Ayşe Kulin, Dönüş’ün ardından yeni kitabı Hayal’de 1983’ten bu yana yaşamında yer alan renkli olaylara ve ilginç anekdotlara yer veriyor. Bu kitapta yazarlık hayaliyle başlayan bir yaşamın günümüze uzanan renkli görüntüleri yer alıyor. Özgün çizimlerle desteklenmiş olan Hayal aynı zamanda Kulin’in günümüze uzanan yazarlık serüveninin de bir öyküsü…
Ünlü işadamı Asil Nadir’den reklamcı Tunca Yönder’e; halkla ilişkiler alanının duayeni Betûl Mardin’den Rahmi Koç’a kadar iş, yayın, siyaset dünyasından pek çok tanınmış ismin yer aldığı kitap Yahya Kemal Beyatlı’nın “İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar” sözleriyle başlıyor.
Hayal, Kulin’in bir umuduyla son buluyor: “Bu dünyada var olduğum sürece hayal kurmaktan vazgeçmeyeceğim. Okurlarımla daha nice hayalde buluşmak üzere!”
***
HAYAL
Yarım saatten beri ter içinde oturuyorum deri taklidi plastik koltukta, inatla, sebatla oturuyorum! Odacı üçüncü çayımı bırakıyor önümdeki alçak sehpaya. Sehpada benden bir önceki konuğun izmaritleriyle dolu bir kül tablası ve benim çay bardağımdan başka bir şey yok ama yanımdaki yazı masasının üzeri üst üste yığılmış tozlu kitaplar, dergiler, dosyalarla dolu. Bu kargaşanın en üstünde, içinde babamın daktilosunda yazıp yer yer tipeksle düzelttiğim yedi-sekiz adet öykümün bulunduğu soluk pembe dosya duruyor. Masanın arkasında ise sinirli hareketlerle sigara içen Mustafa Kemal var.
Mustafa Kemal Atatürk değil, Mustafa Kemal Ağaoğlu!
Yani, açılımı Yazarlar Kooperatifi gibi bir şey olan YAZKO’nun müdürü veya idarecisi veya başkanı. Bu sıfatlardan hangisini taşıdığından emin değilim. Emin olduğum, ben on beş yaşındayken, o on dokuz yaşındaydı ve bana âşıktı. Aradan çeyrek asır geçmiş. Geçen zaman içinde sevgili olamamışız ama sıkı dost olmuşuz ve işte beni karşısında şımarık bir inatla oturtan da bu dostluğa olan güvenim.
“Vallahi de billahi de bu hafta içinde okuyacağım,” diyor Mustafa Kemal.
“Şimdi!”
“Pekâlâ, söz, bu akşam okuyacağım. Hem de yemeğe gitmeden önce, ayık kafayla.”
“Şimdi!”
“Az sonra randevum var dedim ya!”
“Şimdi, lütfen. Rastgele bir öykü seç, oku! Misafirin gelince bırakırsın. On sayfalık öyküyü okumak kaç dakikanı alır ki? En fazla on dakika sürer.”
“Biri gözlerini dikmiş bana bakarken, kendimi öyküye veremem.”
Ayağa kalkıp pencerenin önüne yürüyorum. “Bak, arkamı döndüm sana, öykü bitene kadar camdan dışarı bakacağım.” “Allahım sen bana sabır ver,” diyor Mustafa Kemal, “iyi ki evlenmemişim seninle! Deli ederdin beni herhalde.”
İçimden, “Ne evlenmesi be, sen beni öpemedin bile,” diyorum, ilk gençliğimde ona yüz vermediğim için şu anda hayli pişman.
Mustafa Kemal bana âşık olduğunda ben ortaokuldaydım. Babası Samet Ağaoğlu ve annesi Neriman Hanım yakın dostlarımızda Ama esas dostluk, babam ile halası Süreyya Ağaoğlu’nun Berlin’deki öğrencilik günlerinden kalmaydı. Tahsillerini tamamlayıp yurda döndükten ve Ankara’da biri avukat diğeri mühendis olarak çalışmaya başladıktan sonra, kardeşi ile kamını, Süreyya tanıştırmış babama, babam henüz bekârken. Ankara otuzlu yıllarda, herkesin birbirini tanıdığı, insanların Kızılay Meydanı’ndan Kavaklıdere’ye yürüyene kadar her geçeni selamlamaktan helak olduğu, avuç içi kadar bir yerdi zaten. Ankaralılar birbirlerine akrabalar kadar yakındı.
