Akıl hastanesinde kalan o sarışın, zayıf kız akordeonunu çalarken hep aşkını düşünüyormuş meğer.
Çaldığı bütün parçaları onun hayaline adıyormuş.
Gözlerinden anlamıştım zaten.
Başka türlüsü mümkün değil.
İnsanın ancak aşkı için şarkı söylerken gözleri bu kadar parlar.
Hele bu kadar solgun bir yüzle şarkı söylerken birden değişiveriyorsa.
Bir enstrüman çalmayı sırf bunun için isterdim.
Biliyor musun sonbahar gelince İstanbul susuyor bazen.
Bu şehir sustuğunda en çok martılar hüzünlenir.
Ben bir şarkıyı arıyorum.
Ben bir şarkıyı arıyorum.
Ben bir şarkıyı arıyorum.
Ben seni arıyorum.
1.
“Hepsi bu kadar mı doktor bey?”
“Evet, bu kadar. Yalnız…”
“Yalnız ne?”
“Kızıp alınmazsanız size bir şey soracağım…Neden hep yalnız başınıza geliyorsunuz? Yani kimseniz yok mu?”
“Hayırdır? Bazı şeyleri yüzüme söylemekle güçlük mü çekiyorsunuz?”
“Yoo ondan değil. Kişisel bir merak aslında. Yani onca zaman buraya geldiniz ve yanınızda hiç kimseyi görmedim.Yanılıyor muyum?”
“YanıImıyorsunuz. Yalnız geliyorum. Kimsem yok diyemem aslında. Ama bu da bir tercih diyelim. Olmaz mı?”
“Bunun bir tercih olduğunu düşünmek de güç. Kim böyle bir tercihte bulunur ki? Hem bana ka…”
“Beji bulundum mesela. Belki de dünyada milyonlarca insan da bulunabilir. Bize olanaksız gibi gelen onlarca şey başkalarının günlük hayatının bir parçası değil miî”
“Bana sanki tercihten ziyade içine düşülmüş bir durum gibi geliyor. Yani kusuruma bakmazsanız..”
“O kadar çekilmez bir adam gibi mi geliyorum?”
“Yanlış anlama lütfen bunu kastetmedim. Bunun için insanın kötü olması gerekmiyor. Bir sürü sebepte…”
“Bırakalım bunu isterseniz. Şimdi kalkar bir sürü can sıkıcı meseleden lafı açarım, sizin de keyfiniz kaçar.”
“Peki özür dilerim”
” Özür dilenecek bir şey yok zaten. Daha önemli İşlerimiz var öyle değil mi?”
“öyle tabii ki., öyle. Ne yapmayı düşünüyorsunuz”
“Doğrusu artık pek plan filan yapmıyorum. Sizin bir fikriniz var mı?”
“Tedavi süreçleri elbette. Şu an tek düşüncem bu.”
“Başka bir fikiri Hayata ilişkin. Bu söyleyeceklerinizi geçmiştik zaten. Yani sağolun bütün bunlarla ilgili bir hayli söz söylediniz.”
“Ama her şeye rağmen…”
” Lütfen”
“Bilmiyorum, biz elimizden geleni yapalım. Yardımcı olabiliriz.”
“Naşı lî”
“Tedavi süreci devam edecek. Hastaneye tekrar yatman gerekecek. En azından hastalık seyrini takip etmemiz kolaylaşır.”
“Birbirimize açık konuşacağız değil mi doktor bey?
“Evet yeterince açık konuşuyorum zaten.”
“Yoo siz bazen bazı şeylerin üstünü örtmeye çalışıyorsunuz. Aslında bunu anlıyorum. Gizliden gizliye hoşuma da gitmiyor değil.”
“İnan bana böyle bir şey yok. Ama tedaviyi aksatmasak senin için iyi olur.”
“Hastaneye yatma fikri iyi bir fikir değil. Buna tekrar tahammül edemem.”
“Yanında birilerinin refakat etmesi gerekiyor. Yakın zamanda buna İhtiyaç duyabilirsin.”
