BİRİNCİ BÖLÜM
DUDLEY’NİN RUHU AĞZINDA
Yazın o zamana kadarki en sıcak günü yavaş yavaş sona ererken, Privet Drive’ın büyük, kutu kutu evlerinin üzerine uykulu bir sessizlik çökmüştü. Çoğunlukla pırıl pırıl parlayan arabalar şimdi yolda tozlanmış halde duruyordu, bir zamanlar zümrüt yeşili olan çimler ise kavruk ve sararmıştı – kuraklıktan dolayı su hortumlarının kullanımı yasaklanmıştı çünkü. Araba yıkama ve çim biçme gibi iki önemli günlük uğraştan yoksun kalan Privet Drive sakinleri, serin evlerinin gölgesine çekilmiş, bir türlü gelmek bilmeyen meltemi davet edercesine pencerelerini ardına kadar açık bırakmıştı. Dışarıdaki tek kişi, dört numaralı evin önünde, bir çiçek tarhında sırtüstü yatan yeniyetme bir çocuktu.
Sıska, siyah saçlı, gözlüklü bir oğlandı, kısa sürede çok boy atanların bir deri bir kemik, biraz sağlıksız görünüşüne sahipti. Kot pantolonu yırtık ve kirli, tişörtü bol ve solmuştu, spor ayakkabılarının tabanları da kalkmıştı. Harry Potter’ın bu hali, pasaklılığın yasalarca cezalandırılması gerektiğini düşünen komşuların gözünde onu hiç de sevimli kılmıyordu. Ama bu akşam büyük bir ortanca öbeğinin arkasına saklandığı için, yoldan geçenlerin gözüne çarpmayacağı kesin gibiydi. Aslında Harry, ancak Vernon Enişte ya da Petunia Teyze kafasını oturma odası penceresinden dışarı uzatıp tam aşağıdaki çiçek tarhına bakarsa fark edilebilirdi.
Şöyle iyice ölçülüp biçildiğinde, Harry buraya saklanma fikrinin tebriğe layık olduğunu düşünüyordu. Belki sıcak ve sert toprağın üzerine uzanmak çok da rahat değildi, ama hiç olmazsa oturma odasında oturup teyzesi ve eniştesiyle televizyon seyretmeye çalıştığı zaman olanlara katlanmıyordu. Kimse ters ters bakmıyor, sinirden dişlerini gıcırdatarak haberleri duymasını önlemiyor, ona çirkin sorular yöneltip durmuyordu.
Sanki bu düşünce kanatlanıp açık pencereden içeri girmiş gibi, birden Harry’nin eniştesi Vernon Dursley’nin sesi duyuldu.
“Oğlan içeri girmeye çalışmaktan vazgeçti çok şükür. Nerde bu, peki?”
“Bilmem,” dedi Petunia Teyze, kayıtsızca. “Evde değil.”
Vernon Enişte homurdandı.
“Haberleri izliyormuş…” dedi sert sert. “Aslında ne iş çeviriyor, merak ediyorum. Sanki normal bir çocuk haberlerde ne olduğunu merak edermiş gibi – Dudley’nin hiçbir şeyden haberi yok; Başbakan’ın kim olduğunu biliyorsa şaşarım! Hem, bizim haberlerimizde onun gibilerle ilgili ne olurmuş ki -”
“Vernon, şişştl” dedi Petunia Teyze. “Pencere açık!”
“Ah -evet- kusura bakma, canım.”
Dursley’ler sustu. Harry yakınlardaki Wisteria Walk’ta oturan kedi düşkünü kaçık ihtiyar hanım Mrs. Figg’in ağır ağır yürüyüşünü izlerken, Fruit’n Bran mısır gevreğinin cıngılını dinledi. Mrs. Figg kaşlarını çatmış, kendi kendine söyleniyordu. Harry çiçeklerin arkasına saklandığına pek memnun oldu, çünkü Mrs. Figg son zamanlarda sokakta ona her rastlayışında çaya davet etmeyi âdet edinmişti. O köşeyi dönüp gözden kaybolduktan sonra, Vernon Enişte’nin sesi bir kez daha pencereden dışarı süzüldü.
“Dudd çaya mı gitti?”
Petunia Teyze, muhabbetle, “Polkiss’lerde” dedi. “Bir sürü küçük arkadaşı var, öyle popüler ki…”
Harry, “hıh” dememek için kendini zor tuttu. Dursley’ler oğulları Dudley konusunda gerçekten şaşılacak kadar aptalca davranıyorlardı. Onun yaz tatili boyunca her akşam, çetesinin bir başka üyesiyle çay içtiği şeklindeki gerzekçe yalanlarının hepsini yutmuşlardı. Oysa Harry, Dudley’nin hiçbir yere çay içmeye gitmediğini çok iyi biliyordu; o ve çetesi akşamlarını oyun parkını kırıp dökmek, sokak köşelerinde sigara içmek, arabalarla çocuklara taş atmakla geçiriyordu. Little Whinging’deki akşam yürüyüşleri sırasında, Harry bunların hepsini kendi gözleriyle görmüştü. Tatilin büyük kısmını sokaklarda avare avare dolaşıp, önüne çıkan çöp tenekelerinde gazete aramakla geçirmişti.
Saat yedi haberlerinin başlayışını bildiren müziğin ilk notaları kulağına çalındığında, Harry’nin midesi altüst oldu. Belki bu akşam -koca bir ayın ardından- beklediği akşam olacaktı.
“İspanya’daki bagaj personeli grevi ikinci haftasına girerken, mahsur kalmış rekor sayıda tatilci havaalanlarını dolduruyor —”
Vernon Enişte, haber spikerinin cümlesi bitince, “Onlara ömür boyu siesta gerek, ben olsam öyle yaparım,” diye hırladı ama, ne önemi vardı ki? Dışarıda çiçek tarhında, Harry’nin kasılmış midesi gevşedi sanki. Eğer bir şey olmuş olsaydı, elbette haberlerde
ilk sırada yer alırdı; ölüm ve yıkım, mahsur kalmış tatilcilerden daha önemliydi.
Nefesini ağır ağır bırakıp pırıl pırıl mavi gökyüzüne baktı. Bu yazın her günü böyle geçmişti: gerginlik, beklenti, geçici rahatlamalar ve sonra yeniden tırmanan gerginlik… ve daima, giderek aklından çıkarması daha da zor hale gelen bir soru: Neden henüz bir şey olmamıştı?
Hep dinliyordu, ya Muggle’ların aslında ne olduğunu fark edemedikleri küçük bir ipucu çıkarsa diye – nedeni açıklanmamış bir kayboluş belki, ya da garip bir kaza… Ama bagaj personelinin grevini, Güneydoğu’daki kuraklığa ilişkin bir haber izledi (Vernon Enişte, “Umarım kapı komşumuz dinliyordur!” diye böğürdü. “Hani sabahın üçünde fıskiyesini açan!”), sonra Surrey’de tarlaya çakılmasına ramak kalan helikopterin haberi, onun ardından da meşhur bir kadın oyuncunun meşhur kocasından boşanmasına ilişkin haber (“Sanki onların pespaye ilişkileri umrumuzdaymış gibi,” diye burun kıvırdı Petunia Teyze; oysa saplantılıymış gibi, kemikli ellerine geçirebildiği her dergide bu haberi takip ediyordu).
Spiker,
“- ve son olarak da, muhabbet kuşu Hophop bu yaz serin kalabilmek için yeni bir yöntem keşfetti,”
derken, Harry, artık alev alev yanan akşam göğüne dikili gözlerini yumdu.
“Barnsley’deki Beş Tüy’de yaşayan Hophop, su kayağı yapmayı öğrendi! Mary Dorkins olayı yerinde incelemeye gitti.”
Harry gözlerini açtı. Eğer su kayağı yapan muhabbet kuşlarına gelmişlerse, dinlemeye değer bir şey kalmamış demekti. Dikkatle dönüp yüzüstü yattı, sonra da dizleriyle dirseklerinin üstünde yükselip pencerenin altından sürünerek çıkmaya hazırlandı.
Ancak beş santim kadar gitmişti ki, arka arkaya büyük bir hızla birkaç şey birden oldu.
Gürültülü, etrafta yankılanan bir şak sesi, uykulu sessizliği silah sesi gibi yardı; bir kedi, park etmiş bir arabanın altından ok gibi fırlayıp gözden kayboldu; Dursley’lerin oturma odasından bir çığlık, böğürerek edilmiş bir küfür ve kırılan porselen sesi geldi. Sanki beklediği sinyal buymuş gibi, Harry zıplayıp ayağa kalktı, kılıcını kınından çıkarırmış gibi kot pantolonunun belinden ince tahta bir asa çıkardı – ama daha tam doğrulamadan, başının tepesi Dursley’lerin açık penceresine çarptı. Çıkan küt sesi, Petunia Teyze’nin daha da büyük bir çığlık atmasına yol açtı.
Harry’ye başı ortadan ikiye ayrılmış gibi geldi. Gözlerinden yaşlar akarak olduğu yerde sallandı, sesin kaynağını saptamak için dikkatini sokak üzerinde odaklamaya çalıştı, ama daha o sendeleyerek doğrulurken, açık pencereden iki koca mor el uzanıp boğazına yapıştı.
“Kaldır-onu-ortadan!” diye hırladı Vernon Enişte, Harry’nin kulağına. “Hemen! Kimseler-görmeden!”
“Çek-ellerini!” dedi Harry güçlükle soluyarak. Birkaç saniye boğuştular. Harry sol eliyle eniştesinin sosis misali parmaklarını boğazından çekmeye çalışırken, sağ eliyle de, havaya kaldırdığı asasını sıkı sıkı tutuyordu. Başının tepesindeki acı tam da berbat bir zonklamaya dönüşürken, Vernon Enişte ciyakladı ve sanki elektrik çarpmış gibi Harry’yi serbest. bıraktı. Anlaşılan yeğeninden yükselen görünmez bir güç, onu tutmasını imkânsız hale getirmişti.
Harry soluk soluğa ortanca öbeğine doğru düştü, doğruldu ve etrafa baktı. Gürültülü şaklamayı çıkaran her neyse ondan eser yoktu, ama yakınlardaki birtakım pencerelerden çeşitli yüzler onları gözetliyordu. Harry asasını çabucak kot pantolonunun içine soktu ve masum bir ifade takınmaya çalıştı.
Vernon Enişte, sokağın karşısında, tül perdelerinin ardından gözlerinden ateş saçarak bakan Bayan Yedi Numara’ya el sallayarak, “Nefis bir akşam!” diye haykırdı. “Az önceki egzoz patlamasını duydunuz mu? Petunia’nın da, benim de yüreğimiz ağzımıza geldi!”
Vernon Enişte, meraklı komşuların hepsi pencerelerinden çekilinceye kadar korkunç, manyakça bir şekilde sırıtmayı sürdürdü. Sonra o sırıtış yerini öfkeyle gerilmiş bir yüz ifadesine bıraktı ve eniştesi Harry’ye yanına gelmesini işaret etti.
Harry birkaç adım yaklaştı, ama ellerin ona erişip boğabileceği mesafenin dışında durmaya özen gösterdi.
Vernon Enişte hiddetle titreyen kurbağa sesi gibi bir sesle, “Ne halt etmeye yaptın bunu, çocuk?” diye sordu.
Harry sakin sakin, “Neyi ne halt etmeye yaptım?” dedi.
Bu arada, o şaklamayı çıkaran kişiyi görme umuduyla, sokağın sağını solunu kollamayı da sürdürüyordu.
Start tabancası gibi bir ses çıkarmayı, hem de tam bizim -”
Harry kararlı bir edayla, “O sesi ben çıkarmadım,” dedi.
Petunia Teyze’nin ince, at gibi suratı da Vernon Enişte’nin geniş, mor suratının yanında belirmişti. Dahası onun rengi de mora dönmüştü.
“Niye penceremizin altında sinsi sinsi duruyordun?”
“Evet-evet, tam üstüne bastın, Petunia! Penceremizin altında ne yapıyordun, çocuk?”
Harry kadere rıza göstermiş bir sesle, “Haberleri dinliyordum,” dedi.
Teyzesiyle eniştesi birbirlerine öfkeli bakışlar attılar.
“Haberleri dinlemek, ha! Yine mi?”
“Eh, ne de olsa her gün değişiyor,” dedi Harry.
“Bana kurnazlık taslama, çocuk! Asıl niyetin ne, bilmek istiyorum – hem bu haberleri dinleme martavalıyla kafamı ütülemekten de vazgeç! Çok iyi biliyorsun ki, senin gibiler -”
“Aman, Vernon!” diye fısıldadı Petunia Teyze. Bunun üzerine Vernon Enişte sesini öyle alçalttı ki, Harry onu duymakta zorlanmaya başladı. “- senin gibiler asla bizim haberlerimize çıkmaz!”
“Siz bu kadar bilirsiniz işte,” dedi Harry.
Dursley’ler, faltaşı gibi açık gözlerle birkaç saniye ona baktılar, sonra Petunia Teyze, “Sen pis, küçük bir yalancısın,” dedi. “Peki ya bütün o -” o da sesini alçalttı, Harry daha sonraki kelimeyi ancak onun dudaklarını okuyarak çıkarabildi, “- baykuşlar ne yapıyor, sana haber getirmiyorlar madem?”
Vernon Enişte, muzaffer bir fısıltıyla, “Aha!” dedi. “Hadi bakalım, buna da cevap bul, çocuk! Bütün haberleri o mikrop yuvası kuşlardan aldığını bilmiyoruz sanki!”
Harry bir an duraksadı. Bu sefer gerçeği söylemek ona sahiden de bir şeylere mal olacaktı, her ne kadar teyzesiyle eniştesi bunu itiraf ederken kendini ne kadar kötü hissettiğini hayatta anlayamasalar bile.
“Baykuşlar…” dedi duygusuz bir sesle, “bana haber getirmiyor.”
“İnanmıyorum,” diye cevap verdi Petunia Teyze hemen.
Vernon Enişte, üstüne basa basa, “Ben de,” dedi.
