Türklerin lirik ve destansı kuruluş öyküsü…
“Ona koşayım dedim, adımım buna karşı koydu. Neden sen bana gelmezsin ey hükümdar! Suların gelmezse, bana mı iyidir, yoksa sana mı? Ne yapıyorum ben? İnsan yürümesini bilmezse, kurban deve gibi yere yatırılır. Buna münasip bir destek düşünüp karşılığını bulamıyorum. Sözümü unuttum. Düşünüp bulayım. Kızma kalbim. Sevdaya kavuşanlar varsa sözlerinden bir parça hediye göndersinler. Senin için ulaşılmaz bir erdir. Kendini gönül hükmüne bırakma. Başın buluşmaz. Meyleder diye heveslenme. İçinde bırakmak gerek. Sözler koşup gelirse yüzüne tükürürler. Yasak aşkın fena neticesi sonunda senin için hazırdır. Sessiz diye adın şöhret bulur. Dünyadan göçmek gerek. Bir baksa, içim delinmiş mi olur?”
Aklın güzelliği dil. Dilin güzelliği söz. Kişi güzelliği yüz. Yüzün güzelliği Oğuz.
Hükümdar, Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarında hayatta kalmaya çalışan dağınık Türk boylarının tek bir bayrak altında toplanarak devlet kurmalarının destansı öyküsüdür… Türk boylarının kendilerine lider olarak seçtiği Kara Han gittikçe zalimleşerek yönetimi kendi çıkarları için kullanmaya başlar. Oğlu Oğuz, bu haksız düzene daha fazla dayanamaz ve babasını karşısına alarak hakanlık için uzun ve zor bir mücadeleye girişir. Annesi Ay Hatun ile bilge Uluğ Bey’in destekleri Oğuz’u iyi hissettirse de o en büyük gücü her zaman inandığı ve yolundan ayrılmadığı Gök Tanrı’dan alır. Yerin ve göğün birleştirici gücü olan Oğuz, Tanrı’dan aldığı kut sayesinde Türk milletini cihana hakim kılacak ve kimsenin tahmin edemeyeceği şekilde Türklerin kaderini değiştirecektir.
Türk milletinin destansı tarihi içerisinde önemli bir yer tutan Oğuz Kağan, Hükümdar‘da tek bir bayrağın, tek bir ülkünün peşinden giden, binlerce kişiyi ardına katan hâkimiyetin iradesidir. Bu kitapta mahmuz ve nal sesleriyle kayaları parçalayan unutulmaz bir kahramanın ruh ve inanç mücadelesini okuyacak; aşk, ihanet ve sabrın sınırlarına da tanıklık edeceksiniz.
Mustafa Çevik’ten uzun süre etkisinden kurtulamayacağınız bir kasırganın şiirsel romanı…
***
Sizlerin başına ben oldum kağan,
Yol gösteren bize damgamız olsun.
Alalım elimize yay ile kalkan
Bozkurt sesi savaş naramız olsun.
Orman gibi demir kargılarımız,
Yaban atla dolu av yerlerimiz,
Deniz ve ırmaklarla kaplı yurdumuz,
Gök çadır, güneş bayrağımız olsun.
Oğuz Kağan
ÖNSÖZ
Bu kitap, kökü tarihe dayanan, ilhamını tarihten ve Oğuz Kağan Destanı’ndan alan bir romandır. Tarihe ışık tutmak ya da tarih anlatmak gibi bir amaçla yazılmamıştır. Halk ruhunda ve hayalinde masallaştırılmış bir tarih, roman türünün sağladığı imkânlar sayesinde eski Türk tarihinden edinilen bilgilerle birleştirilmeye ve yorumlanmaya çalışılarak edebiyat sahasında yerini alması amaçlanan tarihi bir roman meydana getirilmiştir. Burada anlatılan olay ve kahramanlara gerçek tarih gözüyle bakılmaması ve bir roman olduğunun bilincine varılarak okunması en önemli dileğimizdir.
Tarihin çok eski çağlarında, kabileler halinde yaşayan bir milletin karakteri, kültür yapısı, millet oluşları, olaylar karşısındaki duygu ve düşünceleri bir roman kurgusu içinde anlatılmaya ve yorumlanmaya çalışılırken; bilinen tarihe dönük bilgi, belge ve araştırmalardan uzaklaşılmamaya özen gösterilmiştir. Bu vesileyle çeşitli araştırmacı ve tarihçilerin konuyla ilgili eserlerinden geniş ölçüde istifade edilmiştir. Başvurulan kaynakların bir bölümünü, konunun bilimsel ve tarihi tarafıyla ilgilenmek isteyen okuyuculara da referans olması maksadıyla burada belirtmek ihtiyacı duyuyoruz.
Abdülkadir İnan, Makaleler ve incelemeler.
Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm.
Ali Öztürk, Çağları İçinde Türk Destanları.
A.Zeki Velidi Togan, Oğuz Destanı.
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi.
Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihi.
Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları.
Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi.
Ebulgazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime.
Faruk Sümer, Oğuzlar.
L.N.Gumilöv, Hunlar.
Mehmet Kaplan, Oğuz Kağan Destanı.
Muharrem Ergin, Oğuz Kağan Destanı.
Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı.
Nejat Diyarbekirli, Hun Sanatı.
R.Rahmeti Arat, Eski Türk Şiiri.
Tuncer Gülensoy, Barbar Türkler.
Wilhelm Radloff, Türklük ve Şamanlık.
İlk okumalarını yaparak değerli önerilerde bulunan ebedi dostlarım Zübeyr Şaşmaz, Bahadır Özdener, Yrd. Doç. Dr. İlhan Uçar ve editörüm Ahmet Bozkurt’a yürekten teşekkür ederim.
*
Göğsü güzel koca dağlara gün vurunca…
Demirin dövüldüğü, bakırın ve tuncun işlendiği çağın başlarıydı. Orta Asya toprakları, çayırlar, nehirlerle sulanan devasa ormanlar ve bataklıklarla kaplıydı. Ekin tarlaları, geniş gölleri, ucu bucağı gözükmeyen çorak alanları ve dağların arasında bir gizli hazine gibi saklanmış vadileriyle; iklimlerin her türünün, her renginin görüldüğü, yaşandığı, koklandığı bozkır; birbirine bağlı, iç içe, kıvrım kıvrım ve kat kat dağlarla sarılmıştı. Nehir havzaları gür, kuru ve parlak bitkilerle kaplıydı. Göğsü güzel koca dağlara gün vurunca, yemyeşil kayın, çam, meşe ve servi ağaçlarıyla dolu sakin ve tenha ormanların uzandığı görülüyordu. Ağaçların altında, akarsular boyunda sevinç içinde uçuşan kuşlarla beraber kaplanlar, kara parslar, leoparlar, ayılar, yaban domuzları, çakallar ve kurtlar geziniyorlardı.
Dört bir yandan dağlarla çevrili olan Orta Asya’nın kuzeybatısında uzanan Altay Sıradağları, onu soğuk ve nemli ormanlarla kaplı Sibirya’dan ayırmak görevini üstlenmişti. Bir deniz gibi uzanan ve Orta Asya’yı ikiye bölen Gobi Çölü’nü ortasına alarak, güneydoğu boyunca uzanan Tiyanşan Sıradağları, kuzeyde bozkırlarla ve Altay Sıradağları’yla birleşiyordu. Bu coğrafyada bulunan uçsuz bucaksız vadiler, yüksek, yekpare kayalıkların baskısı altında tam bir sessizlik içindeydi. Gerçek belki de gerçeğin ötesinde uzak bir zamandı. Göverip duran güzel dağların köşe ve eteklerinde, kesif sık ormanlar içinde, kaynayıp köpüren göller arasında, incecik suların kıyısında, her şeyin göründüğü, bilindiği ve gönlün hoşlandığı tenha yerlerde, sabırla hiçbir şeye ilinmeden ve töre huzurunu tatmaktan başka bir arzu beslemeden, kabileler halinde bir halk yaşıyordu.
Buralar çok eskilerden beri hem farklı hem de aynı atalardan türeyen kabilelerin toplandıkları, bir araya geldikleri ve hiçbir şeye bağlanmadan, huzurla yaşamayı istedikleri yerlerdi. Her kabile, bu topraklarda tabiat güçleriyle boğuşarak yaşıyordu. Sık sık birbirleriyle de savaşıyorlardı. Aklının karalının seçildiği, bey yiğitlerin, kahramanların birbirine koyulduğu bir çağdı. Ortak bir amaçları yoktu; yaylak ve kışlaklara bağlı olarak yaşar, sürekli göçerlerdi. Hayata bağlı töreler onların tutunacak ve yapışacak kökleriydi. Gönül bilgisinin yardımcılığı ile durmadan göçer-gider bir hayata bağlıydılar. Sürüleriyle birlikte steplere göç eden ailelerin varlıkları; at, iri ve küçük tırnaklı hayvanlar, deve ve eşeklerden ibaretti. Savaşçı erkekler en önde at sürerdi. Kadınlar ve çocuklar hayvan derileriyle örtülü çadırlarda yaşarlardı. Steplerdeki bu göçebe yaşantısı elbette düzensiz ve gelişigüzel değildi. Baharla birlikte dağlar arasında yer alan ve sürüler için önemli olan su ve otlaklarla bezeli yaylalara çıkarlardı. Uzun göçlerde doğaya hayranlık duyarak yaşarlardı. Sonbaharla birlikte kann az düştüğü bölgelere, sürülerin fazla zorlanmadan yem bulabilecekleri yerlere çekilirlerdi. Baharla serin serin tan yellerinin esmesi, sakallı boza çalan çayır kuşlarının ötüşmeye başlaması göç zamanının geldiğinin habercisiydi.
Hayvan derilerinden yapılmış giysileriyle, beyaz tenli, orta ve uzun boylu, sert ve sağlam cüsseli, geniş göğüslü, zeki bakışlıydılar. Geniş bir alınları vardı ve kızıl yanaklıydılar. Sarı ve siyah saçlıydılar. Genelde şahin burunlu ve parlak gözlü insanlardı. Erkekler yüzlerini sıcak demirlerle dağladıklarından sakalları çıkmazdı. Gıdalarının önemli bir bölümü et ve kısrak sütünden üretilmiş sayısız ürünlerdi. Çocuklar koyunların üzerinde binmeyi öğreniyor, daha sonra mükemmel bir binici oluyorlardı. At onların her şeyiydi. Gıdaları, binek araçları ve en önemli savaş unsurlarıydı. At olmadan yaşamlarını sürdüremezlerdi. Ok ve yay, kılıç, kargı kullanmasını çok iyi biliyorlardı. Hayatta kalmak için güçlü olmak zorundaydılar. Bozkırda yaşamanın kaçınılmaz gerçeği olarak zayıflar ölüme mahkûmdu. Henüz herhangi bir devlet teşkilatları yoktu. Toprağı çok az sürüyorlardı. Hayvancılık, avcılık ve zayıf kabilelere düzenledikleri akınlardan elde ettikleri ganimetlerle geçimlerini temin ediyorlardı. Yaylak ve kışlaklar, göçebeler arasında kesin bir şekilde taksim edilmişti. Bunlar, her bir ferdi aynı aile köklerinden gelen boyların başında bulunan beylerin şahsi mülkü sayılıyordu. Erkeklerin tamamı savaşçıydı. Güçlü yaylara sahip, hafif süvarilerdi. Herkes saldırılarda başarılı olabilmek için savaş talimleri yapmak zorundaydı. Genç ve güçlü olanlar daha fazla itibar görüyordu. Ortak bir kaderi paylaşmak gereğince birbirlerine kenetlendikleri oranda hayatta kalma şansları artıyordu. Hayatın parlak güneşi, herhangi birine töreye uygun bir şekilde parladığında, bütün diğer kabile üyelerine de aynı tarzda parlamalıydı. Birlikte yaşamanın adı konulmayan, yazılmayan ve en bilinen kuralı buydu.. Bu yüzden işlerini düzene sokmak ve sorunları düzeltmek amacıyla bütün boylar yılın belli bir döneminde bir araya geliyorlardı. Toplantılara her boy tarafından gücü ve üstünlüğü kabul edilmiş en kalabalık boyun beyi başkanlık yapıyordu.
Bozkırda, göçebe hayatı yaşayan kabilelerin hem en büyük düşmanları hem de en önemli ticaret ortakları Çin ülkesiydi. Çin’den ipek, kalay ve bronz metaller alıp karşılığında, ağırlıklı olarak yün ve kürk veriyorlardı. Barışseverdiler ve Çinli komşuları onları “yüce gönüllüler” olarak tanımlıyorlardı. Aynı zamanda bu çekik gözlü komşuları onları bozkırlı göçebe anlamında, “Hun” diye anıyorlardı. Kökenleri bilinmeyen bir tarihte, Çinlilerin Hun adını verdikleri, göçebe ve çok sayıda boylardan oluşan bu kabileler topluluğuna atalarının verdiği isim “Türk’’tü.
Başlıca faaliyetleri hayvancılığa ve biraz da tarıma dayanan, çadır altında yaşayan bu göçebe halk, özgürce ve barış içerisinde yaşamayı amaç edinmişlerdi. Sürüleriyle birlikte sahip oldukları sulak ve otlak yerlere yazlık ve kışlık göçlerini yapıyorlardı. Her boyun kışın alçak, yazın yüksek olmak üzere kendisine ait ve atadan kalma yurtları vardı. Her boya ait yurdun sınırını diğer kabile ve boyların yurtlarının sınırları belirliyordu. Bütün kışlak ve yaylalar eski törelere göre Türk boyları arasında bölüşülmüştü. Her boy kendi beyinin başkanlığında bağımsız yaşardı. Beylik soydan geliyordu. Yurtların korunması, disiplinin sağlanması, gelirlerin bölüştürülmesi ve diğer boylarla olan ilişkiler beyin sorumluluğundaydı. Boy beyleri yüksek imtiyazlara sahiptiler. Bu yüzden güçlü boyların ve güçlü beylerin etrafında toplanılarak küçük devletçikler kurulabiliyordu. Bu devletçiklerin başına geçen beylere de “Han” deniyordu. Orta Asya’da bu zamanda Türk boylarının kurduğu bir devletçik vardı. Başlarına da lider olarak Kara Han’ı seçmişlerdi.
*
Ay Hatun’un aydın oldu gözleri. Renklendi, ışık doldu, bir erkek oğlu doğdu.
Yüzlerce, binlerce insan coğrafyanın izin verdiği, sulak ve hayvanları için otlak olan Issık Göl’ün kıyısında toplanmıştı. Ortak bir geçmişin hayalinden, geleceğin gerçeğine taşınmış hayatın onurlu mücadelesini veriyor, boyun eğmezliğin ölümsüz şeref bahçelerinde sadece güce ve erdeme itaat gösteriyorlardı. Birbirleriyle akraba olan insanların oluşturduğu bu kalabalık obada yaşayan herkes, zamanın ve coğrafyanın güçlüklerini ve engellerini aynı gönül ve aynı aklın damarlarından süzülüp gelen duyguların birlik selleriyle yıkıp aşarak, ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Hayatın bütün zorluklarına rağmen bahar yine bahardı. Güneş pırıl pırıldı. Çimenler toprağın her tarafında, üstlerinde otlayan hayvanları yemyeşil besliyordu. Taptaze kayın, çam, söğüt ağaçları, hayatta olmanın zevkini bütün obaya yaşatıyormuşçasına hoş kokular yayıyor; çocuklar etraftaki kuşlar ve çoban köpekleriyle beraber cıvıl cıvıl, neşeyle koşuşturuyordu. Obada tatlı bir telaş vardı. Kadınlar ocakları yakmış, kazanlar içinde yemek hazırlığı yapmaktaydılar. Gençler her zamanki gibi tahta kılıçlarıyla savaş talimi yapıyorlardı. Erkekler, törenlerde giydikleri elbiselerini giyinmiş, öbek öbek farklı çadırların önünde oturmuş, koyu sohbetlere dalmışlardı. Obada herkesin yüzü gülüyordu. Bugünün özel bir gün olduğu yüzlerdeki bambaşka neşeden anlaşılıyordu. Bu mutluluk Sadece baharın getirdiği sevinçten kaynaklanamazdı. Bütün obalardan akın akın misafirler geliyor, oba büyükleri onları karşılıyordu. Bozkırın her tarafından gelen önemli kam ve şamanlar, üzerindeki işlemeler ve çatısındaki bayraktan bey çadırı olduğu anlaşılan büyük çadırın önünde yakılan ateşin etrafına toplanmış, tören hazırlıkları yapıyorlardı. Al ot denilen ateş, yeni bir ocak demekti ve ailede bir çocuk doğacağını haber veriyordu.
Kara Han, komşu obalardan gelen beylerle beraber oturmuş, şamanların törene başlamalarını bekliyordu. Mutluydu ve Ay Hatun’un doğum yapacağı çadırdan gelecek erkek çocuk muştusuyla gururlanmak istiyordu. Burası öteki çadırlardan daha büyük ve gösterişliydi. Çadırın ön tarafı, üzerine gerilen keçi kılından yapılmış örtüyle uzatılmış, bir avlu haline getirilmişti. Yün minderler ve postların üzerinde oturan beylerin önünde duran altın ve gümüş tepsiler yiyecek ve içeceklerle doluydu. Kara Han bir yandan misafirleriyle ilgileniyor, bir yandan da karısından gelecek iyi haberi bekliyordu. Birkaç defa doğum çadırından gelenler her şeyin iyi gittiğini, doğumun biraz gecikeceğini ve merak etmemesi gerektiğini söylemişlerdi. Doğumun zor geçmesi erkek evlat olacağına işaretti. Şamanlar baktıkları fallarda, Kara Han’a oğlu olacağını söylemişlerdi. Yine de belli olmazdı. Endişeliydi. Doğacak olan çocuk onun ilk çocuğuydu. Erkek olursa töreler gereği veliaht olacaktı. Gelen kadınlar her seferinde onu teskin edecek cevaplar vererek, tebessümle ve saygıyla geri çekilmişlerdi. Türk kadınları, bey bile olsa erkeklerin yanında konuşmaktan çekinmezlerdi. Düşündüklerini açıkça söylerlerdi. Dıştan ipek