Ayvalık’ın o güzelim sahillerinden İstanbul’a uzanan ve zaman içerisinde filizlenen bir aşk hikâyesi
Hümeyra koltuğun arkasına yaslanmış, gözlerini kapamıştı. Emirgân’a ne zaman geldiklerini fark etmedi bile. Aslında uzun bir yol değildi. Uyumuyor, arada bir hissettiği ıhlamur ve iğde çiçeklerinin kokusunu içine çekiyor, Nejat ile yaşayacağı bir ömrü tahayyül etmeye çalışıyordu.
“Tabii ki çok güzel olacak. Hatta muhteşem olacak. Ben aşkların en güzelini yaşıyorum. Bizi ayırmaya kimsenin gücü yetmez! Babamın bile” diye düşündü.
Nejat arabayı durdurmuş, öylece Hümeyra’ya bakıyordu, “Sarmaşık Gülü, inelim mi?”
Asırlık bir ailenin birbirinden farklı kadınları ve onların yaşantıları… Khodonia’dan günümüze bir ailenin çatışmaları, sevgileri, tutkuları ve düş kırıklıkları… Ve hepsinin gölgesinde Ayvalık’ın o güzelim sahillerinden İstanbul’a uzanan, zaman içerisinde filizlenen bir aşk hikâyesi…
Naşide Gökbudak’ın kaleminden bu kez Hümeyra’yı, Ege’nin kalbinde yeşeren bu tutku dolu hikâyeyi, heyecan içerisinde okurken kendi ailenizden, sevgilerinizden, dostluklarınızdan ve tutkularınızdan akisler bulacak, Ege sahillerinden esen ılık rüzgârları yüreğinizde hissedeceksiniz.
ÖNSÖZ
Edebiyat derslerinde, romanı şöyle tanımlardık: “Olmuş veya olması mümkün olan hikâyelerin bir plan içinde ve ayrıntıları ile anlatımı.” Bazen hayatta öyle olaylarla, öyle kişilerle karşılaşırız ki, hayal mahsulü, yani bugünkü deyimi ile kurgu romanlar, bunların yanında çok daha gerçekçi katır. Bu hikâye de, o tip hikâyelerden biri. Bir çekirdeği var, yaşanmış bir çekirdek veya romanın omurgası diyebilirim. Tabii bunun üzerinde islenmiş, oturtulmuş bir kurgu… Umarım ötekiler kadar beğenir ve zevkle okursunuz.
Gerçekten aşk diye bir şey var mı? Evet, bana göre var. Aşkın uzun ömürlü veya ölümsüz olması için, o aşkın platonik olarak kalması gerekli. Yani duygularda kalmalı. Bedene inmemeli. Aksi halde, biz insanlar zaman içinde her türlü güzelliği yok ettiğimiz gibi, onu da yok edebiliyoruz. Burada tüm hayatımız boyunca, doğruluğunu saptayamayacağınız iki tercihten birini seçmemiz gerekiyor: Sonunu düşünmeden, çılgınca yaşayıp, “Ben aşkı yaşadım ve bitirdim” demek mi? Yoksa o güzel duyguları, kalp çarpıntılarını, acılan ve mutlulukları ömür boyu hissetmek, hasret ve heyecan içinde yaşamak mı? Eğer seçme gücümüz varsa, birinci yol hep tercih edilmektedir, ikincisi an cak engellemeler ve zorlamalarla yaşanıyor. Bence güzel olanı da bu…
Aşk iki kişiliktir. Doğal olarak, insanın kendi kendine âşık olması diye bir şey olamaz. 8u, ancak ruhsal bir dengesizlik belirtisidir. İkiden fazla kişi ile aşk hiç olmaz. Üçüncü kişiler aşkın üzerinde kara birer gölgedir ve aşkın kimyasını, mayasını ve kalitesini bozarlar. Her yerde, her zaman olduğu gibi aşkta da kalite çok önemlidir. Zannederim bu romanımda, açıkça olmasa da bu konuyu işlemiş oluyorum.