Ortaokulu İstanbul’da okurken, bir bayram tatilinde Ankara’ya gittiğimde, Mustafa Kemal’in annesi anneme telefon etmiş, oğlunun bir akşam beni bir konsere götürmesi için izin istemişti. Babası bakandı o yıllarda. Demokrat Parti’nin ileri gelenlerinden biriydi. Annem, babama danışmadan evet dediği için çok azar işitmişti babamdan. Annem, “Oğlanın ana babası kırk yıllık dostlarımız, üstelik Samet şimdi bakan, hayır demek ayıp olur,” dedikçe babam, “Değil o bacaksız, Gazi’nin kendisi gelse, izin vermem!” diye bağırıyordu.
“Madem o kadar karşısın, aç telefonu, kızımı yollamıyorum Samet, oğlun konser sırasında kızıma saldırır diye korkuyorum, de,” demişti annem.
“Ben böyle bir şey söylemedim!”
“O halde itirazın kızın konsere gitmesine değil, Demokrat Parti’ye.”
Babam, kapıyı çarpıp odasına geçmiş, iki gün boyunca surat asmış, gerekmedikçe kimseyle konuşmamıştı. Ben, babaların kızlarını gözlerinden bile sakınırken birazcık da kıskandıklarını henüz bilmiyordum. İki gün sonra Mustafa Kemal, babasının makam arabasıyla beni almaya geldiğinde, tam kapıdan çıkarken, Konser bittikten yirmi dakika sonra evde olacaksın,” demişti babam.
“Konserin kaçta biteceğini bilmiyorum ki…”
“Ben biliyorum.”
O yüzden şimdi adını unuttuğum Fransız şantöz, konserin sonunda bis üstüne bis yaparken ve Mustafa Kemal yerinden kıpırdamazken, ben cehennem azabı çekmiş, sonunda dayanamayıp hemen eve dönmek istediğimi söylemiştim.
“Çok mu sıkıldın?” diye sormuştu.
“Babam konser biter bitmez eve dönmemi tembihledi.” “Kızına nefes aldırmayan baskıcı baba, ha?”
“Hem de nasd.”
“Kurtarayım seni bu hayattan.”
“Sen önce kendini kurtar.”
“Hangi hayattan?”
Aklıma bir şey gelmediği için, “Babanın partisinin baskısından,” demiştim. Genç insanların tüm otoritelere muhalif olduğu yaşlardaydım. Hoş, ben hayatım boyunca hangi partiden olursa olsun, iktidara hep muhalif oldum, o başka!
“Babamın partisi beni hiç ilgilendirmez.”
“Makam arabasına kurulmayı biliyorsun ama.”
Atışmış, barışmış, birbirimizin damarına basmış, yeniden barışmış, birlikte gülmüş, sonuçta kafa dengi olduğumuza karar verip dost olmuştuk. O gece ona taktığım adıyla Mus Kemal, aynı yılın sonunda Londra’ya üniversite okumaya gitti. Mektuplaştık. Anneannemin mektuplarımı açıp okuyacağını bildiğimden, mektuplarına “Azizim Leyla,” diye başlardı. Anneannem bir gün bana Leyla her kimse, mektuplarının niye bana geldiğini sordu. Ben de, Leyla’nın evindeki saygısız büyükler açıp okudukları için kızın mektuplarının bana geldiğini söyledim.
“Saygısız sensin!” dedi bana anneannem.
O günden sonra Mustafa Kemal mektupları okuluma yolladı ama herhalde el alışkanlığıyla yine Leyla diye başlayarak. Oysa yazdıklarında anneannemi ve okul idaresini irkiltecek hiçbir şey yoktu. Gurbette bir öğrencinin vatan ve aile özlemini çok güzel ifadelerle yansıtan, biraz da sıkıcı mektuplardı sadece. Yine de biz onca ukalalığımıza rağmen, kız-erkek arkadaşlığı dendi miydi, muhafazakâr toplumların ruhuna sinmiş önyargıların etkisi altındaydık demek ki.
Mustafa Kemal’le bir sonraki karşılaşmamızda, ben evlenmiştim. Ben boşandığımda o evlenmişti. O boşandığında ben ikinci kocamla evliydim. Bu kısırdöngü hayatımız boyunca böyle süregeldi ve sonunda her ikimiz de kaderin bizi sevgili değil, arkadaş olarak tasarladığına ikna olduk.
işte şimdi ben böyle bir geçmişimiz olan çocukluk ve gençlik arkadaşımın karşısında oturmuş, öykülerimi bastırabilmek için kimbilir kaçıncı ama son şansımı deniyordum. Son şansımı çünkü bu bakımsız, yoksul görünüşlü yazıhaneye düşene kadar, sürüyle yayıncı kapısından dönmüştüm. Bezgin ve bıkkındım. Aklıma başka yayıncıların karşısında oturmuş olduğum nice günler geliyordu; nice ofisler, nice bıyıklı bıyıksız, karşısındakine tepeden bakan ve hep sigara içen erkekler (nedense bu meslek de erkeklerin tekelindeydi), nice gönül kırıklıkları, nice boş çıkan beklentiler… Şansım bu kez de dönmezse pes edecektim. Mustafa Kemal de çare olamadıysa derdime, bir başka yayıncının kapısını çalmayacaktım bir daha!
