda kalacaktım. Kuzeye bakan ana kapısı aşağı yukarı dört kadem yükseklikte, hemen hemen iki kadem genişlikte idi: bu kapıdan ancak sürünerek girebilirdim. Kapının her iki yanında, yerden altı parmak yükseklikte bile olmayan iki pencere vardı. Sol yanındaki pencereye, İmparator’un çilingirleri, Avrupalı bir bayanın saat kösteğine benzeyen ve hemen hemen o kalınlıkta olan doksan bir tane zincir bağladılar; bu zincirlerin öbür uçlarını da otuz altı asma kilitle sol bacağıma taktılar. Tapınağın tam karşısında, caddenin öte yanında, yirmi kadem uzakta, en aşağı beş kadem yükseklikte bir kule vardı. İmparator beni seyretmek için maiyetinin ileri gelenleriyle bu kuleye çıkmış; ben onları görememiştim. Tahminlere göre, yüz bin küsur kişi beni görmek için kentten çıkmıştı; yanımda muhafızlar bulunmasına karşın merdiven dayayıp üzerime çıkanların sayısının on binden aşağı olmadığını sanıyorum; ama hemen bu gibi hareketleri ölüm cezası ile yasak eden bir bildiri çıkarılmıştı. İşçiler artık zincirleri koparıp kaçmamın olanaksızlığını anlayınca beni bağlayan ipleri kestiler; ömrümde bir benzerini duymadığım bir kederle ayağa kalktım. Kalktığımı ve yürüdüğümü gören halkın gürültü ve hayretini anlatamam. Sol bacağımı köstekleyen zincirlerin uzunluğu iki yarda kadardı; ve yalnız bir yarım daire içinde gidip gelmeme elverişli olmakla kalmıyor, kapının dört parmak kadar ötesine bağlı olduklarından, kapıdan sürünerek girmeme, tapınakta boylu boyunca uzanmama da olanak veriyordu.

II

Lilliput İmparatoru birçok soyluyla birlikte, yazarı kapatıldığı yerde ziyaret ediyor. İmparator’un ve kıyafetinin tanımı. Yazara dillerini öğretmek için bilginler atanıyor. Yazar, yumuşak huyundan ötürü İmparator’un teveccühünü kazanıyor. Ceplerini arıyorlar, kılıcını, tabancalarını alıyorlar.

Ayağa kalkınca çevreme baktım; ömrümde bu kadar hoş bir görüntü görmediğimi söylemeliyim. Kırlar hiçbir kesintisi olmayan bir bahçe gibi görünüyor; genellikle kırk kadem kare olan, çitle çevrili tarlalar da çiçek tarlalarına benziyordu. Bu tarlaların arasına yirmi yarda karelik korular karışıyordu; en yüksek ağaçlar, tahminime göre, yedi kadem boyundaydı. Sol yanıma düşen kente baktım: tiyatro dekorlarına çizilen kent resimlerini andırıyordu.

Bu arada İmparator kuleden inmişti, at üstünde bana doğru geliyordu. Bu hareketi ona az kalsın pahalıya mal olacaktı: bineği çok iyi eğitilmiş olmakla beraber, bana benzeyen bir şey görmeye alışmamıştı; ona, yürüyen bir dağ gibi göründüm; şahlandı; ama çok usta bir binici olan hükümdar, maiyeti yetişip dizginleri tutuncaya kadar, atın sırtında sıkı sıkı tutundu ve sonra indi. Her yanımı büyük bir hayranlıkla gözden geçirdi, ama zincirim uzunluğunca benden uzak durdu. Aşçı ve kilercilerine yiyecek vermelerini emretti; bunlar zaten hazırlıklı idi; tekerlekler üzerine oturtulmuş büyük kapları erişebileceğim bir yere kadar ittiler. Bunları aldım ve hepsini hemen boşaltıverdim: yirmisi et, onu da içki ile dolu idi; et ile dolu olanlardan her biri iki üç lokmadan fazla tutmadı; on testideki içkiyi de bir kabın içine boşalttım; bir yudumda içiverdim; ve böylece devam ettim. İmparator’un eşleri, imparator soyundan gelen prens ve prensesler, yanlarında birçok kibar bayan olduğu halde, biraz ötede, tahtırevanlarında oturuyorlardı; İmparator’un atının geçirdiği kazadan sonra indiler, yanına geldiler. Şimdi size İmparator’u anlatacağım. İmparator, saray ileri gelenlerinin hepsinden hemen hemen bir tırnak boyu daha uzundu; bu hal ona bakanlara korku saçmaya yetmektedir. Yüzünün hatları kuvvetli ve erkekçe; dudakları kalın; burnu kartal gagası şeklindeydi. Teni zeytin renginde; duruşu dik; vücudu, kolları, bacakları ölçülü; hareketleri zarif; hal ve tavrı görkemli idi. O zaman gençliğinin ilk çağını geçmişti; yirmi yedi üç çeyrek yaşındaydı, yedi yıl mutluluk içinde, savaşlarda genellikle zaferler kazanarak saltanat sürmüştü. Kendisini daha rahat görebilmek için yan yatmıştım; yüzüm, yüzünün tam karşısındaydı; aramızda da üç yarda kadar bir şey vardı. O günden beri İmparator’u birçok kere avcumun içine aldığımdan tanımımda yanılmış olamam. Giysisi düz ve sade idi; yarı Avrupa, yarı Asya biçiminde dikilmişti; başında mücevher kakmalı, tepesi sorguçlu, altından hafif bir miğfer vardı; elinde de, zincirlerimi koparıp serbest kaldığım takdirde kendini korumak için, bir yalın kılıç tutuyordu: hemen hemen üç parmak uzunluğunda, kabzası ve kını altından ve mücevherlerle süslü idi. İmparator’un sesi ince olmakla beraber çok açıktı; ayakta olduğum vakit bile iyice işitebiliyordum. Bayanlar ve saray erkânı çok iyi giyinmişlerdi; bulundukları yer, sanki altın ve gümüş sırmalı şekillerle işlenmiş bir eteklik gibi duruyordu. İmparator hazretleri bana birçok kere hitap etti; ben de yanıt verdim, ama bir türlü anlaşamadık. Yanında (giyinişlerinden tahmin ettiğime göre) rahipler ve hukukçular vardı; İmparator benimle konuşmalarını emretti; ben de onlara geveleyebildiğim her dilde, Felemenkçe, Latince, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca ve Lingua Franca[5] ile hitap ettim; fayda etmedi. İki saat kadar sonra saray erkânı çekildi. Beni elden geldiği kadar yakından görmek üzere çevreme toplanmak isteyen halkın herhangi bir münasebetsizliğini ya da muzipliğini önlemek için yanımda kuvvetli bir muhafız birliği bırakmışlardı. Bazı kimseler, evimin kapısında otururken, bana ok atmak küstahlığında bile bulundular; hatta oklardan birisi az kalsın sol gözümü kör ediyordu. Bunun üzerine birliğin albayı elebaşılardan altısını yakalattı; ve bunları, bağlı olarak elime teslimden daha uygun bir ceza olamayacağını düşündü. Askerler mızraklarının kör uçları ile onları bana doğru ittiler; erişebileceğim bir yere geldikleri zaman hepsini sağ elimle yakaladım; beşini ceketimin cebine koydum; altıncıya gelince, bunu diri diri yiyecekmişim gibi yaptım: adamcağız ciyak ciyak bağırmaya başladı. Albay ve subaylar, hele cebimden çakımı çıkardığımı görünce, büyük bir kaygıya düştüler. Ama korkularını çabucak giderdim: tatlı tatlı bakarak adamcağızın bağlı olduğu ipleri hemen kestim; sonra kendisini yavaşça yere bıraktım; o da kaçıp gitti. Ötekileri de birer birer cebimden çıkardım, aynı surette serbest bıraktım. Merhametimi gösteren bu hareketim askerleri de, halkı da son derece memnun etmişti; bu olay sonra sarayda duyulmuş, lehimde iyi bir etki yapmıştı.

Geceye doğru biraz güçlükle evime girdim; yere uzandım; on beş gün kadar böyle yerde yattım. Bu arada İmparator bana bir döşek yapılmasını emretmişti. Arabalarla, burada herkesin kullandığı boyda altı yüz döşek getirdiler; ve evimde, bunlarla bana bir yatak yaptılar. Yatağımın boyu ve eni için, ufak döşekleri dörder dörder birbirlerine eklemişlerdi ama bu beni cilalı taştan olan yerin sertliğinden pek o kadar koruyamadı. Aynı hesaplarla hareket ederek benim gibi uzun zamandır zahmete alışmış biri için hiç de kötü olmayan çarşaf, battaniye ve örtü yaptılar.

Geldiğim haberi bütün ülkeye yayılınca sürü sürü zengin, aylak ve meraklı beni görmeye gelmişti; öyle ki, köyler hemen hemen boşalmıştı; toprak ve ev işleri büyük bir ihmale uğrayacaktı. Ama İmparator bu sakıncayı önlemek için bildiriler yayınlayarak ve emirler vererek önlem almıştı. Verilen emre göre, beni görmüş olanlar hemen evlerine dönecek ve saraydan izin almadan evimin elli yarda yakınına sokulmayacaklardı. Bu izinler sayesinde devlet sekreterleri bir hayli para kazandılar.

Bütün bunlar olup biterken İmparator, birçok kere meclisini toplamış, beni ne yapacakları hakkında müzakereler olmuştu. Sonradan, devlet sırlarını bilir sayılan, yüksek değeri olan yakın bir dostumun söylediğine göre, saray, durumum hakkında büyük zorluklar içinde imiş. Zincirlerimi kırıp serbest kalmamdan, beni beslemenin çok pahalıya oturup bir kıtlığa sebep olabileceğinden korkuyorlarmış. Bir ara, beni aç bırakarak ya da hiç olmazsa, yüzüme, ellerime zehirli oklar atarak öldürmeye karar vermişler; ama sonra, bu kadar büyük bir cesedin çıkaracağı koku ile başkentte veba çıkabileceğini, bütün ülkeye yayılabileceğini düşünmüşler. Müzakereler böylece devam edip giderken ordudan birkaç subay meclis odası kapısına gelmiş; bunlardan ikisi içeri kabul edilmiş; yukarda sözünü ettiğim o altı suçluya nasıl davrandığımı anlatmışlar; bu, İmparator hazretlerinin kalbinde ve bütün mecliste lehime öyle uygun bir etki yapmış ki, hemen bir bildiri çıkarılmış. Buna göre, başkentten dokuz yüz yardalık bir çevre içinde bulunan bütün köyler, her sabah altı öküz, kırk koyun ve beni besleyecek daha başka yiyeceklerle, bunlara uyacak miktarda ekmek, şarap ve içki göndermeye mecbur tutuluyorlardı. Bu yiyecek ve içeceklerin karşılıklarının ödenmesi için İmparator hazretleri hazinesinde bir bölüm açıyordu. Bu hükümdar, genellikle kendi arazi ve mülkünün gelirleriyle geçiniyor; halktan ancak olağanüstü hallerde vergi alıyor; kendisiyle beraber savaşa gitmek mecburiyetinde olanlar kendi masraflarını

