Gurbeti Ben Yaşadım

Osmanlının son dönemleri…
Anadolu’da küçümsenmeyecek derecede bir yozlaşma yaşanmaktadır. Ve selin önünde bir adam… Gerçek bir hayat hikayesi olan bu eser, yıllarca okunulup nesilden nesile tavsiye edilecek bir halk romanı…

•Yüreğim baştan başa bir diyarı haraptır. Bağrımda can çekişen, bir avuç ızdıraptır.•
Uzakla, yayvan tepelerin üzerinde gamlı bir fecir, uykusuz gözlerini aralıyor, Kelkit’in yaslı bir ritimle akarken çıkardığı sesler, bedbinliğini bir misli daha çoğaltıyor, meyus bakışlarındaki vehim, adımlarına görünmez gemlerini vurdukça, hissiyatını acımasız bir güçle kamçılıyordu.
Rengi, sıkıntıdan buram buram ter düklüğü İçin belli olmayan adamın yorgun ve fersiz gözlerinde inadına ezici bakışlar hüküm sürüyordu.
Kaşları bilinmez bir kederin, vicdan ezici yükü altında çatılmıştı… Aniden değişti… Anlaşılan sevincini bulandıran birşeyler olmuştu… Göz kapaklan tariıi güç bir korkuyla çırpındı.
Hatırası yıpranmış, hayali yorgun düşmüştü. Kudurmuş fırtınalar gibi yer yüzünde gürleyen. amaçsız rahattan, huzurdan yoksun bir gönülle ırmağın kenarında durdu… Hiç beklenmedik bir onda iradesi hurdahaş olmuştu. Buruk bir acıyla vücudundaki bütün tüyler, diken diken oldu…
Yüzünde balçık rengini andıran deri. inadına gergin, kirpiklerinin altında koyu gölgeler hakimdi… İleride, sislerin arasından sıyrılıp açığa çıkmakta olan kasabayı vicdan ezici bir azapla seyretti.Saçı sakalı, intizamsız ölçüler içinde uzamış, gömleğinin yakası, toz ve kirden kaskatı kesilmişti.
Bir ara o. delice arayış içinde olan gözlerini, kasabanın ufuklarından çekip sağ ayağındaki postalın perişan manzarasına çevirdi.
Pençe, tabandan dil gibi ayrılmıştı. Yorgun bir el, ceketinin ceplerinden bir şeyler aradı. Titrek parmakları neden sonra, bir kırnap parçasıyla dışarıya çıktı…
Omuzunda asılı duran soluk renkli bez çantayı, usulca indirip bir kenara bıraktıktan sonra, az önce cebinden çıkardığı kırnapla, yürüdükçe kendisini rahatsız eden ayakkabının pençesini, alttan üste sıkıca bağladı. Sonra, pantolonunun sökük paçalarında ve ezik dizlerinde dolandı bakışları.
Günlerdir aç, susuz, hasret duvarını aşabilmek için yürümüştü. Yüreğinde, hiç beklenmedik bir anda dirilen vehim, çehresinde acılı bir can çekişmenin korkunç izlerini taşıyordu. Güneş, renksiz bulutların arasından doğmaktaydı… İrade dişi; fakat isteksiz bir hareketle, az önce yere bıraktığı çantayı alıp yeniden om uzuna astı.
Azap dolu bir çehresi vardı. Yorgun üç beş adım daha tazeledi, kasabaya doğru…
Anlamsız bakışlarla, bir kaç yüz metre uzaklarda tablolaşan kasabayı yeniden seyretti. Henüz, manası beyninde biçimlenmemiş bir düşünce, adımlarına yeniden prangalar vurdu… Durdu, garip bir eda içinde derin Ah* çekti… Yorgun dimağı seneler öncesini kurcaladı… Eskimiş, yılların arkasında kalan perdeleri araladı…
Üzerine sisli hüzün bulutlarının çöktüğü mazi, adeta ruhunu katleden ıstırabın sebebini açığa vurabilmek için çırpınışlar veriyordu…Gözbebekîerinde derin ürpertiler vardı. Yorgun düşüncelerini müphem bir varsayımla hançerleyen adam, sabahın serin rüzgârlarının yüzüne kondurduğu buselere rağmen, buram buram terlemişti. Şu an, kendisini yıllar öncesi davulla zurnayla harbe yolcu eden insanlardan, görünürlerde kimseler yoktu.,. Senelerdir damarlarında hayat iksiri gibi kanıyla birlikte dolaşan hasret, şimdi başka acılara, başka ıstıraplara kapısını aralamaktaydı…