Elimden tutup beni Varlık Yayınları’nın sahibi Yaşar Nabi Bey’e götürerek, bana hayatımın ilk yayıncı ziyareti tecrübesini yaşatan, Filiz Ofluoğlu’ydu. Filiz ve Mücap Ofluoğlu’nu bana tanıştıran ise Oya Başak.
önce Oya Başak’ı anlatmalıyım ki, bu satırlardan yansıyacak anılarla 1968-2013 yıllan arasında Boğaziçi Üniversitesinde İngiliz edebiyatı okuyanlara ve efsanevi hocalarına yürekten bir selam olsun.
Oya, 50 yıla yaklaşan hocalığını, Boğaziçi Üniversitesinin en renkli ve unutulmaz İngiliz edebiyatı profesörü, artı edebiyat bölümü başkanı olarak tamamlamakla yetinmemiş, emeklilik sonrasında bile Shakespeare okutmaya devam etmişti. Gözünüzün önüne ciddi, sert bakışlı, griler içinde bir hoca getirmeyin sakın. Yeşilin her tonunu giysilerine yansıtan, gözleri hep yeşil kalemle çerçevelenmiş, çıngıraklı kahkahası üç günlük yoldan duyulan, dünyanın en şeker, en eğlenceli ve konusuna en hakim hocasıdır sevgili arkadaşım Oya. Benim arkadaşlıklarıma ise mutlaka ikinci ve üçüncü derece antika eser ruhu hakimdir zira arkadaşlıklarımın dörtte üçü, birkaç kuşak öncesine gidebilen aile dostluklarının uzantılarıdır. Bu durum Oya için de farklı değildi, annesi Piraye ile büyük teyzem Sabahat, Amerikan Koleji’ndeki öğrencilik yıllarında tanışmışlardı ama annemin kuzini Fazilet, Oya’nın babasının kuzeni Muhlis Ete’yle evlenince hem hısımlığa terfi etmiş, hem de iki müşterek kuzen sahibi olmuştuk. Bunca yakınlığa rağmen Oya’yla gerçek dostluğumuz, benim Ankara’da bir resim galerisinde çalıştığım günlere rastladı.
Ben ilk evliliğimi 1964 yılında sona erdirince, çocuklarımı alıp Ankara’ya baba evine dönmüş, Doğuş Galerisi’nde çalışmaya başlamıştım. Her gün sabah ondan saat ikiye kadar galeriyi Fahir Aksoy, ikiden altıya kadar da ben bekliyordum. Rahmetli Dündar Elbruz’un hurdacı dükkânlarından topladığı hırdavatla oluşturduğu heykel sergisine, bir öğleden sonra, birkaç günlüğüne Ankara’da bulunan Oya ziyarete geldi. Parçalanmış otomobil hurdaları, zincir, musluk, çivi, hortum, lastik gibi malzemelerle yapılmış heykellere uzun uzun baktı ve sordu:
“Ayşe, nedir bunlar?”
“Şu bir genç kız,” dedim, heykelin başı olması gereken tekerliğin iki yanından sarkan zincirleri, yani örgüleri göstererek, “şu da bir köpek ama köpekliği hangi yönden baktığına bağlı. Bu ise belki bir hayat ağacı… Bak, şu da acıyı ifade ediyor olmalı, çünkü çok çirkin.”
“O halde şu da mutluluk mu?” Gösterdiği yöne baktım.
Araba parçalarının, muslukların, hortumların arasında durmuş, büyük bir ciddiyetle hurdalara kimlik kazandırmaya çalışıyorduk. Birden bir yerden işaret almış gibi, aynı anda gülmeye başladık. Güldük, güldük. Güldükçe daha çok gülüyor, kahkahalarımızı durduramıyorduk. Karnımıza ağrılar girdi, gözlerimizden yaşlar aktı, galeriyi gezen insanlar dönüp bize baktılar. Susamadığımızı görünce, gülmek esnemek gibi bulaşıcı olmalı, onlar da bir süre bizimle birlikte güldü. Birlikte gülebilmek, bence bir sır paylaşmaktan bile daha önemlidir sıkı bir dostluk için. Nitekim o gün bugündür dostluğumuz, her bir araya geldiğimizde kahkahalarla sürerek bugüne dek devam ediyor.
Yetmişli yılların başında, bir yaz çoluk çocuk birlikte gittiğimiz bir tatil köyünde, Oya’nın yakın arkadaşları Filiz ve Mücap Ofluoğlu’na rastladık. Günlerimiz, gecelerimiz bir arada geçmeye başladı. Filiz’in gözünden, benim bir deftere sürekli bir şeyler yazdığım kaçmamış.
“Sen ne yazıyorsun o deftere, günlük mü tutuyorsun?” diye sordu.
“öykü denemeleri,” dedim.
“Bakabilir miyim?”
Biraz utanarak uzattım defteri. Filiz deftere göz attıktan sonra, uzakta sakin ve gölge bir yere gitti, okumaya başladı. Bir saat sonra yanımıza geldiğinde, “Ayşe öyküleri çok beğendim, bunları kimseye gösterdin mi?” diye sordu.
“Yok. Ben kimseyi tanımam ki.”
“Sen bunları daktiloya çek muntazam bir şekilde. Benim tanıdığım bir yayıncı var, İstanbul’a dönünce ona gösterelim.”
“Sahi mi?” dedim sesim titreyerek. Minik bir umut kuşu kondu omzuma.
İstanbul’a döner dönmez babamın, bana devrettiği emektar daktilosunda öyküleri tertemiz kâğıtlara defalarca yazdım. En ufak bir hatada kâğıdı atıp, sil baştan yazıyordum. Böyle, sayfalarca kâğıt harcayarak, nihayet bütün defteri bitirdim. Yaklaşık elli sayfa tutan öyküleri dosyaladım ve Filiz’i aradım.
Bir sonbahar günü, Filiz’i Taksim Gezisi üzerindeki evinden aldım, meydana yürüyüp Eminönü dolmuşuna bindik. Daha önce hiç merak etmemişim nedense, yolda, “Gittiğimiz yayınevinin adı ne?” diye soracak oldum.
“Varlık.”
“Ne! Varlık mı? Şu bildiğimiz Varlık mı yani? Hani dergisi de olan?”
“Evet.”
Bayılacağımı sandım. On üç yaşından beri okuru, hayranı, meftunu olduğum Varlık! Beni önce Behçet Necatigil’le sonra da Attilâ Ilhan’la, ayrıca Nezihe Meriç’le, Yusuf Atılgan’la tanıştıran, Türk edebiyatını sevmeme, okumama vesile olan, raflarımda yüzlerce kitabını biriktirdiğim Varlık! Yayınevlerinin şahı, kralı!
“Filiz, atıyorsun!”
“Sahibi Yaşar Nabi Bey, benim eski dostumdur. Randevu aldım, onunla görüşeceğiz.
Boğazım kurudu. Bir şey söyleyecek oldum, heyecandan sesim çıkmadı. Dolmuştan inince Cagaloglu yokuşunu tırmanmaya başladık. Dizlerim titriyordu. Aklımdan onlarca Yaşar Nabi sureti geçiriyordum. Şişman mıdır? Sakallı olma ihtimali var mı? Edebiyat solcuların tekelinde olduğu için, kesinlikle pipolu, sakallı ve romantik görünüşlü bir tiptir. Belki de içki göbekli, pos bıyıklı tonton bir amca görüntüsündedir. Genç midir? Yaşlı mıdır? Yok, Filizin eski bir dostu olduğuna göre, her halde çok yaşlı değildir.
Binadan içeri girdik. Birkaç kat merdiven çıktık. Karşımda ne sakallı, ne bıyıklı, tam tersine sinekkaydı tıraşlı, uzun boylu, muntazam hatlı sert yüzünde boncuk mavisi gözleri olan bir adam vardı. Bana bir filimde oynayan baş aktörü çağrıştırıyordu, hayal meyal hatırlıyordum filmi.
Oturduk. Filiz, Yaşar Nabi Bey’e öykülerimi okuyup beğendiğini, yayınevinin değerlendirmesine sunmak istediğini söyledi. Yaşar Nabi Bey’e baktım, o konuştukça, karşımdaki sert simali insanın yerini, ne yazdığımı anlamaya çalışan, makul bir insan aldı. Elini uzattı dosyayı almak için. Dosya elim titrediğinden dolayı dalgalandı aramızda. Yaşar Nabi Bey, gözlüklerini burnunun üzerine indirip öykülere göz atarken Filiz ve ben çaylarımızı içtik. Sonra Yaşar Nabi Bey gözlüklerini çıkardı, boncuk mavisi gözlerini bana dikti;
“İlginç şeyler yazmışsınız ama daha yazar olmanıza vakit var,” dedi.
O dakika hatırladım, filmi de, Yaşar Nabi Bey’i andıran karakteri de. İkinci Dünya Savaşı’nı anlatan filimde bir Nazi subayıydı!
O odadan nasıl çıktık, Filiz Ofluoğlu’yla aramızda neler konuştuk, Taksim e kadar nasıl geldik, ben Yeniköy’deki evime neye binerek döndüm, hiç ama hiç anımsamıyorum. Yaşar Nabi Be/in cevabından sonra, zihnim bir kara perde!
Kulaklarımda anneannemin çocukluğumda Faruk Nafiz’den okuyup durduğu satırlar…