kendileri görüyorlardı. Hizmetime altı yüz kişi ayrılmıştı; bunlara yiyecekleri karşılığı aylık veriliyordu; oturmaları için de evimin sokak kapısının her iki yanında çadırlar kurulmuştu. Üç yüz terzi bana memleket modasına göre giysi dikecek; İmparator hazretlerinin en ünlü bilginleri bana dillerini öğretecekler; İmparator’un ve soyluların atları, muhafız birlikleri, hayvanların bana alışmaları için önümde sık sık talim edeceklerdi. Bütün bu emirler yerine getirildi. Üç hafta içinde, memleketin dilinde epey ilerledim; İmparator beni ziyaretleriyle sık sık onurlandırıyordu, hatta dil öğretmenlerime yardım ederek bana ders vermek lütfunda da bulunuyordu. Kendisiyle şöyle böyle konuşmaya başlamıştım bile. Lütfedip beni serbest bırakmasını rica ettiğimi anlatmak için gereken kelimeleri ilk olarak öğrenmiştim; bunları her gün dize gelerek tekrar ederdim. İmparator’un yanıtı korktuğum gibi çıktı: bu, zamanla olacak bir şeydi; meclise danışmadan böyle bir şeyi düşünemezdi bile; Lumos kelmin pesso desmar lon emposo, yani kendisine ve ülkesine zarar vermeyeceğime yemin etmem gerekiyordu; ama bana çok iyi davranılacaktı; sabretmem, uygun hareketlerimle kendinin ve uyruklarının güvenini kazanmam çok faydalı olacaktı. İmparator hazretleri devamla, atayacağı memurlara üstümü başımı aramalarını emrettiği takdirde, bunu kötü karşılamamamı istediğini söyledi; çünkü üzerimde silah bulunabilirdi; bu silahlar da benim gibi müthiş bir kimsenin gövdesine uyuyorsa, herhalde çok tehlikeli şeylerdi. İmparator hazretlerinin isteğini yerine getireceğimi, giysilerimi çıkarmaya, ceplerimi huzurunda boşaltmaya hazır olduğumu söyledim. Bunları kâh kelimelerle, kâh işaretlerle anlatmıştım. Yanıtı şu oldu: Ülkemin yasalarına göre üzerimi memurlarımdan ikisinin araştırması gerekiyordu; müsaadem ve yardımım olmadan böyle bir işin yapılamayacağını biliyordu; ama iyi yüreklilik ve doğruluğum hakkında öyle iyi fikirler besliyordu ki, iki memuru elime emanetten çekinmeyecekti; hem sonra, benden alınan her şey ülkelerinden ayrılırken geri verilecek, ya da biçeceğim değer üzerinden bedelleri ödenecekti. İki memuru ellerime aldım; önce ceketimin cebine, sonra sırayla bütün öteki ceplerime soktum; kendimden başka kimseye faydası olmayacağını sandığım ufak tefek birkaç şey bulunan bir gizli ceple iki küçük pantolon cebimi aratmak niyetinde değildim. Bu küçük ceplerin birinde gümüş saatim; ötekinde, içinde birkaç altın olan kesem vardı. Memurlar kâğıt ve hokka kalem getirmişlerdi; gördükleri her şeyin tam bir listesini çıkardılar. İşlerini bitirince, listeyi İmparator’a sunmak üzere, kendilerini yavaşça yere bırakmamı rica ettiler. Bu listeyi ben sonra İngilizceye çevirdim; kelimesi kelimesine şöyledir:

Önce, inceden inceye araştırdığımız, Dağ Adam’ın (Quinbus Flestrin kelimelerini böyle çeviriyorum) ceketinin sağ cebinde kaba bir kumaş parçasından başka bir şey bulamadık; bu, İmparator hazretlerinin en büyük kabul salonunu kaplayabilecek büyüklükteydi. Sol cebinde, kendi ve kapağı gümüşten kocaman bir sandık gördük; araştırmaya memur olan bizler bunu kaldıramadık, Dağ Adam’dan kapağı açmasını rica ettik; birimiz sandığın içine girince, dizlerine kadar bir toz içine battı; bazı toz parçaları yüzümüze sıçradı; ikimizi de uzun uzun aksırttı. Yeleğinin sağ cebinde, birbiri üzerine katlanmış, üç insan büyüklüğünde, ince beyaz şeylerden yapılmış koca bir paket gördük; sağlam bir halatla bağlanmış siyah şekillerle işaretlenmişti. Bu şekillerin, harfleri hemen hemen ellerimizin yarısı kadar büyük birtakım yazılar olduğu âciz inancımızdır. Sol cepte alet gibi bir şey vardı; bir yanından, İmparator hazretlerimizin sarayının çevresindeki parmaklıklara benzeyen yirmi tane kazık çıkıyordu; bizi çok güçlükle anladığı için, Dağ Adam’ı sorularımızla üzmek istemedik ama, bu aletle saçlarını taradığını tahmin ediyoruz. Orta örtüsünün (ranfu-lo kelimesini öyle çeviriyorum; pantolonumu demek istiyorlardı) sağ yanındaki büyük cepte, içi oyuk, demirden bir direk gördük; bir insan uzunluğundaydı; ucuna, direkten daha büyük, sağlam bir odun parçası ekliydi; demir direğin bir yanında garip şekillerle kesilmiş, büyük demir parçaları vardı: ne olduklarını bir türlü kestiremedik. Sol cepte de bunun gibi bir alet bulduk. Sağ yanda, daha büyük bir cepte, yassı, yuvarlak, beyaz ve kırmızı, irili ufaklı birçok maden parçaları bulundu; gümüşe benzeyen beyaz parçalar o kadar iri ve ağırdı ki, arkadaşlarımla beraber güç halle kaldırabildik. Sol cepte iki siyah direk vardı, düz değillerdi; cebin dibinde olduğumuzdan bu direklerin tepesine kolaylıkla çıkamazdık; birinin üstü örtülüydü, tek bir parça olduğu anlaşılıyordu; ötekinin üst ucunda, iki baş büyüklüğünde, yuvarlak beyaz bir şey görünüyordu. direklerin her ikisinin de içine kocaman çelik parçalar konmuştu. Aldığımız emre göre davranarak, Dağ Adam’ı bunları bize göstermeye mecbur ettik; tehlikeli aletler olmaları olasılığından korkuyorduk. O da, bunları muhafazalarından çıkardı; birini, ülkesinde, sakalını tıraş etmek, ötekini de ekmeğini kesmek için kullandığını söyledi. İki küçük cebi daha vardı, ama bunların içine giremedik; orta örtüsünün üst tarafında açılmış iki büyük yarık şeklindeydiler; karnının baskısı bunları iyice germişti. Sağ yanındakinden büyük bir gümüş zincir sarkıyordu; cebin içindeki ucunda olağanüstü bir alet vardı; çıkarmasını istedik; bu, yarısı gümüş, yarısı da saydam olduğunu sonradan anladığımız bir madenden yapılmış bir küreye benziyordu; bir yanında daire halinde çizilmiş garip şekiller görmüş, bunlara dokunabileceğimizi sanmıştık, ama parmaklarımız bu saydam nesneye dayanıp kalmıştı. Dağ Adam, aleti kulaklarımıza dayadı: su değirmeni gibi devamlı bir gürültü çıkarıyordu. Bunun, ya bilmediğimiz bir hayvan ya da Dağ Adam’ın taptığı Tanrı olduğunu tahmin ettik; ama, kanımızca, Tanrı olması olasılığı daha kuvvetlidir; çünkü, Dağ Adam’ın bize söylediğine bakılırsa (dilimizi çok kötü konuştuğundan kendisini yanlış anlamış olabileceğimizi de belirtmeliyiz) buna danışmadan hemen hiçbir şey yapmazmış; buna, kendisinin Tanrı sözcüsü dediğini, her işini onun göstereceği zamana göre yaptığını söyledi. Sol küçük cebinden bir balıkçıya yetecek büyüklükte bir ağ çıkardı; bir kese gibi açılıp kapanabiliyordu; o da bunu zaten para kesesi olarak kullanıyormuş; içinde kalın, sarı maden parçaları bulduk; bunlar gerçek altınsa değerleri çok yüksektir.

İmparator hazretlerinin emirlerine uyarak Dağ Adam’ın bütün ceplerini böyle dikkatle araştırdıktan sonra, belinde kocaman bir hayvanın derisinden yapılmış bir kuşak gördük; sol yanında beş adam boyunda bir kılıç asılıydı; sağ yanına ise, içi iki bölüme ayrılmış bir torba ya da kese takılıydı; bu bölümlerden her biri İmparator hazretlerimizin uyruklarından üçünü içine alabilirdi. Birinin içinde, çok ağır bir madenden yapılmış küreler ve yuvarlaklar vardı; her biri başlarımız kadar iri ve ancak kuvvetli bir adamın kaldırabileceği ağırlıktaytı. Öteki bölümün içinde bir yığın siyah tanecikler vardı; ama bunlar diğerleri kadar ne ağır, ne de büyüktü: elliden fazlasını avcumuza alabiliyorduk.

Bu, Dağ Adam’ın üzerinde bulduklarımızın tam bir listesidir. Dağ Adam, İmparator hazretlerimizin emirlerine gereken saygıyı göstererek, bize büyük bir nezaketle davrandı, İmparator hazretlerimizin bahtlı çağının seksen dokuzuncu ayının dördüncü günü imzalanmış, mühürlenmiştir.

Cefren Frelock Marsı Frelock

Liste huzurda okununca İmparator bu eşyayı teslim etmemi nazik bir surette emretti. Önce palamı istedi; kınıyla beraber kuşağımdan çıkardım. O sırada yanında bulunan en seçme askerlerinden üç bin kişiye çevremi kuşatıp yay ve oklarını her an hazır bulundurmalarını emretmişti; ama ben bunun farkına varmamıştım, gözlerimi İmparator’dan ayırmıyordum. İmparator hazretleri palamı kınından çıkarmamı emretti; deniz suyu ile ıslanarak biraz paslanmış idiyse de büyük bir kısmı hâlâ pırıl pırıl parlıyordu.

Bunu görünce bütün askerler korku ve hayret arası bağrışmaya başladılar; çünkü güneş çok parlaktı; ben de palamı sağa sola salladığımdan yansıyan ışık gözleri kamaştırıyordu. Çok yüksek ruhlu bir hükümdar olan İmparator hazretleri umduğum kadar yılmadı; palamı tekrar kınına koymamı ve yavaşça, zincirlerimden altı kadem kadar öteye atmamı emretti. Bundan sonra görmek istediği şey, içi oyuk demir dedikleri tabancalarım oldu. Bunları da çıkardım ve isteği üzerine nasıl kullanıldıklarını elimden geldiği kadar anlatmaya çalıştım; bir tanesini yalnız barutla doldurarak (bereket versin kesem çok sıkı olduğundan barut denize girmekle ıslanmamıştı; zaten ihtiyatlı denizciler böyle bir sakıncayı önlemek için önlem almaya özellikle dikkat ederler) İmparator hazretlerinin ürkmemesini söyledikten sonra havaya bir el ateş ettim. Hayretleri palamı gördükleri zamankinden daha büyük oldu; yüzlerci kişi ölü gibi yere serildi; İmparator bile ayakta kalabildiyse de, bir zaman kendine gelemedi. Tabancalarımı da, palamı teslim ettiğim gibi verdim; sonra barut kesemi, mermileri yavaşça yere koydum; barut, ufacık bir kıvılcımla parlayıp tüm sarayı havaya uçurabileceğinden, keseyi ateşten uzak bir yere koymalarını da rica ettim. İmparator’un görmeyi çok merak ettiği saatimi de teslim ettim; İmparator, en uzun boylularından iki muhafızına, tıpkı bizim memlekette sırık hamallarının bira fıçılarını taşıdıkları gibi, saati bir sırığa bağlayıp omuzlarında taşımalarını emretti. Çıkardığı devamlı tıkırtıya, buradakilerin gözleri bizimkilerden çok daha keskin olduğundan, yelkovanın hareketine çok şaştı; yanındaki bilginlerden bunu açıklamalarını istedi; onlar da başka başka ve gerçeğe hiç uymayan birtakım şeyler söylediler. Bunları okuyucularım kolayca tahmin edebileceğinden burada tekrar edecek değilim; hem zaten pek iyi de anlamadım. Gümüş, bakır paralarımı, içinde dokuz altın ve biraz ufaklık bulunan kesemi, çakımı, usturamı, tarağımı, gümüş enfiye kutumu, mendilimi, hatıra defterimi de verdim. Palamı, tabancalarımı, barut kesemi arabalarına koyarak İmparator hazretlerinin depolarına götürdüler; öteki eşyalarımı geri verdiler.

