Sokakarda kendisinin çok zevk aldığı ama başkalarının sersefil bulduğu bir hayat yaşayan Huckleberry Finn, yaptığı bir kahramanlık sayesinde ufak bir servetin sahibi olup daha rahat bir yaşam sürmeye başlar. Fakat fıçısında yaşayıp pipo tüttürdüğü, arkadaşlarıyla maceradan maceraya koştuğu eski hayatına büyük bir özlem duyar. Alkolik babasının zamansız geri dönüşüyle ve kendisini bir kulübeye hapsetmesiyle bir anda her iki hayattan da mahrum kalır. Kaçıp kurtulma planları yaparken, özgürlüğüne kavuşmak için firar eden köle Jim’e rastlayınca işler içinden çıkılmaz bir hale bürünür.
Mark Twain doğup büyüdüğü Amerikan taşrasından, Mississippi Nehri’nin kıyısından yola çıkarak bir ülke panoraması yaratıyor Huckleberry Finn’in Maceraları’nda.
“Mark Twain, Amerikan edebiyatının kurucusudur.”
WILLIAM FAULKNER
“Modern Amerikan edebiyatı Huckleberry Finn’in Maceraları denen biricik romandan doğmuştur.”
ERNEST HEMINGWAY
İÇİNDEKİLER
ROMANA DAİR GÖRSELLER…………………………………………………………………………………………..7
KRONOLOJİ……………………………………………………………………………………………………………………………….13
ÖNSÖZ / MURAT BELGE……………………………………………………………………………………………………25
Huckleberry Finn’in
Maceraları
Birinci Bölüm
Yer: Mississippi Vadisi
Zaman: 40-50 yıl önce
Tom Sawyer’ın Maceraları isimli kitabı okumadıysanız beni bilmezsiniz, ama önemi yok. O kitap Bay Mark Twain tarafından yazıldı ve kendisi çoğunlukla sahici şeyler anlattı. Olayları eğip büktüğü de oldu olmasına, ama genel olarak doğruları söyledi. Önemli değil. Ara sıra da olsa yalan söylememiş kimse yoktur zaten; Polly Teyze, dul kadın ve belki Mary hariç ama. Polly Teyze, Tom’un teyzesidir, Mary ve Dul Douglas aynı o kitapta anlatıldıkları gibidir ve o da, dediğim gibi, biraz değiştirse de gerçekleri anlatır. Şimdi kitabın sonunda şöyle olmuştu: Tom ile ben hırsızların mağaraya gizledikleri parayı bulduk ve zengin olduk. Kişi başı altı bin dolarımız vardı, tamamı altın. Toplu halde çok paraydı çok. Ama Yargıç Thatcher aldı parayı, faize yatırdı ve para bize bütün yıl her güne bir dolar getirdi. Ne yapacağımızı bilemedik ama. Dul Douglas beni evlat edindi ve terbiye edeceğini söyledi, ama benim için hep evde olmak çok zordu. Dulun her şeyi çok düzgün, düzenli ve sonucunda da sıkıntılıydı. Ben de daha fazla dayanamadım ve sıvıştım. Eskimiş kıyafetlerime ve şeker fıçıma kavuştuktan sonra huzuru buldum. Ama Tom Sawyer bırakmadı beni; hırsızlar çetesi kuracakmış, bana da dulun yanına dönüp uslu durursam çeteye katılabileceğimi söyledi. Döndüm ben de.
Dul beni görünce gözyaşlarına boğuldu, zavallı kaybolmuş kuzum benim gibi laflar etti. Başka bir sürü şeyler de söyledi, ama fenalık düşündüğünden değil. O yeni kıyafetleri giydirdi yine üstüme; zavallı ben kıyafetlerin içinde terledim de terledim, sıkıntılara boğuldum. Zaten hemen eskiye dönmüştük. Dul akşam yemeği zilini çalınca hemen inmen gerekirdi. Ha masaya gelsek de hemen yiyemiyorduk ya; dulun başını eğip bahşettiği yiyecekler için Tanrı’ya dua etmesini beklemen gerekiyordu. Yemeklerde de sıkıntı yoktu gerçi, bir tek her şeyin ayrı ayrı pişmesi hoşuma gitmezdi. Fıçının içinde yaşarken her şey farklıdır; öteberiler birbirine karışır, yiyeceklerin tatları birbirine geçer ve sen de keyfine bakarsın. Yemekten sonra dul, kitabını çıkarıp bana Musa ve Hasırotları’nı anlatmaya koyulmuş ve merakımı da yakalamıştı; adam çok ilgimi çekti başta, ama dul sonra Musa’nın çok zaman önce öldüğünü anlattı.
Sonra bütün merakımı kaybettim, sonuçta ölü insanları ne yapacaktım. Çok geçmeden canım tütün çekti ve duldan izin istedim. Ama o izin vermedi. Kötü bir alışkanlıkmış, sağlıksızmış ve artık bırakmaya çalışmam gerekiyormuş. Bazıları böyledir işte. Hiç bilmedikleri şeyleri yerden yere vurmayı pek severler. Kendisi kaç zaman önce ölmüş, kimseye faydası olmayan, tek akrabası bile kalmamış Musa’yı dert ediyor da ben güzel bir şey yapmak isteyince bana yükleniyor. Kendi de enfiye çekiyor hem; ama yok, sevdiği bir şey olduğu için onunki kötü değil tabii. Kardeşi Bayan Watson geldi eve. Evde kalmış bu ihtiyar kadın kafasına bana imla kitabını öğretmeyi koydu.
Bir saat falan biraz zorladı beni, sonra dul geldi de neyse ki, biraz yumuşadı. Ama ben dayanacak halde değildim. Bir saat daha sıkıldım, bunaldım ve yerimde duramaz oldum. Bayan Watson da, “Ayaklarını oraya uzatma Huckleberry,” ve “Öyle çömelme bakayım Huckleberry, dik dur,” demeye başladı ve çok geçmeden “Öyle esneme, öyle gerinme Huckleberry, uslu dur azıcık,” diye devam etti. Sonra bana fena yeri anlattı ve ben de orada olmayı yeğlediğimi söyledim. Çok kızdı bana. Olmayacak bir şey mi söylemiştim sanki? Tek istediğim bir yerlere gidebilmekti çünkü; değişiklik olsun, ne olursa. Söylediğim şey çok ayıpmış, çok terbiyesizceymiş; bunu dünyadaki hiç kimse için dilemezmiş ve kendisi de bütün hayatını güzel yere gitmek için yaşıyormuş. Açıkçası ben onun gittiği yerde bir fayda göremedim ve hiç uğraşmamaya karar verdim. Ama bunu kendime sakladım, çünkü söylersem başımı derde sokardım. Sonra bir başladı ve bana güzel yer hakkındaki her şeyi anlattı. Orada insanın tek yapacağının, sonsuza kadar bütün gün arp çalıp şarkı söylemek olduğunu söyledi. O yüzden gözüm tutmadı zaten. Ama bunu da söylemedim.
Tom Sawyer da oraya gider mi diye sordum, katiyen gidemezmiş. Sevindim, çünkü Tom’la beraber olmak istiyordum. Bayan Watson hep fırçalıyordu beni, hem çok yoruluyordum hem de yapayalnızdım. Bazen zencileri içeri çağırırlar ve dua ederlerdi, sonra da herkes yatmaya giderdi. Ben de bir gün yine odama çıktım ve elimde tuttuğum bir parça mumu masaya bıraktım. Pencerenin yanındaki sandalyeye oturup aklıma neşeli bir şeyler getirmeye çalıştım, ama olmadı.
Öyle yalnız hissettim ki kendimi, ölmek istedim. Yıldızlar parlıyor ve ormandaki yapraklar acı acı hışırdıyordu; sonra uzaklardan ölmüş biri için öten bir baykuşun sesi geldi, bir çoban aldatan kuşu ile bir köpek ölecek biri için uluyorlardı; rüzgâr da bir şeyler fısıldamaya çalışıyordu, ama ben ne dediğini anlayamadım ve tüylerim diken diken oldu. Hani hayaletler içlerinde kalan şeyi söyleyemediklerinde mezarlarında huzur bulamaz, bu yüzden de bütün gece yas tutarlar ya, işte onun sesi geldi kulağıma. Çok moralim bozuldu ve korktum, yanımda birilerinin olmasını istedim. O sırada omzuma bir örümceğin tırmandığını gördüm ve parmağımla fiske vurup hayvanı muma doğru fırlattım.
Ben daha kıpırdayamadan örümcek ateşin içinde büzüşüverdi. Bunun uğursuzluk getireceğini çok iyi bildiğim için çok korktum. Hemen ayaklanıp olduğum yerde üç kere döndüm ve her seferinde haç çıkardım. Sonra cadıları kovalamak için saçımın bir tutamına ip bağladım. Buna da güvenim yoktu ama. Bulduğun at nalını kapının üstüne çivileyemeden kaybettiğinde yaparsın bunu, ama örümcek öldürünce böyle yapmanın işe yaradığını söyleyen olmadı daha. Üzerimdeki titremeyi atamadan tekrar oturdum ve tüttürmek için pipomu çıkardım; sonuçta evde dul da dahil herkes yattığı için çıt çıkmıyordu ve kimsenin haberi olmazdı. Neyse, epey zaman geçince kasabadaki saatin on iki kere çan, çan, çan ettiğini duydum. Sonra yine çıt çıkmadı. Çok geçmeden karanlıkta ağaçların arasından bir dalın kırılma sesi geldi; bir şeyler hareketleniyordu. Hiç kıpırdamadan kulak kesildim. Aşağıdan belirli belirsiz bir şekilde, “Miyav! Miyav!” diye ses geldi. Bu güzeldi işte! Ben de elimden geldiğince alçak bir sesle, “Miyav! Miyav!” dedim, sonra ateşi söndürdüm ve pencereden çıkıp alttaki kulübenin üstüne indim. Sonra kulübeden aşağı, yere kayıp ağaçların arasına kadar süründüm ve beklediğim gibi, karşımda Tom Sawyer’ı buldum.
…