Bir seçim yaptığımızda ruhumuzda özgür irade olarak adlandırılan bir his duyarız. Bu hissin etkisinden dolayı, yaptığımız hareketlerin gerçek failinin kendimiz olduğunu zannederiz. Oysa insan bilinci her şey olup bittikten yarım saniye sonra ne yaptığının farkına varabiliyor. Aslında biz şimdiyi yaşadığımızı sanırken hakkımızdaki karar verildikten yarım saniye sonrasını, yani geçmişi yaşıyoruz. “Sıcak bir mayıs akşamı karımı o taş sunağın üstünde buldum Veli Amca. Çırılçıplaktı, içeriye sızan dolunayın hayaletimsi ışığı, çıplak vücudunda zafer dansı yapıyordu. İçeri girdiğimde sanki kilisenin içindeki gölgeler bana kahkahalarla gülüyordu. Karım taş sunağın üzerinde elleri ve ayakları bağlanmış hâldeydi. Titreyerek yanına vardım, yalvararak yanına vardım, ne olur bu bir kâbus olsun ve oradan şimdi kalksın gidelim diye beyhude yalvarışlarla yanına vardım. Gözleri açıktı, boğazı da bir mutfak bıçağı ile bir kulaktan diğerine kadar kesilmişti. Boğazı artık güldürmekten usanmış bir palyaçonun kurumuş ağzı gibi cansız ve hissizdi. Yerde bir kan gölü vardı. Gölgelerin kahkahası hâlâ kulaklarımda uğulduyordu: “Geç kaldın Yılmaz hahaha, geç kaldın Yılmaz haha…”
***
GİRİŞ
Bir seçim yaptığımızda ruhumuzda özgür irade olarak adlandırılan bir his duyarız. Bu hissin etkisinden dolayı yaptığımız hareketlerin gerçek failinin kendimiz olduğunu zannederiz.
Oysa insan bilinci her şey olup bittikten yarım saniye sonra ne yaptığının farkına varabiliyor. Aslında biz şimdiyi yaşadığımızı sanırken hakkımızdaki karar verildikten yarım saniye sonrasını, yani geçmişi yaşıyoruz.
10 OCAK 2012
UYANIŞ…
İlk dikkatimi çeken, pencereden gözlerime çarpan akşam güneşinin ışığı oldu. Kendimi batmakta olan güneşin keskin, kızıllaşmış ışığına aldırmadan kireç boyalı tavana bakarken bulmuştum.
Vücudum sanki yeniden doğuşun evrelerini yaşıyor gibiydi. İlk önce hissiz bir şekilde gözlerimi açmıştım, gözlerimin açık olduğunun farkına ancak bir dakika sonra varmıştım, bilincim yerine gelince.
Algılayamadığım hızda, içimde aniden bir ürperti hissettim. Korku veya endişe değildi ürpertimin kaynağı veya her ikisi de. Belli ki beynim henüz hissettiklerim arasındaki mantık ilişkisini kurmaktan yoksundu. Üzerinde durmadım, gözlerimi tavandan ayırıp karşımdaki buz mavisi renginde boyalı duvara odaklandım. Geçen üç dakikalık süre içinde hissettiklerim sadece görme duyumla alakalıydı diye düşünürken, plastikten yapılmış şeffaf maske takılı burnuma çok da uzakta olmayan bir mesafeden kahve kokusu geldi, kahvenin hoş kokusunu maskenin iki küçük deliğinden içime çektim. Özlemiş olmalıyım. Sonra kulağıma birtakım garip sesler geldi. Anlamsız mekanik sesler, sanki mekanik bir şey odanın içinde nefes alıp veriyordu, önce boş bir fanusun içine hava basma sesi sonrasında da bir tıslama ve düzenli aralıklarla bipleme sesi.
Biraz zorlayınca sol orta parmağımı oynatmayı başarabildim. Parmağıma bir mandal kıskaçlanmıştı, ucundan da ince bir kablo sarkıyordu. Vücudum bana göre hızla uyanmaya başlamıştı, hareket kabiliyetlerimi kazanıyordum.
Koku alma ve işitme duyularımı takiben az da olsa hareket yeteneğimi kazanmıştım. Henüz başımı oynatamıyordum ama artık hareketlerimde daha hızlıydım ve mantık çerçevesi içinde hissettiklerimi anlamlandırabiliyordum.
Gözlerimi nispeten kirlenmiş, buz mavisi duvardan alıp bulunduğum odanın içinde nihayet hareket ettirebildiğim boynumun izin verdiği ölçüde gezdirmeye başladım. Az önce pencereden sarkan güneşin ışınları kaybolmuş, yanan floresan lambanın beyaz ışığı odanın içini doldurmuştu.
Yatıyordum! Belden yukarısı 45 derece eğimli, kenarları siperli hasta yatağında hareketsiz yatıyordum. Hafif aralık ağzımın içine bir boru salınmış, sağ kolumda bir serum iğnesi var. Yarıya kadar açık göğsümün üzerinde -göğsüm tıraşlanmış olmalı- ince kablolara bağlı dört adet madeni para büyüklüğünde plakalar var.
Gözlerimin izin verdiği ölçüde başımı çevirince yaşam ünitesi olduğunu sandığım bir cihaza bağlı olduğumu keşfediyorum. Hiç şüphem yok bir hastane odasındayım, lakin buraya nasıl geldiğim konusunda hiçbir fikrim yok.