¦ Dönüp git…- Diyordu içinden kabaran bir nıs.., Fakat, neden?
Derin bir yeis içinde çırpındı… İradesi felç oldu birden; duygularına hiç beklenmedik anda bir fikir kargaşası el koydu,., Atsız, arabasız tükettiği yollar şimdi gözlerinde sonsuzluk ülkesine çekilen uçsuz bucaksız uçurumlar niteliği taşımaktaydı…
Torbasında ekmek, cebinde on parası bile yoktu… Üstelik vücudunu, en parlak ümitlerin İtici gücüyle buraya kadar sürükleyip getiren adam. her şeyini aniden yitirmişti… Aylardır aç, sefil, uykusuz ve direnç, siz .süren yolculuğu, bir vuslat anlayışı içinde sürmüştü.
Yaşadığı kasabaya derin bir masumiyet içinde, belki de son defa bakarken içler acısı bir manzara arz etmekteydi… Fersiz bakışları buharlaştı, sakallarının arasına doğru iri göz yaşları yuvarlandı.
Başka simalar, başka yüzler tahayyül ediyor. Itır yabancı bir kapıyı aralayıp, yaslı bir gönülle giriyor içeriye… O. yedi düvel düşmanın yoramadığı, topun tüfeğin yıkamadığı, en kızgın kurşunları bağrında soğutan adam, beynini kurcalayan vehmin karşısında sarsılıp dize geliyordu…
Tas ocaklarında, tuğla ocaklarında, esir kamplarında yıllardır hasretiyle kavrulduğu toprakların üzerinde oluşu sanki memnun etmemiş bir hüviyete sokmuştu çehresini…
— Tam yirmi yıll diye mırıldanıyor. Bir ömür kadar uzun…
Yorgun kafasını geldiği yollara çevirip lanetli, bed. dualı ürpertilerle baktıkça, gözlerinde sonsuzluğa uzanan istikamet, gidilmezliğin habercisi gibi camlıyor
beynine…
Kasabaya çeviriyor gözlerini, Kelkit’in, bozbulanık akan sularına katmaya çabalıyor elemlerini, isim yazdığı oğlu düşüyor aklına -Davud-. Sonra anası babası ve Itır…
Hasretin yıllardır yakıp kavurduğu adam, yeni yeni içinde dirilen cılız bir cesaretle, yeniden adımlarını tazeliyor kasabadan yana… Çok geçmeden sert bir ihtar korkunç darbeler indiriyor beynine :
– Duuuur!
Yolun kıyısında kaskatı kesiliyor bacakları. Adımlarını kesen duyguya yenik düşüyor filizlenen taze ümitler… Sabahın uçuk bulutlan arasından evlerini seçebilmek için, kısık bakışlarıyla tarıyor öteleri… Bir kabus kudurtuyor şüphesini… Değişik sahneler getiriyor gözlerinin önüne. Düşünceleri taşlaşıyor, dudaklarını geviyor acısını hafifletebilmek için.
Fırtınalar kuduruyor. gözbebeklerinde. Deli deli dönüyor yuvalarının içinde…
Meçhul asırların bilinmeyen günlerinden beri seferini sürdüren Kelkit, hâlâ. akıntıya barikat kuran iri iri taslara basını vura vura ağıtlar söyleyerek akıp gitmekte…
Geçtiği toprakların kıyısında yaşayan insanların, ürpertisine kederine, öfkesine, derin bir vurdumduymazlık edası içindedir hep… Duyduklarını, bildiklerini şahit olduğu her şeyi, içine kapalı duygular içinde düzde, yokuşta, ovada. ıssız vadilerin arasına, yılankavi kıvrımlar çizerek uzaklara, çok uzaklara taşımakta…
Kelkit, kasabanın hemen kıyısından akar.,. Bu, zaman zaman azgınlık getiren, coşan, çağlayan yaz aylarında azalıp sıska bir dere görünümüne bürünen Kelkit, her nedense bu havalinin insanına yabancı gibidir.
Kelkit kendi havasında. kendi türkülerini besteleyerek, o carin musikinin eşliğinde hüzünlü bir ritm tutturup akar akar…
Yörenin insanları ona karşı anlamsız; adeta bir fazlalık, işe yaramazlık gibi duygular içindedirler sanki …
Bütün bu ilgisizliklere rağmen, yine de kenarında beslenen, yorgun çehreli salkım söğütleriyle. kasabanın kıyılarına serinlik vadeden gölgeleriyle. dostça selamlar geçtiği yerleri…
