“Biz sarhoşken henüz üzüm yaratılmamıştı” “Biliyorum her şarap anıldığında, her şarap şişesine bakıldığında, her üzüm hasadı yapıldığında tuhaf bir biçimde ruhum ordaymışçasına beni anıyorlar. O şarabın etkisiyle sarhoş olmadım ben. O şarabı hiç ağzıma sürmedim. Onun tadını da bilmem. Kırmızı, beyaz, pembe, kızıl, eski, yeni, ne zaman ve nasıl yapılırsa yapılsın, nasıl içilirse içilsin hiçbir şarapta bir izim, bir gölgem yok. Yine de herkes beni anıyor şarap denince.
Şarabı sarhoş edici bir içki olarak tatmamama rağmen sarhoşluğum hep arttı. Ve öyle bir an geldi ki ne kendimi ne gayr’ı bildim.”
Evreni anlama çabasını şiirlerine gizlemiş bir şair… Sayılarla oynayan bir matematik dehası… Göğü izleyen bir astronom…
Medrese arkadaşı Hasan Sabbah ve Nizam’ül Mülk’le ayrılan yolları…
Rasathanede izlediği yıldızlar ve baktığı gökte yalnız onun gördüğü an’lar…
Asırları aşan akıl yürütmeleri…
Ve elbet, rubaileri…
“Hiç” olma yolunda “şey”e varan bir yolcu…
Adı yüzyıllardır hafızalardan, dillerden silinmeyen Hayyam…
Sadık Yalsızuçanlar’ın güçlü kalemiyle bir kez daha hayat buluyor.
***
Sonsuzluğun bir vaktinde anılan bir şey değildim. Benim öyküm böyle başladı.
Üzüm henüz yaratılmamıştı ama ben sarhoştum o zamanlar. O zamanlar diyorum ya, zaman bir andı. Anın sonsuz bölünebilir olduğunu bilmiyordum o zamanlar. Takip ettiğim yıldızın sıra dışı hareketlerini izlemek için rasathanede kaldığım bir gece, beni yalnız bırakmayan bir dostum söyledi. Ona haberci diyorum. Yıldız gibi. Bu bir haberdi benim için.
‘An mademki sonsuz bölünebiliyor, o halde iki insanın, birbirine doğru yürüyen iki insanın birleşmesi imkansızdır’ demişti dostum.
Onu dinlerken gözlerimin önünde ufuk çizgisi belirdi. Bir kadın ve bir erkek birbirine doğru yürüyordu. Bu yürüyüş sonsuzca sürüyordu. Sonra birbirimize gelirken şey gibi bir belirsizliğe düştüğümüzü gürdüm. Aramızdaki o muazzam boşluk bir anda ve her şeyi yuttu.
Şimdi buradan bakınca görüyorum; uçuk kaçık bir delikanlı, yanında sarışın, kıvırcık saçlı, kızıl tenli bir kadın ile havaalanında, dutyfreede şarap bakıyorlar. Oraya girince nedense beni anıyorlar. Nedense demem de gereksiz, çünkü biliyorum her şarap anıldığında, her şarap şişesine bakıldığında, her üzüm hasadı yapıldığında tuhaf bir biçimde ruhum ordaymışçasına beni anıyorlar.
O şarabın etkisiyle sarhoş olmadım ben. O şarabı hiç ağzıma sürmedim. Onun tadını da bilmem. Kırmızı, beyaz, pembe, kızıl, eski, yeni, ne zaman ve nasıl yapılırsa yapılsın, nasıl içilirse içilsin hiçbir şarapta bir İzim, bir gölgem yok. Yine de herkes beni anıyor şarap denince. Şarabı sarhoş edici bir içki olarak tatmamama rağmen sarhoşluğum hep arttı. Ve öyle bir an geldi ki ne kendimi ne gayriyi bildim.
Kendimi tümüyle aradan kaldırınca hiçbir şeyin anlamı kalmadı. Şeylerin kendi başına bir anlam ifade etmediğini anladığım
Ama bunu anlayacak, anlamanın keyfini çıkaracak idrakim de kalmamıştı.
Algımı tümüyle yitirmiştim.
Onu hep görürdüm, kimileyin genişler, kimileyin büyürdü.
Orada sınır bekçileri olurdu. Bazen o bekçileri bertaraf edip sınırları genişletir; bazen de onları oradan sürer, o mülkü de talan ederdim.
Orası hep benim olurdu.
Sonra yeniden siperime çekilirdim.
Çekilince şarabın nerede, ne zaman, ne kadar üretildiğini de görürdüm.
Yedi yüzyıl sonrasını görürdüm.
Verona’da bir zamanlar, bir yıl içinde ikiyüzyetmişiki milyon hektolitre şarap ürettiler.
Onu gördüm. Tırlar, tankerler, gemiler hep üzüm taşıdı kente. Siyah, beyaz, çekirdekli, çekirdeksiz, iri, küçük ne çok üzüm getirildi. Dev kazanlara attılar onları. Ûç dört insan büyüklüğünde tanklarda yıkadılar, ezdiler ve şırasını çıkardılar.
Onlara bakarken şarabın Oinos halini düşündüm. Jain ve Vain hallerini gördüm. En çok ozanlar İçiyordu kızıl şarabı. Onların sarhoşluğu diğerlerine benzemiyordu. Onların zekasından daima korktum.
Bu şarabı tadanlardan birini görüyorum şimdi. Ölümümden ûçyûzellialn yıl sonra. Teke ili Alaiye sancağı beyinin oğlu olarak dünyaya geliyor. Yerle göğün evliliğinden doğan çocuklardan biri. Şarabın bir damlasıyla kendinden geçiyor, dili çözülüyor:
can u ten senden ayrıldığında onu dolunay gibi görürsün.
sarhoşluğun arttıkça onun içini görürsün,
o dile dökülemez, hiçbir biçimde anlatılamaz.
orada seyr sonsuzdur, seyredilen sonsuzdur,
şarap sonsuzdur, orada saki Allah’tır;
o şarap övülmüş, yüceltilmiştir.
onu içersen sonsuzlaşırsın.
ne cennet için sevinir ne cehennemden korkarsın.
orada ne akü yürür, ne de temiz olmayan sarhoşluğun zevki bulunur.
İşte budur lezzet, budur şarap, budur zevk. kavuşma şarabıdır onun adı. onu içen için meclis de birdir, sahi de bir, bahi de. deniz de birdir, ürerinde yüzen kayıklar da.
Bir gün iç ve dış evreni gördüm, birlikle ve aynı anda.
Bu yaşlı kürenin nice bilgisiyle kuşanıp donandım.
Oysa gerçek bir cahildin ve sarhoşluktan daha üstün bir şey sanıyordum bilgiyi.
Bilgide bir şey var sanıyordum. Ben sanıma gömülmüş, notlarımla baş başayken Sultan çıkageldi bir aksam rasathaneye.
Azid, aşura günü ölmüş. Selahaddin, onun soyundan gelen kim varsa çoluk çocuk demeyip öldürmüş, kökünü kazımıştı. Karımak dedim de içim kazınıyordu, bir şeyler yemek üzere kalktım, kapı çaldı, açtım. Sultan’dı. Sultan-ı muazzamın veziriydi ama ben ona Sultan diyordum. İslam’ın rüknü. Muzafferlerin babasıydı.
Ona sadece Sultanım, derdim. Başka bir unvana sığmıyordu. O da bana Cemalim diye seslenirdi. Onunla bir dönem medresede birlikteydik. Sonra babası onu çekip aldı, sarayda özel hocaların gözetimine girdi. Babasının ölümüyle birlikte tahtın sahibi oluncaya değin görüşmedik.
Tahta çıkışının üçüncü günü beni çağırdı.
Sarayda onlarca bilgin, sair ve düşünürle karşılaştım.
Kalabalıktan fena halde sıkıldığım ve bana o şiirsel oyunları yaptıran şarabı soluğumda aradıkları için fazla kalamadım.
Sultan heyecanla düşlediklerinden bahsediyordu. Bilimsel çalışmalara hazineden yüklü bir tahsisat ayıracağını, yeni bir rasathane yaptıracağını, şairler için haftanın iki gûnû panayır düzenleyeceğini, kitaplık binasını yenileyeceğini ve bunun için Şam’da yaşayan bir mimarı görevlendireceğini anlatıyordu.
Tüm bunları anlattığı süre boyunca beni yanından ayırmadı.
Haset dolu, öfkeli bakışlar arasında bir zaman kaldıktan sonra izin isteyip oradan ayrıldım.
Yine aylarca görüşmedik.
Bulduğum her fırsatta inzivaya çekildiğimi bildiği için o da fazla rahatsız etmedi.
yeninin var olandan daha güzel olmadığına ilişkin düşünceyi benden yüzlerce yıl sonra bir çılgın çıkıp dile getirecektir ona dizelerimdeki mizah örtüsünü kaldırdığı için teşekkür ederim, dün gece bu sırrı kendi kendime fısıldamıstım. elim feleğe yetseydi, yetişseydi eger onu ortadan kaldırırdım, ve yeniden öyle bir felek oluştururdum ki, insanoğlu arzularına kolayca ulaşırdı.”
O sıralar gökteki düzenekle, yıldızlarla, seyyarelerle, kamerle, şemsle, gök taşlarıyla, onların kâğıtlara düşürdüğü ihtimal hesaplarıyla, sürat ve mihverlerini belirleme çabalarıyla, şiirle ve şarapla doluydum. Gökte her şey yerli yerinde ve yolundayken, arz için aynını söylemek imkansızdı. Hasan ve Nizam ölmüş, ben çoktan ahirete göçmüştüm. Bizden sonra, haberleri bitmiş niceleri de geçip gitmişti.Baki olan ne vardı ki biz kalalım, o saltanat sürsün, feleğin çarkları çevrilmesin de dursun. Kimin İçin dururdu ki çarkı, Feleğin? Hülagu dalgası kaleleri, evleri, çocukları, kadınları ve hayvanları yerle bir etmişti.
Sonra Alamut düşmüştü, onu da gördüm. Bu önceden görüşler beni semaya yöneltiyordu. Yerde olup bitenler, insanların sonu gelmez tutku ve ihtirasları yüzünden kirli bir oyuna dönüştüğünde gözlerimi göğe çeviriyordum.
Orada gördüklerimden sonra arza baktığımda arz, Cengiz’in dokunduğu her şeyi bir anda eriten, üzerine agu dökülmüşçesine yok eden, pelteleştiren, yırtıcı kuşlar gibi lime lime eden cüce askerleri gibi küçük, aşağılık ve bayağı geliyordu. Bu oyunlardan, bu küçük kavgalardan giderek tiksinmeye başlamış ve beynimde uçuşan soruların uğultusundan her fırsatta rasathaneye ve meyhaneye sığınır olmuştum.