Önce de söylediğim gibi, memurların bulamadıkları için aramadıkları gizli bir cebim vardı: içine, gözlerim zayıf olduğundan ara sıra kullandığım gözlüğümü, küçük bir dürbün ve ufak tefek birkaç şey koymuştum. İmparator için bir önemi olmadığından bunları ortaya çıkarmam bir onur mecburiyeti olamazdı; hem zaten verirsem kaybolacaklarından, kırılıp bozulacaklarından korkuyordum.

III

Yazar, İmparator ve kadın, erkek soyluları çok garip bir şekilde eğlendiriyor. Lilliput sarayındaki başka eğlenceler. Yazar bazı koşullar altında serbest bırakılıyor.

Yumuşak başlılığım ve iyi hareketlerim, İmparator, saray, hatta ordu ve genelde halk üzerinde öyle iyi bir etki yapmıştı ki, çok geçmeden özgürlüğüme kavuşacağımı ummaya başlamıştım. Elden gelen her çareye başvurarak bu uygun durumu geliştirmeye çalışıyordum. Yerliler tehlikeli olabileceğimden gün geçtikçe daha az korkuyorlardı. Bazen yere uzanıyor, beş altısının avcumun içinde sıçrayıp oynamalarına müsaade ediyorum. Kız ve erkek çocuklar saçlarımın arasına kadar girmeye cesaret ediyor, saklambaç oynuyorlardı. Dillerini anlamada ve konuşmada da bir hayli ilerlemiştim. Bir gün İmparator, ülkesine özgü bir oyunla beni eğlendirmek istedi. Bu oyunlarda Lilliput’lular bildiğim bütün ulusları ustalık ve görkem bakımından gölgede bırakıyorlar. Beni en çok eğlendireni, iki kadem uzunluğunda ve yerden on iki parmak yükseklikte ince, beyaz bir ipliğin üzerinde sıçrayıp oynayan ip cambazları oldu. Bunun için okuyucularımın biraz sabırlı olmalarını dileyerek bu oyun üzerinde biraz durmama müsaade etmelerini rica edeceğim.

Bu oyunlara ancak büyük memuriyetlere geçmek ve sarayda yüksek teveccüh kazanmak için adaylığını koyanlar giriyor. Adaylar küçük yaştan bu sanatta yetiştiriliyorlar; soylu ailelerden olmayabildikleri gibi genel bir eğitim de görmemiş olabiliyorlar. Büyük memuriyetlerden biri sahibinin ölmesi veya gözden düşmesiyle (ki bu, sık sık oluyor) boş kalınca, beş ya da altı aday İmparator hazretlerini ve saray erkânını ip üzerinde cambazlık ederek eğlendirmek istediklerini İmparator’a dilekçe ile bildiriyorlar; ve ipin üzerinde yere düşmeden en fazla sıçrayan o memuriyete geçiyor. Çok kere İmparator hazretleri başlıca bakanlarına da ustalıklarını göstermelerini, yeteneklerini kaybetmediklerine kendisini inandırmalarını emrediyor. Hazine Bakanı Flimnap[6] ip üzerinde bütün imparatorluk ileri gelenlerinden bir parmak daha yükseğe sıçramakla ün salmıştır. Bu adamın bizim sicimler kadar kalın, gergin bir ipe bağlı bir tahta üzerinde arka arkaya birkaç kere takla attığını gördüm. Özel İşler Genel Sekreteri dostum Reldresal’ın, taraflılık etmiyorsam, hemen Flimnap’tan sonra geldiği kanısındayım; öteki büyük memurlar aşağı yukarı aynı ayardalar.

Bu eğlencelerde sık sık korkunç kazalar olduğu kayıtlardan anlaşılıyor. Ben kendi gözlerimle iki üç adayın yere düşerek sakat kaldıklarını gördüm. Ama asıl bakanlar ustalıklarını göstermek emrini aldılar mı tehlike daha büyük oluyor. Çünkü bunlar, gerek daha fazla beceri elde ettiklerini göstermek, gerek arkadaşlarını geçmek iddiasıyla kendilerini o kadar zorluyorlar ki, aralarında hiç düşmemiş olan hemen hemen yok gibidir; bazılarının ise ik üç kere düştüğü olmuştur. Ben gelmeden bir iki yıl önce Flimnap da düşmüş; ama bereket versin İmparator hazretlerinin yastıklarından biri yerde bulunuyormuş da Flimnap üzerine düşerek sert yere çarpmaktan kurtulmuş; yoksa kesinlikle kafası kırılırmış.

Bir de yalnız İmparator, İmparatoriçe ve Başbakan’ın bulunduğu, özel durumlarda düzenlenen başka eğlenceleri var. İmparator bir masanın üstüne, biri mavi, biri kırmızı, biri de yeşil, altı parmak uzunluğunda ipekten üç tane ince iplik koyuyor. Bu iplikler İmparator hazretlerinin, teveccühlerini dağıtmak istediği kimseler için ortaya koyduğu ödüllerdir. Tören büyük kabul salonunda oluyor. Burada adayların ustalığı yukarıda sözünü ettiğim yarışmalardan büsbütün başka bir şekilde deneniyor; bunun benzerini, Yeni Dünya’da olsun, Eski Dünya’da olsun, hiçbir ülkede görmedim. İmparator, elinde, yere düz olarak bir değnek tutuyor; yarışmaya girenler birer birer ilerliyor; İmparator değneği kaldırınca üstünden atlıyorlar; indirince sürüklene sürüklene altından geçiyorlar; bu hareketleri birçok kere iki yandan da yapıyorlar. Bazen değneğin bir ucunu İmparator, öteki ucunu Başbakan tutuyor; bazen de değnek yalnız Başbakan’ın elinde oluyor. Hareketlerinde en çevik olan, bu atlayış ve sürüklenişlere en çok dayanan, mavi ipeği kazanıyor; kırmızısı ikinci gelene, yeşili de üçüncüye veriliyor. Bunlar da iplikleri, iki kere dolamak suretiyle bellerine sarıyorlar. Sarayda yüksek kişiler arasında bu kuşaklardan taşımayan pek az kişi görülebiliyor.

Ordudaki ve İmparator hazretlerinin ahırlarındaki atlar her gün önümden gele geçe artık benden ürkmüyorlar, hiç huysuzlanmadan ayaklarımın dibine kadar yaklaşıyorlardı. Ben elimi yere koyuyordum, biniciler de hayvanlarını üstünden atlatıyorlardı; hele bir keresinde İmparator hazretlerinin avcılarından biri, çok iri bir atla, ayağım ve ayakkabım üstünden atlayıverdi: bu, olağanüstü bir sıçrayıştı. Bir gün İmparator’u, hiç görmedikleri bir tarzda eğlendirmek fırsatına kavuştum. İki kadem uzunluğunda, alelade bir baston kalınlığında birkaç değnek getirilmesini emir buyurmalarını rica ettim. İmparator hemen ormancıbaşını çağırdı, buna göre talimat verilmesini emretti. Ertesi sabah, sekizer atın çektiği altı araba ile altı oduncu geldi. Değneklerin dokuzunu aldım; iyice yere çakarak iki buçuk kadem karelik bir dörtgen elde ettim; dört değnek daha aldım, birbirine karşı olarak ve yerden iki kadem yükseklikte olmak üzere dört köşeye çaktım; sonra yere dikili dokuz değneğin üzerine mendilimi bağladım ve davul zarı gibi gergin oluncaya kadar gerdim. Mendilden beş parmak kadar yüksekte duran, karşı karşıya çaktığım dört değnek de, kenar görevini görüyordu. İşimi bitirince İmparator hazretlerinden, en iyi binicilerinden yirmi dördünün bu ovanın üzerine çıkıp talim etmesine müsaade buyurmasını rica ettim. İmparator önerimi kabul etti. Ben de bütün donanımlarıyla birlikte binicileri ve bunları talim ettirecek subayları elimle birer birer mendilimin üzerine koydum. Düzene girer girmez ikiye ayrıldılar, savaş manevraları yaptılar; talim okları attılar; kılıçlarını çektiler; kaçtılar; kovaladılar; saldırıp geri çekildiler… Kısacası, şimdiye kadar eşini görmediğim büyük bir asker disiplini gösterdiler. Karşı karşıya koymuş olduğum değnekler, binicilerle bineklerinin kenarlarından düşmemelerini sağlıyordu. İmparator hazretleri son derece memnun olmuştu; bu eğlencenin birkaç gün tekrar edilmesini emir buyurdu; hatta bir keresinde, kumanda vermek için kendisini yukarı çıkarmamı istemek lütfunda bile bulundu. İmparatoriçe’yi de, kapalı tahtırevanını talim yerinden iki yarda uzakta elimde tutmama müsaade etmesi için bin bir zorlukla kandırdı: böylece İmparatoriçe hazretleri olup bitenleri yakından iyice görebildi. Bereket versin bu eğlenceler kazasız geçti; yalnız bir keresinde bir yüzbaşının azgın atı yeri eşeleyerek mendilimde bir delik açtı, ve ayağı deliğe girerek binicisini üstünden attı, kendi de düştü. Hemen ikisini de kaldırdım ve deliği bir elimle kapayarak, bütün binicileri, çıkardığım gibi yere indirdim. Düşen atın omzu incinmiş; biniciye bir şey olmamıştı. Mendilimi elimden geldiği kadar onardım; ama böyle tehlikeli işlerde sağlamlığına artık pek güvenemeyeceğim.

Özgürlüğümü elde etmeden iki üç gün önce, saray erkânını yine böyle olağanüstü şeylerle

eğlendirirken, bir posta geldi ve İmparator’a şu haberi getirdi: İmparator hazretlerinin uyruklarından birkaçı, benim yakalandığım yerin yakınlarında atla gezerken, yerde garip bir biçimi olan, çok büyük, siyah bir şey görmüşler; kenarları yuvarlak olan bu şey, İmparator hazretlerinin yatak odası kadar genişmiş, ortası da bir adam kadar yüksekmiş; canlı olmasından korkmuşlar, ama çimenler içinde yerinden kımıldamadan duruyormuş; içlerinden birkaçı da çevresinde birkaç kere dolaştıktan sonra, cansız olduğunu anlamışlar. Birbirlerine omuz vererek tepesine çıkmışlar: burası yassı ve düzmüş; üstüne basınca içinin boş olduğunu anlamışlar; bu şeyin Dağ Adam’a ait olduğu âciz kanaatleri imiş ve İmparator hazretleri arzu buyurursa, bunu yalnız beş beygirle getirebilirlermiş. Bunun ne olduğunu hemen anladım ve bu habere son derece sevindim. Kazaya uğradıktan sonra karaya çıkınca öyle şaşkındım ki, filikada iken bir iple boynuma bağladığım şapkam, herhalde yüzerken yerinde kalmış, ve yatıp uyuduğum yere gelmeden önce, ip ben farkında olmadan kopmuş, şapkam da yere düşmüştü; ben denizde kaybettim sanıyordum. İmparator hazretlerine şapkamın mümkün olduğu kadar çabuk getirilmesini emretmesini, nasıl bir şey olduğunu ve neye yaradığını anlatarak, rica ettim. Ertesi gün arabacılar şapkamı getirdiler; ama çok kötü bir haldeydi: kenarlarından bir buçuk parmak içerde iki delik açarak bunlara iki çengel takmışlar, bu çengelleri de uzun bir halatla koşum takımlarına bağlamışlardı. İşte şapkamı, böylece yarım milden fazla sürükleye sürükleye getirmişlerdi. Bereket versin bu memlekette arazi düz ve yumuşaktı da, şapkam korktuğum kadar bozulmamıştı.