Sıcak yaz aylarının keskin ışıkları, Kelkit’in ılık sularıyla oynaşıyordu. Ter, yorgunluk ve toz içindeki delikanlı çarşı meydanındaki çeşmeye yaklaştı… Günyanığı yüzünde buharlaşan ter kabarcıklarının üzerine, iki avuç su çarpıştırarak rahatlamaya çabaladı. Birkaç dakika öncesi vilayetten kervancıların getirdikleri yükleri dükkanlara taşıyıp yorulmuştu…
Derin bir nefes aldı, çeşmenin başında. Az sonra, gözleri karşı dükkanın gölgelediği duldayı beğendi…
Sırtını duvara yaslayıp ayaklarını uzattı… Vücuduna hoş bir rahatlık yayıldı. Çok geçmeden tatlı bir rehavet çöktü gözlerine… Yorgun bir el darbesiyle başındaki fesi İndirip, sağ tarafına koyduğu, on yerinden düğüm atılmış, yük taşıdığı ipin üzerine bıraktı. Gömleğinin, üst iki düğmesi koptuğu için, göğsü açılmıştı. Zayıflıktan kemikleri sayılan delikanlı yüzünü yıkamasına rağmen çekildiği gölgede buram buram terler dökmekteydi… Kasavetli bir gönülle, derin düşüncelere daldı birden… önce, omuzlarına binen sorumluluk yükünün altında ezilir gibi oldu. Yüz hatlarında derin bir ıstırap kaynaşması başladı… Kısa, birkaç nefeslik zaman içinde dipsiz şeyler düşünmeye yellendi…
Babası adını -Apti- koymuştu.., içinde yaşadığı toplumun insanı onu -Abdil- diye çağırmaktaydı… Şimdi görevi de adının başına eklenince Hamal Abdi’e çevrilmişti…
Gözleri yorgunluğun getirdiği uykuyu dağıtıp, hülyalarını çocukluk yıllarına taşımaya çalıştı…
Hayatını güçsüz omuzlarına yüklediği şartlar altında zorlandığı, meğsinilmediği horlandığı vakitlerde tenha bir köşeye çekilip çocukluk yıllarına taşıdı düşüncelerini.
Her arzusunun yerine getirildiği, nazlandığı, etrafından hasetli ilgiler topladığı mazide kalmış günlerine, dönerdi hülyaları:
—  Abdil yine yemedin bugün.
Anası, yüreği serinleten ılıklıktaki sesiyle doldururdu odanın içini:
—  Canın ne isterse onu de.
Sokakla bir çocuk incilse, yel gibi yetişirdi baba… Ana, otoriter sesiyle sarsardı ufukları… El bebek, gül bebekti vaktiyle…
Bunaltıcı sıcağa rağmen, gölgede oldukça rahatlamıştı… Az öncesi firkatli bir görünümde duran çehre, şimdi  asude  bir  ferahlığa  kavuşmuştu…
Kirpikleri düştü, gözleri uyku toplamıştı yeniden… Ayaklarının ucunda bir gölge belirdi, sonra tüylerini ürperten bir ses böldü hülyalarını…
—  Len Abdil’ Dükkanın gölgesini han mı belledin? öfkeyle açtı gözlerini, bakıştan alev alev yandı…
Önce nefretle seyretti başucundaki delikanlıyı, sonra umursama?, bîr eda içinde, toprağı gözetledi…
öfkelendiği genç, akranlarından birisiydi. Son yıllarda kasabayı şerrinden titreten bir ailenin çocuğu…
Bacındaki al fesini hafifçe geriye alıp omuzlarını havalı bir eda içinde oynattı. Sol elinin baş parmağını köslekli saatinin bulunduğu cebine takıp İstihza dolu bir yüzle alaylı konuştu;
—  Abdil!
Göz, ucuyla kıyışık baktı. Usandırıcı bir tavır takındı ve hemen sonunda yeniden kapadı gözlerini… Az önce derinleştirdiği hülyalarına dönmek istedi.
Okkalı varlığına aldırış edilmeyişine alındı. Sol ayağının ucunu Abdil’in uzalı duran sağ ayak tabanına kararsızca tepişi Abdil’in sabrını taşırdı… Adeta mazisini bile rahatlıkla gezinemez olmuştu. Yüzü kırıştı lanetleyen bir tavırla sertleşti:
—  Rahat bırakıp da gitsen ya.
Gururu incindi Okkalının. Daha yirmilerinde bulunan delikanlı! Kasabada nam salmıştı… Belki de arkasında üç ağabeyisinin daha bulunuşuydu onun yüreğindeki dipsiz korkusuzluğun kaynağı…