Petunia Teyze, “Bir işler çevirdiğinin farkındayız,” dedi.
“Aptal değiliz herhalde,” dedi Vernon Enişte.
Bir anda tepesinin tası atan Harry, “Bak işte bu yeni haber,” dedi ve daha Dursley’ler onu çağıramadan olduğu yerde döndü, evin önündeki çimenliği geçti, alçak duvarın üstünden atladı ve sokaktan yukarı doğru yürümeye başladı.
Artık başı dertteydi, bunu biliyordu. Daha sonra teyzesiyle eniştesinin karşısına çıkıp bu kabalığının bedelini ödeyecekti. Ama şu anda pek de aldırmıyordu, kafasında çok daha acil konular vardı.
Harry şaklamanın, cisimlenen ya da buharlaşan biri tarafından çıkartıldığından emindi. Ev cini Dobby de durduk yerde havaya karışıp giderken tam aynı sesi çıkarırdı çünkü. Dobby’nin Privet Drive’da olması mümkün müydü? Dobby şu anda onu takip ediyor olabilir miydi? Bu aklına gelince hemen olduğu yerde dönüp geriye, Privet Drive’a baktı, ama görüldüğü kadarıyla sokak tamamen ıssızdı. Harry de Dobby’nin görünmez hale gelmeyi bilmediğinden emindi.
Nereye gittiğinin pek de farkında olmadan yürüdü, son zamanlarda bu sokaklarda öyle çok taban tepmişti ki, ayakları onu kendiliğinden en çok dolaştığı yerlere götürüyordu. Birkaç adımda bir dönüp arkasına bakıyordu. Petunia Teyze’nin can çekişen begonyalarının arasında yatarken yakınlarında bir yerde sihirli biri vardı, emindi bundan. Peki, niye kendisiyle konuşmamıştı, niye temas kurmamıştı, hem niye şimdi saklanıyordu?
Derken, tam hayal kırıklığı duygusu doruğa ulaştığında, güveni sarsılmaya başladı.
Belki de duyduğu sihirli bir ses değildi. Belki ait olduğu dünyadan en ufak bir temas işaretini bile büyük bir hevesle beklediğinden, tamamen sıradan gürültüleri fazla büyütüyordu. Bunun, bir komşunun evinde kırılan bir şeyin çıkardığı ses olmadığından emin miydi?
Harry’nin içi fena halde burkuldu ve daha neye uğradığını anlamadan, yaz boyunca başına bela olmuş umutsuzluk duygusu onu yeniden baştan aşağı sardı.
Ertesi sabah çalar saatle beşte uyanacaktı ki, Gelecek Postası’nı getiren baykuşa para verebilsin – ama onu almaya devam etmeye değer miydi acaba? Harry bugünlerde birinci sayfaya şöyle bir bakıyor, sonra da gazeteyi bir kenara atıveriyordu; gazetenin başındaki budalalar Voldemort’un geri döndüğünü nihayet anladıklarında, bu haber manşetlere çıkardı nasılsa. Harry’nin ilgilendiği tek haber de buydu.
Şansı varsa eğer, en iyi arkadaşları Ron ve Hermione’den mektup getiren baykuşlar da
gelirdi ama, onların mektuplarının kendisine haber getireceği yolundaki umutları çoktan yıkılmıştı.
Şu şey hakkında, ne olduğunu bilirsin, fazla bir şey söyleyemeyiz tabii… Mektuplarımız başkalarının eline geçerse diye önemli hiçbir şey söylemememiz tembih edildi… Hayli meşgulüz, ama burada sana ayrıntı veremem… Epeyce bir şeyler oluyor da, artık seni görünce hepsini anlatırız…
İyi de, ne zaman göreceklerdi onu? Kimse zahmet edip kesin bir tarih bildirmemişti. Hermione, Harry’nin doğum gününde gönderdiği kartın içine, “Seni yakında göreceğimizi umuyorum” diye çiziktirmişti ama, yakında ne kadar yakındı ki? Mektuplarındaki belli belirsiz imalardan anlaşıldığı kadarıyla, Hermione ile Ron aynı yerdeydiler, herhalde Ron’ların evinde. O, Privet Drive’a tıkılıp kalmışken, ikisinin Kovuk’ta eğleniyor olmalarının düşüncesine bile dayanamıyordu. Aslında onlara o kadar kızgındı ki, doğum gününde gönderdikleri iki kutu Balyumruk çikolatasını açmadan atmıştı. Ama sonra, Petunia Teyze’nin o gece için hazırladığı porsumuş salata önüne sürülünce pişman olmuştu, o başka.
Hem Ron’la Hermione neyle meşguldüler bakalım? Harry’nin kendisi niçin meşgul değildi? Onlardan çok daha fazla şey halletmeyi becerdiğini kanıtlamamış mıydı?
Neler yaptığını hepsi de unutmuş muydu yani? Mezarlığa girip Cedric’in katledilmesini seyreden, sonra da o mezar taşına bağlanan ve ölümün eşiğinden dönen hep o değil miydi?
Harry o yaz belki yüzüncü kere kendi kendine Bunu düşünme dedi, kararlı bir şekilde. Kâbuslarında mezarlığı ziyaret edip durması yeterince kötüydü zaten, bir de uyanıkken kafayı buna takması gerekmiyordu.
Köşeyi dönerek Magnolia Crescent’a girdi; yarı yolda, vaftiz babasını ilk kez gördüğü yerden, bir garajın yanındaki dar yoldan geçti. Hiç değilse Sirius, Harry’nin neler hissettiğini anlıyor gibiydi. Doğru, onun mektupları da dişe dokunur bir haber verme açısından Ron ve Hermione’ninkiler kadar fakirdi ama, hiç değilse eziyet edici imalar yerine ihtiyat ve teselli sözleri içeriyorlardı:
“Bunun senin için sinir bozucu olduğunu biliyorum…”,
“Burnunu olur olmaz şeylere sokmazsan her şey yolunda gider…”,
“Dikkatli ol, cüretkârlık etme…”
Harry, Magnolia Crescent’ı geçip Magnolia Road’a saparak, karanlıkta kalmaya başlayan oyun parkına doğru giderken, eh, diye düşündü, (genelde) Sirius’un sözünü dinledim. En azından, sandığını süpürgesine bağlayıp tek başına Kovuk’a gitme yönündeki dayanılmaz arzuya direnmişti. Aslında Harry, örnek bir davranış sergilediğini düşünüyordu. Hele bunca zamandır Privet Drive’a tıkılmanın, Lord Voldemort’un neler yaptığına işaret edebilecek bir şeyler duyma umuduyla çiçek tarhlarında saklanmanın onu ne kadar sinirlendirip öfkelendirdiği düşünülecek olursa. Yine de, büyücü hapishanesi Azkaban’da on iki yıl yatmış, kaçmış, hüküm giydiği cinayeti işlemeye kalkışmış, sonra da çalıntı bir Hipogrif’le sıvışmış bir adamın kalkıp da, cüretkârlık etme, demesi biraz küstahçaydı doğrusu.
Harry, kilitli park kapısının üstünden atlayıp kavruk otlar arasından yürüdü. Park da onu çevreleyen sokaklar kadar boştu. Salıncaklara gelince, Dudley ile arkadaşlarının şimdiye kadar kırmayı başaramadıkları tek salıncağa oturdu, bir kolunu zincire sardı ve hüzünlü gözlerle yere baktı. Bir daha Dursley’lerin çiçek tarhında saklanamayacaktı. Yarın haberleri dinlemenin yeni bir yöntemini bulmalıydı. Bu arada bekleyeceği hiçbir şeyi de yoktu, yine huzursuz, tedirgin edici bir gece dışında. Çünkü Cedric’e ilişkin kâbuslardan kurtulsa bile, uzun karanlık koridorlar hakkında rahatsız edici rüyalar görüyordu ve hepsi de çıkmazlarla ya da kilitli kapılarla sona eriyordu. Harry bunun uyanıkken hissettiği kapana kısılmışlıkla ilgisi olduğunu sanıyordu. Çoğu kez alnındaki eski yara izi de ciddi şekilde batıyordu, ama artık Ron ya da Hermione ya da Sirius’un bunu eskisi kadar ilginç bulacaklarını düşünüp kendini kandıracak hali yoktu. Eskiden yara izinin acıması, Voldemort’un güçlendiğine dair bir uyarı yerine geçerdi. Şimdi Voldemort döndüğüne göre, büyük bir ihtimalle ona, yara izinin sürekli acımasının beklenen bir şey olduğunu hatırlatacaklardı… üzülecek bir şey yok… bayat haber…
Bütün bunların ne kadar adaletsiz olduğu duygusu kabardı içinde, hiddetle haykırmak istedi. O olmasa, kimse Voldemort’un geri döndüğünü bile bilmeyecekti! Ödülü de tam dört hafta boyunca, sihirli dünyadan tamamen kopmuş, su kayağı yapan muhabbet kuşlarını duymak için, can çekişen begonyalar arasında çömelmiş halde, Little Whinging’de tıkılıp kalmaktı! Dumbledore nasıl olur da onu böyle kolaylıkla unutabilirdi? Ron ve Hermione neden onu da davet etmeden bir araya gelmişlerdi? Sirius’un ona olduğu yerde kalmasını, uslu durmasını söylemesine daha ne kadar tahammül etmesini bekliyorlardı; ya da aptal Gelecek Postası’na yazıp Voldemort’un döndüğünü belirtme arzusuna dayanmasını? Bu hiddet dolu düşünceler Harry’nin kafasında anafor gibi döndü, ortalığa bunaltıcı, kadifemsi bir gece inerken içi öfkeyle buruldu. Hava ılık, k
ot kokusuyla doluydu, duyulan tek ses de park parmaklıklarının gerisindeki trafiğin hafif uğultusuydu.
O salıncakta farkında olmadan kim bilir ne kadar oturmuştu ki, birtakım seslerin derin düşüncelerini bölmesiyle başını kaldırıp baktı. Çevredeki yolların sokak lambaları, parktan geçen bir grup insanın siluetini çıkaracak kadar kuvvetli, puslu bir ışık yayıyordu. Birisi avaz avaz, kaba bir şarkı söylüyordu. Ötekiler gülüyordu. Yanlarında götürdükleri pahalı yarış bisikletlerinden hafif tıkırtılar geliyordu.
Harry bunların kim olduğunu biliyordu. Öndeki kişinin, sadık çetesinin eşliğinde evine dönen kuzeni Dudley Dursley olduğuna hiç şüphe yoktu.
Dudley her zamanki kadar irikıyımdı, ama bir yıllık sıkı bir rejim uygulaması ve ortaya yeni bir yeteneğinin çıkması, fiziğinde hayli büyük bir değişikliğe yol açmıştı. Vernon Enişte’nin, zahmet edip de dinleyen herkese keyifle anlattığı gibi, Dudley bu yakınlarda Güneydoğu’nun Okullararası Genç Ağırsıklet Boks Şampiyonu olmuştu. Vernon Enişte’nin deyişiyle “asil spor”, Dudley’yi, ilkokul günlerinde Harry onun ilk kum torbası görevini yerine getirdiği zamankinden de daha heybetli kılmıştı. Harry artık kuzeninden hiç mi hiç korkmuyordu, ama Dudley’nin eskisinden daha sıkı yumruk atmasının ya da hedefe tam isabet kaydetmesinin de sevindirici bir yanı olmadığını düşünüyordu. Semtin bütün çocuklarının ondan ödü kopuyordu – hatta onlara kaşarlanmış bir sokak serserisi olduğu ve St. Brutus İflah Olmaz Suçlu Çocuklar Güvenlik Merkezi’ne gittiği söylenen “o Potter denen çocuk”tan bile fazla korkuyorlardı ondan.
Harry çimlerden geçen karanlık gölgelere baktı ve bu gece kimi dövdüklerini merak etti. Onlara bakarken, Etrafınıza bakın, diye düşündüğünü fark etti birden. Hadi… etrafınıza bakın… Burada tek başıma oturuyorum… gelin de şansınızı deneyin…
Dudley’nin arkadaşları onun orada oturduğunu görselerdi eğer, hemen yanında biteceklerinden emindi. Peki, Dudley ne yapardı o zaman? Çetesinin önünde şanına leke sürdürmek istemezdi elbette, ama Harry’yi kışkırtmaktan da ödü kopardı… Dudley’nin iki arada bir derede kalışını izlemek gerçekten de eğlenceli olurdu doğrusu; ona bulaşmak, onu gözlemek, hem de o cevap vermekten acizken… ve eğer diğerlerinden herhangi biri Harry’ye vurmaya kalkarsa, hazırdı – asası yanındaydı. Denesinler bakalım… sinir bozukluğunun bir kısmını vaktiyle hayatını cehenneme çevirmiş olan çocuklardan çıkarmaya bayılırdı doğrusu.
Ama dönmediler, onu görmediler, neredeyse parmaklıklara varmışlardı. Harry, onlara seslenme dürtüsüne hâkim oldu… kavga aranmak akıllıca bir şey değildi… büyüye başvurmamalıydı… yoksa yeniden okuldan atılmayı göze almış olurdu.
Dudley’nin çetesinin sesi giderek azalıp kesildi; artık gözden kaybolmuşlardı, Magnolia Road’da ilerliyorlardı.
Harry can sıkıntısıyla, Al işte, Sirius, diye düşündü. Cüretkârlık etmedim. Burnumu olur olmaz şeylere sokmadım. Senin yaptıklarının tam tersi yani.
Ayağa kalkıp gerindi. Petunia Teyze ile Vernon Enişte, eve dönme saatinin Dudley’nin geldiği saat olduğuna inanırlardı, ondan bir dakika bile sonra gitsen, geç kalmış olurdun. Vernon Enişte, bir kez daha eve Dudley’den geç gelirse Harry’yi barakaya kapamakla tehdit etmişti. Esnemesini bastırarak, kaşları hâlâ çatık, park kapısına doğru yola koyuldu.