“Yaşarken bile yanında refakat edilmesi güç bir adam oldum. Ölürken kim refakat edebilir?”
* Ölüm laflarını şimdilik bir kenara bırakırsan İyi edersin. Neticede bu tip hastalıklar tek başına uğratılabilir şeyler değil o açıdan söylüyorum.”
“Tek başıma yapamam biliyorum. Tek başıma yapamam. Tek başıma kaldım ve yapamadığım o kadar çok şey var ki.”
“Bu hepsinden önemli.”
“Değil doktor bey. Evet ölüyorum ama bu hepsinden önemli değil. Neyse ben artık kaçayım. Hoşçakalın.”
“Bir dakika lütfen. Doğru davranmıyorsunuz. Ailenin haberi yok mu? Onlarla da konuşsak.”
“Ne diyelim onlara? Oğlunuz ölmek üzere. Epeydir görmüyorsunuz. Aman hayatınızı hiçbir şey yokmuş gibi sürdürmeyin, haberiniz olsun. Bana kalırsa iyi bir fikir değil.”
“Hastalık ilerleyecek yakın zamanda.”
“Bunu düşünmek istemiyorum. Biraz zamana ihtiyacım var.”
“Vakit kaybetmeyelim.”
“Artık kanserin iç organlarımı tükettiğini ikimiz de biliyoruz değil mî?”
“Lütfen susmayın. Artık sona yaklaştığımı söyleyebileceğiniz bir başkası olsaydı ona söyleyecektiniz ama bana söylemek zorunda kaldınız. Bana izin verin diyorum.”
” Umut her zaman vardır.”
“Ah ne iyi! Yaşabilmemin bir umudu var demek. Sevinçten öleceğim şimdi. Çıkmadık candan umut kesilmez gibi değil mi?”
“Ama bu doğru.”
” ölüyorum ben. Anlıyor musunuz, ölüyorum Bu şaka değil. Şimdi ne düşünmem gerekir. Allah’ın belası bir hücre tüketti her yanımı. Ben ölüyorum. Ne düşünmem lazım başka. Allah kahretsin! Allah kahretsin! Allah kahretsin!”
“Peki sakin ol lütfen. Sabretmek gerekir. Moralini bozma. Yine de savaşacağız.”
“Aylardır savaşıyoruz. Ve artık kolumu kaldıracak gücüm bile yok. Hoşçakalın.”
“Görüşmek üzere. Üç gün sonra bekliyorum.”
Artık benim için olağanlaşan konuşmalar bunlar. Mayalım, bir muayenehanede sıradan prosedürlerin uygulama alanına dönüştü.
Oysa bunların hiçbirini beklemiyordum itiraf etmeliyim. Ölümcül hastalıkların istatistiklerinde bir sayısal veri olabileceğim düşüncesi bana çok uzaktı.
Yapacak bir şey yok
Bütün olan bitene razı geldiğimi düşünebilirsiniz.
Hayır!
Ben teslim oldum.
Elimdeki tüm seçenekler tükenince teslim oldum.
Bu yüzden konuşmalarıma bakıp da metanetli bir kabullenişin erdemini aramaya kalkmayın. Teslim olmuş birinin itirafları diyebiliriz bütün bunlara.
Madem ki teslim oldum artık her şeyi daha kolay anlatabiliyorum. Zaten anlatabilmek için delice bir İstek duyuyorum.
Dışarıda yorgun bir sonbahar bayası var.
Ağaç dipleri yaprak mezarlığına dönüyor. Üşüyen sevgili için kaşkolünü çıkarıp, onun zarif boynuna sarma zamanı. Bir sahil kanan çaycısına sığınma vakti. Bulutlar bir şeyler anlatmaya çalışır böyle zamanlarda.
Ben bulutların dilinden anlamam
O yüzden sık sık yağmur yağar ben dışarı çıkınca.
Şimdi bütün bunların önemi yok.
önemi yok şimdi bütün bunların
Ben umut arıyorum.
Ben umut arıyorum.
Ben umut arıyorum.
Ben seni arıyorum.,
2.
Hastalığımı ilk duyduğum anı anlatabilmek hiç kolay değil. Şimdi bile düşündüğümde dizlerim çözülüyor.
Doktorun ofisinde karşılıklı otururken soru cümleleri endişeli tavırlarla aramızda gidip geldi. Üstüste sorular sordum. Aldığım cevaplarla yetinmedim bir daha sordum. Soruları mızrak yapmış avuçlarımda sıkı sıkıya tutuyor ve karşımda bekleyen bir düşmanın en ölümcül bölgelerine saplamaya çalışıyordum.
Bir daha! Bir daha! Bir daha!
Doktorun o bakışları ölmüyordu bir türlü ve Allah’ın cezası cevaplarının tümü beni biraz daha sendeletiyordu.
Gerçeklik ne kadar yalın bir yüzle karşımızda haykırırsa haykırsın, biz yine de kendi beklentilerimizin içten içe fısıldadığı yalanlara kulak kesiliyoruz. Yalanın yayılması nasıl da sinsidir Tanrım. Sizi ne zaman avuçlarına aldığım bilemezsiniz.
Kendi yalanlarınızın bile!
Kaldı ki insanın vücudunu, ruhunu zayıf düşüren en çok kendi yalanlarıdır.
O ana kadar sürekli güçlü olmaya çalışan ben, doktorun ağzından dökülen birbirinden sert kelimeler yere düşüp paramparça olurken ilgisizce izleyen ben, hangi coğrafyadan kopup geldiği belli olmayan habis bir rüzgar yüzümü tokatlarken, hayatımda ilk defa hiç aldırmadan yabancı birinin yanında hıçkırıklarla ağlamaya başladım.
Bir farkında oluş halinin en acıtıcı yanıdır bu.
Farketmek acıtır
Anlamak acıtın bir şeydir. Anladığınız anda gen dönemezsiniz hiçbir şeyden.
Doktor elindeki kağıtları bir kenara bırakıp yanıma geldi Elini uzatmakta bir süre kararsız kaldığını fark etlim. Sonra elini uzattı ve omzumu tuttu. Omzumu bir yakınımmış gibi merhametle sıkıp, sustu.
O an bu karede olması gereken insanların rolünü oynuyordu besbelli. Ya da sahiden ihtiyacım olan tek şeyin içtenlik olduğunu kavrayan bir dost gibi davrandı.
Bilmiyorum.
Ellerimi yüzüme kapayıp, elim, yüzüm sırılsıklam olana kadar ağladım. Sözde güç gösterilerini, hiçbir şeyin beni yıkmaya gücünün yetmeyeceği gibi burnu havada iddiaları, züppece bakışları bir kenara bırakıp, olanca zavallılığımla ağladım uzunca bir süre.
Doktorun odasındaki sedye benzeri, üzerinde yeşil bir çarşaf serili olan yalağa oturdum. Burnumu çekip durdum bir süre. Her burnumu çekişte biraz daha ağlayabilecek güç bulduğumu zannediyorum. Çocukların kesik kesik ağlaması gibi. Hani susarlar sonra akıllarına yeni bir şey gelmiş gibi yeniden ağlamaya başlarlar ya, öyle bir şey.
En sert kalpler bile bu olaya şahit olsalardı, o odada başka türlü bir hale gelecekti, eminim bundan. Acınacak bir insanın yüzünün nasıl olabileceğini iyi biliyorum ben. Çünkü aylardır aynaya her baktığımda olanca zavallılığıyla çare dilenen bir yüzle karşılaşıyorum.
Bir düşüş yaşıyordum. Düşüş kelimesinin içinde dönüp duran bütün karanlık anlamlarla tanıştım bu süre içinde. Ya da başkalarının düşüş hikayelerini pek iyi bilmediğimden böyle geliyor. Neticede insan düşüyorsa, yeryüzünün en sarsıcı düşüşünü kendisi yaşıyordur.
Duvarda asılı duran afifle resmedilmiş hastalıklı bir organın karanlığı artık benim de içimde bir yerlerde yıkılması imkansız bir saltanat kurmuştu. Hayalım boyunca gözlerimden eksik etmediğim iddialı ve çalışmaya hazır bakışlar, içimde kurulan acımasız, tahammülsüz bir saltanatın otoritesine boyun eğecek bir zavallılığa dönüşmüştü.
Her insanın içinde, dışarıya çıkmak için uygun bir anı kollayan zavallı bir yan yok mudur? O zavallı yanın hiç beklenmedik anlarda ortaya çıkmasından hoşlanmasak da durum böyle.
Merak ediyorum, bütün insanlar yanlarına sinsi hır gölge gibi sokulan, yüzünü başka bir tarafa çevirmişken bir anda arkasında bitiveren ölüme aynı tepkileri mi verir acaba?
Ölümün karsısında ilk düşündüklerimiz, ilk söylediklerimiz, ilk hissettiklerimiz aynı mıdır? Yoksa farklı yaşamları tercih eden insanların, ölümle yüz yüze geldiklerinde ilk söyledikleri cümleler de farklı kelimelerden mi olunuyor? Ölümle karşılaştıklarında farklı hayallerin teselli veren buğusunda kendilerini kaybetmeye mi çalışıyorlar?
Bilmiyorum
Doktordan haberi ilk aldıktan sonra hastaneden nasıl çıktığımı hiç hatırlamıyorum. Etrafımdaki beyazlı yeşilli gölgelere, telaşlı koşuşturmalara, umutsuz gözlere, bitmek bilmeyen ağrılara, saatler süren bekleyişlere, mütevekkiln, çekişlere, fırsat kollayan öfkelere, sahte teselli Cümlelerine, re/k edilmiş ağlayışlara, karmaşık raporlara, okunaksız yazılara, tahlil raporları endişelerine, sabırsız kuyruklara çarpa çarpa aşağıya indim
Kör yarasalar kafamın içinde bir şutu halinde donup duru yor, aydınlığın masumiyetini tarumar ediyor ve acıtan yerlere tutunup dinleniyorlardı. O kadar karanlık bir dünyada yaşıyordum ki, başka kuşların gelip yuva yapması beklenemezdi kalbimin köşelerine.
Hastanenin, içinde çiçekler yetişmeye, çocukların oynamadığı bahçesine çıktım ve orada öylece durdum. Durumun en kısa özetini kendi kendime tekrar ettim;
Otuz dört yaşındayım ve ölüyorum.
Bir üniversiteyi bitirdim, hayatımda gerçeklen sevdiğim insanlar oldu, geçimimi sağlamada uzun süredir hiç dara düşmedim, bir sene öncesine kadar kendi yaşıtım olan insanlarla karşılaştırıldığımda sağlıklı duruyordum, bugüne kadar da ciddi bir hastalık geçirmedim ama otuz dört yaşındayım ve ölüyorum.
Daha başka ne söylenebilir ki?
ölümü ilk kez yol kenarında yatan bir köpeğin üzerinde gördüm.
İnsanlar yanından geçerken şöyle bir bakıp sonra da yollarına devam ediyorlardı. Ben uzun süre orada kalma ihtiyacı hissettim.
8u yüzden ölüm “bir süre iç çekip sonra da görmemiş gibi” davranmaktır benim dünyamda.
Ölmekten korkmam biraz da bu yüzden.
Bütün bunlara bir film senaryosunda, tiyatro oyununda, romanda tahammül edebilirdim ama şimdi durum farklı.
İzlemeye tahammül edebileceğim şeyleri yaşamak, dışarıdan ahkam kesen birinin oyuna katılması anlamına geliyor.
Bu oyunun nasıl oynanabileceği hakkında en küçük bir fikrim yok.
Bundan önce söylediklerim aslında vakit geçirmek için sarfedilmiş, sıradan ve düşüncesizce söylenmiş sözlerdi.
Üzgünüm.
O an yeryüzünde benim durumumdan daha önemli, daha dikkate değer, daha çok konuşulmaya layık hiçbir şey yokmuş gibi hissettim. Buna rağmen hastane bahçesinde kimsenin yüzünü bir parça olsun çevirip, bana bakıp, dikkat kesildiği yoktu.
…