1.BÖLÜM
Faruk, Ayvalık meydanındaki kalabalığın içinde kız kardeşi Hümeyra’yı aramaktaydı. Bugün cumhuriyetin kuruluşunun 15. yılı kutlanıyordu. Ne yazık ki her zamanki çoktu ve mutluluk yoktu. Çünkü bu ideal ve çağdaş idare şeklini milletine armağan eden Atatürk çok hastaydı. Yine de olağanüstü bir kalabalık ve hareket vardı. Ayvalık’ın küçük meydanı doluydu. Tören biter bitmez, herkes ayrı bir yöne doğru hareket edince karışıklık daha da çok artmıştı. Faruk bu karmaşa içinde bir o tarafa, bir bu tarafa yürüyor, daha doğrusu sürükleniyordu. Bir taraftan da kendi kendine söyleniyordu. “Ağabey olmak ne zor işmiş, kızların mektepte işi ne? Hem ille de okusun diye sokağa salıyorlar, hem de benim korumamı istiyorlar…” Hümeyra aniden yanında belirdi,
“Abi, beni mi arıyorsun? Bak! Buradayım.” “Görüyorum ama ben seni kollamaktan sıkıldım.” “Ama abi, öyle deme! Ben seni hiç üzmüyorum ki. Merasim biter bitmez yanına geldim. Sen beni bekleyeceğin yerde değildin. Hem beni beklemeni de istemiyorum. Arkadaşlarımla gelebilirim. Nah, evimiz şuracıkta!” diyerek eti ile iki yüz, üç yüz metre ötedeki, yüksek duvarlarla çevrili büyük bir bahçe içinde yükselen kırmızı binayı işaret ediyordu. Faruk, “Tabii dediğim yerde olamam, çünkü kalabalığın ortasında kaldım ve sürüklendim.” Hümeyra arada bir sekerek ve elindeki bayrağı sallayarak, konuşuyordu.
“Neyse, bak yanındayım. Beni yine babama şikâyet etme!”
Faruk birden kardeşine fazla yüklendiğini düşündü. Yanına yaklaşıp, saçlarını okşadı.
“Tamam canım, tamam. Sen iyi bir kızsın. Bana bakma, dün riyaziyeden zayıf aldım da ondan canım sıkkın. Babam yine çok kızacak.” Hümeyra üzülmüştü.
“Abiciğim çalışır, yaparsın. Biz iki kardeş de zekiyiz. Öyle diyorlar, değil mi?”
İki kardeş konuşarak, denize paralel olan ana caddeyi geçtiler. Cadde kalabalıktı. Daha çok merasime katılan talebeler, onları seyre gelen annebabalar, arada bir geçen faytonlar, birkaç da otomobil vardı. Faruk ile Hümeyra’nın evleri denizin tam kenarında çok görkemli bir bina idi. On sekizinci yüz yılda inşa edilen bu binanın ağızdan ağıza dolaşan ve yüzyıllar içinde şekil değiştiren hikâyesi, daha doğrusu hikâyeleri vardı. Zira herkes kendi isteğine göre bazı şeyler ekleyip, çıkarıyor veya ufak değişiklikler yapıyordu. Bu durum ilgi çekici hikâyelerin hepsi için geçerliydi. Bu yüzden anlatılanların ne kadarı gerçek, ne kadarı değil, bilmek mümkün değildi.
Duvarları yüksek, büyük bir bahçenin içinde olan, batısı denize açık kocaman bir köşk veya yalı, her iki şekilde de adlandırılabilinirdi. Bu koca binanın tarzı da değişikti. Hem Osmanlı mimarisini, hem de Bizans veya Rum izlerini taşıyordu. Tıpkı hikâyesi gibi…
Faruk bahçeye inen birkaç taş merdiveni atladı. Hümeyra da onu takip ediyordu.
Görkemli binanın bahçeye açılan arka kapısının önünde büyük bir veranda vardı. Verandanın dört bir yanında asma güller, hanımelileri hâlâ üzerlerinde çiçekleri ile bahçeyi süslüyor, geni; verandaya da müthiş bir güzellik ve cazibe veriyordu. Veranda üst kattaki balkona altı sütun ile bağlıydı. Üzerleri işli bu sütunların arasına koyu yeşil iznik çinileri ile süslemeler yapılmıştı. Aynı tip süslemeler evin birçok yerinde göze çarpıyordu. Bu yeşil çiniler, bahçedeki çeşitli tondaki yeşiller ile uyum içindeydi. Çalı katının dört tarafında kemerlerle süslenmiş balkonlar vardı. Dört balkon da, verandadaki aynı sütunlarla süslenmiş ve desteklenmişti. Gerçi çiniler zaman içinde kırılmış, renkleri yer yer solmuştu ama yine de dikkatli bakan bir göz, bu binanın fevkalade güzel bir sanat eseri olduğunu anlayabilirdi. Binanın esas girişi sağ taraftandı. Hilal kabartmalı masif kapının üst tarafındaki mermerde eski Türkçe olarak “1776 Teşrinievvel” yazılmıştı.
Verandanın kapısı açıldı. Uzun boylu, kıvırcık siyah saçlı, koyu tenli, kırk, kırk beş yaşlarında bir kadın çıktı.
“Küçük Bey, Sarmaşık Gülü, hadi, oyalanmadan gelin! Yemeğe bekleniyorsunuz,” diyerek oldukça yüksek bir ses tonu ile çocukları çağırdı.
Hümeyra, “Geliyoruz Bici! Hemen kızma!” diye karşılık verdi.
Faruk kız kardeşine, tuhaf tuhaf bakarak, “Hala Bici demenin ne anlamı var? Artık Makbule bacı diyebilirsin, herhalde dilin dönüyordur.” Hümeyra omuzlarını silki i.
“Ama Bici öyle dememi istiyor. Hoşuna gidiyormuş. Benim bebekliğimi hatırlayarak mutlu oluyormuş.”
Faruk, Makbule Bacının Hümeyra’ya daha fazla ilgi göstermesini hep kıskanmış umursamaz bir halde omuzlarını silkti.
…………
Hümeyra dinlemeye devam ediyordu. Annesinin hafiften gülen bir ses tonu ile, “Derman bey, bu biraz tuhaf olmuyor mu? Henüz on bit yaşında bir çocuk evlenip de çocuğu olursa, evde üç Süheyla olurmuş. Olsa ne olur? Ayrıca yetmiş beş yaşında anneannemin, o zamana kadar yaşayacağını nereden biliyorsun? Yaşasa da ne mahsuru var? Bunlardan kavga mı çıkar? Yine içinde neler kurdun da bahaneler arıyorsun? Lütfen biraz daha düşünceli olmaya çalış. Ben bu yersiz münakaşalardan hiç hoşlanmıyorum. Evliliğimiz de çocuklarımız da zarar görüyor.” Derman bey gittikçe ses tonunu yükseltiyordu.
“Bak! Şimdi de beni düşüncesizlikle suçluyorsun.”
Süheyla ne söylerse söylesin, bu münakaşayı kesmesinin imkânsız olduğunu anlamıştı. Acele ile oda kapısını açtı ve koridora fırladı. Hümeyra annesi ile burun buruna gelince çok korkmuş ve utanmıştı.
“Anneciğim, inan ki sizi dinlemiyordum. Elbisemi değiştirmek için odama giderken sesinizi duydum.”
Hümeyra boynunu bükmüş, ellerini de iki yana açmış, devam ediyordu. “Ehh, merak ettim babamın niçin bağırdığını.„ Yine sana mı kızıyordu?
“Hayır yavrum, hayır. Sen üzülme. Babanın konuşma tarzı öyle.”
“Anne, babam kızmasın, istemezse ben çocuğumun adını Süheyla koymam. Hatta çocuk bile doğurmam. Hatta evlenmem. Büyüknine babama bir şey mi yaptı?”
“Hayır çocuğum, hadi sen dersini çalış. Bir şey yok ya Tüm.” Hümeyra gitmiyordu.
“Peki, neden sizin ailede annelerin çoğu Süheyla?” Annesi bir an durdu.
“Bu konuyu sana büyukninen anlatsın. İçimizde en iyi bilen o. Tabii, derslerini bitir önce. Akşam yemeğin den sonra, nineniz de kabul ederse…” Hümeyra heyecanlanmıştı.
“Bunun hikâyesi mi var?”
“Evet kızım, hem de bayağı uzun ve güzel bir hikaye*
Hümeyra koşarak alt kattaki, büyükninenin odasının kapısını çaldı. İçerden titrek bir ses,
“Giriniz!” diye cevap verince, Hümeyra kapıyı açtı. Heyecanla ninesine doğru koştu, iki yanağından öptü. Ninesi sallanan koltuğunda, gözlerini kapamış, müzik dinliyordu. Göz kapaklarım açmadan,
“Sarmaşık Gülü, sen misin?”
“Evet nine çiği m.”
“Makbule sana ne güzel de bir isim koydu. Hem davranış şekline uyuyor, hem de güzelliğine.”
“Nine ben size benziyormuşum, değil mi?”
“Evet kızım, ikimiz de ilk ninemize, yani ilk Süheyla’ya benziyoruz. Yani öyleymiş. Benim ninem anlatırdı. Tabii o ilk ninemizi ve dillere destan güzelliğini bizzat görmüştü.”
“Nineciğim, derslerimi bitirirsem ve de uslu bir kız olursam bana o hikâyeyi anlatır mısın?”
“Sen hep uslu kız oldun. Derslerini bitir. Faruk’u da al. Belki geçmişini o da bilmek isteyecektir. Zira geçmişini bilmeyenler, geleceğe doğru yoldan yürüyemez, doğru kararlar alamazlar.”
“Neyi bileceğiz nine?”
“Nereden gelip, nereye gittiğimizi… Yani gideceğimiz cihetin seçimini doğru yapmayı.” Hümeyra pek anlayamamıştı.
“Cihet ne büyük nine?”
“Yön. Hangi yöne gittiğimizi bilmek…”
“Nine pusula var ya, yönümüzü kolayca bulabiliriz.”
Büyük nine güldü.
“öyle yön değil yavrum. Gelecekleri hakkında doğru karar vermek, kişiliklerimizin doğru gelişmesini sağlamak için.”
Büyük nine yorulmuş gibiydi. Derin bir nefes aldı.
“Tamam Sarmaşık Gülü, bu kadar soru yeter. Beni şimdiden yorma!”
Hümeyra anladığı kadarı ile yetinmek zorundaydı. itiraz etmeden, kapıya doğru yürürken, neşe içinde;
“Nineciğim, akşam yemeğinden sonra görüşürüz,” dedi.
“Tamam yavrum.”
Büyüknine, bu yaşına rağmen hala güzel ve zarif bir kadındı. Osmanlı kültürü ile donanmış bir Avrupalı gibiydi.
Büyüknine yine sallanan koltuğuna oturmuştu. Faruk ile Hümeyra ise pencerenin önündeki 16. yüzyıldan kalma koyu mor berjer koltuklara oturmuş, dikkatle ninelerine bakıyorlardı. Hümeyra dayanamadı:
“Nineciğim, sizi bekliyoruz.”
Büyüknine koltuğuna iyice yaslandı. Bir müddet düşündü. Nereden başlaması gerektiğine karar vermeye çalışıyordu. Bu hikâyeyi anlatma işi, büyüknineyi bayağı heyecanlandırmış ve mutlu etmişti. Yalnızlığa mahkûm olan bütün yaşlılar gibi, kendini heyecanla dinleyecek birilerini bulmanın mutluluğunu yaşıyordu. Derin bir nefes aldı.
“Ben üçüncü kuşaktan, anneniz Süheyla, yani benim torunum da beşinci kuşaktan Cezayirli Hasan Paşanın (sonradan Kaptant Derya ve sadrazam olmuştur) ve Ayvalık’ta çok sevilen papaz İkomo’nun yeğeninin torunlarıyız. Yani Rum ve Osmanlı karışımı bir kökenimiz var. Bundan iki yüz yıl evvel, Kedonia, yani Ayvalık ve çevresindeki adalar, Bizans Imparatorluğu’na bağlıydı. O ………………