Magnolia Road da Privet Drive gibi, çimleri manikürden geçmişe benzeyen koca koca, kutu kutu evlerle doluydu, hepsi Vernon Enişte’ninkine benzer çok temiz arabalar kullanan koca koca, eski kafalı sahipleri vardı. Harry, Little Whinging’i geceleri tercih ederdi; geceleri, perdeleri inmiş pencereler karanlıkta mücevher parlaklığında renk yamaları oluştururdu ve ev sahiplerinin yanından geçerken “asi genç” görünüşünü onaylamayan mırıltılar duyma tehlikesi yoktu. Çabuk çabuk yürüdü, böylece de daha Magnolia Road’un yarısındayken Dudley’nin çetesi yeniden görüş alanına girdi, Magnolia Crescent’ın girişinde vedalaşıyorlardı. Harry büyük bir leylak ağacının gölgesine sığınıp bekledi.
“… domuz gibi viyakladı, değil mi?” diyordu Malcolm, ötekilerin canı yürekten kahkahaları arasında.
“İyi sağ kroşeydi, Koca D,” dedi Piers.
Dudley, “Yarın aynı saatte,” dedi.
“Bizim evde; annemle babam dışarıda olacak,” dedi Gordon.
“Görüşürüz o zaman,” dedi Dudley.
“Eyvallah, Dud!”
“Görüşürüz, Koca D!”
Harry yeniden yola koyulmadan önce, çetenin geri kalanı gitsin diye bekledi. Sesleri bir kez daha kaybolunca, köşeyi dönüp Magnolia Crescent’a girdi ve çok hızlı yürüyerek kısa sürede Dudley’ye seslenecek mesafeye geldi. Dudley akordu bozuk bir ıslık eşliğinde aheste aheste yürüyordu.
“Hey, Koca D!”
Dudley döndü.
“Ha,” diye homurdandı. “Sen miydin?”
“Sen ne zaman ‘Koca D’ oldun bakalım?” dedi Harry.
Dudley, “Kes sesini,” diye hırlayıp başını çevirdi.
Harry sırıtıp adımlarını kuzeninin adımlarına uydurarak, “Kıyak isim,” dedi. “Ama sen benim için hep ‘Tini Minicik Dudley’cik’ olacaksın.”
“Sana KES SESİNİ dedim!” dedi Dudley, salam gibi ellerini yumruk yapmıştı.
“Çocuklar annenin sana böyle dediğini bilmiyor mu?”
“Kapa çeneni.”
“Ona kapa çeneni demiyorsun ama. Peki ya ‘Bıcırık’ ya da ‘Agucuk Gugucuk’ diyebilir miyim?”
Dudley hiçbir şey söylemedi. Harry’ye vurmamak için bütün gayretiyle kendine hâkim olmaya çalışıyor gibiydi.
“Ee, bu akşam kimi dövdünüz?” diye sordu Harry, gülümsemesi yüzünden silinerek. “Yine on yaşında birini mi? İki gece önce Mark Evans’ı dövdüğünüzü biliyorum -”
“Kendi kaşındı,” diye hırladı Dudley.
“Yok canım?”
“Bana hakaret etti.”
“Öyle mi? Yoksa sana arka ayakları üzerinde yürümeyi öğrenmiş bir domuza benzediğini mi söyledi? Öyleyse eğer, buna ‘hakaret etmek’ demezler, Dud; bu, gerçeğin ta kendisi.”
Dudley’nin çenesinde bir kas seğirmeye başlamıştı. Onu böylesine kızdırdığını bilmek Harry’ye büyük bir tatmin duygusu veriyordu. Sanki kendi sinir bozukluğunu kuzenine, elindeki tek çıkış noktasına akıtıyormuş gibi bir duyguya kapılmıştı.
Dar yoldan Harry’nin Sirius’u ilk kez gördüğü yere döndüler, burası Magnolia Crescent ile Wisteria Walk arasında bir kestirme yol oluşturuyordu. Bomboştu, sokak lambası da olmadığı için, birleştirdiği sokaklardan çok daha karanlıktı. Bir taraftaki garaj duvarları ve diğer taraftaki yüksek çit ayak seslerini boğuyordu.
“O şeyi taşıdığın için kendini koca adam sanıyorsun, değil mi?” dedi Dudley, birkaç saniye sonra.
“Ne şeyi?”
“O işte… sakladığın o şeyi.”
Harry yeniden sırıttı.
“Göründüğün kadar salak değilsin, ha Dud? Zaten o kadar salak olsan, aynı anda hem yürüyüp hem konuşamazdın, değil mi ya?”
Harry asasını çıkardı. Dudley’nin göz ucuyla asaya baktığını gördü.
Dudley hemen, “İznin yok,” dedi. “Olmadığını biliyorum. Yoksa gittiğin o ucube okulundan sepetlerler seni.”
“Kuralları değiştirmediklerini nereden biliyorsun, Koca D?”
“Değiştirmediler işte,” dedi Dudley, ama o kadar da emin görünmüyordu.
Harry alçak sesle güldü.
“O şey olmadan benimle dövüşecek cesaretin yok, değil mi?” diye homurdandı Dudley.
“Ama senin on yaşında bir çocuğu dövmek için sadece dört kişiye ihtiyacın var, değil mi? Hem o herkesin kafasına kaktığın boks unvanın var ya? Rakibin kaç yaşındaydı? Yedi mi? Sekiz mi?”
“On altı yaşındaydı, çok merak ediyorsan,” diye hırladı Dudley, “ve ben onunla işimi bitirince yirmi dakika baygın kaldı, hem de senden iki kat ağırdı. Sen dur hele, ben babama o şeyi çıkardığını söyleyeyim de -”
“Şimdi de babacığa koşuyoruz, öyle mi? Yoksa tini mini boks şampiyonu, berbat Harry’nin asasından korkuyor mu?”
Dudley, “Geceleri bu kadar cesur değilsin ama, ha?” diye pis pis güldü.
“Şu anda gece zaten, Didoşçuk. Hava böyle kararınca ona gece diyoruz.”
Dudley, “Ben yatakta olduğun zamanı kastediyorum!” diye hırladı.
Durmuştu. Harry de durup kuzenine baktı. Dudley’nin koca suratının küçük bir bölümünü görüyordu, ama o bölümde tuhaf bir muzaffer ifade vardı.
Harry afallamış halde, “Nasıl yani, yataktayken cesur değilmişim?” diye sordu. “Neden korkacakmışım, yastıklardan falan mı?”
Dudley soluk soluğa, “Dün gece seni duydum,” dedi. “Uykunda konuşuyordun. İnliyordun.”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Harry tekrar, ama sanki içine soğuk bir şey saplanmıştı. Önceki gece rüyasında mezarlığı yeniden ziyaret etmişti çünkü.
Dudley havlarcasına kulak tırmalayıcı bir kahkaha attı, sonra ince, inildeyen bir sesle konuştu.
” ‘Cedric’i öldürme! Cedric’i öldürme!’ Cedric de kim – erkek arkadaşın mı?”
“Ben – yalan söylüyorsun,” dedi Harry otomatikman. Ama ağzı kurumuştu. Dudley’nin yalan söylemediğini biliyordu – yoksa Cedric’ten nasıl haberi olurdu?
” ‘Baba! Yardım et, baba! Beni öldürecek, baba! Ühü ühüü!’ ”
Harry yavaşça, “Kes sesini,” dedi. “Kes sesini, Dudley. Seni uyarıyorum!”
” ‘Baba, yardım et bana! Anne, bana yardım et! Cedric’i öldürdü! İmdat, baba! Yoksa beni -‘ O şeyi bana doğru tutma!”
Dudley dar sokağın duvarına doğru geriledi. Harry asayı tam onun kalbine doğru tutuyordu. Dudley’ye duyduğu on dört yıllık nefretin damarlarında nabız gibi attığını hissediyordu – şimdi saldırmak için, Dudley’ye bir uğursuzluk büyüsü yapıp onu eve ağızsız dilsiz, antenleri uzamış bir böcek gibi sürüne sürüne göndermek için neler vermezdi…
Harry, “Bir daha bunun lafını etme,” diye hırladı. “Beni anlıyor musun?”
“O şeyi başka yere doğru tut!”
“Sana beni anlıyor musun dedim.”
“O şeyi başka yere doğru tut!”
“BENİ ANLIYOR MUSUN?”
“O ŞEYİ BENİM ÜSTÜMDEN -”
Dudley, sanki buzlu suya batırılmış gibi zorlukla, zangırdayarak nefesini içine çekti.
Geceye bir şeyler olmuştu. Yıldızlarla bezenmiş çivit mavisi gökyüzü birden kapkara ve ışıksız hale gelmişti – yıldızlar da, ay da, dar sokağın iki ucundaki sisli sokak lambaları da yok olmuştu. Arabaların uzaktan gelen uğultusu ve ağaçların fısıltısı da gitmişti. Sıcacık akşam birden insanın iliklerine işleyecek, ısıracak gibi soğumuştu. Mutlak, nüfuz edilmez, suskun bir karanlıkla sarılmışlardı, sanki dev bir el bütün sokağın üzerine kalın, buz gibi bir örtü örtmüş de onları körleştirmiş gibiydi.
Harry bir an, istemeden büyü yaptığını düşündü, üstelik de elinden geldiği kadar şiddetle buna karşı koyduğu halde -sonra mantığı duygularına hâkim oldu- yıldızları yok edecek güce sahip değildi ki. Bir şeyler görmeye çalışarak başını bir o yana bir bu yana çevirdi, ama ağırlığı olmayan bir peçe gibi gözlerine bastırıyordu karanlık.
Dudley’nin dehşete kapılmış sesi Harry’nin kulağına geldi.
“N-ne y-yapıyorsun? D-dur!”
“Hiçbir şey yapmıyorum! Sesini kes ve kımıldama!”
“B-ben göremiyorum! B-ben kör o-oldum! Ben-”
“Kes sesini dedim sana!”
Harry olduğu yerde hareketsiz kaldı, görmeyen gözlerini sağa sola çevirdi. Soğuk öyle yoğundu ki, tir tir titriyordu; kollarındaki ve ensesindeki tüyler diken diken olmuştu – gözlerini açabildiği kadar açıp boş boş, görmeden etrafa bakındı.
Mümkün değildi… burada olamazlardı… hayır, Little Whinging’de olamazlardı… kulak kesildi… onları görmeden önce duyması gerekirdi…
“B-babama söyleyeceğim!” diye sızıldandı Dudley. “N-nerdesin? Ne y-yapıyorsun -?”
“Susar mısın sen?” dedi Harry tıslarcasına, “dinlemeye çalışı-”
Ama kendi sustu. Tam da korktuğu şeyi duymuştu.
Dar sokakta onlardan başka bir şey daha vardı, uzun uzun, boğuk boğuk, hırıltılı hırıltılı nefes alan bir şey. Harry dondurucu havada titreyerek dururken müthiş bir korkuyla sarsıldı.
“K-kes şunu! Yapma diyorum! Ç-çakarım sana, yemin ederim çakarım!”
“Dudley, kes-”
BAM.
Harry’nin başının yanına gelen bir yumruk, ayaklarını yerden kesti. Gözlerinin önünde küçük beyaz ışıklar uçuştu. Bir saat içinde ikinci kez, Harry başının ortadan ikiye ayrıldığını sandı. Bir an sonra yere yapışmıştı, asası da elinden uçup gitmişti.
“Dudley, seni gerizekâlı!” diye feryat etti Harry, dört ayak üstünde doğrulmaya çalışırken acıdan gözleri doldu, karanlıkta deli gibi etrafını yokluyordu. Dudley’nin
körlemesine gittiğini, sokağın kenarındaki çite çarptığını, sendelediğini duydu.
“DUDLEY, GERİ DÖN! DOSDOĞRU ÜSTÜNE GİDİYORSUN!”
Korkunç bir ciyaklama duyuldu, Dudley’nin ayak sesleri kesildi. Aynı anda Harry, arkasında sinsi, buz gibi bir soğuk hissetti. Bu tek bir anlama gelebilirdi. Sayıları bir taneden fazlaydı.
“DUDLEY, AĞZINI KAPALI TUT! NE YAPARSAN YAP, AĞZINI KAPALI TUT! Asa!” diye telaşla mırıldandı Harry, elleri örümcekler gibi yerde uçuşuyordu. “Nerede -bu asa- hadi diyorum – lumos!”
Bulmasında ona yardımcı olsun diye çaresizce ışık aradığı için, büyüyü otomatikman söylemişti -gözlerine inanamayarak, sağ elinin birkaç santim ötesinde ışığın yandığını görüp ferahladı- asanın ucu ışıklanmıştı. Harry asayı kaptı, ayağa fırladı ve geri döndü.
Midesi altüst oldu.
Heybetli, kukuletalı bir gölge kayarcasına ona doğru yaklaşıyordu; yerin üstünde süzülüyor, cüppesinin altında ayak da yüz de görünmüyordu. Gelirken geceyi emiyordu.
Geri geri sendeleyen Harry asasını kaldırdı.
“Expecto patronum!”
Asanın ucundan gümüşi bir buhar demeti çıktı ve Ruh Emici yavaşladı, ama büyü tam anlamıyla işlememişti; ayakları dolaşan Harry, Ruh Emici üstüne doğru gelirken daha da geriledi, kapıldığı panik beynini puslandırmıştı -konsantre ol-
Ruh Emici’nin cüppesinin altından gri, yapış yapış görünen, lekeli iki el çıktı, ona uzandı. Bir çağıldama sesi Harry’nin kulaklarını doldurdu.
“Expecto patronum!”
Sesi cılızdı, uzaktan geliyordu. Asadan ikinci bir gümüşi duman demeti süzüldü, ama bu, ilkinden de cılızdı – yapamayacaktı artık, büyünün üstesinden gelemeyecekti.
Başının içinde bir kahkaha yankılanıyordu, acı, tiz bir kahkaha… Ruh Emici’nin pis kokulu, ölüm gibi soğuk nefesinin kendi ciğerlerini doldurduğunu, onu boğduğunu hissedebiliyordu – düşün… mutlu bir şey…
Ama içinde hiç mutluluk kalmamıştı ki… Ruh Emici’nin buz gibi parmakları boğazına kenetlenmek üzereydi – tiz kahkaha gittikçe daha da şiddetleniyordu. Kafasının içinde bir ses konuştu: “Ölüme boyun eğ, Harry… acısız bile olabilir… ben bilemem… hiç ölmedim…”
Ron ve Hermione’yi bir daha asla göremeyecekti – Soluk almaya çalışırken, yüzlerini zihninde net olarak canlandırdı birden.