Kapının altından içeriye süzülen ışıkta birtakım gölgeler gelip geçmekte, ayak sesleri duyuyorum, tam netleştiremediğim konuşmalar.
Sessiz bir çığlık kopuyor içimden, gerçeğe uyanışın çığlığı, karanlık tünelden ansızın, gürültüyle gün ışığına çıkan bir trenin dehşet görüntüleri geliyor hafızama. Ruhumun bedenime süzülüşünü hissediyorum. “daha bitmedi” diyor içimdeki ses.
Kapıyı açan eli görüyorum, kapıyı yarısına kadar aralayınca eşikte duruyor. Gri, kumaş bir pantolon giymiş, üzerinde önü açık, beyaz doktor önlüğü var. Yüzünün yarısını ancak seçebiliyorum: beyaz bir ten, gargamel burun, gözünde kare çerçeveli gözlük. Sinirli, sabırsız bir hâli var gibi, kiminle konuşuyorsa hissettirmemeye özen gösteriyor.
“Size az önce de söyledim, hastanın durumunda herhangi bir değişiklik yok!”
Diğer konuşanın sesi Doktor’un ses tonuna göre daha az, söylediklerini anlamıyorum.
“Görmenizi gerektirecek bir durum yok ortada, durumunda bir değişiklik olacağını sanmıyorum. İllaki bir şeyler duymak istiyorsanız yarın hastanın doktoru ile görüşürsünüz.”
Doktor sinirli bir şekilde başını sallayıp, giden herifin arkasından söylenip odaya girdi. Arkasından kırk yaşın ortasında olduğunu tahmin ettiğim minyon tipli, tipik hemşire görünüşüne hiç uymayan, huysuz görünümlü hemşire de onunla beraber odaya girdi.
İçimdeki sese kulak vererek gözlerimi kapattım. Nedendir bilmiyorum uyandığımı fark etmelerini istemiyordum. Sonra gözlerimi aralayarak kirpiklerimin arasından onları izlemeye başladım. Benimle pek alakadar değil gibiydiler. Sanki bir an önce işlerini bitirip odadan çıkmak istiyorlardı. Az önceki konuşma, Doktor’u fazlası ile germiş olmalı, kare çerçeveli gözlüğünü kalem tutan eli ile düzeltmeye çalışırken sesli söylenmeye devam ediyordu.
“Herif üç aydır komada, kendine geleceği de yok, daha ne medet umuyorlar bu yaşayan ölüden kim bilir…”
Gerisini duyuyor ama algılamıyordum. Önemi de yoktu, beynim son cümlenin içinden beni ilgilendiren kelimeleri cımbızla çekip almıştı.
“Üç aydır komada…”
Kulaklarımın içinde yankılanan ses, başımın içindeki bütün beton duvarlara şiddetle çarparak her şeyi paramparça yapıyor. Beynimdeki binlerce, milyonlarca, milyarlarca nöronun, elektronların algı eşiğime ve hafıza odama hücuma kalktığını hissediyorum. Kalbim daralıyor. Derin bir nefes alıyor, gözlerimi sımsıkı kapatıyorum.
Kapının kapanma sesini duyuyorum, tıslayan makine haricinde derin bir sessizlik çöküyor odaya. Yalnızım, soğukkanlı olmalıyım, hafızamı zorlayıp düşünmeye çalışıyorum, nereden başlayacağımı bilmeden. En son yaptığım şeyi hatırlamaya çalışıyorum, bir yapbozun parçaları gibi her şeyi yerli yerine oturtmalıyım. Resmin bütününü görmek için bunu yapmak zorundayım.
2
5 Ekim 201, Çarşamba…
3 ay önce EDİRNE
Önümde uzayan yol, yorgun gözlerimin bana oynadığı oyunla birlikte, kıvrılarak yol alan bir yılan gibi görünmeye başlamıştı. Sanki ufkun sonunda yılan, çatal dişli ağzını gösterip beni yutacakmış gibiydi. Uyanık gözle sanrı görmek böyle bir şeydi herhâlde. Neyse ki artık yolun sonuna gelmiştim, artık Edirne’yi anımsatan ve geldiğimi haber veren, yol kenarındaki reklam tabelalarını görüyordum. Derin bir nefes alarak iç geçirdim. Nihayet iki aydan fazla bir zamandır görmediğim kızımı gün içinde görebilecektim.
Son tepeyi de aşınca gözümün alabildiğince geniş bir düzlükte yere yorgan gibi serilmiş Edirne, güneşin ilk ışıkları ile bana merhaba diyordu.
Bu manzarayı ilk gördüğümde çok etkilenmiştim. İki sene önce kızım Esra’yı Tıp Fakültesine kaydetmek için geldiğimde manzaraya büyülenmiştim. Osmanlı İmparatorluğu’na doksan sene başkentlik yapan, İstanbul’un fethine şahitlik yapan bu şehre hayran kalmıştım.
O yılan gibi kıvrımlı ve inişli çıkışlı yollardan sonra gözümün önünde şimdi ip gibi serilmiş beş kilometrelik dümdüz bir yol vardı, insan kendini, ansızın aydan dünyaya inmiş gibi hissediyordu. Ufukta, tam karşımda Selimiye Camii, tüm ihtişamı ve tarihe meydan okuyan tavrı ile bir dev gibi durmaktaydı. Mimar Sinan’ın ustalığını içimden bir kez daha takdir ettim. Camiye tam karşıdan bakan birisi ancak sadece iki minare görebiliyordu. Öyle güzel bir mimari sanat yapılmıştı ki aslında dört minareli olan caminin öndeki iki minaresi arkalarındaki minareleri gizliyor ve kilometreler boyunca karşısında kendine doğru gelenlere diğer minareleri göstermiyordu.
Ekim güneşi Edirne’de geç doğuyor ve nadiren ısıtıyordu. Araç ısı göstergesi dışarıdaki havayı sabah saatinde 9 derece olarak gösteriyordu. Acıkmış ve susamıştım, Edirne Emniyet Müdürlüğüne gitmeden önce kahvaltı yapmalıydım.
Her yer sakindi, dükkânlarını yeni açmaya başlamış esnafın ve çoğunlukla da öğrencilerin yüzlerindeki uyku mahmurluğu henüz kaybolmamıştı. Şehir nispeten sakin sayılırdı, fazla trafik gürültüsü yoktu. Selimiye Camisi’nin yanından geçerek şehir meydanına geldim, ışıklardan sola saparak tarihî Ali Paşa Bedesteni’nin arka yoluna girince otopark değnekçisinin kol işaretine zoraki gülümseyerek aracı yol kenarına park edip Volvo’dan indim, değnekçi sileceğe park fişini iliştirirken uzaktan kumanda ile aracı kilitleyip bedesten çarşısına doğru yollanmıştım.
Daha önce kızım ile kahvaltı yaptığım yere yakın olmalıydım. Dar bir sokağa girdim, biraz yürüyünce Ali Paşa Bedesteni’nin içine girmeden, sadece yaya trafiğine açık olan şehrin merkezine geldim. Bedestenleri ile camileri ve kubbeleri ile hamamları ve köprüleri ile mistik Osmanlı tarihi kokan şehrin, merkez trafiğe kapalı caddesi bütün bu tarihin içinde yaşadığımız yüzyıla yaraşır bir şekilde gayet moderndi. Bu küçük şehirde insan kendini bir paradoksun içinde yaşıyor gibi hissedebilirdi rahatlıkla. Şehir bir elinde geçmiş zamanı diğer elinde şimdiki zamanı tutan bir dev di adeta.
Çarşı boyunca yürüyünce nihayet kızımla daha öncede kahvaltı yaptığımız yere ulaştım. Burası, içerideki üç küçük masası ile şirin bir börekçi dükkânıydı ve müşterilerinin çoğu işe giderken ayaküstü bir şeyler atıştırmaya gelen memurlar, civardaki dükkânların esnafı ile geç kalma telaşında olup poğaça ya da simit alarak dükkândan ayrılan öğrencilerdi. En arka masa şansıma boştu. Börek ve poğaça kokusu her yerdeydi, küçücük dükkânın içinde müşterileri ile beraber neredeyse yirmi kişi vardı. Kendimi sanki bir fırının içine girmiş gibi hissettim. Kareli, kaşe kapüşonlu paltomu çıkarıp sandalyeye astım, henüz oturmuştum ki garson bir anda tepemde bitiverdi.
“Ne alırsınız?”
Yirmili yaşlardaki garsonun sesi görüntüsüne göre gayet kalındı, sanki kırk yaşındaki bir insandan çıkıyordu ses.
“Duble çay istiyorum, iki de poğaça, dilimlenmiş olsun lütfen.”
Garson ya da ona benzeyen şey başını sallayıp uzaklaştı.
Camda yansıyan aksim dikkatimi çekti, saç diplerimdeki hafif beyazlaşmış saçlar son bir yıldır iyice belirginleşmişti, yaşıma göre oldukça gür olan saçlarımı seviyordum; az bir bakımla beni daha genç ve diri gösteriyorlardı. Canımı sıkan tek şey, saç diplerimdeki, gitgide belirginleşen beyazlaşmış kıllardı. İlkbaharın bitişi, sonbaharın habercisi toprağa düşen kırağıya benzetiyordum beyazlarımı. Aynalı camda kendime daha bir dikkatli baktım, göz çukurlarımda siyahlaşmış torbalarım ve solgun yüzümle hayalete benziyordum. İki günlük sakalımı sıvazladım, oldum olası kendini beğenen, havalı, züppe birisi olmamıştım zaten. Ne zaman aynanın karşısına geçsem kendimde bir kusur bulurdum. Bu benim yaşam tarzım olmuştu, herkes gibi ayna önünde saçıma başıma kılık kıyafetime bir çekidüzen verirdim, ama bu genellikle kendimi beğenmek için değil toplumsal bir dürtü olarak başkaları tarafından kınanmamak içindi. Gerçi mesai arkadaşım Zehra her fırsatta gönlümü alır, o gün çok iyi göründüğümü söylerdi, her söylediğinde de Zehra’nın bana zoraki kompliman yaptığını düşünür onu inandırıcı bulmazdım. Ama yine de gözleri ışık saçan, altın saçlı kadının bu komplimanlarından da geçici olsa zevk alır, o an için içim rahatlardı.
İç dünyamdaki sorunları dışarı da yansıtıyordum. En çok da bunun için kendime kızıyordum. İnsanlarla arama hep mesafe koymaya özen gösteriyordum, bu kendime olan güvensizlikten değildi, her konuda kendime güvenim tamdı, nedense bir his beni insanlara karşı mesafeli olmaya itiyordu.
Özellikle de son on yılımı düşününce bu daha da yoğundu. Eşim, canımdan çok sevdiğim biricik kızımın annesi, Zeynep öldüğünden beri bir yanım hep hayata küskündü, diğer yanım da kızım için yaşıyordu.
Zeynep öldükten sonra hayata küskünlüğüm aylarca sürmüş, en üst safhaya çıkmıştı, karanlıklar içinde kaybolmuş gibiydim, ne bu dünyadaydım ne de öteki tarafta, Araf’ta kaybolmuş ruhunu arayan bir ceset… Henüz on yaşında olan küçük kızımı ihmal etmeye başlamıştım, aynı acının; hatta daha da fazlasının onun da sırtında, minicik yüreğinde olduğunu bildiğim hâlde… Ben eşimi kaybetmiştim o ise annesini, hayatında en muhtaç olduğu zamanlarda. Bu gerçeği görmezden gelerek büyük bir bencillik ve yılgınlıkla kendi acıma yoğunlaşmış, içime kapanmıştım. Kızıma büyükannesi bakarken, insanlarla ilişiğimi kesmiş; tek dostum alkolle avunur duruma gelmiştim.
Ne yaparsam yapayım hayatımı baştan sona değiştiren o acıyı asla hafızamdan silemiyordum, kâbus dolu gecelerden kan ter içinde uyandığım çok oluyordu, bugün bile.
Contayı iyice sıyırmaya başladığım günlerin birinde, Arnavut kaldırımlı dar sokaktan evime giderken çıkmıştı karşıma. Bugünmüş gibi hatırlıyorum o anı. Havanın kararmasına az bir zaman vardı, her zaman geçtiğim bu yolda sıkça cami cemaatinden insanlarla karşılaşırdım, kimileriyle merhabam vardı, kimisiyle de göz temasım olurdu. Daha önce birçok kereler yanımdan geçip giden hafif kamburu çıkmış ama hâlâ bastonsuz yürümeye inat etmiş temiz yüzlü, buruşuk elli adam elini omzuma koyup beni durdurmuştu. Birkaç defa göz teması yaşamış ama hiç konuşmamıştık, bu zatı zaten çok nadiren görürdüm. Çevremde yakın zamanda hâlimi bilmeyen yok gibiydi, eşimi kaybettiğimi, acımın derin olduğunu herkes biliyordu. Hafif irkilip durmuştum, hiç beklemediğim bir andı, alkol kokuyordum, camiye akşam namazına giden bu adamdan o an için utandım, bir an için yaşlı adamın derin gözlerine bakıp sonra gözlerimi yere kaçırmıştım. Altı üstü bir başsağlığı dileyecek diye düşünmüştüm.
“Sana cenneti vaat etseler ne yapardın evlat!”
Beklediğim bu değildi, hem de hiç değil! bu alkoliğe yüzünü buruşturup gider diye düşündüğüm adam, hafızamda yıllarca taze kalacak, sonradan hayat felsefem olacak ilahi şeyler söylüyordu.
“Sana eşin cennette seni bekliyor deseler, cennete gitme garantisi verseler, başını yastığa koyup uyu, seni öldüreceğiz, ruhunu alacağız, uyanınca gözlerini cennette açacaksın, karın da yanında olacak deseler ne yapardın?”
Ses, yalnızca benim duyabileceğim bir fısıltı hâlinde çıkmıştı, sanki konuşmuyor, ruhuma ılık nefesi ile üflüyordu. Her kelime yosunlaşmış kayaları döven dalgalar gibi yüzüme çarpıyordu, hiç kimse şimdiye kadar benimle bu cürette konuşmamıştı. Bedenim sallanıyordu, soğuk rüzgâr alev alev yanan yüzümü yalayıp geçiyordu, kelimelerin şiddetinden ürpermiştim, kelimeler ruhumda, benliğimde ışık hızı ile yol alıyorlardı, onları durdurmak imkânsızdı. Gözlerimin önüne bir karım bir kızım geliyordu. Günlerce ölümün uçurumunda gezinmiş, ölümü arzulamıştım ama beni tutan, kıyamadığım bir şeyler vardı, eksik olan bir şeyler, bu yaşlı adam hislerimi biliyor olamazdı.
Kan, gözyaşı, mutluluk, aşk, kin, sevgi, öfke, hırs, intikam, bir sonraki anın mistik bilinmezliği ve neredeyse unuttuğum kızımın bebek gülüşü dünyada, dünyamda hepsi vardı.
Gözlerimi bir iki saniyeliğine kapatıp açtığımda karşımdaki yaşlı amcaya ne cevap vereceğini bilememenin şaşkınlığını yaşıyordum. Akşam ezanı okunmaya başlamıştı, yaşlı adam gitmeye hazırlanırken omzuma bir baba şefkati ile dokunmuştu.
“Cennet bekleyebilir evlat. Sen buradaki işlerini önce tamamla.”
Giden yaşlı adamın arkasından bakarken ağzımdan adamın son sözleri dökülüyordu.
“Cennet bekleyebilir.”
“Cennet beklesin amca, ama çay beklemez, çayın soğuyor benden söylemesi ikidir yanından geçiyorum şekerlerini bile karıştırmamışsın daha.”
Beni düşüncelerimden çıkarıp alan garson kılıklı çocuğa sert bir bakış attım, vücut kimyası bozulmuş olmalı yüzünü buruşturup yanımdan uzaklaştı. Çatalımı dilimlenmiş poğaçaya batırıp ağzıma götürdüm, çayımdan bir fırt çektiğim esnada telefonum çalmaya başladı. Telefona bakmadan arayanın kim olduğunu anlamıştım. Saat dokuza yaklaşıyordu telefonunu bekliyordum, bu saatte beni ancak o arayabilirdi. Telefonu sandalyeye astığım paltomun cebinden aldım, yanılmamıştım arayan Ferit’ti.
“Günaydın dostum, nasılsın?”
Sesi her zamanki gibi keskin ve vakurdu. Ferit’in bu kendinden emin tavrına ve ses tonuna her zaman hayranlık duyardım.
“Günaydın.”
“Durum nedir, vardın mı Edirne’ye?”
“Evet, vardım. Birazdan Emniyet’e gideceğim. Sen ne yaptın Ferit, faksı geçtin mi?”
“Onu haber vermek için aradım dostum. Kâğıt elimde, şimdi geçiyorum faksı.”
“Eyvallah ahbap, iyi ki varsın dostum, sağ olasın.”
“Ne demek dostum, hadi hayırlı haberlerini bekliyorum, kal sağlıcakla.”
“Sen de dostum.”
Bu habere sevinmiştim. Şu ana kadar işler planladığım gibi sorunsuz halloluyordu, tabii ki Ferit’in sayesinde. Ferit’in bu faksı geçmesi benim için çok önemliydi.
Telefonu poğaça kırıntıları ile dolu küçük masanın temiz bir kenarına bırakıp çayımdan bir yudum alıp anılarımda Ferit ile beni kopmaz bir bağla bağlayan o güne gittim.
Yeryüzünde beni anlayan, bana sabreden birkaç insandan, tanıdığım en gözü kara polislerden biriydi. Zor yıllarımda ben düşerken o hep yükselmiş kendine teşkilatta sağlam bir yer edinmişti. Aynı yaşta idik, o da benim gibi 42 yaşındaydı, Polis Okulunda beraber okumuştuk, beraber mezun olmuştuk. Antakya’da yıllarca beraber görev yaptıktan sonra yollarımız ayrılmıştı, bir daha birbirimizi senelerce görmemiştik. Ta ki o güne kadar.
Zor bir gündü, Diyarbakır o gün bana her zaman olduğundan daha gri görünüyordu. Saman rengi yeryüzünü, maviye kaçan gri gökyüzü örtüyordu. Böyle günleri hiç sevmiyordum, iç karartıcı bir hava hâkimdi ortama. Hepimiz birazdan çıkacak fırtınayı bekleyen gemi tayfalarını andırıyorduk, sıkı sıkıya tuttuğumuz halatlar sanki elimizi kanatacaktı, oysaki çevik kuvvetin elinde MP5 otomatik silahlar, bende ve benim gibi takım elbiseli birkaç amir arkadaşın elinde de tabancalar vardı.
Durum kritikti, ortam gergindi. Karşımızda geniş meydanlıkta bir terörist cenazesini eylem ve propaganda alanına çeviren binden fazla terör yandaşı öfkeli kalabalık vardı. Diyarbakır’da polis güçlerinin bütün izinleri kaldırılmıştı, masa başında oturanlar bile sokaklarda tetikteydi. Ben de çevik kuvvete yardımcı olmak için yanlarında olmayı tercih etmiştim. Arkadaşlarla birlikte en ufak bir kıvılcıma karşı tetikte ama mümkün olduğunca müdahale etmeden öfkeli kalabalıktan kırk elli metre ileride bekliyorduk.
Ne olduysa birdenbire ve hızlı bir şekilde oldu. Sanki gizli bir güç emir vermiş gibi kalabalıktan bir grup, cenazeden uzaklaşıp bize taş ve yabancı sert cisimler atmaya başlamışlardı. İşte artık beklenen ve kaçınılmaz hareketlenme başlamıştı. Amirlerimiz müdahale emri verince birden ortalık cehenneme dönmüştü. Onlar bize taş, sopa ve Molotof atarken biz de onlara göz yaşartıcı bomba atıyorduk, ellerinde saydam kalkanları olan öndeki arkadaşlar da copları ile kalabalığa doğru ilerliyorlardı. Dev bir kaos kuşu havada kendi ekseni etrafında dönerken yerde tozu dumana katıyordu sanki. Herkes kendi payına bir şeyler yapıyordu. Geri planda kadınlar zılgıt çekiyor, onların önünde acemi bir kalabalık bize doğru Kürtçe ve Türkçe karışık küfürler savuruyordu. Polise en yakın olan diğer kalabalık ve en aktif olan grupta- ki bunların yaşı 12-13’ten başlıyordu, bastona kadar dayanıyordu- taş sopa ve daha önceden hazırlandığı belli olan Molotof kokteylleri atıyorlardı. Biz de onları olanca gücümüzle dağıtmaya çalışıyorduk.
İşte Ferit’i seneler sonra ilk o zaman gördüm, aynı esmer ten, aynı mimikler ve o heyecanı hep aynıydı. Bir gözümle onu görüş alanımda tutmaya çalışırken bir gözüm de olayların odağındaydı. Gür bir sesin “Bastırın, dağıtın!” nidası ile birden çevik kuvvet ileri atılınca yüzlerce kişi kaçışmaya başlamıştı, kümese girmiş tilkiden kaçan tavuklar gibiydiler, herkes farklı taraflara kaçıyordu. Artık kargaşa şehrin caddelerinde ve ara sokaklarına taşınmıştı. Onlarca ufak gruba ayrılan göstericiler birden ara sokaklarda kaybolup birkaç dakika sonra tekrar genişçe bir caddede birleşiyorlardı. Bizler için çok zor anlardı; toplu durmaya, birbirimizden ayrılmamaya çalışıyorduk.
İşte o an tekrar gördüm Ferit’i, bana uzak bir mesafedeydi ama o olduğunu anlamıştım. Yalnızdı, aniden üç dört kişilik bir grubun peşinden ara sokağa daldı. O an irkildim, Ferit’in huyuydu, Polis Akademisindeyken de böyleydi. Sonuçlarını düşünmeden aklına estiği gibi davranırdı çoğu zaman, korkusuzca ve pervasızca. Aklıma kötü şeyler geliyordu, koşmaya başladım, girdiği ara sokak elli metre ötemdeydi ve Ferit sokağa girdikten sonra arkasından da bir sürü insan aynı sokağa girmişti ben koşarken. Kalbim deli gibi atmaya başlamıştı, emniyeti açık silahım elimde koşarken bir yandan da içimden Ferit’e söyleniyordum.
Nefes nefese ara sokağa girdim. Manzara korkunçtu. Dört bir taraftan ablukaya alınan Ferit’i ilk birkaç saniye göremedim, göstericiler görüş alanımı kapatıyordu. Nihayet grup biraz aralanınca yerde kanlar içindeki Ferit’i gördüm. Yediği onlarca tekme ve yumruktan hâlsiz düşmüş bir şekilde yerden kalkmaya çalışıyor, bir yandan da gruba küfürler ve hakaretler savuruyordu. Ferit’i linç ediyorlardı… Gömleği ve ceketi kan içindeydi, ters dönmüş elindeki silahın hiçbir caydırıcılığı kalmamıştı. Her şey birkaç saniyede olmuştu, zorlukla ayağa kalkıp hâlsiz kolları ile boşluğa bir iki yumruk sallayıp tekrar sendeledi. Linç grubu artık onunla dalga geçiyordu, kuduz salyalarını akıtarak eğleniyorlardı. Tekrar saldırıya geçtiklerinde elimdeki silahı havaya kaldırıp üç el ateş ettim ve gruba doru koşarken var gücümle bağırdım.
“Dağılın ulan!”
Silah sesinden ve bağırmamdan korkan grup boş bulunup Ferit’in etrafını boşaltınca o boşluğu ben doldurdum. Şimdi Ferit’in yanındaydım, Ferit yerde cenin pozisyonda hayati organlarını koruma uğraşındaydı. Eğildim sol kolumla onu omzundan tutup kendime çektim. Yediği yumruklardan bir gözü kapanmıştı, muhtemelen birkaç dişi kırılmış ve dudağı patlamıştı, her iki kaşı da yarılmıştı, neredeyse kandan yüzü görünmeyecek hâlde idi. Benim yardımımla güçlükle yerden doğrulup kalkmaya çalışırken açabildiği tek gözü ile bana baktı.
“Sen! Yılmaz sen misin?”
Dudaklarını aralayıp kanlı dişleri ile gülümsemeye çalıştı, bedeni bir kuklayı andırıyordu, hiçbir şekilde sabit duramıyordu. Yine de gülmeye çalışması çok ironim bir durumdu.
Aslında ikimizin de hâli iç açıcı değildi, eğer bir çıkış yolu bulamazsam saniyeler içinde ben de Ferit gibi linç edilebilirdim. Duvara dayanmıştık, öfkeli gruptakiler şaşkınlıklarını üzerlerinden atıp tekrar etrafımızı sarmışlardı. Onlarla bizim aramızdaki tek engel silahımdı, kurşunu bitmiş silahımla onları tehdit etmeye başladım, eğer yaklaşırlarsa onları vuracağıma dair yeminler ediyordum. Bu ne kadar sürebilirdi ki!
“Gözlerindeki inancı ve kini görebiliyor musun Yılmaz?”
Söylediğine hiçbir anlam verememiştim. Ceketimin yakasına yapışarak kendini yukarıya çekti, bana dayanıp ayakta durmaya çalışıyordu, yüzüme biraz daha yaklaştı, kan kokuyordu, ama korkudan bir eser yoktu yüzünde. Açıkgözü ile kalabalığı işaret etti.
“Şeytanın askerleri, görüyor musun gözlerindeki kini, öldürme hazzını, avını parçalamak isteyen çakallar gibiler öyle değil mi, her biri şeytanın askeri.”
Gözlerimi ondan çevirip gruba baktığımı hatırlıyorum, hemen arkasındanda bir panzerin sireni doldurmuştu kulaklarımı. Bir mucize olmuş kurtulmuştuk, kalabalık birden dağılarak bizden uzaklaştı. Çevik kuvvet yetişmiş ve bizi kurtarmıştı. Hayatımızın en zor anlarında Ferit’le birbirimizi bulmuştuk. Diyarbakır’dan sonra da Ankara’ya gelmiştik, ikimiz de tekrar aynı çatı altında görev yapıyorduk.
Elimi çay bardağına götürdüm, geçmişe gitmek çayımı soğutmuştu, bir dikişte çayı içip ağzımı peçete ile kuruladıktan sonra kalktım. Paltomu koluma aldım, hesabı ödeyip çıkarken bana yandan dik dik bakan garson kılıklı çocuğa göz kırptım.
Fırından taze çıkmış ekmek gibi hissetmiştim kendimi, Edirne’nin soğuğunu yüzüme yiyince. Paltomu sırtıma geçirip yürümeye başladım.
Gökyüzüne baktım, bulutların güneşi örttüğü gökyüzüne, dilime bir türkü takıldı mırıldanmaya başladım.
“Seher yeli çık dağlara, güneş topla benim için, haber ilet dört diyara canım, güneş topla benim için, umutların arasından, kirpiklerin karasından, döşte bıçak yarasından canım, güneş topla benim için.”
Emektar Volvo’mun yanına gelince mırıldanmayı kestim, araca binerken otopark değnekçisi yanıma geldi, hayret! Sileceğe iliştirilmiş pusulayı göremeyince,
“Hayırdır, kaptan pusulam nerede?”
“Ağabey ne diye polis olduğunu söylemezsin!”
Belli ki camın sol üst köşesinde Volvo’mun bir polise ait olduğunu gösteren etiketi görmüştü görevli, belli belirsiz tebessüm ettim.
“Huyum değil evlat. Sen söyle bakalım borcumu.”
“Ne borcu ağabey, senden para alacak değiliz herhâlde.”
Aracı çalıştırıp yan camı açtım, gitmeye hazırlanırken.
“Eyvallah, o zaman hep buraya bırakayım arabamı.”
Gülümseyip gaza bastım. Şehir içinde kısa bir yolculuktan sonra Şehit Üsteğmen Ahmet Altun Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğü binasının otoparkına aracı park ettim.
Geniş bir bahçe içinde birkaç bloktan oluşan kompleksin iki katlı dikdörtgen ana binasının içine girdim. Hep aynı, alışık olduğum atmosfer, ikinci kalite müteahhitlerin elinden çıktığı aşikâr ucuz boya ile havai mavisine boyanmış duvarlar. Elini sürtsen duvarın boyası eline çıkar. Birinci katta, girişte sol tarafta gelenleri karşılayan ne için geldiğini soran, ateşli silahın varsa emanete alan ve sana ziyaretçi yaka kartı takan bir polis memuru. Hiç itiraz etmeden bütün prosedürleri sırası ile gerçekleştirdikten sonra içerideyim. Buraya ne için geldiğimi herkesin bilmesine gerek yok şu an. Nöbetçi polis memurundan yön tayinini aldıktan sonra ikinci kata çıkıyorum. Hiç zorlanmadan gitmem gereken yeri buluyorum: Asayiş Şube Müdürlüğü.
3
Asayiş Şube Müdürü Atıf Kurtuluş, elindeki sadece bir paragraftan oluşan faks yazısını ikna olmak istemeyen gözleri ile ikinci defa okuyordu. Ben sessizliğimi ve tepkisizliğimi koruyordum. Böyle durumlarla çok karşılaşmıştım. Hiç kimse kendi çöplüğünde yabancı birisini istemezdi. Sebatla odanın içini inceliyordum. On altı metrekarelik odanın iki kapısı vardı: bir tanesi benim de giriş yaptığım kapı, diğeri de daha küçük bir odaya açılan, özel kalem memuru olarak kullandığı bir polisin az önce çay servisi yapmak için kullandığı kapıydı. Atıf Kurtuluş’un oturduğu makam koltuğunun arkasında büyükçe bir Atatürk portresi, sağ yanında aynı boyutlarda Türk bayrağı bulunmaktaydı. Makam koltuğunun yanındaki ahşap venge renkli dosya dolabının üstünde, birkaç adet, çeşitli görevlerden aldığı tebrik şiltleri ve plakaları duruyordu; onlarla gurur duyuyor olmalı. Plakaların sağında ve solunda iki tane yapma çiçek. Sanki ortamın gerginliğini azaltması için özenle orada bırakılmış gibi. Koridor duvarlarının aksine makam odasının rengi daha içi açıcı kumsal beji kullanılmış.
Dışarıdan bana ne, burası benim dünyam düşüncesinde olan bir adam. Elli yaşlarında, tombul suratlı, seyrek saçlı, buğday tenli, resmi üniforması yok, beyaz gömlek üstünde gri bir ceket, kravat takmamış yakası açık. Resmi olmak ile sportif görünmek arasında bir yerde asılı kalmış izlenimi sanki bir kadın eli tarafından bilinçli olarak verilmiş gibi. Bu giyim tarzının kendi zevki olmadığına eminim, tipinden böyle bir beceri sahibi olmadığı belli. Ama yine de kapladığı makamı doldurduğunu düşünüyorum.
“Şimdi bu faksa göre Ankara’dan pazar günü işlenen cinayeti araştırmak için görevlendirildiğinizi söylüyorsunuz.”
Beş dakika önce iki defa ben söyledim, iki defa da kendisi okudu. Artık anladığına eminim.
“Aynen öyle Atıf Bey. Size çalışmalarınızda yardımcı olmak için geldim.”
“Anlamadığım bir nokta var. Neden böyle basit bir cinayet için Ankara’dan birini görevlendirsinler ki. Ben ve ekibim bu konuda gayet yeterliyiz.”
“Buna şüphemiz yok Atıf Bey, ama takdir edersiniz ki biz sizi rencide etmeyi değil bilakis size yardımcı olmayı amaçlıyoruz.”
“Yine de insan sormadan edemiyor, bu soruşturma da bizim bilmediğimiz bir bilgiye mi sahipsiniz, kaldı ki bundan nasıl haberiniz oldu bu kadar çabuk?”
Başarı ve onur plaketlerini nasıl aldığını anladım artık. İnatçı ve işin peşini hemen bırakacak bir tip değil izlenimi verdi bana, demek ki soruşturmadan hemen kabullenen bir tip değil.
“SAM,” deyince yüzünde anlamsız bir surat ifadesi belirdi.
“Suç analiz merkezi, sizin bundan haberdar olduğunuza eminim Atıf Bey. Sonuçta siz de bu programı kullanıyorsunuz.”
Unuttuğunu varsayıyorum. Ellerimi birbirine kenetleyip önümdeki sehpaya doğru biraz eğilip yüzümü ona doğru dönüyorum. Şu an önemli bir açıklama yapmaya çalışan biri gibi göründüğüme eminim.
“Bu tür vakalarda ilk soruşturma raporları bilgisayara girildiği an bizim sistemimizde görülür Atıf Bey. Olayın nerede olduğu, maktulün nasıl bulunduğu, cinayetin işleniş tarzı gibi bilgileri süzen analiz eden ve işleyen bir programımız mevcut. Bunu şu amaçla yapıyoruz. Eğer o cinayetle benzeşen veri tabanımızda herhangi başka bir dosya daha mevcutsa program bir ikaz verir. Yani anlayacağınız geçmişte bu cinayetin bir benzeri daha işlendiği için bu cinayet bizde seri katil şüphesi veya kopya cinayet şüphesi uyandırdı. Bunun için buradayım Atıf Bey. Bu konuda birbirimize yardımcı olacağımıza eminim.”
Kâğıttan kafasını kaldırıp isteksizce başını salladı. Kendi içinde bir direniş gösterdiğine emindim. Beni kendi görev bölgesinde istemiyordu, Ferit’in gönderdiği faks elini kolunu bağlamıştı.
“Peki, ne yapmak istiyorsunuz, yani planınız ne?”
İşte artık başlıyorduk, gözlerimdeki zafer sevincini görmesini istemiyordum, yerimden kalktım. Kibar olmak zorundaydım. Şu an için kontrolün onda olduğunu hissetmesi soruşturmamın rahatlığı açısından iyi olabilirdi.
“İzninizle önce maktulü veya cinayetin işlendiği yeri görmek istiyorum,” dedim, başını sallayıp onayladı, telefonun ahizesini kaldırıp iç hattan bir numara tuşladı.
“Sizin yanınıza birini vereyim Yılmaz Bey, daha rahat edersiniz.”
Gülümsedim, neden olmasın, ne de olsa Edirne’ye yabancı sayılırım. Yanımda buradan bir memur olursa protokol ve prosedür yaşamam.
Bir dakika geçmeden açık kapıda otuz yaşlarında, kırmızı v yakalı kazağının üstünde siyah deri montlu, derisine sıkı sıkıya yapışmış gri kot pantolonuyla genç görünmeye özen gösteren, keskin yüz hatlarına sahip hafif kıvırcık saçlı, ince dudaklı, kumral tenli, birçok kızın yüreğini hoplatabilecek yakışıklı bir adam belirdi.
Pozitif duruşu ile insanı hemen etkileyebilen ikna edici bakışlara sahipti. Doğrusu böyle bir gencin partnerim olacağını hiç düşünmemiştim. Benim beklentim, tipik Türk polisi kıvamında, üniformasının içinden hafif göbeği taşmış, kemerine takılı silahının ağırlığından lacivert pantolonunun bir tarafı yere doğru göçmüş 45-50 yaşlarında bir memurdu.
Gülümseyip başımla selamladım, o sadece başı ile selam vermek ile yetindi.
“Sizi tanıştırayım.”
Atıf Kurtuluş, kapıdaki gencin içeri girmesiyle birlikte ayağa kalktı, ikimizin arasına girerek eliyle genci göstererek tanıştırma serenomisine devam etti.
“Yusuf Sedat, benim en iyi elemanım. Kendisi yardımcımdır, aynı zamanda Edirne’nin en gözü pek dedektifidir.” Nedense gülümsedi. “Kendisini oğlum gibi severim ve güvenirim.”
Övülmekten yüzünün kızarmasını bekledim veya mahcup bir ifade takınmasını umdum ama ikisi de yüzünde yoktu. Ya Atıf’ın komplimanlarını umursamıyordu ya da hoşuna gidiyordu. Tebessüm etmekle yetindi.
“Yusuf aynı zamanda cinayet yerine ilk giden arkadaşımız, maktulü ilk gören o ve bu soruşturmanın başındaki memurumuzdur kendisi. Sana her türlü yardımı yapacağına eminim.”
Yusuf’un omzuna sağ elini koyup devam etti.
“Bu beyefendi Ankara’dan senin soruşturmanı yürüttüğün dosya için gelmiş Yusuf, adı Yılmaz Mızrak. Özel görevle bize yardımcı olmak için gönderilmiş. Kendisine her konuda yardımcı olmanı istiyorum. Misafirimize iyi bak.”
Uzattığım elimi sıktı. Güçlü pençeleri vardı, normal tokalaşmanın ötesinde sanki bir güç gösterisi yapıyordu. Hissettirmemeye çalışarak ben de aynı dolgunlukla cevap verdim.
“Memnun oldum.”
“Ben de. Nereden başlamak istersiniz?”
Kollarımı hafifçe havaya kaldırıp en vakur hâlimi takındım.
“En başından.”
…