Bu olaydan iki gün sonra İmparator hazretleri çok garip bir eğlence düşündü. Kentin içinde ve yakınlarındaki birliklerinin hazır olmalarını emretti; bacaklarımı olabildiğince açarak Colossus gibi durmamı rica etti. Sonra, büyük koruyucum ve deneyimli bir komutan olan generaline, birliklerini yanaşık düzene sokarak altımdan geçirmesini emretti. Piyadeler yirmi dörtlük, süvariler de on altılık saflar halinde, sancaklar başta, mızraklar ileri sürülü, davullar çalarak geçeceklerdi. Birlik üç bin piyade ve bin süvariden oluşuyordu. İmparator hazretleri, askerlerin yürürken bana karşı edebe aykırı davranmamalarını emretti; suçlular ölüm cezasına çarptırılacaktı. Ama bu emir birkaç genç subayın, altımdan geçerken, yukarı doğru bakmalarını önleyememişti.

Beni serbest bırakması için İmparator’a o kadar başvurmuş, o kadar dilekçe göndermiştim ki, sonunda, sorunu önce kabineye, sonra da meclise açmıştı. Serbest bırakılmama Skyresh Bolgolam’dan başka kimse karşı çıkmamıştı. Bu adam, kendisine bir şey yapmadığım halde müthiş düşmanım kesilmişti. Ama karşı koymalarına karşın bütün meclis serbest bırakılmamı kabuletmiş, İmparator da onaylamıştı. Bu, bakan Galbet, yani Büyük Amiral’di; efendisi İmparator’un güvenini kazanmıştı; devlet işlerinde derin bir bilgisi vardı; ama ters, huysuz bir adamdı. Sonunda bu işe razı edilmişti ama, serbest bırakılmam için konulacak, benim de saymaya yemin edeceğim, koşulların kendi tarafından hazırlanmasını kabul ettirmeyi başarmıştı. Bu koşulları Skyresh Bolgolam kendi getirdi: yanında iki müşteşar ve birçok seçkin kimse vardı. Koşullar okunduktan sonra onları sayacağıma yemin etmemi istediler. Bunu, önce kendi ülkemin törelerine, sonra da Lilliput yasalarının buyurduğu şekle göre yaptım; sağ ayağımı sol elimle tuttum; sağ elimin ortaparmağını başımın tepesine, başparmağımı sağ kulağımın ucuna koydum. Okyucularım, belki Lilliput’luların anlatım tarzı ve üslupları hakkında bir fikir edinmek ve hangi koşullar altında serbest bırakıldığımı öğrenmek isterler; bunun için senedi, elimden geldiği kadar kelimesi kelimesine çevirdim, okuyucularıma sunuyorum:

Evrenin neşe ve dehşet kaynağı; ülkeleri beş bin blustrug (on iki millik bir çevre içi) kaplayan; hükümdarlar hükümdarı; insanoğullarının en uzunu; ayakları yeryüzünün ortasına basan, başı güneşe değen; bir baş sallayışıyla bütün hükümdarları tir tir titreten; bahar gibi hoş; yaz gibi rahat, güz gibi bereketli, kış gibi korkunç; Lilliput’un kudretli hükümdarı GOLBASTO MOMAREN EVLAME GURDILO SHEFINMULLY ULLY GUE, son günlerde gökler ayarındaki ülkemize gelen Dağ Adam’a aşağıdaki koşulları önerir. Dağ Adam, resmen yemin ederek bunları saymaya mecbur olacaktır:

1.- Dağ Adam resmi mührümüzü taşıyan müsaademizi almadan ülkemizden dışarı çıkmayacaktır.

2.- Bu yolda emrimiz olmadan başkentimize gelmeye kalkmayacak; müsaade verildiği zaman da halka, evlerinden dışarı çıkmamaları iki saat önce duyurulacaktır.

3.- Sözü geçen Dağ Adam ana caddelerimizden başka yerlerde dolaşmayacak; çayırlarda ve buğday tarlalarında gezmeyecek, yatmayacaktır.

4.- Sözü geçen ana caddelerde dolaşırken, sevgili uyruklarımızı ya da atlarını, arabalarını çiğnememeye son derece dikkat edecek; sözü edilen uyrukların hiçbirini, müsaadesi olmadan eline almayacaktır.

5.- Postalarımızdan biri acele olarak bir yere yollandığı zaman, Dağ Adam, postayı ve hayvanını her ay altı günlük yola cebinde götürücek ve sözü geçen postayı, gerekirse, huzurumuza sağ salim geri getirecektir.

6.- Blefuscu adasındaki düşmanlarımıza karşı müttefikimiz olacaktır. Bu düşmanlarımızın, topraklarımızı istila etmek üzere hazırladıkları donanmayı yok etmek için elinden geleni yapacaktır.

7.- Sözü edilen Dağ Adam, boş vakitlerinde büyük parkın duvarlarına ve başka imparatorluk yapılarına konmak üzere gereken büyük taşları kaldırarak işçilerimize yardım edecektir.

8.- Sözü geçen Dağ Adam, iki ay içinde, sahil boyunu adımlayarak, ülkemiz çevresinin tam bir ölçüsünü çıkaracaktır.

9.- Yukarıdaki koşulları sayacağına resmen yemin ettikten sonra, Dağ Adam’a, uyruklarımızın 1.728’ini besleyecek yiyecek ve içecek verilecektir. Bundan başka Dağ Adam huzurumuza serbestçe girebilecek ve teveccühümüzün daha başka belirtilerinden de faydalanacaktır.

Belfaborac sarayında, saltanatımızın doksan birinci ayının on ikinci günü yazılmıştır.

Tamamıyla Büyük Amiral Skyresh Bolgolam’ın kötü niyetlerinin sebep olduğu bazı koşullar istediğim kadar onurlu olmamakla beraber, bütün koşulları sayacağıma sevinç ve memnuniyetle yemin ettim. Bunun üzerine zincirlerimi hemen çözdüler; özgürlüğüme kavuşmuştum. İmparator törende hazır bulunarak beni onurlandırmıştı. Ayaklarına kapanarak minnetimi bildirdim; kalkmamı emretti; ve iltifatlı sözler

söyledikten sonra (bunları kendimi beğenmişliğime verilir diye burada tekrar etmeyeceğim) kendisine hizmet ederek faydalı olacağımı; ve şimdiye kadar elde ettiğim, ilerde de edebileceğim teveccühlere hak kazanacağımı göstereceğimi umduğunu ekledi.

Okuyucularım serbest bırakılmam için konan şartların sonuncusunda İmparator hazretlerinin, bana her gün 1.728 Lilliput’luyu besleyecek yiyecek ve içecek verilmesini kararlaştırmış olduğuna lütfen dikkat etsinler. Bir zaman sonra saraydaki ahbaplarımdan birine bu 1.728 sayısına nasıl vardıklarını sordum. İmparator hazretlerinin matematikçileri boyumu bir yükseklik cetveliyle ölçmüşler; kendilerininkinin on iki katı olduğunu görmüşler; vücudumun kendilerininkine benzediğini göz önünde tutarak, 1.728 Lilliput’lunun vücuduna eşit olduğunu çıkarmışlar: ve bundan ötürü bana, 1.728 Lilliput’luyu besleyecek kadar yiyecek gerektiği sonucuna varmışlar. Bu hesaplardan, bu ülke halkının zekâ ve becerikliliği ve böyle yüce bir hükümdarın yönetim işlerinde gösterdiği anlayış ve doğruluk hakkında okuyucularım herhalde bir fikir edinmişlerdir.

IV

Lilliput’un başkenti Mildendo ve İmparator’un sarayının tanımı. Genel Sekreter’le ülke işleri üzerinde konuşma. Yazar, savaş olursa İmparator’a yardım edeceğine söz veriyor.

Özgürlüğüme kavuştuktan sonra ilk dileğim başkent Mildendo’yu görmek için müsaade istemek oldu. İmparator, halka ve evlerine bir zararım dokunmamasına dikkat etmemi özellikle emrederek bu müsaadeyi, zorluk çıkarmadan verdi. Kenti gezmek istediğim halka ilan edilmişti. Mildendo’yu çeviren surlar iki buçuk kadem yükseklikte ve hiç değilse on bir parmak kalınlıktaydı; üzerinde, atlarıyla beraber bir araba kolaylıkla yürür, kenti dolaşabilirdi. Kent birbirinden onar kadem uzaklıkta sağlam kulelerle kuşatılmıştı. Mildendo’ya sol yandaki büyük kapının üstünden atlayarak girdim. Yan yan giderek iki caddeyi yavaşça geçtim; yelekle idim; ceketimi, etekleri evlerin dam ve saçaklarını zedeleyebilir diye çıkarmıştım. Halkın evlerine çekilmeleri, yoksa uğrayacakları herhangi bir kazadan yalnız kendileri sorumlu olacağı yolunda kesin emir verilmiş olmakla beraber ben yine sokaklarda gecikip kalan kimseler bulunabileceğini düşünerek büyük bir dikkatle yürüyordum. Evlerin çatı arası, pencereleri, damları beni seyretmeye gelenlerle öyle dolmuştu ki, bütün gezilerimde bundan daha kalabalık bir yer görmediğimi sanıyorum. Kent tam bir kareydi, çevresindeki duvarların her biri beş yüz kadem uzunluktaydı. İki cadde birbirini kesiyor, kent dört mahalleye ayrılıyordu; genişlikleri beş kademdi. Giremediğim ve geçerken yalnız şöyle bir baktığım sokaklar ve dar yolların genişliği ise on iki ile on sekiz parmak arasındaydı. Kent beş yüz bin kişi alabilirdi; evler üç kattan beş kata kadardı; bol dükkân ve pazaryeri vardı.

İmparator’un sarayı iki caddenin birleştiği yerde, kentin ortasındaydı. Binalardan yirmi kadem uzakta, iki kadem yükseklikte bir duvarla çevrilmişti. İmparator hazretleri bu duvarın üstünden geçmeme müsaade etmişlerdi. Duvarla saray arasındaki boşluk da çok geniş olduğundan sarayı, her yanından kolayca seyredebildim. Dış avlu kırk kademlik bir kareydi ve iki avlu daha vardı; iç avluda İmparatorun daireleri bulunuyordu. Bunu görmeyi çok istiyordum, ama büyük bir güçlükle karşılaşmıştım: bir avludan öteki avluya götüren büyük kapılar on sekiz parmak yüksekliğinde, yedi parmak genişlikteydi; dış avludaki yapıların yüksekliği ise hiç değilse beş kademdi. Duvarları dört parmak kalınlığında kesme taşlardan sağlam bir surette örülmüş olmakla beraber, bu yapıların üstünden büyük hasara sebep olmadan atlamam olanağı yoktu. Oysa İmparator hazretleri de sarayının görkemini görmemi çok istiyordu. Bunu ancak üç gün sonra başarabildim. Bu üç gün içinde kentten yüz yarda kadar uzakta bulunan imparatorluk parkındaki en büyük ağaçlardan birkaç tanesini çakımla kestim, ağırlığımı kaldırabilecek üç kadem yüksekte iki iskemle yaptım. Mildendo’ya geleceğim halka gene duyuruldu; elimde iki iskemlem olduğu halde kentten geçerek saraya vardım. Dış avlunun yanına gelince, iskemlelerden birinin üstüne çıktım; ötekini de elimle kaldırarak damın üzerinden geçirdim, iki avlu arasında olan sekiz kadem genişlikteki boşluğa usulca koydum; sonra bu iskemleye basarak, hiçbir zararım dokunmadan, yapının üzerinden geçtim ve ilk iskemleyi ucu çengelli bir değnekle yerinden aldım… İşte böylece iç avluya kadar geldim; ve yan yatarak yüzümü, özellikle açık bırakılmış olan orta kattaki pencerelere dayadım: tasavvur edilmeyecek kadar görkemli bir daireyle karşılaştım. İmparatoriçe’yle küçük prensler, yanlarında maiyetleri olduğu halde, odalarındaydılar. İmparatoriçe hazretleri, büyük bir incelikle gülümsemek ve sonra elini pencereden uzatarak bana öptürmek lütfunda bulundular.