“EXPECTO PATRONUM!”
Harry’nin asasının ucundan koskocaman, gümüşi, çatalboynuzlu bir geyik fırladı. Boynuzları Ruh Emici’yi kalbinin olması gereken yerden yakaladı; Ruh Emici geriye savruldu, tıpkı karanlığın kendisi gibi ağırlıktan yoksundu. Geyiğin saldırısı karşısında, mağlup, yarasa gibi, kaçtı gitti.
Harry geyiğe, “BURADAN!” diye bağırdı. Olduğu yerde dönerek sokaktan aşağı bir koşu kopardı, ışıklı asasını önünde tutuyordu. “DUDLEY? DUDLEY!”
On adım anca gitmişti ki, onlara ulaştı. Dudley kıvrılmış, yerde yatıyordu, kollarını yüzüne kapamıştı, ikinci bir Ruh Emici, üzerine eğilmiş, bileklerini yapış yapış elleriyle kavramış, onları yavaşça, neredeyse şefkatle ayırıyor, kukuletalı başını, sanki onu öpecekmiş gibi Dudley’nin yüzüne yaklaştırıyordu.
Harry, “YAKALA!” diye böğürdü. Büyüyle yarattığı çatalboynuzlu gümüşi geyik, çağıldayan, kükreyen bir sesle, yanından dörtnala geçti. Gümüşi boynuzlar onu yakaladığında Ruh Emici’nin gözsüz yüzü Dudley’ninkinden iki üç santim ötedeydi; havaya savruldu, diğeri gibi süzülerek karanlığa karıştı; geyik ise sokağın sonuna kadar eşkin adımlarla gitti ve gümüşi sisin içinde eriyip kayboldu.
Ay, yıldızlar ve sokak lambaları yeniden can buldu. Sokak boyunca ılık bir rüzgâr esti. Komşu bahçelerde ağaçlar hışırdadı ve havayı yeniden Magnolia Crescent’taki arabaların olağan uğultusu doldurdu. Harry neredeyse kıpırdamadan durdu, bütün duyuları titreşim halinde, aniden normale dönüşe ayak uydurmaya çalıştı. Bir dakika sonra ise, tişörtünün bedenine yapıştığını fark etti; ter içinde kalmıştı.
Az önce olup bitenlere inanamıyordu. Ruh Emiciler burada, Little Whinging’de ha!
Dudley yerde kıvrılmış yatıyordu, inliyor, titriyordu. Harry onun ayağa kalkacak halde olup olmadığını görmek için eğildi, ama sonra arkasından, koşan birinin gürültülü ayak sesleri geldi. İçgüdüsel olarak asasını yeniden kaldırdı, yeni gelenle yüz yüze gelmek için topuklarının üstünde hızla döndü.
Kedi düşkünü kaçık ihtiyar hanım Mrs. Figg soluk soluğa görüş alanına girdi. Kır düşmüş saçları filesinden kurtulmuştu, bileğinden şıngırdayan bir pazar filesi sarkıyordu, ayakları da ekose kumaş terliklerinden yarı yarıya dışarı çıkmıştı. Harry asasını çabucak saklamaya çalıştı, ama – “Çıkar şunu, budala çocuk!” diye haykırdıkadın. “Ya etrafta daha da varsa? Ah, bu Mundungus Fletcher’ı öldüreceğim!”
İKİNCİ BÖLÜM
BİR BAYKUŞ OLAYI
“Ne?” dedi Harry, şaşkın şaşkın.
“Gitti!” dedi Mrs. Figg, ellerini ovuşturarak. “Birine gitti, bir süpürgenin arkasından düşen birkaç kazana bakacakmış! Gidersen derini yüzerini dedim, dinlemedi. Bak başımıza neler geldi! Ruh Emiciler! İyi ki Mr. Tibbles’ı görevlendirmişim! Neyse, burada böyle dikilecek vaktimiz yok! Çabuk ol, seni geri götürmemiz lazım! Of, başımıza ne işler açılacak şimdi! Onu öldüreceğim!”
“Ama -” Harry için sokakta iki Ruh Emici’yle karşılaşmak ne kadar büyük bir şoksa, bu kaçık yaşlı komşunun Ruh Emiciler’in ne olduğunu bilmesi de neredeyse o kadar büyük bir şoktu. “Siz – siz cadı mısınız?”
“Ben bir Kofti’yim, Mundungus da bunu gayet iyi biliyor. Ruh Emiciler’i püskürtmede sana nasıl yardım edebilirdim ki? Seni tamamen korunmasız bıraktı gitti, üstelik uyarmıştım onu -”
“Bu Mundungus beni takip mi ediyordu? Dur bir dakika – o’ydu demek! Evimin önünde buharlaşan oydu!”
“Evet, evet, evet, ama çok şükür ki ne olur ne olmaz diye Mr. Tibbles’ı bir arabanın altına yerleştirmişim, geldi beni uyardı, ama evine geldiğimde sen gitmiştin bile -şimdiyse- ah, Dumbledore ne der buna? Sen!” diye haykırdı hâlâ yerde yatan Dudley’ye. “Koca poponu yerden kaldır bakayım, hemen!”
“Dumbledore’u tanıyor musunuz?” dedi Harry, ona şaşkın gözlerle bakarak.
“Tabii ki Dumbledore’u tanıyorum, Dumbledore’u kim tanımaz? Haydi ama – geri dönerlerse sana pek yardım edemem, bir çay poşetine bile biçim değiştirtmekten acizim ben.”
Eğildi ve buruş buruş elleriyle Dudley’nin kocaman kollarından birini tutup çekti.
“Kalksana, işe yaramaz ahmak, kalk!”
Ama Dudley ya kalkamıyor, ya da kalkmıyordu. Yerde öylece kaldı, tir tir titriyordu, suratı kül gibi, ağzı sımsıkı kapalıydı.
“Ben yaparım.” Harry, Dudley’nin kolundan tutup çekti. Muazzam bir çabayla onu ayağa kaldırmayı başardı. Dudley bayılmanın eşiğinde görünüyordu. Küçük gözleri yuvalarında fıldır fıldır dönüyor, yüzünden aşağı ter boşanıyordu; Harry onu bırakır bırakmaz tehlikeli bir şekilde yalpaladı.
“Çabuk!” dedi Mrs. Figg telaşla.
Harry, Dudley’nin kocaman kollarından birini kendi omzuna doladı ve ağırlığı altında hafiften beli bükülerek, onu yola doğru sürükledi. Mrs. Figg önleri sıra sendeleye sendeleye yürüyor, endişeyle her köşeden başını uzatıp bakıyordu.
“Asanı hazır tut,” dedi Harry’ye, Wisteria Walk’a girerlerken. “Gizlilik Nizamnamesi’ni boşver artık, zaten belli oldu, burnumuzdan fitil fitil gelecek, varsın ölümümüz yumurtadan olacağına ejderhadan olsun. Genç Yaşta Büyücülüğün Makul Kısıtlanması ha… Dumbledore tam da bundan korkuyordu işte – Sokağın sonundaki de ne öyle? Aman, Mr. Prentice’miş… asanı ortadan kaldırmasana, çocuk, benden hayır yok diye diye tüy bitti dilimde!”
Bir elle asa tutarken öbürüyle Dudley’yi çekmek hiç de kolay iş değildi. Harry sabırsızlıkla dirseğini kuzeninin böğrüne dayayıp onu dürttü, ama Dudley bağımsız hareket etme arzusunu hepten yitirmiş görünüyordu. Kendini bütün ağırlığıyla Harry’nin omzuna bırakmıştı, koca ayakları yerde sürükleniyordu.
“Niye bana Kofti olduğunuzu söylemediniz, Mrs. Figg?” diye sordu Harry, yürümeye devam etme çabasından soluk soluğa. “Defalarca evinize geldim – niye bir şey demediniz?”
“Dumbledore’un emri. Sana göz kulak olacaktım ama hiçbir şey anlatmayacaktım, çok küçüktün çünkü. Seni canından bezdirdiğim için çok özür dilerim, Harry, ama Dursley’ler bende keyif çattığını düşünseler, hayatta izin vermezlerdi gelmene. Kolay değildi yani… of, oof,” dedi trajik bir sesle, ellerini bir kez daha ovuşturarak, “hele Dumbledore bunu bir duysun -Mundungus nasıl gider, gece yarısına kadar görevde kalması gerekiyordu- nerde ki bu adam? Olanları Dumbledore’a nasıl anlatacağım şimdi? Cisimlenemem ki ben!”
“Benim bir baykuşum var, onu ödünç alabilirsiniz,” diye inledi Harry, Dudley’nin ağırlığı altında omurgasının kırılıp kırılmayacağını merak ederek.
“Harry anlamıyorsun! Dumbledore’un mümkün olduğunca hızlı hareket etmesi gerekecek. Bakanlık’ın küçük yaşta büyüyü tespit etmek için kendi yöntemleri var, senden çoktan haberleri olmuştur, hiç şüphen olmasın.”
Ama Ruh Emiciler’den kurtulmaya çalışıyordum, büyüye başvurmak zorundaydım – herhalde Ruh Emiciler’in Wisteria Walk’ta ne işi vardı diye meraklanırlar asıl, değil mi?”
“Aah, ah, keşke öyle olsa, ama korkarım ki – MUNDUNGUS FLETCHER, ÖLDÜN SEN!”
Şak diye bir sesin ardından, ortalığa bayat tütünle karışık kuvvetli bir içki kokusu yayıldı. Tam karşılarında, yırtık pırtık paltolu, bodur, tıraşsız bir adam belirmişti. Kısa çarpık bacakları, uzun dağınık kızıl-sarı saçları ve koca kulaklı bastıbacak av köpeklerinin hüzünlü havasını taşıyan, kan çanağı gibi torba torba gözleri vardı. Ayrıca elinde gümüşi renkte, sarıp sarmalanmış bir şey tutuyordu. Harry bunu görür görmez bir görünmezlik pelerini olduğunu anladı.
“N’oluyo, Figgy?” dedi, bir Mrs. Figg’e, bir Harry’ye, bir Dudley’ye bakarak. “Gizlilik öldü mü?”
“Şimdi sana gösteririm gizliliği” diye bağırdı Mrs. Figg. “Ne olacak, Ruh Emiciler geldi, seni işe yaramaz, kaytarıcı, sinsi hırsız!”
“Ruh Emiciler mi?” diye tekrar etti Mundungus, adeta donakalarak. “Ruh Emiciler ha, burda ha?”
“Yaa, burda, beş para etmez yarasa pisliği seni!” diye cıyak cıyak bağırdı Mrs. Figg. “Ruh Emiciler gelip senin nöbetinde çocuğa saldırıyor!”
“Vay canına” dedi Mundungus cılız bir sesle, bir Harry’ye, bir Mrs. Figg’e bakarak. “Vay canına, ben -”
“Sense çalıntı kazan peşinde koşuyorsun! Sana gitme demedim mi ben, ha? Demedim mi?”
“Ben – şeyy, ben -” Mundungus fena halde tedirgin olmuş gibiydi. “Çok – çok iyi bir iş imkânıydı, yani -”
Mrs. Figg kolunu kaldırıp, ucundan sarkan pazar filesiyle Mundungus’un suratına ve boynuna vurmaya başladı; gelen şıngırtıya bakılırsa, filenin içi kedi maması doluydu.
“Ahh -yav bırak- bırak beni, deli moruk! Birinin Dumbledore’a söylemesi lazım!”
“Evet-söylemesi-lazım!” diye bağırdı Mrs. Figg, kedi maması dolu fileyi eli uzandığınca Mundungus’un her yanına savurarak. “Ve-o-biri-sen-olsan-iyi-olur – hem-niye-burada-kalıp-yardım-etmediğini-de-anlatırsın!”
“Saç filene hâkim ol yav!” dedi Mundungus, başını kollarıyla korumaya çalışarak. “Gidiyorum, gidiyorum!”
Ve yine yüksek bir şak sesiyle kayboldu.
“Umarım Dumbledore onu gebertirl” dedi Mrs. Figg hiddetle. “Hadi ama, Harry, ne bekliyorsun?”
Harry, Dudley’nin cüssesi altında güç bela yürüyebiliyordu, ama kalan bir gıdım nefesini de bunu belirterek tüketmemeye karar verdi. Yarı baygın Dudley’yi kolundan çekti ve yalpalayarak ilerledi.
“Seni kapıya kadar götüreyim,” dedi Mrs. Figg, Privet Drive’a girerlerken. “Belki başka Ruh Emici de vardır etrafta diye… Eyvah ki ne eyvah, nasıl bir felaket bu… Bir de sen kendin püskürtmek zorunda kaldın onları… halbuki Dumbledore ne pahasına olursa olsun senin büyü yapmanı önlememizi söylemişti bize… Eh, gerçi dökülmüş iksirin arkasından ağlanmaz… ama kedi de cinperilerin arasına daldı bir kere.”
“Yani,” dedi Harry soluk soluğa, “Dumbledore… beni… takip mi ettiriyordu?”
“Tabii ki takip ettiriyordu,” dedi Mrs. Figg sabırsızca. “Ne yani, haziranda olanlardan sonra kendi başına dolaşmana izin vermesini mi bekliyordun? Aman Yarabbi, çocuk, bir de bana senin için akıllı demişlerdi… İşte geldik… şimdi içeri gir ve orada bekle,” dedi, dört numaraya ulaştıklarında. “Sanırım biri kısa sürede seninle temasa geçecektir.”
“Siz ne yapacaksınız?” diye sordu Harry hemen.
“Doğruca eve gidiyorum,” dedi Mrs. Figg, karanlık sokağı gözleriyle tarayarak ve ürpererek. “Yeni talimat beklemem gerekiyor. Sen evde kal yeter. İyi geceler.”