Sözünün üzerine söz kondurmayışı. hoşgörü ile tanışamayışı, müsamahaya yüreğinde yer vermeyişi hep bu yüzden olmalıydı.
Tekrar acı bir kuvvetle tepti Abdil’in ayak tabanına.
—  Ulan salak Abdîl, adam mı belledin kendini. Hamal Abdil’in firkatli bir çehresi vardı. Canı acımıştı. Eğisli konuştu:
—  Benzetemedin demek.
—  Yoooo!
—  O vakit git başımdan da, adam olanlarla gonuş. Kasaba ertesi gün kurulacak olan pazann hazırlık
çabaları içinde kaynaşmaktaydı. Etraftan gelip geçenlerden, tecrübeli bir kaç kişi bu ağır şakanın tatsız biteceğini kestirip yol değiştirdiler.
Kara Halil arkadaşı Kürşat’la birlikte dükkanlarına yaklaşırlarken bir yandan da yeni yeni rayından çıkmaya başlayan hadiseye dikkat kesildiler…
—  Aç len şu gözlerini.
Derin bir nefes alıp iç geçirdi; gözünü hırsla araladı :
—  Okkalı gönlüm pek darda, keyfimi bozma, varıp git başımdan.
—  öyle kendini adam yerine komayı bırak da bir sorum var doğrusunu dersen, ilişmez giderim.
Nefes alışı bile usanç doluydu:
—  iyi ya sor da rahat bırak, barim.
—  Sandığa toprak doldurup soğan, sarımsak ektiğin doğru mu?
Acıdan yüzünün derileri kırıştı. Derin bir -Of- çekti. Toplanıp bağdaş kurdu toprağın üzerinde:
—  Eğlenecek başka şey mi kalmadı? Sandığa soğan dikmek suç mu?
Göklere ağan bir kahkaha savurdu Okkalı:
—  Hah hah hahaaaa. Demek doğru he? Sandığa soğan sarımsak ektin demek?
Halil’le Kürşat da gelmişti. Okkalı başucunda duran amcası oğlu ve Kara Halil’e bakıp yeniden bir kahkaha savurdu. Hemen peşinden aynı neşeyle devam etti.
—  Yarın pazardan iyi bir yer kapıp sandıkta yetiştirdiklerini satıp, ticaret yap.önce nefretle baktı suratına, sonra bıkkın bir tavırla yerinden doğrulup, lanet okuyan ifadelerle gözlerinin İçindeydi… Güç durumda olduğu apaçık belliydi. Ciğerlerine kezzap gibi inip parçalayan bir nefes İndirdi… iğrenerek, sükût içinde seyretti Okkalı’yı… Konuşmadan, kısa bir adım geliştirdi uzaklaşmak için…
Okkalı gönlünü eğlendirememişti anlaşılan Kuvvetli birçelme taktı Abdil’in bacağına… Sendeledi, dengesini yitirdi bir müddet. Güçlükle toparlanıp durdu. Ağlamaklı bir yüzle baktı suratına:
—  Bırak be Okkalı! Gidip kendin gibi macera arayan keyfi yerinde birisini bul. Ne eğlenip durursun be?
Yakasından kuvvetli bir pençe gibi asıldı, Okkalı-
—  Gönlüm eğlendirmeni istiyorsa eğlendireceksin demektir.
—  Neden çattın durup dururken? Ben bir lokma ekmeğin peşinde gezen Hamal Abdil’iyim kasabanın. Bırak ki yoluma gideyim?
—  De hele. soğanları yarın pazara çıkaracan mı? Soluğu darlandı. öfkesi İnadına arttı:
—  Bizi bu durumlara emmin Kesir Hüsnü düşürdü. Sen de durmuş eğlenirsin.
Yakasından sıkı sıkı asılan el Abdil’i kukla gibi salladı, sarstı.
—  İşte bunu demeni istedim hep. Sağda solda dediklerini, bir kere de burada de hele…
Dişlerini sıktı. Çat1ayacakmış gibi nefes alıp verdi,
—  Emmin etti işte. Faizci Hüsnü. Kesir Hüsnü etti… Bir mecidiyenin faizi günde bir para diye diye. Haram bir alış verişle söndürdü ocağımızı. Tarlamızı, çayırımızı, günah bilmeden haramı tanımadan aldı elimizden. Kumar oynattı babama. Her şeyimizi aldı elimizden emmin. Duydun mu simdi! Bir lokma ekmeğe…

Benzer İçerikler

Yeşil Gölge

yakutlu

Yoksa Hayat Gençken Daha mı Zor?

yakutlu

Barbara Freethy – Melek Öpücüğü – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy