“Hüseyin Rahmi’nin batıl itikatları kendine mevzu edindiği romanlarının arasında –bir romancı gözüyle– en kusursuzu, –bir okuyucu gözüyle– en eğlencelisi Gulyabani’dir.”Halide Edib Adıvar“İçinde hakikaten bütün bir âlem yaşayan ve çok kudretli tekniği sayesinde en olamayacak şeylere en mümkün vaziyetler mahiyeti veren bu romanı, muharriri büyük bir Garp lisanıyla yazsaydı mühim bir servet kazanırdı.” Nahid Sırrı ÖrikBasıldığı günden bugüne birçok kuşak tarafından zevkle okunan Gulyabani, bugün de korkutmaya, güldürmeye ve düşündürmeye devam eden, gerçek bir klasik.Edebiyatımızın bu eşsiz başyapıtını orijinal diline en az müdahaleyle günümüz Türkçesine uyarlanmış olarak sunuyoruz.
BAŞLANGIÇ
Hanımnineden yazara mektup
Bey Oğlum!
Romanlarınızı seve seve okuyanlardan biri de benim. Hele bazılarını defalarca okudum. Ve hâlâ da canımın en sıkıntılı zamanlarında okur, size dua ederim. Fakat darılmayınız, bir-iki şikâyetim var. Meşrutiyetimizden1 sonra daha güzel, daha eğlenceli eserler okumaya hazırlanırken durum pek umduğum gibi çıkmadı. Düşünce tarzımız değişti. Lisanımız hemen bambaşka bir şey oldu. Alafrangalaştı, inceldi. Bu değişme az çok sizin eserlerinizde de hissedildi. Eski hikâyeleriniz ile yenilerini tasvir, tasavvur ve üslupça kıyaslarsanız bu farkı onaylamaya siz de mecbur olursunuz. Birçoklarınca belki bu bir ilerleme eseridir. Fakat bu noktadaki bazı düşüncelerimi söylememe müsaade ediniz. Sizin en büyük uzmanlığınız ve gücünüz mahalle karılarını, hele aileler arasındaki çeneleri düşük kocakarıları söyletmektedir. Milli ve hakiki bir felsefeyi olanca çıplaklığıyla o satırlarda gösterirsiniz. Serde kocakarılık var. Bendeniz de en ziyade o türden tasvirlerinizden haz alırım ve içim açılır. Yeni edep ve felsefe alanlarına kapılıp kaleminizle cidden lezzet ve incelik bahşettiğiniz, size has olan milli ve samimi temellerden pek uzaklaşırsanız edebî kimliğinizi kaybetmenizden korkarım. Bu hem sizin hem de bizim için büyük bir kayıptır. Her romanınızda mutlaka benim gibi bir kocakarı bulup söyletmenizi bir yazma şartı hükmüne koymak da istemiyorum. Lakin kendinize has olan temellerden pek uzaklaşmamak daima en büyük sanat endişeniz olmalıdır. Bu temelleri siz herkesten iyi bilir ve tayin edersiniz.
Beni vaktiyle okuttular. Biraz mürekkep yalattılar. Her eserinizden az çok keyif alırım. Fakat benim bir merakım vardır. Sevdiğim hikâyeleri kendi kendime okumam. Yaşıtım birkaç hanımnineyi etrafıma toplayarak yüksek sesle onlara okurum. Romanın onların saf idraklerini zevklendiren açık, samimi noktalarında bu zavallı okuyucunuzun da sevinci sonsuz olur. Fakat bizde ne yazık ki her kadın nine, Schopenhauer’ın1 dünyayı siyah gözlükle gösteren keder verici felsefesini yansıtan satırlardan anlam çıkarabilecek zihnî bir terbiyeye sahip değildir. İşte sizden bu okuma yazması olmayan hanımninelerin sohbet ortamlarında okunacak, yani bu tandır küllerini2 neşelendirecek bir hikâye yazılmasını rica ediyorum. Düşünce dünyaları gibi eğlenceleri de pek sınırlı olan bu zavallılara edeceğiniz bu hizmetin mükâfatı büyüktür.
Bu eseriniz romanla masal arasında bir şey olmalıdır. İşte en büyük maharetiniz bu hikâyenizde görülecektir. Çünkü ya masalı şimdiki romanlar sırasına yükseltmek derecesinde bir sanat gösterecek veyahut ki itibarını düşürmeksizin ve mahiyetini küçültmeksizin romanı masal mertebesinde sadeleştireceksiniz. Kaleminizin kudretine güvenerek sizden bu harikayı beklemedeyiz. İlmî, bilimsel ve sosyal konulardan kaçacaksınız. Konunuz esrarengiz cin, peri gariplikleri veya bir çarşamba karısı, bir dev, bir gulyabani olacak. Olay o kadar merak verici bir ustalıkla düzenlenecek ki biz hep meraklı kocakarılar, hikâyenin alt tarafı acaba ne çıkacak bekleyişiyle tandır başında titreşeceğiz. Zaten sarsılmış sinirlerimizi bu merakla büsbütün sarsacaksınız. İşte sizden bunu bekliyoruz. Rica bizden, lütuf sizden. Baki çok dualar, senalar evladım…
Okuyucularınızdan
Bir Hanımnine
Cevap
Muhterem Hanımefendi Hazretleri,
Yolumu gözleyen siz hanımninelerimi memnun etmek için imkânsızı mümkün kılmak cüretine kalkıştım. Fakat bu güç işe ilk teşebbüsümde çektiğim zorlukları tarif edemem. Çünkü ömrümde cin, peri görmedim; insana türlü türlü cilveler gösteren bu hayat şimdiye kadar beni bir dev, bir gulyabani, bir çarşamba karısının görülme sevinci veya sohbetiyle onurlandırmadı. Böyle bir lütuf göstermedi. Talihin bu müsaadesine eriştiklerini yeminlerle temin eden bazı kimselere rastladım. Bunlar cin, peri, cadı hatta gulyabani gördüklerini ciddi ciddi iddia ediyorlar. Fakat bu kişilerin samimi ifadelerine rağmen sözlerine inanamadım. İçlerinde yalan söylemeyecekleri de var. Bu gibilerinin ani bir kuruntuya uğramış oldukları kararında tereddüt etmem. Basın özgürlüğünün ardından ispritizmaya1 ve ruhlarla ilişkilere dair birçok eserler yayımlandı. Garip şeylere daima rağbet gösteren halk, bu eserlerden bekledikleri iç ferahlığına eremediler. Arkadan “Nat Pinkerton”2 yetişti. Alengirli işleri pek de peri işinden geri kalmayan Amerikalı bu hayal ürünü hafiye üstadından sonra matbuat sahasına bir gulyabani de ben salıverirsem zaten siyaset ve kriz telaşıyla yorgun düşen okuyucularımın zihinlerini büsbütün karıştırmış olmaz mıyım?
Hanımefendi; romanlar hakkında ileri sürdüğünüz kısa fakat faydalı görüşlerin derin etütler neticesi olduğu görülüyor. Hanım okuyucularımın içinde sizin gibi erdemli kişiler bulunduğunu görmek bendenizce hakikaten gurur ve sevinç kaynağıdır. Tavsiyeniz doğrultusunda masalı şimdiki romanlar derecesine çıkarmaya yahut romanı mahiyetine zarar vermeden masal derecesinde sadeleştirmeye uğraştım. Meydana şu eser geldi. Bu hikâ yede garip şeylere ve tabiatüstü hadiselere meraklı zihinleri memnun edecek boy ve heybette bir gulyabani ile bir alay da cin ve peri var. Eserin yazıldığı tarihte bu acayip ve tehlikeli mahluklarla o kadar meşgul oldum ki bazı akşamlar ev halkı uykudayken gecenin sessizliği içinde bana yazı odamda gürültüler, patırtılar oluyor gibi gelirdi. Kendi kendime, “İşte periler geldi. Roman müsveddeleri içinde haklarındaki ifadelerimden memnun olmadıkları sayfaları alıp götürüyorlar,” derdim. Sabahleyin kalkınca ilk işim bir koşu müsveddelerimi saymak olurdu. Bütün kâğıtlarımı numara sırasıyla tamam bu lunca, “Oh! Hele dokunmamışlar!” diye geniş bir nefes alırdım.
Hikâyeme bilimsel, ilmî, sosyal fikirler karıştırmamamı tavsiye ediyorsunuz. Zaten dev, gulyabani çarşamba karısı gibi avamın hayal ürünü mahsulü garip şeyler ilim ve fennin sınırlarına dahil edilemez. Bunların yakalarından tutup da bir ameliyathaneden, bir laboratuvardan içeri sokmak, bir fizyolojistin, bir kimyagerin, bir operatörün, bir âlimin, bilimcinin huzuruna çıkarmak kabil olsa hasepleri nesepleri, asılları fasılları, icikleri cicikleri hakkında kesin bilgi edinilir, halk arasında leh ve aleyhlerinde sürüp giden söylentilere artık çizgi çekilirdi. İlim, kanunlarını yerin altına inerek, göklere çıkarak teleskoplarla, mikroskoplarla her yerde, her molekülde arıyor. Bu garip şeylerin, bu yabanilerin aslı olsa elbette bunlardan birini çalyaka eder, üzerlerinde mikrop aşılama yaptığı tavşanlar, fareler gibi kafese kordu.
Ah hanımnineciğim; dürbünlerden, Kodak makinelerinden, her türlü bilimsel takipten kaçan gulyabaniyi ben, âciz bir romancı nerede yakalayıp da hakiki tasvirleriyle şaşkınlık içinde bırakacak, gözünüzün önüne koyabileceğim! Bendenize olmayacak bir görev yüklüyorsunuz. Fakat güzel hatırınız için işte olmayacak bu işe saldırıyorum. Şu hikâyemde tabiatüstü mahluklarla sizi görüştüreceğim. Başka memleketlerin romancılarınca itibar temini hususunda edebî güç yeterli sayılır. Lakin bizde kıymetli olabilmek için “huddam sahibi” olmak lazım geliyor.
Bilim ve ciddiyet erbabının eleştirel ve azarlayıcı nazarlarını üzerime çekmeksizin sizi manevi âlemin kendimce olan sırlarında dolaştırdıktan sonra yine maddiyatımıza geri döneceğiz. Roman bir gariplikler mecmuası olmakla beraber yirminci medeniyet asrının zihinler için tayin ettiği makul düzlemde sona erecek.
Hanımnine, affedersiniz, beni çok sıktınız amma bu na da eyvallah. Peki, dediğiniz gibi olsun… Hikâyenin sizi heyecana düşürecek kadar meraklı olmasını istiyorsunuz. Bazı sayfalarda eğer heyecanın şiddetinden tandır mangalını devirmez veyahut bozayı üstünüze dökmezseniz her türlü fırçanıza razıyım.
Yazarken iyi saatte olsunlar rüyama girdiler. Bakalım okuduktan sonra size neler olacak? Baki saygılar.
Hüseyin Rahmi
GULYABANİ
1
Muhsine Hanım
Bu saf, muhterem kadın, kınalı saçlarının üzerine kundakladığı çimenî, tırtıl oyalı koyu şarap rengi yemenisiyle, parlak dikişli lacivert lahurakiden geniş hırkasıyla, etrafı kırmızı kaytan çevrili aba mestleriyle hâlâ gözümün önündedir.
Çocukluğumda, o zaman yaşı altmışı geçkindi. Fakat kavisleri ortalarına doğru eğri büğrü olmuş porsuk kaşlarının üzerine rastık şerbeti gezdirmek, gerdanda, yanakta renksiz kalmış eski benlerini tazelemek, kirpiksiz göz kenarlarını sürmeyle gölgelendirmek alışkanlığında, güzelliğinin bu emeklilik günlerinde bile hâlâ ısrarcıydı. Eşi Hacı Hasan Efendi’ye büyüleyici görünmek hususundaki bu süslenme âdetine karşı ona takılmaktan kendilerini alamayan komşu hanımlara, “Kardeşler, viran evi gösteren biraz boya, biraz badana, biraz temizlik, derlilik topluluktur,” karşılığını verirdi.
Onun etli vücuduyla romatizmalı kalçaları üzerinde sendeleye sendeleye, “of” diyerek, “Bana da yer açın cadalozlar!” şakasıyla tandır başında bir yer alışı vardı… Cuma ve pazartesi kış geceleri Aksaray’daki evimizde büyük bir “boza” eğlencesi kurulurdu. Eğlencenin ruhu, en büyük katılımcısı, en tatlı hikâyecisi Muhsine Hanım’dı. Hep oradakiler dört gözle gelmesini beklerdik. O, kendine olan bu düşkünlük ve merakımızı bildiğinden ziyaret saatini bile bile geciktirir, en sonra gelir, gelmeyeceği endişesiyle bir müddet yüreklerimizi oynatırdı. Ümit kesme ıstıraplarıyla bizi iyice üzdükten sonra nihayet kapı tokmağı tak ederdi. Onun eşi Hacı Efendi’nin tek vuruştan ibaret bir kapı çalışı vardı. Gelenin onlar olduğunu hep anlar, bütün masala susamış çoluk çocuk sevinçle merdivenlere, karşılamaya koşuşurduk. Muhsine Hanım avluya girince, “Hacı pek gecikme,” uyarısıyla eşini savdıktan sonra mavi zemin üzerine iri sarı sopalı, ipekleri sağılmış Şam işi eski çarşafının yukarı kısmını omzundan aşağı atar, eteklerine basarak yuvar yuvar yürür; hemen koltuklayıp tandır başındaki saygıdeğer yerine oturturduk. Artık bütün gözler büyük bir tecessüs ve beklentiyle onun buruşuk dudaklarına dikilirdi.
Masalcı hanım kendini ağır satmak için türlü tereddütle ve nazlana nazlana, “Bu gece hunnakım var. Yutkunamıyorum. Halim yok. Bu akşam da siz söyleyiniz, ben dinleyeyim,” nazlarından sonra birçok ricaların ardından bir bardak boza başlangıcıyla hikâyeye girişirdi. Bozanın mezesi olan leblebilerini dudaklarının ortasını merkez alarak alt üst çenelerinden oluşan kısmını buruşturarak, bu sabit nokta etrafında dolaştıra dolaştıra tuhaf yüz ekşitmelerle çiğneyerek, biraz göz süzüklüğüyle başlardı.
Hikâyenin heyecan verici noktalarında başıyla beraber kulaklarındaki enseden pamuk ipliğiyle birbirine iliştirilmiş iki küçük yaprak arasından sarkmış ufacık armuda benzeyen Mevlevi sikkeli gümüş küpeleri heybetli bir şekilde titrerdi.
Onun hikâyeleri içinde en meşhuru, en meraklısı “Gulyabani” olayıydı. Bu bir masal değil, olmuş bir vaka, gençliğinde Muhsine Hanım’ın uğradığı acayip ve üzücü bir maceraydı.
Bunu kendisinden dinlediğim gibi hikâye edeceğim.
….