“Bir dakika, gitmeyin! Daha sormak istediğim -”
Ama Mrs. Figg, kumaş terlikleri şıpıdık şıpıdık ederek, pazar filesi şıngırdayarak, hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı çoktan.
“Durun!” diye bağırdı Harry arkasından. Dumbledore’la temasta olan birine soracak milyon tane sorusu vardı; ama birkaç saniye sonra Mrs. Figg karanlığa karışmıştı bile. Harry asık bir suratla Dudley’yi omzunun daha rahat bir yerine dayadı ve dört numaranın bahçesinde ağır ağır, güç bela ilerledi.
Holün ışığı yanıyordu. Harry asasını kot pantolonunun beline soktu, zili çaldı ve Petunia Teyze’nin ön kapıdaki camda tuhaf bir biçimde dalgalanan siluetinin giderek büyüyüşünü izledi.
“Diddy! Nihayet, ben de merak – merak – Diddy, ne oldu?”
Harry göz ucuyla Dudley’ye şöyle bir baktı ve kolunun altından tam vaktinde çıktı. Suratı soluk yeşile dönmüş olan Dudley bir an olduğu yerde sallandı… sonra da ağzını açıp paspasın üstüne kustu.
“DIDDY! Diddy, neyin var senin? Vernon? VER-NON!”
Harry’nin eniştesi oturma odasından langır lungur koşuşturarak geldi. Endişelendiği zamanlarda hep olduğu gibi, posbıyığı bir aşağı bir yukarı sallanıyordu. Telaş içinde, Petunia Teyze’nin, dizlerinin bağı çözülmüş olan Dudley’yi kapı eşiğinden geçirmesine yardım etmeye koştu, bir yandan da kusmuk havuzuna basmamaya çalışıyordu.
“Hasta, Vernon!”
“Nen var, oğlum? Ne oldu? Mrs. Polkiss sana çay diye ne idüğü belirsiz bir şey mi verdi?”
“Niye üstün başın toz toprak içinde, yavrum? Yere mi yattın?”
“Dur bir dakika – hırsızlar mı saldırdı yoksa?”
Petunia Teyze çığlığı bastı.
“Polisi ara, Vernon! Polisi ara! Diddy, yavrum, konuş anneciğinle! Ne yaptılar sana?”
Bütün o patırtıda kimse Harry’yi fark etmemişti, bu da onun işine geliyordu tabii. Vernon Enişte kapıyı çarparak kapatmadan kendini içeri atmayı başardı ve Dursley’ler gürültülü bir şekilde holden mutfağa ilerlerken, usul usul, çıt çıkarmadan merdivenlere doğru gitti.
“Kim yaptı, oğlum? İsimlerini ver bize. Yakalarız onları, sen hiç merak etme.”
“Şşşt! Bir şey söylemeye çalışıyor, Vernon! Ne var, Diddy? Söyle anneciğine!”
Harry ayağını en alt basamağa koymuştu ki, Dudley yeniden sesine kavuştu.
“O.”
Harry, ayağı basamakta, kalakaldı, yüzünü buruşturmuş, patlamayı bekliyordu.
“ÇOCUK! BURAYA GEL!”
Harry yarı korkulu yarı kızgın, ayağını yavaşça basamaktan indirdi ve geri dönüp Dursley’lerin peşinden gitti.
Dışarıdaki karanlıktan sonra, haddinden fazla temiz mutfağın tuhaf, hayal gibi bir ışıltısı vardı. Petunia Teyze, Dudley’yi bir iskemleye doğru götürüyordu; Dudley hâlâ bayağı yeşil ve yapış yapış görünüyordu. Vernon Enişte bulaşıklığın önünde durmuş, küçücük kısık gözleriyle Harry’ye ters ters bakıyordu.
“Oğluma ne yaptın?” dedi tehditkâr bir hırıltıyla.
“Hiçbir şey,” dedi Harry, Vernon Enişte’nin ona inanmayacağını bile bile.
“Ne yaptı sana, Diddy?” dedi Petunia Teyze, titreyen bir sesle. Bir taraftan da elindeki süngerle Dudley’nin deri montunun önündeki kusmuğu siliyordu. “Yoksa – yoksa hani o şeyden mi yaptı, yavrum? Yoksa – şeyini mi kullandı?”
Dudley ağır ağır, titreyerek başını salladı.
Petunia Teyze feryat eder, Vernon Enişte ise yumruklarını kaldırırken, Harry, “Hiç de kullanmadım!” dedi sert bir sesle. “Ona hiçbir şey yapmadım, ben değildim o -”
Ama tam o sırada mutfak penceresinden içeri bir hüt-hüt kuşu süzüldü. Vernon Enişte’nin kafasını sıyıran hüthüt mutfağın öbür tarafına uçtu, gagasında taşıdığı kocaman parşömen zarfı Harry’nin ayaklarına bıraktı, kanadının ucu buzdolabının tepesini sıyırarak zarif bir şekilde döndü, pencereden çıktı ve bahçenin üzerinden uçup gözden kayboldu.
“BAYKUŞ HA!” diye böğürdü Vernon Enişte. Mutfak penceresini çarparken, şakağındaki yorgun düşmüş damar öfkeyle atıyordu. “YİNE Mİ BAYKUŞ! EVİMDE BAYKUŞ İSTEMİYORUM ARTIK!”
Ama Harry zarfı açmaya koyulmuştu bile. Kalbi âdemelması civarında bir yerde atarken mektubu çıkardı.
Sayın Mr. Potter,
Bu akşam saat dokuzu yirmi üç dakika geçe, Muggle’ların yaşadığı bir bölgede ve bir Muggle’ın yanında Patronus Büyüsü yaptığınıza dair istihbarat aldık.
Genç Yaşta Büyücülüğün Makul Kısıtlanması Kararnamesi’nin böylesine ciddi bir ihlalinin sonucu olarak, Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu’ndan atılmış bulunmaktasınız. Bakanlık temsilcileri kısa süre içinde, asanızı imha etmek için ikamet yerinize gelecek.
Daha önce de Uluslararası Sihirbazlar Konfederasyonu Gizlilik Nizamnamesi Bölüm 13’e aykırı bir eylemde buIunmaktan dolayı resmi bir
uyarı almış olduğunuzdan, 12 Ağustos sabahı saat 9’da Sihir Bakanlığı’nda bir disiplin duruşması için hazır bulunmanız gerektiğini üzülerek bildiriyoruz.
Esenlikler dileriz,
Saygılarımızla,
Mafalda Hopkirk
Sihrin Uygunsuz Kullanımı Dairesi
Sihir Bakanlığı
Harry mektubu başından sonuna iki kere okudu. Vernon Enişte ve Petunia Teyze’nin konuştuğunun hayal meyal farkındaydı. Kafasının içi olduğu gibi buz tutmuş, hissizleşmişti sanki. Zihnine tek bir gerçek ulaşabiliyor, hatta bir ok gibi saplanıp felç ediyordu. Hogwarts’tan atılmıştı. Herşey bitmişti. Asla geri dönemeyecekti.
Başını kaldırıp Dursley’lere baktı. Vernon Enişte’nin yüzü iyiden iyiye morarmıştı, yumrukları hâlâ havada, bağırıp çağırıyordu; Petunia Teyze ise kollarını yine öğürmeye başlayan Dudley’ye dolamıştı.
Harry’nin bir süreliğine sersemleşen beyni yeniden uyanır gibi oldu. Bakanlık temsilcileri kısa süre içinde, asanızı imha etmek için ikamet yerinize gelecek. Tek bir çıkar yol vardı. Kaçması gerekiyordu – hem de hemen. Harry nereye gideceğini bilmiyordu, ama bir konudan emindi: İster Hogwarts’ta ister dışarıda, asasına ihtiyacı vardı. Neredeyse rüyadaymışçasına, asasını eline aldı ve mutfaktan çıkmak için arkasını döndü.
“Nereye gittiğini sanıyorsun sen?” diye bağırdı Vernon Enişte. Harry cevap vermeyince, koşarak mutfağı geçip, hole giden kapının önünü tuttu. “Senle işim bitmedi daha, çocuk!”
“Çekil önümden,” dedi Harry sakin bir ses tonuyla.
“Hiçbir yere gidemezsin, önce bana oğlumun nasıl böyle -”
“Önümden çekilmezsen uğursuzluk büyüsünü yersin,” dedi Harry, asasını kaldırarak.
“O numaralar bana sökmez!” diye hırladı Vernon Enişte. “Okul dediğin şu tımarhanenin dışında o elindekini kullanmana izin vermediklerini biliyorum!”
“Tımarhane beni kapı dışarı etti,” dedi Harry. “Yani canım ne isterse yapabilirim. Üç saniyen var. Bir – iki -”
O sırada bir ŞAK sesi mutfakta çınladı. Petunia Teyze çığlık attı, Vernon Enişte bağıra çağıra eğildi, Harry ise o gece üçüncü kez kendi neden olmadığı bir kargaşanın kaynağını arıyordu. Hemen de buldu: Mutfak penceresinin pervazında, sersemlemiş, biraz dağılmış görünen bir peçeli baykuş duruyordu, besbelli az önce kapalı pencereye toslamıştı.
Vernon Enişte’nin ıstırap dolu bir sesle “BAYKUŞLAR!” diye bağırışını duymazdan gelen Harry, koşarak gidip pencereyi açtı. Baykuş, ucuna küçük bir parşömen tomarı bağlı olan bacağını uzattı, tüylerini silkeledi ve Harry mektubu alır almaz uçtu gitti. Harry, elleri titreyerek ikinci mektubu açtı. Mesaj siyah mürekkeple alelacele yazılmıştı, leke içindeydi.
Harry –
Dumbledore az önce Bakanlık’a geldi, meseleyi halletmeye çalışıyor. TEYZENLE ENİŞTENİN EVİNDEN AYRILMA. BAŞKA BÜYÜ YAPMA. ASANI TESLİM ETME.
Arthur Weasley
“Dumbledore meseleyi halletmeye çalışıyor”… ne demekti bu? Dumbledore’un gücü Sihir Bakanlığı’nın kararını değiştirtmeye yeter miydi? Hogwarts’a dönmesine izin vermeleri gibi bir ihtimal var mıydı o zaman? Harry’nin göğsünde küçük bir umut filizi tam tomurcuk vermişti ki, anında paniğe kurban gitti – büyü yapmadan asasını vermemeyi nasıl becerecekti ki? Bakanlık temsilcileriyle düello yapması gerekecekti ve böyle bir şey yaparsa, atılmak şöyle dursun, Azkaban’a düşmesi bile işten değildi.
Kafası deli gibi çalışıyordu… ya kaçıp Bakanlık tarafından yakalanma riskine girecekti ya da hiçbir yere gitmeyip onu burada bulmalarını bekleyecekti. Birinci yöntem çok daha cazip görünüyordu, ama Mr. Weasley’nin onun iyiliğini düşündüğünü de biliyordu… hem, Dumbledore daha önce bundan çok daha kötü meseleleri halletmişti.
“Peki,” dedi Harry. “Fikrimi değiştirdim, burada kalıyorum.”
Hızla gidip mutfak masasına oturdu ve Petunia Teyze ile Dudley’ye döndü. Dursley’ler onun böyle aniden fikir değiştirmesi karşısında şaşırmışlardı. Petunia Teyze yüzünde umutsuzluk dolu bir ifadeyle Vernon Enişte’ye baktı. Vernon Enişte’nin mor şakağındaki damar her zamankinden de daha fena atıyordu.
“Bütün bu kahrolasıca baykuşlar kimden geliyor?” diye homurdandı
“İlki Sihir Bakanlığı’ndan geldi, atıldın diyor,” dedi Harry sakin sakin. Kulak kesilmiş, Bakanlık temsilcileri gelirse diye dışarıdaki sesleri dinliyordu, hem Vernon Enişte’nin bağırıp çağırmasını dinlemektense sorularını cevaplamak daha kolaydı. “İkincisi arkadaşım Ron’un babasındandı, kendisi Bakanlık’ta çalışır.”
“Sihir Bakanlığı mı?” diye böğürdü Vernon Enişte. “Sizin gibileri hükümette ha? İşte bu her şeyi açıklıyor, hem de her şeyi. Tevekkeli değil ülke tepetaklak gidiyor.”
Harry karşılık vermeyince Vernon Enişte ona ters ters baktı, sonra kızgın bir sesle, “Peki niye atıldın?” diye sordu.
“Büyü yaptığım için.”
“HAH!” diye kükredi Vernon Enişte. Yumruğunu buzdolabının tepesine indirdi, buzdolabının kapağı açıldı; Dudley’nin yağ oranı düşük yığınla abur cuburu yere dökülüp patladı. “İtiraf ediyorsun yani! Dudley’ye ne yaptın?”
“Hiçbir şey,” dedi Harry, bu defa biraz daha az sakin bir sesle. “Ben yapmadım -”
“Yaptı,” diye mırıldandı Dudley, beklenmedik bir şekilde. Vernon Enişte ile Petunia Teyze, Harry’yi derhal susturmak için heyecanla el kol hareketleri yaparak Dudley’nin üzerine eğildiler.
“Söyle, oğlum,” dedi Vernon Enişte, “ne yaptı?”
“Anlat, yavrum,” diye fısıldadı Petunia Teyze.
“Bana asasını doğrulttu,” diye mırıldandı Dudley.
Evet, öyle yaptım, ama -” diye kızgın bir sesle lafa girdi Harry, “ama -”
“KES SESİNİ!” diye kükrediler Vernon Enişte ve Petunia Teyze koro halinde.
“Söyle, oğlum,” dedi Vernon Enişte yine, bıyığı hiddetle sallanarak.
“Her yer karardı,” dedi Dudley boğuk bir sesle. Ürperdi. “Her yer karanlıktı. Sonra bir… bir şeyler duydum. Kafamın i-içinde.”
Vernon Enişte ve Petunia Teyze yüzlerinde katıksız bir dehşet ifadesiyle birbirlerine baktılar. Dünyada en sevmedikleri şey büyüydü elbette -ki hortum kullanımı yasağını onlardan daha çok çiğneyen komşular, büyünün hemen arkasından geliyordu- ama birtakım sesler duymaya başlamış insanların bu konuda ilk 10’a gireceği de kesindi. Besbelli Dudley’nin aklını kaçırdığını düşünüyorlardı.
“Ne tür şeyler duydun, Bıcırık?” diye fısıldadı Petunia Teyze. Suratı bembeyaz kesilmiş, gözlerinde yaşlar birikmişti.
Ama Dudley pek söyleyebilecek gibi görünmüyordu. Yine ürperdi ve koca sarı kafasını iki yana salladı. İlk baykuşun gelişinden beri üzerine çöküp her yanını uyuşturmuş olan korkuya rağmen, Harry meraka kapıldı. Ruh Emiciler insanın hayatındaki en kötü anlarını yeniden yaşamasına neden olurlardı. Şımarık, pohpohlanmaya alışmış, zorba Dudley ne duymak zorunda kalmıştı acaba?
“Peki niye düştün, oğlum?” dedi Vernon Enişte, çok hasta birinin başucunda kullanabileceği türden, fazlasıyla alçak bir sesle.
“Ta-takıldım,” dedi Dudley titrek bir sesle. “Sonra da -”
Gepgeniş göğsünü işaret etti. Harry onun ne kastettiğini anladı. Dudley, umut ve mutluluk insandan emilip giderken ciğerleri dolduran o yapış yapış soğuğu anımsıyordu.
“Korkunç,” dedi Dudley çatlak bir sesle. “Soğuk, çok soğuk.”
“Peki,” dedi Vernon Enişte, zorlama bir sükûnetle. Bu arada Petunia Teyze kaygıyla elini Dudley’nin alnına koymuş, ateşini kontrol ediyordu. “Sonra ne oldu, Duddy’ciğim?”
“Sanki… sanki… sanki… artık… artık…”
“Sanki artık hiç mutlu olmayacakmışsın gibi geldi,” diye gerisini getirdi Harry, donuk bir sesle.
“Evet,” diye fısıldadı Dudley, hâlâ titreyerek.
“Ya!” dedi Vernon Enişte, heybetli sesi geri gelmişti. Doğruldu. “Demek oğluma zırtapoz bir büyü yaptın, kafasının içinde sesler duysun ve – ve kedere mahkûm olsun diye, öyle mi?”
“Kaç kere söyleyeceğim?” dedi Harry, sinirlenmeye başlayıp sesini yükselterek. “Ben yapmadım! İki Ruh Emici yaptı!”
“İki – neydi o zırvalık?”
“Ruh-E-mi-ci-ler,” dedi Harry, tek tek heceleyerek. “İki tane.”
“Bu canına yandığımın Ruh Emiciler’i de neyin nesiymiş?”
“Büyücü hapishanesi Azkaban’ın muhafızları,” dedi Petunia Teyze.
Bu sözcükleri iki saniyelik rahatsız edici bir sessizlik izledi. Hemen sonra, Petunia Teyze iğrenç bir küfür etmişçesine ağzını eliyle kapadı. Vernon Enişte yuvalarından uğramış gözlerle ona bakıyordu. Mrs. Figg haydi neyse de – Petunia Teyze?
“Nereden biliyorsun bunu?” diye sordu, afallamış halde.
Petunia Teyze kendinden tiksinmiş gibiydi. Özür dileyen, korku dolu gözlerle Vernon Enişte’ye baktı, sonra elini at gibi dişlerinin önünden indirdi.
“O pis -çocuk- ona söylerken duydum – yıllar önce,” dedi kesik kesik konuşarak.
“Annemle babamdan bahsediyorsan, niye isimlerini kullanmıyorsun?” dedi Harry yüksek sesle, ama Petunia Teyze onu duymazdan geldi. Fena halde bozulmuş görünüyordu.
Harry apışıp kaldı. Yıllar önceki bir feveran sırasında haykıra haykıra Harry’nin annesinin bir ucube olduğunu söylediğinden beri, Petunia Teyze’nin kız kardeşinden söz ettiğini hiç duymamıştı. Sihirli dünyayla ilgili bu bilgi kırıntısını bu kadar uzun süredir hatırlıyor olmasına hayret etti, özellikle de bütün enerjisini böyle bir dünyanın varolduğunu görmezden gelmeye harcarken.
Vernon Enişte ağzını açtı, kapadı, sonra yine açtı, yine kapadı, en sonunda da, sanki nasıl konuşulacağını hatırlamak için çaba sarf etmesi gerekiyormuşçasına, üçüncü kez ağzını açıp boğuk boğuk konuştu: “Yani – yani – bunlar – ee – bunlar – ee – gerçekten varlar, öyle mi – ee – Ruh-bir-şeyciler?”
Petunia Teyze başını salladı.
Vernon Enişte, biri “Bir Nisan!” diye bağırır umuduyla gözlerini Petunia Teyze’den Dudley’ye, ondan da Harry’ye çevirdi. Kimse böyle bir şey yapmayınca bir daha ağzını açtı, ama o anda akşamın üçüncü baykuşunun gelişiyle, söyleyecek yeni sözcükler bulmaya çalışmaktan kurtuldu. Baykuş, tüylü bir top mermisi gibi, hâlâ açık olan pencereden içeri uçtu ve Dursley’lerin üçünün de korkudan zıplamasına neden olan bir tangırtıyla mutfak masasının üzerine kondu. Harry, resmi gibi görünen ikinci bir mektubu baykuşun gagasından çekti aldı ve o uçup karanlığa karışırken, zarfı yırtıp açtı.
Vernon Enişte gidip pencereyi çarparken, bir yandan da, “Yetti – şu – pis – baykuşlar,” diye söylendi dalgın dalgın.
Sayın Mr. Potter,
Yaklaşık yirmi iki dakika önceki mektubumuzu takiben, Sihir Bakanlığı asanızı derhal imha etme kararını gözden geçirmiştir. Resmi bir karara varılacak olan 12 Ağustos tarihli disiplin duruşmanıza kadar asanız sizde kalabilir.
Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu Müdürü ile yaptığı müzakerelerden sonra, Bakanlık, okuldan atılıp atılmayacağınız konusunun da aynı tarihte kararlaştırılması üzerinde anlaşmıştır. Bu nedenle kendinizi, durumunuz yeniden tetkik edilene dek okuldan uzaklaştırılmış sayabilirsiniz.
En iyi dileklerimizi sunarız.
Saygılarımızla,
Mafalda Hopkirk
Sihrin Uygunsuz Kullanımı Dairesi
Sihir Bakanlığı
Harry mektubu baştan sona üç kez hızla okudu. Daha atılmamış olduğunu bilmenin getirdiği rahatlamayla böğründeki düğüm biraz gevşedi, ama korkuları henüz tamamen kaybolmamıştı. Görünüşe bakılırsa her şey Ağustos’un On İkisi’nde yapılacak olan şu duruşmaya bağlıydı.
“Ee?” Vernon Enişte’nin sesi Harry’yi bulunduğu ortama döndürdü. “Şimdi ne oldu? Seni bir şeye mahkûm ettiler mi? Sizin güruhta ölüm cezası var mı?” diye ekledi umutla, sanki sonradan aklına gelmişçesine.
“Bir duruşmaya gitmem gerekiyor,” dedi Harry.
“Yani orda mı mahkûm edecekler?”
“Galiba.”
“Umudumu yitirmeyeyim öyleyse,” dedi Vernon Enişte pis pis.
“Eh, hepsi bu kadarsa…” dedi Harry ayağa kalkarak. Yalnız kalmak, düşünmek, belki Ron, Hermione ya da Sirius’a mektup göndermek için yanıp tutuşuyordu.
“HAYIR, TABİİ Kİ HEPSİ BU KADAR DEĞİL!” diye böğürdü Vernon Enişte. “OTUR YERİNE!”
“Yine ne var?” dedi Harry sabırsızca.
“DUDLEY!” diye kükredi Vernon Enişte. “Oğlumun başına ne geldiğini harfi harfine bilmek istiyorum!”
“İYİ!” diye bağırdı Harry; sinirinden, hâlâ elinde tuttuğu asasının ucundan etrafa kırmızı ve altın rengi kıvılcımlar saçıldı. Dursley’lerin üçü de korkuyla irkildiler.
“Dudley’le Magnolia Crescent ve Wisteria Walk arasındaki yoldaydık,” dedi Harry, hızlı konuşarak ve sinirine hâkim olmaya çalışarak. “Dudley bana kurnazlık etmeye kalktı, ben de asamı çektim ama kullanmadım. Sonra iki Ruh Emici belirdi–”
“Ama NEDİR Kİ bu Ruh Edici’ler?” diye sordu Vernon Enişte öfkeyle. “Ne YAPARLAR?”
“Söyledim ya – içindeki bütün mutluluğu emip alırlar,” dedi Harry, “bir fırsatını bulurlarsa da, öperler -”
“Öperler mi?” dedi Vernon Enişte, hafiften irileşmiş gözlerle. “Öperler mi?”
“Ağzının içinden ruhunu emip almalarına böyle deniyor.”
Petunia Teyze minik bir çığlık koyverdi.
“Ruhu mu? Yoksa onun ruhunu -ruhu hâlâ-”
Dudley’yi omuzlarından tutup sarstı, ruhunun içeride takırdadığını duyabilecek mi diye deneme yapıyordu sanki.
“Tabii ki ruhunu almadılar, alsalar anlardınız,” dedi Harry öfkeyle.
“Onları püskürttün, ha oğlum?” dedi Vernon Enişte yüksek sesle. Konuşmayı bildiği sulara çekmeye çalışan birinin görünümüne sahipti. “Onlara iki tane çaktın, ha?”
“Bir Ruh Emici’ye iki tane çakamazsın,” dedi Harry dişlerini sıkarak.
“Niye bir şeyi yok peki?” diye horozlandı Vernon Enişte. “Niye içi boşalmadı peki?”
“Çünkü ben Patronus -”
VIJT. Bir tangırtı, kanatların pır pırı ve etrafa yavaşça yayılan tozlar eşliğinde, mutfak şöminesinden dördüncü bir baykuş fırladı.
“TANRI AŞKINA!” diye kükredi Vernon Enişte. Uzun süredir yapmadığı bir şeyi yapıyor, bıyığından tutam tutam kıl koparıyordu. “BURADA BAYKUŞA MÜSAADE
ETMEM, BUNA GÖZ YUMMAM, SÖYLÜYORUM BAK!”
Ama Harry baykuşun bacağından parşömen tomarını çıkarmaya koyulmuştu bile. Bu mektubun Dumbledore’dan geldiğinden ve her şeyi – Ruh Emiciler’i, Mrs. Figg’i, Bakanlık’ın neyin peşinde olduğunu, kendisinin, yani Dumbledore’un her şeyi nasıl halletmeyi düşündüğünü açıkladığından öylesine emindi ki, ömründe ilk kez, Sirius’un elyazısını görünce hayal kırıklığına uğradı. Vernon Enişte’nin baykuşlar hakkındaki bitmek bilmeyen yaygarasını duymazdan gelerek ve bacadan çıkan bu en son baykuşun yarattığı toz bulutundan dolayı gözlerini kısarak, Sirius’un mesajını okudu:
Az önce Arthur bize neler olduğunu anlattı. Ne yaparsan yap, bir daha evden dışarı adım atma.
Harry’ye göre bu tepki bu gece olan onca şey karşısında o kadar yetersizdi ki, parşömenin arkasını çevirip mektubun devamı var mı diye baktı, ama başka bir şey yoktu.
Sinirlenmeye başlamıştı yine. Tek başına iki Ruh Emici’yi püskürttüğü için kimse “aferin” demeyecek miydi? Mr. Weasley de Sirius da, sanki Harry yanlış bir şey yapmış da, azarlamayı ne kadar hasar oluştuğunun tespitinden sonraya bırakıyorlarmış gibi davranıyorlardı.
“… bir baykuş olayı, aman yani bir baykuş alayı, dadandı evime. Buna müsaade etmem, çocuk, müsaade -”
“Baykuşların gelmesine engel olamam,” diye çıkıştı Harry, Sirius’un mektubunu avcunun içinde buruşturarak.
“Bu gece neler oldu, işin gerçeğini duymak istiyorum!” diye havlar gibi bağırdı Vernon Enişte. “Madem Dudley’yi incitenler Ruh Eğici’lerdi, sen niye okuldan atıldın? O zamazingodan yapmışsın işte, kendin söyledin!”
Harry sakinleşmek için uzun bir soluk aldı. Başı yine ağrımaya başlamıştı. Mutfaktan çıkmayı, Dursley’lerden uzaklaşmayı her şeyden çok istiyordu.
“Patronus Büyüsü’nü Ruh Emiciler’den kurtulmak için yaptım,” dedi, kendini sakin olmaya zorlayarak. “Onlara karşı işe yarayan tek şey bu.”
“Ama Ruh Ediciler’in Little Whinging’de ne işi vardı?” dedi Vernon Enişte, zıvanadan çıkmış halde.
“Bir şey diyemeyeceğim,” dedi Harry bıkkınlıkla. “Hiçbir fikrim yok.”
Başı floresan ışığın ışıltısına tempo tutarcasına zonkluyordu şimdi. Öfkesi yavaş yavaş diniyordu. Kendini bitmiş tükenmiş hissediyordu. Dursley’lerin hepsi birden gözlerini ona dikmiş bakıyorlardı.
“Senin yüzünden,” dedi Vernon Enişte şiddetle. “Bunun seninle ilgisi var, çocuk, eminim. Yoksa niye buraya gelsinler? Yoksa niye o yolda ortaya çıksınlar? Herhalde kilometrelerce mesafede senden başka – başka -” Belli ki “büyücü” sözcüğünü söylemeye içi elvermiyordu. “Senden başka öyle biri yoktur.”
“Niye geldiklerini bilmiyorum.”
Ama Vernon Enişte’nin sözleri, Harry’nin yorgun düşmüş beynini yeniden harekete geçirmişti. Sahi, Ruh Emiciler Little Whinging’e niye gelmişlerdi ki? Harry’nin olduğu yolda ortaya çıkmaları nasıl tesadüf olabilirdi? Buraya gönderilmiş miydiler? Sihir Bakanlığı Ruh Emiciler’in kontrolünü mü kaybetmişti? Dumbledore’un tahmin ettiği gibi, Azkaban’dan ayrılıp Voldemort’a mı katılmışlardı?
“Bu Ruh Eziciler bir üşütükler hapishanesini mi bekliyor?” diye sordu Vernon Enişte, Harry’nin düşüncelerinin izinden acemice giderek.
“Evet,” dedi Harry.
Başının sızısı bir dursa, mutfaktan çıkıp karanlık odasına bir gidebilse, düşünebilse…
“Aha! Seni tutuklamaya gelmişlerdi!” dedi Vernon Enişte, doğruluğu su götürmez bir sonuca varmış birinin muzaffer edasıyla. “İşte bu, değil mi, çocuk? Kanundan kaçıyorsun!”
“Tabii ki kaçmıyorum,” dedi Harry. Bir sineği kovmak istermiş gibi başını iki yana salladı, şimdi kafası çılgıncasına çalışıyordu.
“Peki o zaman neden -”
Harry alçak sesle, Vernon Enişte’den çok kendi kendine, “Onları o göndermiş olmalı,” dedi.
“Ne dedin? Kim göndermiş olmalı?”
“Lord Voldemort,” dedi Harry.
“Büyücü”, “sihir” ya da “asa” gibi sözcükleri duyduklarında irkilen ve ciyaklayan Dursley’lerin, gelmiş geçmiş en kötücül büyücünün adını duyup da bir parça bile ürpermemelerinin ne kadar garip olduğunu hayal meyal fark eder gibi oldu.
“Lord – dur bir dakika,” dedi Vernon Enişte. Yüzünü buruşturmuştu, bir domuzunkine benzeyen gözlerinde yavaş yavaş bir anlama ışığı belirmişti. “O adı duymuştum… o değil miydi, hani -”
“Annemle babamı öldüren kişi, evet,” dedi Harry.
“Ama o gitmişti,” dedi Vernon Enişte sabırsızca, Harry’nin annesiyle babasının öldürülmesinin acı verici bir mesele olduğuna dair en ufak bir belirti göstermeden. “O dev herif söylemişti. Gitmiş.”
“Geri döndü,” dedi Harry sıkıntıyla.
Petunia Teyze’nin hastane gibi temiz mutfağında, son model buzdolabının ve geniş ekran televizyonun yanında durup Vernon Enişte’yle sakin sakin Ruh Emiciler’den bahsetmek Harry’ye çok tuhaf geliyordu. Ruh Emiciler’in Little Whinging’e gelmesi, Privet Drive’ın iflah olmaz bir biçimde sihirden yoksun dünyasını onun ötesindeki dünyadan ayıran muazzam, görünmez duvarda gedik açmıştı adeta. Harry’nin iki yaşamı bir şekilde birleşmiş, her şey tepetaklak olmuştu; Dursley’ler sihirli dünyaya ilişkin ayrıntıları öğrenmek istiyorlardı, Mrs. Figg Dumbledore’u tanıyordu; Ruh Emiciler Little Whinging’de süzülüyordu ve kendisi Hogwarts’a belki de asla dönemeyecekti. Harry’nin başı iyice zonklamaya başladı.
“Döndü mü?” diye fısıldadı Petunia Teyze.
Harry’ye daha önce hiç bakmadığı gibi bakıyordu. Ve birdenbire, ömründe ilk defa, Harry, Petunia Teyze’nin annesinin kardeşi olduğunun tam anlamıyla bilincine vardı. Şu anda bundan niye böylesine etkilendiğini bilmiyordu. Tek bildiği, odada Lord Voldemort’un geri dönmesinin ne anlama gelebileceğini sezebilecek yegâne kişinin kendisi olmadığıydı. Petunia Teyze daha önce ömründe ona öyle bakmamıştı. Büyük, solgun gözleri (kız kardeşininkilerden o kadar farklıydı ki) nefret ya da kızgınlıkla kısılmamış, korkudan faltaşı gibi açılmıştı. Petunia Teyze’nin Harry kendini bildi bileli sürdürdüğü amansız kandırmaca -sihir diye bir şeyin de, Vernon Enişte’yle yaşadığı dünyadan başka bir dünyanın da olmadığı kandırmacası- ansızın yerle bir olmuş gibiydi.
“Evet,” dedi Harry, bu defa doğrudan doğruya Petunia Teyze’ye hitap ederek. “Bir ay önce döndü. Onu gördüm.”
Petunia Teyze’nin elleri Dudley’nin deri kaplı iriyarı omuzlarını bulup sıkı sıkı kavradı.
“Bir dakika,” dedi Vernon Enişte, bir karısına, bir Harry’ye bakarak. Belli ki ikisinin arasında oluşan bu beklenmedik anlaşma onu sersemletmiş, kafasını karıştırmıştı. “Bir dakika. Bu Voldizımbırtı döndü diyorsun yani.”
“Evet.”
“Şu aileni öldüren kişi.”
“Evet.”
“Şimdi de arkandan Ruh Ekiciler’i mi gönderiyor?”
“Öyle görünüyor,” dedi Harry.
“Anlıyorum,” dedi Vernon Enişte, bir beti benzi atmış karısına, bir Harry’ye bakıp pantolonunu çekerek. Sanki şişiyor, kocaman mor suratı Harry’nin gözlerinin önünde geriliyordu. “Eh, işte bu, kantarın topunu kaçırır,” dedi. Kendini şişirirken gömleğinin önü iyiden iyiye gerginleşmişti. “Bu evden çık git, çocuk!”
“Ne?” dedi Harry.
“Beni duydun – DIŞARI!” Vernon Enişte öyle bir böğürmüştü ki, Petunia Teyze ile Dudley bile yerlerinden zıplamışlardı. “DIŞARI! DIŞARI! Bunu yıllar önce yapmam gerekirdi! Baykuşlar burayı huzurevi niyetine kullanıyor, pudingler patlıyor, salonun yarısı yerle bir oluyor, Dudley’nin kuyruğu çıkıyor, Marge tavanda geziniyor, bir Ford Anglia uçuyor – DIŞARI! DIŞARI! Bittin artık! Tarih oldun sen! Madem peşinde bir kaçık var, artık burada kalamazsın, karımı ve oğlumu tehlikeye atamazsın, başımızı belaya sokamazsın. Beş para etmez annenle babanın izinden gidiyorsun madem, yetti artık! DIŞARI!”
Harry olduğu yere mıhlanmış gibi kaldı. Bakanlık’tan, Mr. Weasley’den ve Sirius’dan gelen mektuplar sol avcunun içinde buruşmuş halde duruyordu. “Ne yaparsan yap, bir daha evden dışarı adım atma. TEYZENLE ENİŞTENİN EVİNDEN AYRILMA.”
“Beni duydun!” dedi Vernon Enişte öne eğilerek. Koca mor suratı Harry’ninkine o kadar yaklaşmıştı ki, tükürükleri yüzüne sıçrıyordu. “Yürü bakalım! Yarım saat önce evden ayrılmaya can atıyordun! Ben de tamamen aynı fikirdeyim! Git, bir daha da buraya ayak basma! Seni baştan niye kabul ettik, bilmem, Marge haklıydı, yetimhaneye göndermeliydik. Fazla yufka yürekliydik, içinden çıkarabiliriz sandık, seni normale döndürebiliriz sandık, ama sen baştan çürüktün, yetti artık – baykuşlar.”
Beşinci baykuş bacadan aşağı öyle hızlı fırladı ki yere çarptı, sonra tiz bir çığlıkla tekrar havalandı. Harry kırmızı bir zarfın içindeki mektubu almak için elini kaldırdı, ama baykuş başının tepesinden geçip doğruca Petunia Teyze’ye gitti. Bunun üzerine Petunia Teyze çığlık attı ve kollarını yüzüne kapatıp eğildi. Baykuş kırmızı zarfı onun kafasının üstünden aşağı bıraktı ve dönüp bacadan yukarı uçarak gitti.
Harry fırladı, ama Petunia Teyze mektuba daha önce ulaştı.
“Sen aç istiyorsan,” dedi Harry, “ama nasılsa mektupta ne dediğini ben de duyacağım. Bir Çığırtkan o.”
“Bırak onu, Petunia!” diye kükredi Vernon Enişte. “Elini sürme ona, tehlikeli olabilir!”
“Bana gönderilmiş,” dedi Petunia Teyze titreyen bir sesle. “Bana gönderilmiş, Vernon, bak! Mrs. Petunia Dursley, Mutfak, Dört Numara, Privet Drive -”
Korkuyla soluğunu tuttu. Kırmızı zarftan duman çıkmaya başlamıştı.
“Aç!” diye yüreklendirdi onu Harry. “Aç da bitsin şu iş! Nasılsa olan olacak.”
“Hayır.”
Petunia Teyze’nin eli titriyordu. Bir kaçış yolu arıyormuş gibi, gözleri mutfağı delice taradı, ama çok geçti artık – zarf alevler içinde kalmıştı. Petunia Teyze çığlığı bastı ve zarfı elinden attı.
Mutfağı masanın üzerindeki yanan mektuptan gelen ve duvarlarda yankılanan korkunç bir ses kapladı.
“Unutma, Petunia.”
Petunia Teyze bayılacak gibi oldu. Elleri yüzünde, Dudley’nin yanındaki sandalyeye çöktü. Sessizlikte, zarftan artakalanlar da kül oldu.
“Nedir bu?” dedi Vernon Enişte boğuk bir sesle. “Ne- ben anla- Petunia?”
Petunia Teyze hiçbir şey demedi. Dudley şapşal şapşal annesine bakıyordu, ağzı açık kalmıştı. Sessizlik dehşet verici bir şekilde uzadı. Harry dumura uğramış halde teyzesine bakıyordu, başı patlayacakmış gibi zonkluyordu.
“Petunia, hayatım?” dedi Vernon Enişte çekingen çekingen. “P-Petunia?”
Kadın başını kaldırdı. Hâlâ titriyordu. Yutkundu.
“Çocuk – çocuk burada kalacak, Vernon,” dedi cılız bir sesle.
“N-ne?”
Kalıyor,” dedi. Harry’ye bakmıyordu. Yeniden ayağa kalktı.
“O… ama Petunia…”
“Onu kapının önüne koyarsak komşular dedikoduya başlayacak,” dedi. Hızla her zamanki uyanık, aksi tavrına dönüyordu, ama yüzü hâlâ çok solgundu. “Olmayacak sorular soracaklar, nereye gittiğini öğrenmek isteyecekler. Onu tutmak zorundayız.”
Vernon Enişte eskimiş bir lastik gibi sönmeye başlamıştı.
“Ama Petunia, hayatım -”
Petunia Teyze ona aldırmadı. Harry’ye döndü.
“Odanda duracaksın,” dedi. “Evden çıkmayacaksın. Git yat şimdi.”
Harry kıpırdamadı.
“O Çığırtkan kimdendi?”
“Soru sorma” diye parladı Petunia Teyze.
“Büyücülerle temasta mısın?”
“Sana git yat dedim!”
“Ne demek istedi? Neyi unutma?”
“Git yat!”
“Nasıl -”
“TEYZENİ DUYDUN, GİT YAT ARTIK!”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ÖNCÜ KOL
Ruh Emiciler’in saldırısına uğradım ve belki de Hogwarts’tan atılacağım. Neler olduğunu, buradan ne zaman çıkacağımı bilmek istiyorum.
Harry karanlık yatak odasındaki masasına ulaşır ulaşmaz bu cümleleri üç ayrı parşömen parçasına yazdı. İlki Sirius’a, ikincisi Ron’a, üçüncüsüyse Hermione’yeydi. Baykuşu Hedwig dışarıda avlanıyor, kafesi masada boş duruyordu. Harry odada bir aşağı bir yukarı yürüyerek onu beklemeye başladı; başı çatlayacak gibi ağrıyor, yorgunluktan gözleri batıyor ve kaşınıyordu, ama beyni uyuyamayacak kadar meşguldü. Dudley’yi çeke çeke eve getirmekten sırtı ağrımıştı. Kafasındaki iki şiş, fena halde zonkluyordu; biri pencerenin, diğeri Dudley’nin yumruğunun geldiği yerdeydi.
Öfkeyle dolu, siniri burnunda, dişlerini gıcırdatıp yumruklarını sıkarak, pencerenin önünden her geçişinde yıldızlarla dolu gökyüzüne kızgın bakışlar atarak bir aşağı bir yukarı yürüdü durdu. Ruh Emiciler onu haklamaya gönderiliyor, Mrs. Figg ve Mundungus Fletcher gizlice onu takip ediyor, Hogwarts’tan uzaklaştırılıyor ve Sihir Bakanlığı’nda bir duruşmaya çağrılıyor – ve hâlâ kimse çıkıp ona neler olduğunu söylemiyordu.
Peki ya o Çığırtkan da neyin nesiydi? Mutfakta öyle korkutucu, öyle tehditkâr bir şekilde yankılanan kimin sesiydi?
Niye bilgi alamıyor, burada kapalı kalmış bekliyordu? Niye herkes ona yaramaz çocuk muamelesi ediyordu? “Başka büyü yapma, evde kal…”
Yanından geçtiği okul sandığına bir tekme savurdu, ama kızgınlığının yatışması şöyle dursun, şimdi kendini daha da kötü hissediyordu; vücudunun çeşitli yerlerindeki acılara bir de ayak parmağınınki eklenmişti.
Topallaya topallaya pencerenin önünden geçerken, Hedwig hafif bir kanat hışırtısı eşliğinde, küçük bir hayalet gibi içeri süzüldü.
“Nihayet!” diye hırladı Harry, Hedwig kafesinin üstüne yumuşak iniş yaparken. “Bırak onu şimdi, sana bir iş vereceğim!”
Hedwig iri, yuvarlak ve kehribar rengi gözleriyle, gagasındaki ölü kurbağanın üzerinden ona sitem dolu bir bakış fırlattı.
“Buraya gel,” dedi Harry. Eline üç küçük parşömen rulosuyla deri bir şerit alıp, tomarları Hedwig’in pullu bacağına bağladı. “Bunları doğruca Sirius’a, Ron’a ve Hermione’ye götür, şöyle güzel, uzun cevaplar almadan da döneyim deme. Gerekirse yeterli uzunlukta cevaplar yazdırana kadar gagala onları. Anladın mı?”
Hedwig, hâlâ gagasında duran kurbağa yüzünden boğuk bir sesle öttü.
“Hadi yola koyul o zaman,” dedi Harry.
Hedwig hemen havalandı. O gider gitmez Harry soyunmadan kendini yatağa fırlatıp gözlerini karanlık tavana dikti. Bütün o diğer berbat duygular yetmezmiş gibi, şimdi bir de Hedwig’e çıkıştığı için kendini kötü hissediyordu; ne de olsa o, Privet Drive Dört Numara’daki tek arkadaşıydı. Neyse, Sirius, Ron ve Hermione’nin cevaplarıyla geri gelince ona kendini affettirirdi.
Çabuk yazacakları kesindi; bir Ruh Emici saldırısını görmezden gelecek değildiler ya. Büyük bir ihtimalle yarın kalktığında, her tarafından anlayış damlayan ve derhal Kovuk’a götürülmesi planlarına yer veren üç tane şişkin mektup bulacaktı. Bu huzur verici düşünceyle birlikte uyku onu sarıp sarmaladı ve bütün diğer düşünceleri boğdu.
*****
Ama ertesi sabah Hedwig dönmedi. Harry günü odasında geçirdi, bir tek tuvalete gitmek için dışarı çıktı. Petunia Teyze o gün üç kere, üç yaz önce Vernon Enişte’nin yerleştirdiği kedi kapısından içeri yemek bıraktı. Harry ne zaman ayak seslerini duysa, ondan Çığırtkan’la ilgili bilgi almaya çalıştı, ama teyzesi ser verip sır vermiyordu; ha ona soru sormuştu, ha kapı koluna. Dursley’ler bunun dışında Harry’nin yatak odasından uzak durdular. Zorla onların yanına gitmenin de bir anlamı yoktu Harry’ye göre; yeni bir kavga çıkarmakla eline hiçbir şey geçmezdi, olsa olsa iyiden iyiye kendini kaybeder, belki bir yasadışı büyü daha yapardı.
Bu, üç gün böyle devam etti. Harry bazen dinmek bilmez bir enerjiyle doluyor, kafasını hiçbir şeye veremeyip odada volta atıyor, onu bu karışıklığın ortasında endişelenmeye terk ettikleri için herkese veryansın ediyordu; bazen de üzerine öyle bir miskinlik çöküyordu ki, bir saat boyunca yatağında yatıp sersemleşmiş halde gözlerini boşluğa dikiyor, Bakanlık duruşmasının düşüncesiyle her tarafı sızım sızım sızlıyordu.
Ya aleyhinde karar verirlerse? Ya gerçekten onu okuldan atarlar ve asasını ortadan ikiye kırarlarsa? Ne yapardı, nereye giderdi? Bundan böyle sürekli Dursley’lerle birlikte
yaşayamazdı. Başka bir dünya, gerçekten ait olduğu bir dünya görmüştü bir kere. Acaba Sirius’un geçen yıl Bakanlık’tan kaçmak zorunda kalmadan önce teklif ettiği gibi, onun evinde yaşayabilir miydi? Hâlâ reşit olmadığı düşünülürse, orada tek başına yaşamasına izin verilir miydi acaba? Yoksa bundan sonra nereye gideceğine başkaları mı karar verecekti? Uluslararası Gizlilik Nizamnamesi’ni, Azkaban’da hücreye kapatılmasına neden olacak kadar ciddi bir şekilde mi ihlal etmişti? Ne zaman bu düşünce aklına gelse, Harry yataktan kalkıp yine volta atmaya başlıyordu.
Hedwig gittikten sonraki dördüncü gece, Harry yine duygusuz anlarından birini yaşıyor, yorgun zihni tamamen boşalmış halde, gözlerini tavana dikmiş bakıyordu ki, eniştesi odaya girdi. Harry yavaşça başını çevirip ona baktı. Vernon Enişte en fiyakalı takım elbisesini giymişti, yüzünde müthiş bir kendini beğenmişlik ifadesi vardı.
“Dışarı çıkıyoruz,” dedi.
“Pardon?”
“Biz -yani teyzen, Dudley ve ben- dışarı çıkıyoruz.”
“İyi,” dedi Harry ruhsuz bir sesle. Gözlerini tekrar tavana dikti.
“Biz yokken odandan çıkmak yok.”
“Tamam.”
“Televizyona, müzik setine ya da herhangi bir eşyamıza el sürmek yok.”
“Peki.”
“Buzdolabından yiyecek çalmak yok.”
“Tamam.”
“Kapını kilitliyorum.”
“Kilitle tabii.”
Harry’nin hiç karşılık vermemesinden açıkça şüphelenen Vernon Enişte ona ters ters baktı, sonra da lap lap yürüyerek odadan çıktı ve arkasından kapıyı kapadı. Harry anahtarın kilidin içinde dönüşünü ve Vernon Enişte’nin merdivenlerden paldır küldür inişini duydu. Birkaç dakika sonra da araba kapılarının çarpışını, motorun homurtusunu ve besbelli arabanın uzaklaştığına işaret eden sesi işitti.
Dursley’lerin gitmesi Harry’ye hiçbir şey ifade etmiyordu. Evdelermiş, dışarıdalarmış, umrunda bile değildi. Kalkıp odasının ışığını yakacak gücü bile bulamadı kendinde. Oda giderek daha da karanlıklaştı. Yatağında uzanmış, Hedwig’in döneceği o mutlu anın beklentisiyle her zaman ardına kadar açık tuttuğu pencereden gelen gece seslerini dinliyordu.
Boş evin her tarafından gıcırtılar geldi. Borular lıkırdadı. Harry hiçbir şey düşünmeden, bir tür uyuşukluk içinde, kederle sarmalanmış halde, orada öylece yattı.
Derken, aşağıdaki mutfaktan hayli belirgin bir şangırtı duydu.
Hemen doğruldu ve dikkat kesildi. Dursley’ler dönmüş olamazdı, daha çok erkendi, hem arabalarının sesi de kulağına çalınmamıştı.
Birkaç saniyelik sessizlik oldu, sonra birilerinin sesi geldi.
Hırsızlar, diye düşündü, yataktan usulca kalkarak – ama hemen sonra, hırsız olsalar alçak sesle konuşacakları aklına geldi, oysa mutfakta gezinen her kimse kesinlikle böyle bir zahmete girmiyordu.
Başucundaki komodinden asasını aldı ve kapıya dönerek olanca dikkatiyle dinledi. Ansızın irkildi, kilitten bir tıkırtı yükselmiş, kapısı ardına kadar açılmıştı.
Harry hiç kıpırdamadan olduğu yerde durup açık kapıdan karanlık merdiven sahanlığına baktı, başka ses gelecek mi diye kulak kesilmişti, ama gelmedi. Bir an tereddüt etti, sonra hızla ve çıt çıkarmadan, odasından çıkıp merdivenlerin başına gitti.
Yüreği ağzına geldi. Aşağıdaki karanlık holde birileri duruyordu, cam kapıdan gelen ışıkta siluetleri gözüküyordu; sekiz dokuz kişiydiler ve Harry’nin görebildiği kadarıyla hepsi ona bakıyordu.
“Birinin gözünü çıkarmadan o asayı indir, evlat,” dedi birisi alçak sesle homurdanarak.
Harry’nin kalbi gümbür gümbür atıyordu. Bu sesi tanıyordu, ama asasını indirmedi.
“Profesör Moody?” diye sordu tereddütle.
” ‘Profesör’ meselesini bilemeyeceğim,” dedi aynı ses homur homur, “öğretmenlik yapmaya pek fırsatım olmadı, değil mi? Aşağı gel, seni şöyle doğru dürüst görmek istiyoruz.”
Harry asasını biraz indirdi, ama sıkı sıkı tutmaya devam etti, olduğu yerden de kımıldamadı. Şüphelenmek için çok geçerli bir nedeni vardı. Yakın zamanda Deli-Göz Moody’le birlikte dokuz ay geçirmiş, ancak daha sonra onun Moody falan değil, bir sahtekâr olduğunu öğrenmişti; dahası, bu sahtekâr, gerçek kimliği ortaya çıkmadan önce Harry’yi öldürmek istemişti. Ne yapacağı konusunda bir karar veremeden,
aşağıdan biraz kısık ikinci bir ses geldi.
“Her şey yolunda, Harry. Seni götürmeye geldik.”
Harry’nin kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi oldu. Bu sesi de tanıyordu, ama bir seneden uzun süredir duymamıştı.
“P-Profesör Lupin?” dedi inanamayarak. “Siz misiniz?”
“Niye karanlıkta duruyoruz?” dedi üçüncü bir ses. Bu seferki, Harry’nin hiç tanımadığı bir kadın sesiydi. “Lumos.”
Bir asanın ucu parlayıp, sihirli ışığıyla holü aydınlattı. Harry gözlerini kırpıştırdı. Aşağıdakiler merdivenin dibinde toplanmış, dikkatle onu izliyorlardı, bazıları daha iyi görebilmek için boynunu uzatmıştı.
En yakınında Remus Lupin duruyordu. Hâlâ hayli genç olmasına rağmen Lupin’in yorgun ve hasta bir görünümü vardı; Harry’nin ona veda edişinden bu yana saçındaki beyaz teller artmıştı ve cüppesi her zamankinden de yamalı ve pejmürdeydi. Bununla beraber, Harry’ye bakan yüzünde koca bir gülümseme vardı. Harry de şokta olmasına karşın ona gülümsemeye çalıştı.
“Oo, tam da düşündüğüm gibi görünüyor,” dedi ışıklı asasını yukarı kaldırmış olan cadı. Aralarında en genç o görünüyordu; solgun, kalp biçiminde bir yüzü, ışıldayan koyu renk gözleri ve parlak mor renkte kısa, diken diken saçları vardı. “Naber, Harry?”
“Evet, haklıymışsın, Remus,” dedi en arkada duran kel, siyahi bir büyücü -kalın, telaşsız bir sesi vardı ve kulağına altın bir halka takmıştı- “adeta James’in kopyası.”
“Gözleri hariç,” dedi arkadaki hırıltılı sesli, gümüş saçlı büyücü. “Gözleri Lily’nin gözleri.”
Burnunun hatırı sayılır bir parçası eksik olan uzun kır saçlı Deli-Göz Moody, birbirine hiç uymayan iki gözünü kısmış, Harry’ye şüpheyle bakıyordu. Bir gözü küçük, koyu renk ve boncuk gibiydi, öbürüyse kocaman, yuvarlak ve canlı bir elektrik mavişiydi – duvarların, kapıların ve kendi kafasının arkasını görebilen sihirli gözdü bu.
“O olduğundan iyice eminsin ya, Lupin?” diye homurdandı. “Gözcülük edeceğiz derken, onun kılığına girmiş bir Ölüm Yiyen’i alıp götürmeyelim de. Ona sadece gerçek Potter’ın bilebileceği bir şey soralım. Tabii aranızdan biri yanında Veritaserum getirmediyse?”
“Harry, Patronus’un hangi biçimi alıyor?” diye sordu Lupin.
“Çatalboynuzlu geyik,” dedi Harry ürkekçe.
“Bu o, Deli-Göz,” dedi Lupin.
Harry, herkesin gözlerini üzerinde fazlasıyla hissederek asasını kot pantolonunun arka cebine sokup merdivenlerden indi.
“Asanı oraya koyma, evlat!” diye kükredi Moody. “Ya tutuşursa? Senden iyi ne büyücüler bu yüzden poposunu kaybetmiştir!”
Mor saçlı kadın, Deli-Göz’e ilgiyle, “Poposunu kaybetmiş kim var tanıdığın?” diye sordu.
“Boşver şimdi, sen asanı arka cebinde tutma yeter!” diye gürledi Deli-Göz. “Asa güvenliğinin esaslarındandır bu, ama artık kimse zahmet edip de uygulamıyor.” Topallaya topallaya mutfağa doğru ilerledi. Kadın gözlerini yuvarlayıp tavana bakarken de, “Görmedim sanma,” diye ekledi sinirli bir sesle.
Lupin elini uzatıp Harry’nin elini sıktı.
“Nasılsın?” diye sordu, Harry’ye dikkatle bakarak.
“İ-iyiyim…”
Harry bunun gerçek olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu. Dört hafta hiçbir şey olmamış, onu Privet Drive’dan almaya yönelik bir plan yapıldığının en ufak belirtisini bile görmemişti, şimdiyse çok önceden ayarlanmış gibi aniden bir dolu büyücü ortaya çıkmış, evinde sakin sakin duruyorlardı. Göz ucuyla Lupin’in etrafındakileri süzdü; hâlâ büyük bir hevesle ona bakıyorlardı. Birden dört gündür saçını taramadığının farkına vardı.
“Ben – Dursley’ler evde olmadığı için şanslısınız…” dedi geveleyerek.
“Şanlıymışız, hah!” dedi mor saçlı kadın. “Onları dışarı çeken bendim. Onlara Muggle postasıyla bir mektup gönderdim, İngiltere’nin En Bakımlı Banliyö Çimi Yarışması’na aday gösterildiniz diye. Şu anda ödül törenine gidiyorlar… daha doğrusu onlar öyle sanıyor.”
Bir an Harry’nin gözünün önüne, İngiltere’nin En Bakımlı Banliyö Çimi Yarışması diye bir şey olmadığını öğrenince Vernon Enişte’nin yüzünün alacağı hal geldi.
“Gidiyoruz, değil mi?” diye sordu. “Kısa sürede mi?”
“Birazdan diyebiliriz,” dedi Lupin. ” ‘Tehlike yok’ işaretini bekliyoruz.”
“Nereye gidiyoruz? Kovuk’a mı?” diye sordu Harry umutla.