Okuyucularıma böyle ayrıntıları şimdiden sunmak istemiyorum; bunları daha büyük bir eser için saklıyorum. Bu eser baskıya verilmek üzeredir ve içinde şunlar olacaktır: Lilliput İmparatorluğu’nun kuruluşundan beri, birçok hükümdarın saltanatları boyunca, genel bir tanımı; savaşları, siyasetleri, kanunları ve bilgileri hakkında bilgi; bitkileri, hayvanları, gelenekleri ve daha başka faydalı, meraklı şeyler… Şimdilik başlıca amacım bu imparatorlukta geçirdiğim dokuz ay kadar bir zaman içinde halkın ya da benim başımızdan geçenleri anlatmaktır.

Serbest bırakıldıktan on beş gün sonra, bir sabah, (burada kendisine verilen ada göre) Özel İşler Genel Sekreteri Reldresal, yanında yalnız bir hizmetçi olarak evime geldi. Arabasının biraz ötede beklemesini emrederek bir saat kadar benimle görüşmesine müsaade etmemi rica etti. Seçkin bir adamdı, birçok üstün nitelikleri vardı; serbest bırakılmam için saraya başvurularımda bana yardımı da dokunmuştu. Bunlardan ötürü isteğini hemen yerine getirdim. Sesini bana kolaylıkla duyurabilmesi için yere yatmayı önerdim, ama, bütün konuşmamız boyunca kendisini elimde tutmamı yeğledi. Söze, serbest bırakıldığım için beni kutlamayla başladı; bu işte kendisinin de biraz payı olduğunu söyleyebileceğine işaret ettikten sonra özgürlüğüme böyle kısa bir zamanda kavuşmuşsam, bunda ülke işlerinin şimdiki durumunun da etkisi olduğunu ekledi ve şöyle devam etti: “Ülkemiz yabancılara refah ve mutluluk içindeymiş gibi görünüyorsa da, başamızda iki büyük bela var: biri ülke içinde şiddetli bir particilik; ötekisi, çok kudretli bir düşmanın ülkemizi istila tehlikesi. Birinci belaya gelince, şunu bilmelisiniz ki yetmiş aydır, imparatorluğumuzda iki düşman parti var; bunlara, kendilerini birbirinden ayırmak için yüksek ve alçak ökçeli ayakkabılar giydiklerinden, Tramecksan ve Slamecksan diyoruz. Yüksek ökçelilerin, ülkemizin öteden beri süregelen yönetim düzenine uygun oldukları iddia ediliyorsa da, İmparator hazretleri, sizin de göreceğiniz gibi, bütün hükümet işlerinde alçak ökçelileri kullanıyor; doğrudan doğruya hükümdarlığa bağlı memuriyetleri de onlara veriyor, hatta herhalde dikkat etmişsinizdir, İmparator hazretlerinin ökçeleri maiyetindekilerden bir drurr (drurr, bir parmağın on dörtte biri kadardır) daha alçaktır. Bu iki parti arasındaki düşmanlık o kadar büyümüştür ki, bir partiden olanlar ötekilerle hiç konuşmadıkları gibi, birlikte yiyip içtiklerini de görmek mümkün değildir. Tramecksan’lar, yani yüksek ökçeliler, sayıca bizden üstünler ama iktidar tamamıyla bizim elimizde. Yalnız bir kaygımız var: veliaht hazretlerinde yüksek ökçelilere doğru bir eğilim seziyoruz; çünkü ökçelerinin birinin ötekinden daha yüksek olduğu açıkça görülüyor; bu yüzden de yürürlerken biraz aksıyorlar. Ülke içinde bu karışıklıklar süregiderken, Blefuscu’luların ülkemizi her an istila edeceklerinden korkuyoruz; yeryüzünün öteki imparatorluğu olan Blefuscu adası, İmparator hazretlerimizin ülkesi kadar geniş ve kudretlidir. Gerçi siz, dünyada daha başka ülkeler ve devletler bulunduğunu, halkınızın da sizin gibi kocaman yaratıklar olduğunu söylemiştiniz; ama buna bilginlerimiz pek inanmıyor; sizin de Ay’dan ya da yıldızların birinden düştüğünüzü tahmin ediyorlar; çünkü sizin gibi kocaman gövdesi olan yüz kişinin, az zamanda, İmparator hazretlerimizin ülkesi içindeki bütün toprak ürünlerini ve hayvanları yok edeceği kesindir. Hem sonra, altı bin ay gerilere giden tarihlerimizde, Lilliput’la Blefuscu yüce imparatorluklarından başka hiçbir ülkenin adı geçmiyor. İşte, demin söylemek istediğim gibi, bu iki yüce kuvvet otuz altı aydır inatçı bir savaşa girişmiştir, sebebi de şu: yumurtayı geniş ucundan kırarak yemek eskiden beri herkesçe kabul edilmiş bir usuldü; ama şimdiki imparatorumuzun dedesi, daha çocukken, yumurtasını eski töreye göre geniş ucundan kırarken, nasılsa parmağını kesmiş. Bunun üzerine babası imparator bir ferman çıkararak, bütün uyruklarına yumurtalarını sivri uçtan kırmalarını emretmiş; bu emre aykırı davrananlar ağır cezalara çarpılacakmış. Halk buna o kadar alınmış ki, tarihçilerimizin yazdıklarına göre, bu yüzden altı kere isyan çıkmış; bir imparator canından, bir imparator tahtından olmuş. Bu iç karışıklıklar Blefuscu hükümdarları tarafından mütemadiyen körükleniyor, yatışınca da, suçlular hep Blefuscu’ya kaçıyor, oraya sığınıyorlarmış. Hesap edildiğine göre, çeşitli zamanlarda on bir bin kişi yumurtalarını sivri uçtan kırmaya katlanmaktansa ölüme razı olmuşlar. Bu anlaşmazlığa dair sürü sürü ciltler doldurulmuş, ama geniş uçluların kitapları yasak edilmiş, kendilerinin de hiçbir memuriyete alınmamaları yasalara bağlanmıştı. Ülkemiz böyle kargaşalıklar içindeyken, Blefuscu imparatorları elçileri aracılığıyla bize çok ağır sözler söylemişlerdi; bizi Brundecral’in (bu, Lilliput’luların kutsal kitabıdır) elli dördüncü bölümündeki, peygamberimiz Lustrog’un ana öğretisine aykırı davranarak dinde bir ayrılık yaratmakla suçluyorlardı. Ama asıl metin şöyle der: Gerçek iman sahipleri yumurtalarını en uygun ucundan kıracaklardır. En uygun ucun da hangisi olduğuna gelince bunun, herkesin vicdanına ya da hiç olmazsa başyargıcın kararına bırakılması âciz inancımdır. Blefuscu’ya kaçan geniş uçlular, hükümdarın sarayında öyle saygı ile karşılandılar, ülkemizdeki taraftarlarından öyle gizli yardım ve teşvik gördüler ki, iki imparatorluk arasında, karşılıklı başarılarla, otuz altı aydır çok kanlı bir savaş olagelmektedir. Şimdiye kadar kırk büyük gemi ve daha fazla sayıda küçük gemiyle beraber en iyi asker ve denizcilerimizden otuz binini kaybettik; düşmanın uğradığı zarar ve kayıpların bundan daha büyük olduğu tahmin edilmektedir. Bununla beraber, düşmanlarımız kuvvetli bir donanma kurarak bize saldırmaya hazırlanıyorlar. İmparator hazretlerimiz, yiğitlik ve kuvvetinize büyük güven beslediğin, bu ülke işlerinden size söz etmemi emir buyurmuştu.

Genel Sekreter’den İmparator hazretlerine âciz saygılarımı sunmasını, şunları bildirmesini rica ettim: yabancı olduğumdan, parti kavgalarına karışmayı uygun bulmuyordum; ama kendisini ve devleti, istilacılara karşı, hayatıma mal olsa da, savunmaya hazırdım.

V

Yazar olağanüstü bir manevra ile istilayı önlüyor. Kendisine yüksek bir onur rütbesi veriliyor. Blefuscu İmparatorluğu’ndan elçiler geliyor, barış istiyorlar. İmparatoriçe’nin dairesinde, kaza sonucu, yangın çıkıyor; yazar, sarayın bir kısmını yanmaktan kurtarmayı başarıyor.

Blefuscu İmparatorluğu Lilliput’un kuzeydoğusunda bir adadır ve iki imparatorluk arasında sekiz yüz yarda genişlikte bir boğaz vardır. Ben bu adayı henüz görmemiştim; hele her gün bir istila hareketi olabileceğini de öğrenince, sahilin Blefuscu’ya bakan tarafına gitmez oldum; çünkü düşmanın benden haberi yoktu; gemilerinden görülürüm diye korkuyordum; iki imparatorluk arasında her türlü ilişki savaş boyunca, ölüm cezasıyla yasak edilmiş ve İmparatorumuz bütün gemilere ambargo koymuştu. Düşmanın tüm filosunu ele geçirmek için kurduğum bir planı İmparator hazretlerine anlattım; keşif kollarımızın söylediğine göre, donanma, uygun rüzgârlar çıkar çıkmaz harekete hazır bir halde, limanda demirli duruyordu. En deneyimli denizcilere danıştım, boğazın derinliğinin ortada yetmiş glumgluff, yani aşağı yukarı altı kadem ve diğer yerlerde en fazlası elli glumgluff olduğunu söylediler. Blefuscu adasının tam karşısındaki kuzeydoğu sahiline doğru ilerledim; bir kayanın gerisine yattım; küçük dürbünümü çıkardım; düşmanın demirli duran filosuna baktım: elli kadar savaş ve birçok taşıt gemisi vardı. Sonra evime döndüm; birçok halat ve demir çubuk hazırlanması için emirler verdim (bana bu konuda gereken yetki verilmişti). Halatlar, sicim kalınlığında; demir çubuklar, dikiş iğnesi kalınlık ve boyundaydı. Daha sağlam olmaları için halatları üç kat yaptım, demir çubukları da üçer üçer burarak uçlarını kıvırdım, çengel yaptım. Böylece elli çengeli, bir o kadar halatın ucuna iliştirdikten sonra kuzeydoğu sahiline gittim; ceketimi, ayakkabılarımı çıkararak, deri yeleğim sırtımda, suların yükselmesine yarım saat kala denize girdim. Suda olanca hızımla yürüdüm; ortada, ayaklarım tekrar dibe değinceye kadar otuz yarda yüzdüm; denize gireli yarım saat olmamıştı ki, filonun yanındaydım. Düşmanlar beni görünce o kadar korktular ki, gemilerinden atlayıp yüzerek karaya çıktılar. Sayıları otuz binden aşağı değildi. Hemen halat ve çengellerimi çıkardım: çengelleri birer birer her geminin burnundaki halat deliklerine geçirdim; halatların uçlarını da birbirine bağladım. Ben bu işlerle uğraşırken düşman, üzerime binlerce ok yağdırıyordu; oklar yüzüme ve ellerime saplanıp kalıyor, hem fena halde canımı yakıyor, hem işimi rahatça görmeme engel oluyordu. En çok gözlerime bir şey olmasından korkuyordum; buna karşı hemen bir çare düşünmemiş olsaydım muhakkak kör olurdum. Önce de söylemiş olduğum gibi, İmparator hazretlerinin arayıcı memurlarının gözünden kaçan gizli bir cebim vardı; buraya ufak tefek birkaç şeyden başka gözlüğümü de koymuştum; bunu hemen çıkardım; sıkı sıkıya gözlerime taktım; ve böylece silahlanmış olarak, düşmanın ok yaylımına karşın, hiçbir şeye aldırmadan işimi gördüm. Okların birçoğu gözlüğüme çarpıyordu; ama camları biraz zedelemekten başka bir etkileri olmadı. Bütün çengellerimi halat deliklerine takmıştım; halatları, uçtaki düğümden tutarak çekmeye başladım; ama gemiler kımıldamadı: demirli olduklarından yerlerinde sımsıkı duruyorlardı; giriştiğim işin en çok cesaret isteyen kısmı kalmıştı. Elimde tuttuğum halatı koyuverdim; çengelleri de yerlerinde bırakarak çakımı çıkardım; yüzüme ve ellerime iki yüzden fazla ok yediğim halde, büyük bir metanetle demirlerin halatlarını kestim; sonra uçlarına çengelleri bağlamış olduğum halatları düğümünden tutarak düşmanın en büyük savaş gemilerinden ellisini, büyük bir kolaylıkla ardım sıra çektim.

Ne yapmak istediğime akıl erdiremeyen Blefuscu’lular, önce, büyük bir hayretin verdiği şaşkınlık içindeydiler; halatları kestiğimi görmüşler, gemilerini ya başıboş bırakacağımı ya da birbiri üzerine bindireceğimi sanmışlardı. Ama tekmil filolarının düzenle harekete geçtiğini, benim de önden çektiğimi görünce öyle bir çığlık kopardılar ki, bunu tanımlamak ve anlatmak hemen hemen olanaksızdır. Tehlike sahasından çıkınca durdum; yüzüme ve ellerime saplanmış olan okları birer birer ayıkladım; yaralarımı, Lilliput’a geldiğim zaman vermiş oldukları, önce de sözünü etmiş olduğum merhemle ovdum, sonra gözlüğümü çıkardım ve bir saat kadar suların çekilmesini bekledikten sonra yükümle beraber boğazın ortasından yürüyerek geçtim ve Lilliput imparatorluk limanına sağ salim geldim.

İmparator ve bütün maiyeti, bu büyük serüvenin sonucunu bekleyerek kıyıda duruyorlardı. Gemilerin büyük bir yarım ay şeklinde ilerlediğini görmüşler, ama göğsüme kadar su içinde olduğumdan beni seçememişlerdi. Boğazın ortasına gelince kaygıları büsbütün artmıştı; çünkü o zaman başıma kadar suyun içindeydim. İmparator hazretleri boğulduğum sonucuna varmış, filonun da kötü niyetlerle yaklaştığına hükmetmişti. Ama çok geçmeden geniş bir soluk aldı; çünkü ben ilerledikçe boğaz sığlaşmıştı; sesimi işitebilecekleri bir yere geldiğim zaman da, filonun bağlı olduğu halatların ucunu yukarı kaldırmış ve yüksek bir sesle, Yaşasın Lilliput’un kudretli İmparatoru, diye bağırmıştım. Lilliput’un yüce hükümdarı beni olağanüstü övgülü sözlerle karşıladı, ve hemen orada Nardac yapıverdi: Nardac’lık bu ülkede en büyük onur rütbesidir.

İmparator hazretleri geride kalan düşman gemilerini de kendi limanlarına getirmem için fırsat kollamamı rica etti. Hükümdarların istekleri o kadar aşırı, o kadar ölçüsüz ki, bizim İmparator, koca Blefuscu ülkesini bir eyalet haline sokmaktan ve bir genel vali ile yönetmekten başka bir şey düşünmediği gibi, geniş uç taraftarı sürgünleri de yok etmek, Blefuscu halkını yumurtalarını sivri uçtan kırmaya mecbur ederek bütün dünyanın biricik hükümdarı kalmak istiyordu. Siyaset ve adalet konuları üzerinde durarak, kanıtlar ileri sürerek, İmparator’u bu niyetlerinden vazgeçirmeye uğraştım; özgür ve mert bir ulusun köle olmasına hiçbir zaman alet olamayacağımı söyledim. Bu sorun mecliste müzakere olunurken, aklı başında birkaç bakan benden yana çıkmıştı.

Açık ve cüretli sözlerim hükümdarın tasarılarına ve siyasetine o kadar aykırıydı ki, İmparator hazretleri bu söylediklerimi hiç bağışlamadı; bunlardan, mecliste büyük bir ustalıkla söz edince, en makul düşünenlerden bazıları susarak benim tarafımı tutar görünmüşler; ama gizli düşmanlarım beni hedef tutan birkaç kelime sarf etmekten kendilerini alamamışlardı. Bu andan itibaren İmparator’la birkaç bakandan oluşan yardakçıları, aleyhimde, tamamıyla kötü niyetlerin doğurduğu birtakım entrikalar çevirmeye başladılar; bu entrikalar iki aydan az bir zaman içinde meyvesini verdi ve az kalsın yok olmama sebep olacaktı. Hükümdarlara edilen en büyük hizmetler, tutkularını karşılamakta gösterilen kusurla teraziye vurulunca, ne de çabuk değerden düşüyor.

O olağanüstü başarımdan üç hafta sonra, barış dilemek için Blefuscu’dan büyük bir heyet geldi; ve koşullar tamamıyla İmparatorumuzun lehine olmak üzere bir barış imzalandı. Altı elçi, beş yüz kişilik bir maiyetle gelmiş; İmparatorlarının ululuğuna ve görecekleri işin önemine uygun bir tarzda kente büyük bir

görkemle girmişti. Antlaşma yapılırken, sarayda elde etmiş olduğum –ya da öyle görünen– saygınlığa dayanarak onlara birçok hizmetler etmiştim; elçiler, kendilerine ne kadar iyilik etmiş olduğumu gizliden gizliye duymuşlar, beni resmen ziyarete gelmişlerdi. İyi yüreklilik ve yiğitliğimden ötürü övgülerle söze başladılar; efendileri İmparator hazretleri adına beni ülkelerine çağırdıktan sonra, bir hayli sözünü işittikleri doğaüstü kuvvetimi kendilerine de göstermemi rica ettiler. İsteklerini hemen yerine getirdim; ama yaptıklarımı anlatarak okuyucularımı sıkmayacağım.

Elçileri bir süre eğlendirip memnun ettim; hayretler içinde bıraktım. Sonra, erdemlerini bütün dünyanın hayranlıkla karşıladığı efendileri İmparator hazretlerine âciz saygılarımı sunarak bana onur vermelerini rica ettim; yurduma dönmeden önce hükümdarlarına hizmette bulunmak istediğimi de ekledim. onun için bizim İmparator’u görmek onurunu elde ettiğim ilk fırsatta, Blefuscu hükümdarının yanına gitmeme müsaade buyurmalarını rica ettim; İmparator dileğimi, açıkça gördüğüm gibi, pek soğuk karşıladı. Ben o zaman bunun sebebini pek anlayamamıştım; ama sonradan birinin kulağıma fısıldadığına göre, Flimnap’la Bolgolam, elçilerle görüşmemi İmparator hazretlerine sadakatsizlik olarak göstermişler; bense böyle bir şeyi düşünmemiştim bile… İşte bu andan sonra saray çevresi ve bakanlar hakkında pek o kadar iyi olmayan fikirler beslemeye başladım.

Elçilerin benimle çevirmen aracılığıyla konuştuklarını da söylemeliyim. Lilliput’la Blefuscu imparatorluklarının dilleri, Avrupa’da herhangi iki ulusun dilleri kadar birbirinden farklıdır. Her iki imparatorluk da kendi dilinin eskilik, güzellik ve kuvvetiyle övünüyor, komşusunun dilini küçümsüyor. Bununla beraber, Blefuscu filosunu eline geçirmiş olmaktan hız alan bizim İmparator, elçileri, güven mektuplarını ve nutuklarını Lilliput dilinde vermeye mecbur etmişti. Oysa, her iki ülkede de ileri gelenlerin, sahil boylarında oturan tacir ve denizcilerin hemen hepsi iki dille de konuşabiliyor; çünkü, iki ülke arasında büyük ölçüde ticaret oluyor; sürgünler karşılıklı olarak her iki ülkeye de kabul ediliyor ve dünyayı görmek, başka insanlar, başka törelerle temas ederek eğitimlerini tamamlamak için her ülke de, genç soylularını ve zengin çocuklarını öteki ülkeye göndermeyi âdet edinmiş. Ben bunu, birkaç hafta sonra Blefuscu İmparatoru’na saygılarımı sunmaya gittiğim zaman öğrendim. Büyük felaketlerin eşiğinde giriştiğim ve sırf düşmanlarımın kötü niyetlerinin sebep olduğu, ama sonra benim için çok hayırlı olan bu gezimi sırası gelince anlatacağım.

Okuyucularım herhalde hatırlar; özgürlüğüme kavuşmak için kabul ettiğim koşullar arasında beni adeta köle yerine koyan birkaç koşul vardı ki hiç hoşuma gitmemişti, ve ancak çaresizlik içinde olduğum için kabul etmek zorunda kalmıştım. Ama şimdi Nardac’tım; imparatorluğun en yüksek nişanını almıştım; onun için bu gibi koşulları yerine getirmem artık onuruma uygun görülmüyordu; İmparator da (hakkını yememeliyim) bunların bir kere bile sözünü etmedi. Her neyse, çok geçmeden İmparator hazretlerine, o zaman çok büyük sandığım bir hizmette bulunmak fırsatını elde ettim. Bir gece yarısı kapımın önünde yüzlerce kişinin bağrışmasıyla birdenbire uyandım; çok korktum; burglum, burglum diye haykırıp duruyorlardı. İmparator’un maiyetinden birkaçı, halkı yararak yanıma geldi ve hemen saraya gelmemi rica ettiler: İmparatoriçe hazretlerinin dairesinde, roman okurken uyuyakalmış bir maiyet bayanının dikkatsizliği yüzünden yangın çıkmıştı. Hemen kalktım; halka yolumdan çekilmeleri emredildiğinden, gece de mehtaplı olduğundan kimseyi çiğnemeden saraya doğru hızla gittim. Duvarlara merdivenler dayamışlardı; bol kovaları vardı, ama su biraz uzaktaydı. Zavallı halk ellerinden geldiği kadar acele ediyor ve bana yüksük büyüklüğünde olan kovaları veriyordu; ama yangın o kadar şiddetliydi ki, bunların pek faydası olmuyordu. Aceleyle ceketimi evde bırakıp yalnız deri yeleğimi giyerek gelmemiş olsaydım, ateşi ceketimle kolayca söndürebilecektim. Durum acıklı ve umutsuzdu; bu görkemli saray muhakkak kül olacaktı. Ama böyle hallerde pek seyrek olmakla beraber, o anda aklıma bir fikir geldi ve hemen bir çare buldum. O akşam glimigrin denen çok lezzetli bir şaraptan bol bol içmiştim (buna Blefuscu’lular flunec diyorlar, ama bizimkinin daha iyi olduğu söyleniyor); bu şarap bol idrar söktürürdü; bereket versin daha dışarı da çıkmamıştım. Alevleri ve ateşi söndürmek için sarf ettiğim gayretin verdiği hararatle sarap etkisini gösterdi; öyle bol su döktüm ve bunu öyle uygun yerlere boşalttım ki, üç dakika içinde yangından eser kalmadı; ve bu yüce yapı, ancak çağlar boyunca kurulabilen bu yüce yapı, yok olmaktan böylece kurtulmuş oldu.

Gün doğmuştu; İmparator’un kutlamalarını beklemeden evime döndüm; çok büyük bir hizmette bulunmuş olmakla beraber, İmparator hazretlerinin bu hizmeti görme tarzımı nasıl karşılayacağını bilmiyordum; çünkü bu ülkenin başlıca yasalarından biri, saray sınırları içinde su döken kimseyi, mevkii ve rütbesi ne olursa olsun, ölümle cezalandırmaktadır. Ama İmparator’dan gelen bir haber yüreğime su serpti: Hükümdar, Başyargıç’a bağışlanmam için emir verecekti (bununla beraber bağış kâğıdımı bir türlü elde edemedim). Bana gizliden gizliye gelen haberlere göre de, İmparatoriçe hazretleri yaptığımı öyle derin bir nefretle karşılamış ki, sarayın en ıssız bir köşesine taşınmış; yanan yapının kendi oturması için tamir edilmesine şiddetle karşı koymaya karar vermiş; en yakın dostlarının yanında da benden öç almaya yemin etmekten kendini alamamış.

VI

Lilliput’luların bilgileri, yasaları, töreleri, çocuklarını eğitme tarzları. Yazarın bu ülkede nasıl yaşadığı. Soylu bir bayanın onurunu koruması.

Lilliput hakkında daha ayrıntılı bilgi vermeyi, bu ülke hakkında yazacağım bir esere bırakmak niyetindeysem de, şimdilik genel bir fikir vererek bazı okuyucularımın merakını gidermek istiyorum. Halkın boyu ortalama altı parmaktan aşağı olduğu gibi, bütün hayvanlar, bitkiler ve ağaçların büyüklükleri de aynı orandadır. Örneğin, en büyük at ve öküzlerin boyları dört beş parmak arasındadır; koyunların boyu aşağı yukarı bir buçuk parmaktır; kazlar ise birer serçe kadardır. İşte böylece, derece derece aşağı inerken, en küçük hayvanlarına gelirsiniz; bunları gözle görebilmek benim için hemen hemen olanaksızdı; ama doğa Lilliput’luların gözlerini kendilerine özgü olan her şeyi görebilecek bir hale getirmiş; görüşleri çok sağlıklı; ama uzakları pek göremiyorlar; yakınlarında olan eşyayı görmekte gözleri pek keskin; bir aşçının sinek kadar bir çayırkuşunu yolduğunu; bir genç kızın göze görünmez bir iğne iplikle dikiş diktiğini gördüm. En büyük ağaçları, yani tepelerine ancak kolumu uzatarak yetişebildiğim imparatorluk parkındaki ağaçlar, yedi kadem yüksekliktedir; öteki bitkiler de aynı ölçüde olduğundan büyüklüklerini okuyucularım kolayca tahmin edebilirler.

Lilliput’luların bilgileri hakkında şimdilik fazla bir şey söyleyemeyeceğim; yalnız çeşitli bilimlerin yıllar boyunca büyük gelişmeler gösterdiğine işaret edeceğim. Ama yazma tarzları çok garip! Ne Avrupalılar gibi soldan sağa, ne Araplar gibi sağdan sola, ne Çinliler gibi yukarıdan aşağı, ne de Cascagia’lılar gibi aşağıdan yukarı; tıpkı İngiltere’deki bayanların yazıları gibi, kâğıdın üst köşesinden alttaki karşı köşeye doğru eğri büğrü bir şeyler.

Lilliput’lular ölülerini baş aşağı gömüyorlar. İnançlarınca, on bir bin ay sonra ölüleri dirilecekmiş; o zaman, düz sandıkları dünyanın altı üstüne gelecek, baş aşağı gömülenler de dirilince kendilerini ayak üstünde bulacaklarmış. Okumuşlar bu inancın saçma olduğunu itiraf ediyorlar ama, okumamışlara uyularak bu yöntemden bir türlü vazgeçilemiyor.

Lilliput’ta birtakım garip yasa ve töreler de var; bunlar benim sevgili ülkemdekilere o kadar aykırı ki, lehlerinde uzun uzun söz söylemeye pek isteğim yok, ama yasaların ülkemde de burada olduğu gibi uygulanmalarını dilememek elden gelmiyor. Önce, ötekinin berikinin suçlarını haber verenlerden söz edeceğim. Devlete karşı işlenen her suç büyük bir şiddetle cezalandırılıyor; ama sanık suçsuz olduğunu mahkemede açıkça ispat ederse, ona suç yüklemiş olan kimse hemen en feci şekilde öldürülüyor; malı mülkü varsa suçsuz olan adama bundan bol bol verilerek, kaybettiği vakit, geçirdiği tehlike, hapisten ötürü çektiği sıkıntı ve savunması için harcadığı para karşılanmış oluyor. Suçu yükleyen adamın malı mülkü yoksa, zararın karşılığı İmparator hazretlerinin hazinesinden ödeniyor. İmparator suçsuz adama teveccüh ve lütfunu gösteren bir de nişan veriyor; suçsuzluğu bütün kentte duyuruluyor.

Lilliput’lular dolandırıcılığı hırsızlıktan daha büyük bir suç sayıyor, çoğunlukla ölümle cezalandırılıyorlar. Şöyle düşünüyorlar: dikkat, uyanıklık, biraz da zekâ bir adamın malını mülkünü hırsızlardan korumaya yeter; ama doğruluk, düzenbazlığa karşı kendini hiçbir zaman koruyamaz. İnsanlar arasında devamlı bir surette alışveriş ve krediyle işlem gerekli olduğundan, sahteliğe müsaade edilir, göz yumulursa, ya da sahteliği cezalandırmak için hiçbir yasa konmazsa, namuslu tüccar büyük zararlara uğrar, sahtekâr kimseler de faydalanır. Hiç unutmam, bir gün İmparator hazretlerinin yanında, efendisine havaleyle gelen büyük bir parayı çalıp kaçan bir suçlu lehine aracılıkta bulunmak istemiştim; suçu hafifletmek için İmparator hazretlerine bunun güveni kötüye kullanmadan başka bir şey olmadığını söyleyince, hükümdar, suçu büsbütün ağırlaştıran bir şeyi savunma olarak ileri sürmemi son derece saçma buldu. Ben de her ulusun kendine özgü töreleri vardır diye basmakalıp bir yanıt vermekten başka bir şey söyleyemedim: fena halde utanmıştım.

Her hükümetin, işini ödül ve cezaya dayanarak yürütebildiğini hepimiz genellikle kabul ederiz; ama bu kuralın Lilliput’tan başka hiçbir ülkede uygulandığını görmedim. Burada bir kimse, yetmiş üç ay, ülkenin yasalarından hiçbir suretle dışarı çıkmadığını ispat edebilirse, hal ve durumuna göre birtakım ayrıcalıklar elde etmeye, ve sırf bu iş için konan ödenekten bir miktar para almaya hak kazanır; aynı zamanda adına eklenen Snilpall, yani “yasal” unvanını da alır, ama bu unvan oğullarına geçmez. Ben, yasalarımızı hiç ödül sözünü etmeden, yalnız cezayla korkutarak uyguladığımızı söyleyince bunu, yönetimimizin çok büyük bir kusuru saydılar. Bunun içindir ki, Lilliput mahkemelerinde adalet şöyle temsil edilmektedir: adaletin ikisi önde, ikisi arkada. birer tanesi de yanlarda olmak üzere altı gözü var: bu, gözlerinden hiçbir şeyin kaçmayacağını göstermek içindir; sağ elinde, içi altın dolu, ağzı açık bir torba, sol elindeyse, kını içinde bir kılıç var: bu da, cezalandırmaktan daha çok ödüllendirmek istediğini göstermek içindir.

Lilliput’lular, hangi görev için olursa olsun, iş verecekleri adamlarda büyük yetenekten çok ahlak arıyorlar. Şöyle düşünüyorlar: insanlığın yönetilmesi gereklidir, her insan zekâsı da şu ya da bu göreve uygundur. Tanrı, ülke işleri yönetiminin ancak deha sahibi birkaç kişinin anlayabileceği bir gizem olmasını hiçbir zaman istememiştir; çünkü bir çağda böyle dehalardan ancak iki üç tane bulunabilir. Ama doğruluk, adalet, ölçü ve bunlara benzer daha başka erdemlere erişmek herkesin elindedir; herhangi bir kimsede bu erdemlerle beraber deneyim ve iyi niyet bulunursa, o, ülkesine hizmet etmeye elverişlidir (özel eğitim isteyen görevler elbet başka). Aklın yüksek nitelikleri ahlak yokluğunu hiçbir zaman karşılayamayacağından, yüksek yetenekli ama düşkün kimselerin tehlikeli ellerine hiçbir iş bırakılamaz; çünkü bilgisiz, ama erdemli bir kimsenin düşeceği hataların, çokluğun çıkarı üzerinde, eğilimleri kendisini kötüye sürükleyen, bunu geliştirerek, artırmak ve savunmak için büyük yetenekleri olan bir kimsenin yapabileceği şeyler kadar korkunç etkileri olamaz.

Tanrıya inanmayanlara da iş verilmiyor; çünkü, hükümdarlar Tanrının vekili olduklarını kabul ettiklerinden, Lilliput’lular, bir hükümdarın, emri altında olduğu bir kuvveti tanımayanlara iş vermesini çok saçma buluyorlar.

Yalnız şunun iyi anlaşılmasını isterim ki, bu sözünü ettiğim, aşağıda da sözünü edeceğim yasalar, Lilliput yasalarının esas şekilleridir; yoksa insanın o bozuk yaradılışının güdüsüyle Lilliput’lularda görülen ahlak düşkünlüklerini kastetmek istemiyorum. İpler üzerinde cambazlık ederek yüksek görevler

elde etmek, değneklerin üstünden atlayarak ya da altından sürünerek teveccüh ve saygınlık nişanları kazanmak gibi bayağı törenleri, ülkeye şimdiki imparatorun dedesi sokmuş ve bu töreler particiliğin gitgide şiddetlenmesiyle bugünkü halini almış.

Kitaplarda okuduğumuza göre bazı ülkelerde de olduğu gibi burada da, nankörlük, ölümle cezalandırılan bir suçtur. Lilliput’lularca, bir kimse kendine iyilik eden birisine kötülük ederse, kendisine hiç iyilik etmemiş olan insanlara kesinlikle kötülük edecektir: böyle bir adam yaşamaya layık değildir.

Lilliput’ta her kentte herkesin gidebileceği eğitim evleri vardır; ve köylülerle rençberlerden başka, her ana baba, erkek, kız bütün çocuklarını, yaşları yirmi ay olunca, yani söz dinleyecek bir çağa gelince, yetiştirilmek üzere bu evlere göndermek zorundadırlar. Bu okullar çocukların sosyal durumlarına, erkek ve kız oluşlarına göre birkaç türlüdür. Çocukları yetenek ve eğilimlerine ve babalarının mevkiine uyacak bir tarzda hayata hazırlamak için uzman öğretmenler vardır. Önce erkek, sonra da kız okullarından söz edeceğim.

Soylu ve yüksek doğuşlu erkek çocukların okullarında, ciddi, bilgin öğretmenlerle bunların yardımcıları bulunur. Çocukların giyecek ve yiyecekleri basit ve sadedir; gördükleri eğitim, onur, adalet, cesaret, alçakgönüllülük, merhamet, din ve yurt sevgisi esaslarına dayanır. Pek kısa olan yemek ve uyku zamanlarıyla beden eğitimine ayrılan iki saatlik teneffüsten başka, çocuklar hep bir işle meşgul olurlar. Dört yaşına gelinceye kadar giysilerini erkek hizmetçiler giydirip çıkarırsa da, ne kadar yüksek ailelerden olursa olsunlar, dört yaşından sonra kendi kendilerine giyinmeye mecbur tutulurlar. Bizdeki elli yaşındaki kadınlar kadar yaşlı kadın hizmetçiler ancak en küçük hizmetleri görürler. Çocuklar hizmekçilerle hiçbir suretle konuşmazlar; teneffüslere küçük ya da büyük gruplar halinde, öğretmenleri ya da yardımcılarıyla birlikte çıkarlar; ve böylece bizim çocuklarımızın daha genç yaşlarında uğradıkları çılgınlık ve ahlaksızlığın kötü etkilerinden kurtulmuş olurlar. Ana babalar çocuklarını, birer saat olmak üzere, yılda ancak iki kere görebilirler; çocuklarını gördükleri vakit onlardan ayrılırken bir kere öpmelerine müsaade edilir. Bu ziyaretlerde daima bir öğretmen bulunur: bu öğretmen, ana babaların çocuklarıyla gizli gizli konuşmalarına, şımartıcı sözler söylemelerine, oyuncak, şeker gibi armağanlar getirmelerine müsaade etmez.

Bir aile, çocuğunun eğitimi için gereken parayı vermezse, bu para, İmparator hazretlerinin memurları tarafından zorla alınır.

Sıradan kimselerin, tüccar, satıcı ve ustaların çocukları da aynı tarzda yetiştirilir; yalnız bir sanat öğrenecekler, on bir yaşına gelince, başkalarının yanında çıraklık etmeye başlarlar: oysa yüksek aile çocukları eğitimlerine, bizde yirmi bir yaş demek olan, on beş yaşına kadar devam ederler; ama son üç yıl içinde gittikçe artan bir serbestlik elde ederler.

Kız okullarında, yüksek aile kızlarının gördüğü eğitim erkeklerinki gibidir; yalnız bunları, daima bir öğretmenin gözetiminde, kadın hizmetçiler giydirir; beş yaşına gelince, kendi kendilerine giyinmeye mecburdurlar. Kadın hizmetçilerin, kızlara korkunç ve saçma sapan masallar söyledikleri ve bizim ülkede oda hizmetçilerinin yaptıkları gibi, birtakım delilikler ettikleri duyulacak olursa, bunlar kentte herkesin önünde üç kere dövülür; bir yıl hapsedilir; ve ömürlerinin sonuna kadar kalmak üzere ülkenin en ücra köşesine sürülürler. Böylece, Lilliput’taki genç kızlar korkak olmaktan, budalalığa düşmekten erkekler kadar utanırlar; edep ve temizlik dışında her türlü süsten nefret ederler. Cinsiyetlerinin farklı olmasına karşın eğitim tarzlarının erkeklerinkinden pek farklı olmadığını da gördüm; yalnız idmanları erkeklerinki kadar sert değil; çünkü Lilliput’luların kabul ettiği bir esasa göre, kadınlar her zaman genç kalmayacaklarından yüksek aileden bir kadın kocasına akıl ve zarifliğiyle hoş görünen bir arkadaş olmalıdır. Kızlar, Lilliput’ta evlenme çağı olan on iki yaşına gelince, ana babaları ya da vasileri onları çoğu zaman arkadaşlarının gözyaşları arasında okuldan alıp eve götürürler; öğretmenlerine gönül borçlarını bildiren sözler söylerler.

Daha aşağı tabakadan kızların okullarında, çocuklar, cinsiyet ve durumlarına uygun her türlü işte ders görmektedirler; işçilik edecekler dokuz yaşında okulu bırakıp başkalarının yanında çıraklık etmeye giderler; ötekiler on üç yaşına kadar okurlar.

Bu okullarda çocukları olan aşağı tabakadan aileler, gayet az olan yıllık okul ücretlerinden başka aylık gelirlerinin küçük bir parçasını çocuklarının payı olarak okul müdürüne vermeye mecburdurlar: böylece, ana ve babanın masrafları yasayla sınırlanmış olur; çünkü Lilliput’lulara göre dünyaya çocuk getiren kimselerin, bunların bakımını halkın sırtına yüklemesinden daha haksız bir şey olamaz. Yüksek tabakadan kimselere gelince, bunlar da durumlarına göre, her çocuk için belli bir para ayıracaklarına dair güvence vermektedirler: bu paralar daima büyük bir tutumluluk ve tam bir doğrulukla kullanılır.

Köylülerle toprak işçileri, çocuklarını okula göndermezler. Bunların görevi toprağı sürmek ve işlemek olduğundan, eğitimlerinin halk için büyük bir önemi yoktur; ama bunlardan yaşlı ve hastalıklı olanları hastanelerde bakılır; çünkü dilencilik bu ülkede bilinmeyen bir uğraştır.

Hizmetçilerim hakkında biraz bilgi vermek ve dokuz ay on üç günümü geçirdiğim bu ülkede nasıl yaşadığımı kısaca anlatmak, meraklı okuyucularımı eğlendirir umuduyla burada biraz durmak istiyorum. Elimden doğramacılık gibi işler geldiğinden, gereksinimlerimi de karşılamak zorunda olduğumdan, imparatorluk parkının en büyük ağaçlarından kendime uygun bir masayla bir iskemle yapmıştım. İki yüz kadar terzi, en kaba, en sağlam kumaşlardan bana gömlek, masama örtü, yatağıma da çarşaf yapmışlardı; ama kumaşları birkaç kat olarak dikmek zorunda kalmışlardı: çünkü en kalın bezleri bile keten bezlerinden birkaç kere daha inceydi. Kumaşları genellikle üç parmak eninde üç kademlik parçalardı. Terzi kadınların ölçümü alabilmeleri için yere uzandım. Bunlardan biri boynumun, bir ikincisi dizimin yanında durdu; uçlarından tuttukları bir ipi çekip gerdiler; bir üçüncü terzi kadın da, bir parmaklık bir cetvelle ipin uzunluğunu ölçtü; başparmağımın kalınlığını da aldıktan sonra başka bir yerimi ölçmediler; çünkü hesaplarına göre, başparmağımın kalınlığının iki katı, bileğimin; bileğimin kalınlığının iki katı, boynumun; boynumun kalınlığının iki katı da, belimin çevresini gösterirmiş. Örnek olarak yere serdiğim eski gömleğimden de faydalanarak tam bedenime göre bir gömlek yaptılar. Üç yüz terzi de bana giysi dikmekle görevlendirilmişti. Ama bunlar ölçümü almak için başka bir çare bulmuşlardı: dizlerimin üstüne çöktüm; boynuma bir merdiven dayadılar; terzilerden biri merdivene çıkarak yakamdan yere doğru ucunda demir olan bir ip sarkıttı; bunun uzunluğu, ceketimin boyunu verecekti; belimi, kollarımı ben kendim ölçtüm. Giysilerimin dikilmesi bitince (giysilerimi en geniş evleri bile almayacağından benim evde dikmişlerdi), İngiltere’deki bayanların yaptıkları yamalara benzediğini gördüm: yalnız renkleri başka başka değildi.

Yemeklerimi pişirmek için üç yüz aşçım vardı; bunlar evimin yanında rahat kulübelerde aileleriyle birlikte oturuyorlar, bana her öğün için iki kap yemek hazırlıyorlardı. Yirmi kadar hizmetçiyi elimle kaldırıyor, masanın üstüne koyuyordum; yüz kadar hizmetçi de, ellerinde yemek kapları, omuzlarına asılı şarap ve daha başka içki fıçılarıyla yerde duruyorlardı. Masanın üzerindeki hizmetçiler, tıpkı Avrupa’da kuyudan kovayla su çektiğimiz gibi, bu yemek ve içkileri ben istedikçe, büyük bir ustalıkla yukarı çekiyorlardı. Bir kap yemek bir lokma, bir fıçı içki de bir yudum kadar bir şeydi; koyunları bizimkiler ayarında değilse de, sığırları çok lezzetliydi; bir gün o kadar büyük bir filetoyla karşılaştım ki ancak üç lokmada yiyebildim; ama böyle şeyler seyrek oluyor. Hizmetçilerim, İngiltere’de çayırkuşu butlarını yediğimiz gibi, kemikleri de yediğimi görünce hayretten hayrete düşüyorlardı. Kaz ve hindilerini bir lokmada yutuveriyordum; bunların bizimkilerden çok daha lezzetli olduğunu söylemeliyim. Daha küçük kuşlarının yirmi otuzunu çatalımla birden alabiliyordum.

Yaşama tarzımdan haber almış olan İmparator hazretleri, bir gün, sayın eşleri ve imparator soyundan olan prens ve prenseslerle birlikte gelip benimle yemek yemek mutluğunu (İmparator hazretleri lütfen bu kelimeyi kullanmışlardı) kendilerinden esirgemememi istedi; geldiler; hepsini tam karşıma, masamın üstündeki koltuklara yerleştirdim; muhafızlarını da yanlarına koydum. Hazine Bakanı Flimnap da elinde beyas asasıyla oradaydı; ekşi bir yüzle beni süzdüğünü fark ettim, ama aldırmaz görünerek, sevgili yurdumun onurunu korumak ve bütün sarayı hayretlere düşürmek için her zamankinden fazla yedim. İmparator hazretlerinin bu ziyaretinin, Flimnap’a, aleyhimde bulunmak için fırsat verdiğini gizliden gizliye duydum: bu bakan, bana, huysuzluğuna hiç uymayacak derecede iltifat eder göründüğü halde, gizli bir düşmanımdı. İmparator hazretlerine hazinenin bozuk durumundan söz etmiş; büyük faizlerle para sağlamaya mecbur kaldığını; hazine tahvillerinin ancak yüzde dokuz kırılarak satılabildiğini; İmparator hazretlerine bir buçuk milyon sprug’a (sprug, bunların en büyük altın parasıdır, bir pul kadardır) mal olduğumu; kısacası, beni başından savmak için ilk fırsatı kollamasının çok yerinde olacağını söylemişti.

Burada, hiç suçu olmadığı halde, benim yüzümden başı belaya giren çok değerli bir bayanın onur ve namusunu kurtarmak mecburiyetindeyim. Hazine Bakanı, birtakım kötü kimselerin kötü sözlerine inanarak tuttu, karısını kıskanmaya başladı. Bunlar sayın eşinin bana şiddetle tutulduğunu söylemişlerdi; hatta bir kere de gizlice evime geldiği dedikodusu sarayda bir süre dolaştı durdu. Bunun, hiçbir aslı esası olmayan iğrenç bir yalan olduğunu; ve sayın bayanın bana, kendisine hiç zarar getirmeyen serbestlik ve dostlukla davranmak nezaketini göstermekten daha ileri gitmediğini resmen bildirdim. Evime birkaç kere geldi, ama bu ziyaretleri hiçbir zaman gizli olmamaştır; arabasında her zaman üç kişi bulunurdu; ve bunlar genellikle kız kardeşi, kızı ve yakın bir dostuydu; hem sonra, saraydan başka bayanlar da beni ziyarete gelirdi. Hizmetçilerim de söylesinler: evime hiçbir araba gelmiş midir ki, içinde kimin olduğunu bilmemiş olsunlar. Ziyaretçi geldiğini hizmetçilerimden biri haber verince, hemen kapıya gider, saygılarımı sunar, arabayı ve iki atı (altı at olunca, sürücü, dördünü muhakkak çözerdi) dikkatle elime alır ve masamın üstüne kordum. Her türlü kazayı önlemek için masama, beş parmak yüksekliğinde, takılır çıkarılır bir kenar yapmıştım; masamın üstünde, çok kere atlarıyla beraber, içleri dolu dört araba bulunmuştu; ben de böylece bir grupla meşgulken, arabacılar öteki arabaları masamın çevresinde yavaşça dolaştırırlardı. Birçok öğleden sonralarımı işte böyle hoş söyleşilerle geçirirdim. Hazine Bakanı’nı ve o iki müzeviri (adlarını söyleyeceğim, başlarının çaresine baksınlar!) Clustriy’le Drunlo’yu çağırıyorum: beni, Genel Sekreter Reldresal’dan başka gizli olarak ziyarete kim gelmiş, ispat etsinler bakalım… Reldresal da zaten, önce de söylediğim gibi, İmparator hazretlerinin özel emirleriyle gelmişti. Benimki neyse ama, çok saydığım bir bayanın namus ve onuruyla ilgili olmasaydı, bu sorunun üzerinde böyle uzun uzadıya durmazdım; hem sonra, şunu da söyleyeyim ki, ben, Nardac olmak onurunu kazanmıştım; Hazine Bakanı ise, herkesin de bildiği gibi, bir derece aşağı olan Clumglum’dan başka bir şey değildi; yani aramızda marki ile dük arasındaki fark vardı; ama bakan olduğundan, protokolde benim önümde geldiğini de itiraf etmeliyim. Burada söz etmeyi uygun bulmadığım bir olayla sonradan öğrendiğim bu kuru iftiralardan ötürü Hazine Bakanı Flimnap, karısına, bir süre, çok soğuk, bana ise daha soğuk davranmıştı; ama sonunda gerçeği öğrenip karısıyla barıştığı halde, ben, nazarında bütün saygınlığımı kaybetmiştim; hatta bu çok sevdiği bakanın fazla etkisi altında kalan İmparator’un bile, benimle artık pek öyle fazla ilgilenmediğini gördüm.

 

Benzer İçerikler

New York Düşerken

yakutlu

Hayallerim Ruhumu Öpüyordu | Necdet Akkan

yakutlu

Struma

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy