Anadolu’nun küçük bir ilçesinde sınıf öğretmenliği yapar Salim öğretmen, çok sevilir sayılır; kendine has eğitimciliği dilden dile dolaşır. Salim Öğretmen havanın ayaza kestiği bir gece vakti evine dönerken bir dükkânın önünde büzülmüş duran küçük bir kıza rastlar. Gecenin bir vakti çengelli iğne, kibrit satmaya çalışan bu küçük kız pek bir bilmiş, pek bir uyanıktır; verdiği yanıtlarla Salim Öğretmen’i iyiden iyiye meraklandırır. Kimin nesidir, nereden gelmiştir, kimsesi yok mudur? Salim Öğretmen sorar da sorar ama doğru düzgün bir yanıt alamaz küçük kızın ağzından. O da kızı kolundan tuttuğu gibi ak saçlı, nur yüzlü anasına götürür. Valide hanım da hiç yadırgamadan bağrına basar onu. Ve kir pas içindeki bu kara kız bir güzel yıkanıp temizlenince ipek saçlı, boncuk gözlü bir peri kızına dönüşür; hassas kalbinde fırtınalar kopan, hüzünlü, gururlu bir periye…
***
KAHVEDEKİLER
İlçenin en büyük kahvesiydi. İçerisi hıncahınçtı. Zamanın ilerlemiş olmasına karşın, hâlâ, iğne atsan yere düşmezdi. Tavla, domino şakırtılarına öksürükler, aksırıklar karışıyor; arı gibi çalışan garsonlar, uzaktan uzağa, ocakçıya doğru: “Çaylar demli olsun usta, iki az şekerli!” diye bağrışıyorlardı.
Öğretmenin gidici olduğunu gören mal müdürü:
– Salim Bey kardeşim, hayrola, bizi yüzüstü bırakıp nereye? diye sordu.
Oysa epeydir onlarla birlikte oturan Öğretmen Salim, üçüncü kez içtiği çayın boş bardağını masada biraz öteye iteleyip:
– E, dedi, eve geç kalmayalım. Vakittir.
– Ev kaçmıyor, kardeşim.
Jandarma başçavuşu, onun birden kalkmak istemesini başka bir nedene bağlayarak, dertlendi:
– Şu ilçede adam gibi, eli yüzü düzgün bir okuma ve dinlenme salonu olsa, kahve köşelerinde dumandan bogulmazdık.
Doğruydu dediği; sigara, nargile dumanına boğulmuştu kahve. Birisi, kalkıp pencere camlarından birini açacak oldu mu, o pencereye yakın oturanlardan başka birisi, “Üşüdük anam!” deyip hemen kapatıyordu pencereyi.
– Salon mu, şehir kulübü mü bakalım, yakında o da olur inşallah! dedi mal müdürü. Kaymakam bey niyetlisiymiş diyorlar. Hiç değilse memurlar sık sık bir araya gelir, birbirlerini daha sık görürler. Öğretmenim, nedir yani, şimdi dumandan mı kaçıyorsun, yoksa bizden mi?
Öğretmen Salim başını salladı:
– Yo hayır, biraz işim var da.
Mal müdürü sağ gözünü kırparak gülümsedi:
– Kurt dumanlı havayı sever derler. Sen de eski kurtlardansın. Hele otur, otur biraz daha. Oradan buradan tatlı tatlı konuşuyorduk ne güzel. Yarın günlerden pazar değil mı canım? Okul yok nasılsa.
Öğretmen: “Okul yoksa da, öğrencilerin bakılacak yazılı ödevleri var!” demek üzereyken, jandarma başçavuşu onun ceketinden çekeledi:
– Mal müdürümüz otur diyor, öğretmenim. Ne kendi lâfı tükenir, ne başkasınınki tükensin ister.
Mal Müdürü Dursun Bey buna da gülümsedi:
– Etme eyleme başçavuşum, lâflamakta sen benden geri mi kalırsın?
– Yoo, seninki benimkine benzemez müdür, dedi başçavuş. Falanca köyde bir olay olmuş. Dağ bayır, soğuk ayaz dinleme, hadi jandarma başçavuşu koş oraya! Asfalt yolda otobüsle kamyon çarpışmış. Başçavuşum, git bak hele, ölen kaç kişi, kalan kaç kişi? Bu yüzden, eş dost yüzünü haftada ancak bir, iki gece görmekteyiz.
Mal müdürü:
– Bak! Bak bak, söz altında kalıyor mu hiç? Öğrencilerin bakılacak ödevleri var dedin, öğretmenim. Neymiş bu ödev, çok mu önemli?
Öğretmen Salim, ister istemez biraz daha oturmak zorunda kalıp, kısaca açıkladı:
– “Sizce, acımak nedir?” diye bir soru sordum onlara. Bakayım, her biri neler döktürmüş. Çocukların iç dünyaları bu soruya verecekleri yanıtlarla daha güzel, daha kolay anlaşılır. Merak ediyorum doğrusu.
– Kaçıncı sınıfa sordun bu soruyu?
– Dördüncü sınıfa.
Mal müdürü dedi ki:
– Acımak nedir bilir mi oncağızlar?
Gözleri bir an dalgınlaşan öğretmen, başıyla da onayladı:
– Eh işte, kendilerine göre bir şeyler bilmeleri gerekir.
Başçavuş alıldı:
– Öyle ya! Koşarlarken düşmüşler, canları yanmış, hiç değilse çürük dişin ağrısını çekmiş, acının ne olduğunu az buçuk duymuş anlamışlardır. Öyle ya!
– Birden kavrayamadın, karıştırdın başçavuşum… diye söylendi mal müdürü. -Nargilesini fokurdatıyordu bir yandan.- Acıyı değil, acımayı sormuş öğretmen. Merhameti yani. Başkasını kötü durumda görüp de üzülmeyi yani. Osmanlıcasıyla merhamet, öz Türkçesiyle acımak, bu.
Biraz sıkılarak, “E, peki canım, öyle olsun…” diyen başçavuş pek de mesleğinin adamı sayılmazdı. Davranıştan sertlikten, katılıktan çok, yumuşak tepkilerden oluşurdu. Garsona üç demli çay daha söyleyip öğretmenin yüzüne baktı:
– Öğretmenim, öğrencilerin ödevlerine bakmadan önce sen deyiver hele bakalım; sence nedir acımak?
– Söz uzayacağa benzer. Bırakın gideyim.
– Varsın biraz uzasın. Bundan yıllarca önce ilk trafik kazasını gördüğümde içim kabarmış, yüreğim sızlamıştı. Göre göre alıştım şimdi. Yahu Emin, diyorum kendi kendime bazen, ne oldu sana böyle, yüreğin nasır mı bağladı? Şimdi, kendi oğlumun yüzünde bir çizik görsem, hadi gene, yüreğim kabarıyor. Bu nasıl şey anlamadım.
– Bilirim, tanırım seni. Aslında yufka yüreklisindir başçavuşum… diye söze girdi Mal Müdürü Dursun Bey. Kazaları göre göre, kendin dedin, kazalara alışmışsın. Ama oğlunu yaralı görmeye alışmamışsın. Ondandır. -Bakışlarıyla, öğretmenin gözlerini araştırdı.- Doğru mu?
Öğretmen Salim, sırtını sandalyenin arkalığına yaslayıp kendini azıcık geriye alarak:
– Hem doğru, hem değil… dedi
– Ne demek istiyorsun?
– Bu konuda benim de bildiğim pek bir şey yok, ama şunu demek istiyorum; çocuğumuz, anamız, babamız, ağabeyimiz, kardeşimiz, kısacası bütün yakınlarımız, aç ve açıktaysalar, dertliyseler, hastaysalar, bu durumlarıyla daha çok üzerler bizi. Bundan etkilenmemiz çok doğaldır. Çünkü biz bir aileyiz. Kan bağı ile bağlıyızdır birbirimize. Gelgelelim, oldukça dar bir çemberdir bu. Ailesinin iyiliğini, mutluluğunu isteyeni, bu yolda çalışanı kim yadırgar?
– Kim yadırgayacak? Elbette kimse yadırgamaz… dedi mal müdürü.
– Öyleyse, oğlunun yüzündeki küçücük çizikten kaygılanan başçavuşumuzu yadırgamayacağız, diye konuştu öğretmen. Bu, elde bir. Temel ilke. Ama sıra başkalarına, diyelim ki komşularımıza, yüzlerini daha yeni gördüğümüz yabancılara gelince, iş değişir. Aynı sevgiyi ve ilgiyi yabancılara gösterebilen insan, gittikçe daha çok insanlaşır. Birincisi yalnız yakınlarına açık, öbürlerine kapalıdır. İkincisi, ırk, ulus, din ayırımı gözetmeksizin bütün insanlara açıktır. Böylesine bir açıklık, gönül zenginliği de, bizi hem mutlu, hem mutsuz kılar. Mutluyuzdur, çünkü içimiz herkese sevgiyle doludur. Mutsuzuzdur, çünkü çevremizde sık sık, mutsuz, güç durumlar içinde insanlar görürüz. Üzülmemek elde değildir buna. Size dedim, konu deşildikçe uzar gider.
Bardağındakı çayı yudumladı öğretmen. Hafifçe yüzünü buruşturdu. Garsondan bir dilim limon istedi. Onun konuştuğunu, mal müdürü ile jandarma başçavuşunun da dinlediğini gören birkaç kişi, “Acaba öğretmen neler diyor?” merakıyla, sandalyelerini usul usul çekerek, masaya sokulmuşlardı.
Onları görmezlikten gelip:
– Birisini sevmek başka şey, birisine acımak gene başka şey… diye konuşmasını sürdürdü Öğretmen Salim. -Garsonun getirdiği limonu attı çayına. Sonra kaşıkla çın çın, karıştırdı çayı.- Birisine neden acırız? Dibini eşelemeye, altını kurcalamaya gelmez.
– Gelsin! Dediler.
O da, düşüncesini şöyle açıkladı:
– Bana kalırsa, acıdığımız kimseyle bizim aramızda bir özdeşleşme kurulur. Demem o ki, insan kendini karşısındakinin yerine koyar. Karşısındakine acır, acınır görünürken, dönüp dolaşıp kendine acır. Kısacası, acıma duygusunda ben her zaman biraz gizli bir bencillik bulmuşumdur. O yüzden de, birisine acımaktansa, onu sevmeyi yeğlerim.
– Hoppala paşam maşallah! dedi mal müdürü.
Ayrıca, elini sallayarak, bu görüşü beğenmezliğini belirtmiş oldu. Tartışmak istemediğini yeniden söyleyip, herkese iyi geceler dileyerek gidici olan öğretmenin yüzüne karşı da:
– İyi geceler. Merak etme, biz senin ardından ifadeni almasını biliriz. Dedikodunu yaparız! demekten çekinmedi.
Öğretmen buna gülmüş, “Artık orasına karışmam. Siz bilirsiniz!” diyerek, askıdaki paltosunu, boyun atkısını, şapkasını alıp kahveden çıkmıştı.
Kapının her açılışında zehir gibi bir hava doluyordu içeriye. Gene öyle oldu. Kahvedekiler, âdeta, kimsenin girip çıkmasını istemez durumdaydılar. Kalkanı alıkoymaya uğraşıyorlar, oyunları uzatıyorlar, yeni girene tersçe bakıyorlardı. Tanıdıklarıysa, o zaman başka.
Başçavuş mırıldandı:
– Dışarda ayaz çıktı herhalde.
Masaya yakın oturan Çarıkçılar Mahallesi Muhtarı Hasan Sönmez bilgi verdi:
– Ben gelirken kar serpeliyordu.
Komşusu olan Muharrem Ağa da karıştı söze:
– Ee… Başçavuşum, adlı adınca, buna karakış demişler.
Mal müdürü ona döndü:
– Bizim mahallenin kıyılarına kurtlar inerse yandık.
– İnmez inmez, meraklanma müdür bey, dedi Muharrem Ağa. Biz burada daha ne soğuklar gördük, İnse de, köpekler onları geri atar, kaçırtır.
– Hadi be yahu Muharrem, senin bekçi köpeklerin, çoban köpeklerin aç kurtla, azgın kurtla baş edebilir mi ki? diye muhtar takıldı ona. Kurdu gördüler mi kuyruklarını kıstırır, sinerler bir köşeye.
Çiftlik çubuk sahibi Muharrem diklendi:
– Kim demiş? Benim azman köpekler sıska kurtla nasıl baş edebilemez oluyor, arkadaş? Eder de, daha da öteye bilem geçer!
Söyleşiyi dinleyen gençlerden biri güldü:
– Sürümün başında üç beş itim var deyi kabarırsın Muharrem dayı, he mi?
– Oğlum, yaşına göre konuş. Bilir bilmez konuşma!
Adamın dalına basmaktan hoşlanan delikanlı, arkadaşlarına bakıp, gülümsemesini sürdürdü:
– Yaşı anladık ağam, lâkın bir de baş var. Ona ne diyeceksin?
– Koyun başı mı, deve başı mı, hangisi?
– Sen hangisini beğenir isen onun başı olsun, dayı!
Başçavuş baktı şakalaşalım derken biraz sonra birbirlerine girecekler, onları yatıştırmaya çalıştı:
– Canım nedir birbirinizle alıp veremediğiniz? Böyle konuşmaların sonu nereye varır bilinmez.
Muhtar Hasan Sönmez ondan yana olup:
– Heç işte başçavuşum, bizimkisi gevezelik… diye söylendi. Kurt ve it davası. Duydun, ben derim, aç kurtla tok it baş edemez. Kuyruğunu kıstırıp kaçar bir deliğe. Komşum Muharrem der, dalaşmaya tutuştuklarında it kurdu harman eder. -Sonra, Muharrem’in bir şey demesine fırsat vermeden, sesini ve konuyu değiştirdi.- Müdürüm, bu şimdi giden Salim Öğretmen’e de okulda çocuklar ve kendi öğretmen arkadaşları “Deve Salim-Sıfırcı Salim” derlermiş, doğru mu ki?
– He, dedi Muharrem Ağa, onu ben de duydum. Nümereyi sanki kesesinden veriyor.
Nargilesinin marpucunu yerine koyan mal müdürü, parmaklarını göbeğinin üstünde birbirine kavuşturup:
– Neylersiniz, her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır, dedi. Öğrencilerin hepsi de harıl harıl çalışkan mı, uslu mu? Yoo çoğu haylaz, dalgacı. Kimisi, okulu bir çeşit eğlence yeri sanıyor. Ben, benim ikizler, sesleri çıkmıyor, yukarda ders çalışıyorlar belliyordum, bir de çıkıp baktım ki, ipliğin ucuna makara dolamışlar, kedi yavrularıyla oynuyorlar. Durur muyum, yapıştım kulaklarına kerataların. “Bir daha yapmayacağız babacığım…” diye kesin söz almadıkça, bırakmadım.
Muharrem Ağa önce gözlerini kırpıştırdı bir, sonra başını salladı:
– O yönden haklı gibisin, evet. Bu zamanda çocuk yetiştirmek, çocuk okutmak çok güç. Benimkilerden anaları yaka silkiyor ki nasıl! Emme beni gördüler mi, uslanırlar canım, çok uslanırlar, mum direk olurlar.
Başçavuş anlamak istedi:
– Dayak zoruyla mı?
– Hayır. Varsan baksan, onları anaları döver. Ben dövmem. Neden der isen, çünkü döver isem bir yerlerini kırarım. Bakarsın elimde kalırlar. Şöyle bir gözlerimi belirtmekle, kaşlarımı çatmakla yetinirim ki, yeterlidir.
Muhtar Hasan komşusunu ilk kez doğrularken gülümsüyordu:
– Çocuk ile yüzgöz olmayacaksın.
– Arada bir uzaklık bırakacaksın ki, diye tamamladı Muharrem Ağa, saysın seni. Korksun senden!
Başçavuş ikisine ayrı ayrı bakıp, sordu:
– Çocuk senden korksun mu, seni sevsin mi? Bir de bu var!
Muharrem Ağa atıldı:
– Önce korkmalı, başçavuşum. Korkmalı, yılmalı benden.
Muhtar: “Sevmesine gelince .” diye başlamışken, sözü kaptı ağzından:
– Dur komşum! O sonra gelir, sonda gelir.
Mal Müdürü Dursun Bey, göbeğinde kavuşturduğu ellerini çözmüş, sağ elinin tırnaklarını inceliyordu şimdi de. Usul bir sesle:
– Bence yanlış.. dediği duyuldu.
Muharrem Ağa atıldı gene:
– De bakam söyle ki, biz de öğrenelim, müdür. Yanlışı nerede bu işin?
– Senden korkan, gözü yılgın çocuk sana açılır mı, ağam? Duygularını, düşüncelerini saklar, gizler senden Niyetlerini, dileklerini dışa vurmaz, içine kapanır. Tosbağa gibi büzülür sana karşı. Öz çocuğunu tanıyamazsın. Yabancı biri gibi olursun.
Muhtar da, başka yönden destekliyordu komşusunu:
– Kusura bakman, bizde töre budur, müdürüm. Siz, evet buraya geleli çok oldu emme, gene de dışarlıklısınız, buradan değilsiniz. Çocuk dediğin az birez okşanmalıdır, sopayı tanımalıdır. Yoksa başa çıkılmaz.
– Yaramazlıklarını gördüğünde kulağını çekmen yetmez mi?
– Yetmez. Ve de, yetmiyor. Varsın bubasına açılmasın. Bizde çocuk kısmısı, erkek ise ağasına, kız ise anasına, bacısına açılır.