İffet-i Kalp | Nuriye Çeleğen


Ağlıyorum…

Her anıma bir gözyaşı damlıyor.

Biliyorum, kelimeydi o.

Varlığı yokluğun ellerinden kurtaran kelamdı.

En güzel kudretin kelimesiydi o. Üfledi, âmâ gözler açıldı; dermansız dertler iyileşti; ölüler dirildi.

Kelimemdi o benim. Biricik kelimesiydi annesi Meryem’in.

Vakit akşam… İsa’mın müjdesi kulaklarımda:

“Ben gidiyorum, o gelsin!

Faraklit gelsin

Ahyet gelsin!”

Nuriye Çeleğen Hz. İsa’nın mübarek annesi Hz. Meryem’i, “iffetini en güzel şekilde koruyan” o kalp çiçeğinin asırlara ışık tutan hikâyesini dupduru bir dille anlatıyor.

Meryem olmanın, velayet mertebesinde bir “kul” olmanın, en büyük peygamberlerden birini yetiştiren bir “anne” olmanın kalplere nakış gibi işlenecek öyküsü…

KANDİL

Karanlığa teslim olmuş iki kadın oturuyorduk. El-İşa uzun entarisini toplayarak yürüdü. Karanlığın sükûnetine son vermek istercesine kandili yaktı. Ürkek bir ışık etrafa düştü. Kandil titredi, arka bahçedeki zeytin ağaçları titredi. Hüzün değmiş yüreklerimiz çaresizlikle titredi. Solgun ama aydınlık iki çehreyi birbiriyle buluşturdu. Bakışlarımız konuştu bir müddet. Kalplerimizi kelam etmekten mütereddit bekleştik. Söz büyüğündü, öyle oldu. “El-İşa,” dedim. “İkimiz de sona geldik. Ben senden de yaşlıyım. Rabbimiz ikimizi de dünya meyvesi, ahiret azığı yavru ile nasiplendirmedi.” El-İşa’nın sabra tutunmuş yüzüne titrek kandilin cılız ışığı değdi. El-İşa kandil gibi titredi.

Acı vurmuş yüzüme merhametle baktı. “Rabbimizin isteği kader ne ise o olur ablacığım.” Kederin de kader olduğunu biliyordum. “El-İşa,” dedim sancıyla karışık bir sesle. “Ben yavruyu niçin isterim, bilir misin?” El-İşa merak dolu gözlerle baktı. “Ömrüm sona yaklaştı. Dünyadan gitme vaktim yakınlaştı. Rabbime sunacağım bir hediye isterim. İnsan, Rabbine her şeyi sunabilir. Evini, malını, canını ama hepsinden kıymetlisi, hepsinden ötesi yavrusudur insanın. Rabbim, canımdan can, kanımdan kan olan; ruhumdan daha tatlı, daha kıymetli yavrumu sana sundum demek isterim.” El-İşa bana bakarken içinden aynı isteklerin duası dökülüyordu. “Kerim Mevlam,” dedi içine birikmiş gözyaşlarını bastırarak. İkimizin hüzün yüklü yorgun bakışları ürkek ışığın yansımasında tekrar buluştu. Vakit geceye dönmüştü. Kalktım. Eteklerinde sükûneti sürükleyen gecenin içine doğru yürüdüm. El-İşa’nın hüzün değmiş düşünceleri peşimden aktı.

ANNE

Gece, örtülerini indirmişti. Dar sokakların karanlık vurmuş taşlarında yürüdüm. Toprak evler, el ele tutuşmuş çocuklar gibiydi. Ilık bir rüzgâr tenime ulaştı. Buhur kokuları tatlı bir esintiyle ruhumu sardı. Adımlarımı hızlandırdım. Işığı toplanmış bir ev her zamanki gibi gönlüme aktı. Sessizce içeri süzüldüm. Kapının açılışından bildi İmran geldiğimi. Karanlığa karşı gözlerini kırpıştırarak baktı. Yüzümü aradı. Toprak evin kokusunu içime çektim. Ne güzel kokardı toprak. Ana gibiydi. Ana, yavrusunu nasıl sinesinde yetiştirirse toprak da öyle idi. İçine düşen her şey güzelleşirdi. Toprak ve anayı hatırlayınca içim sızladı. Gündüz gördüğüm kuşu hatırladım. Minik kuş, yavrusunu ağzıyla besliyordu.

Kuşun analık duygusunda çırpındım. Bir küçük kuş kadar analığın şefkatli dünyasında bir bebeği hissedememek yüreğimi sızlattı. Şu ana kuş gibi bir yavrum olsaydı, onu Rabbime adasaydım. İçimde kemre tutmuş yarama minik bir kuşun gagası değdi. İçin için kanadı analık duygularım. Küçük yuvada kaldı hayalim. Kalbim hasretin soğuk bahçesinde bir kuş gibi kanat çırptı. Ruhumda derin bir mağara yalnızlığı. İki dağ arasında yankılanan bir sesin içinde kaldım. Önce bir dağdan geliyordu ses:

“Anne! Anne!”
Sonra diğer dağdan yankılanıyordu:
“Anne! Anne!”
Ses, iki dağın siyahî yalnızlığında tüm duygularıma çarpıyordu:
“Anne! Anne!”
İçim kavruldu. Çaresizdim…
Iztırar, içimde derin bir kuyu. Analık, kalbimde demir külçe.
Eteklerime tutunmuş bir bebeğin seslenişiyle irkiliyorum her daim:
“Anne! Anne!”
Şefkatimde bir bebek dürülü; o, anne dedikçe içimdeki bebeği,
kadınlığımdaki analığı istiyorum.
Kalbim dil, şefkatim kelam.
Aman Allah’ım! Bugün ne oldu böyle? İçimdeki bebek hâlâ
sesleniyor:
“Anne! Anne!”

Kulaklarımı kapatmak istiyorum. Belleğimde derinliklere hapsolmuş yavrumun seslenişlerinden kaçıyorum. Rabbime sığınıyorum. Yavrum sanki eteklerimden çekiştiriyor: “Anne! Anne!” İçimde bir bebek ağlıyor. Kalbimi tırmalıyor bir bebeğin yumuk elleri. Meğer her kadın ana doğarmış. Şefkatin kapısına sürükleniyorum. Soğuktan titreyen bir yoksul gibi şefkate sarınmış bekliyorum. Duygularımda zemheri. Üşüyorum. Biliyorum şefkat ettiği kadar şefkate ihtiyaç hisseder insan. “Rabbim! Ver o bebeği bana!” Gözümden inmeye çalışan yaşları elimin tersiyle öteledim. Tevekküle sığındım, teslim asasına dayandım. Merhametle bana bakan İmran’ın yanına sessizce oturdum.

İkimiz de sustuk. Kelama gelemeyen duyguların dildeki kelepçesiydi sükût. İmran bana baktı, ben ona. Düşüncenin birliğinde buluştuk; bakışların kelamında konuştuk. İmran üzgün olduğumu anladı, suskunluğunu bozdu: “Gitme zamanım yaklaşıyor Hanne. Sana bir bakıcı, bir yardımcı bırakamadan gidiyorum şu dünyadan.” Yaşlı İmran’ın hastalıktan sararmış yüzüne baktım. “İmran, benim yardımcım Allah. Ben çocuğu yardım için istemiyorum. Rabbime sunmak için istiyorum. Bir erkek çocuğum olursa onu Beytü’l-Makdis’e vereceğim. Rabbime kurban edeceğim.” İmran bana baktı, ben kadere. Tevekkül sırrına tutunanda önce kelam dürülürdü. Sustuk… Gece karanlığa doğru kayarken ikimiz de içimize aktık. Bize bu duyguları verenin kapısına vardık. İki kalp, tüm sebeplerden yüz çevirip bir yavru için el açtık.

NEZR-İ YÜREK

Hamileyim! Bu yaşımızda bir bebek! İmran da yaşlı, ben de. Hamile, mahremiyete sarınmış demek. Hamile, Rabbi tarafından ism-i Hayy ile yüklenmiş, ilahi sırrın sahibi demek. Onun için hamilelik ne kadar gizli tutulursa Rabbin sırrı saklanmış olur. Çocuk da edepli olur. Sırrımı gizlemeliyim, kem gözlerden ırak olsun. Kelam edilmesin ki iffeti muhkem olsun. Aylar birbiri ardınca koştu. Her gün bebeğin hayaliyle Rabbime şükür duasına durdum.

İbadetlerime bir o kadarını daha ekledim. Kişinin abid olması, fıtratına kulluğun işlenmesi için anne karnında ibadete aşina olması gerekirdi. Ben de, İmran da ibadet ettik. Bir kendimiz için, bir bebek için. Vaktimin büyük bir kısmını Beytü’l-Makdis’te geçiriyordum. Süleyman Dedemin mabedinde Tevrat, Zebur okuyarak Rabbime hamd ediyordum. Süleyman Dedemin mabedinde bir gün manevi bir havanın haşyetiyle sarsıldım. Bebeğimi nezrettim. O heyecanla eve döndüm. İmran da evdeydi. Düşüncemi içime bıraktım. Yavruma en güzel erkek ismini vermeliydim. Duasını ismiyle yapmalıydım. İsmin manası yazgısına duaydı.

Kendinden önce ismi düşmüştü kalbime. Yıllarca taşımıştım
bu ismi içimde.
O’na sunacağım armağanım.
Şefkat pınarım.
Edep gülüm…
Nezr-i yüreğim…
Ahiret çiçeğim…
Çok ibadet eden:
“Meryem…”

Günlerimi bebeğimin hayaliyle geçiriyordum. Artık bedenim bebeğin varlığını aşikâr etmeye başladı. İlk, komşular birbirine fısıldadılar. Sonrası geldi. Dedikodu öyle bir şeydi. Suya düşen taşın halesi gibi yayılırdı. Kalbe bir dedikodu düşmesin, yoksa onun sınırı olmazdı. Tüm duygular ifsat olurdu. Dedikodu iftiranın anahtarıydı. Konuştular… Kadınlar konuştu, erkekler konuştu. Ben sustum, İmran sustu. Tüm şehir konuştu.

“Aaa, bu yaştaki insanın çocuğu mu olur hiç?”
“Var bir iş bunda.”
“Kral efendimize haber verelim. Çaresine bakılsın.”
“Vah vah, yazık!”
“Belki de karnında yılan var.”
“Olur mu? Yakında gelecek Mesih Peygamberdir o.”
“Evet, odur. Hanne ile İmran’dan başka kimden olabilir?”
“Mesih Peygamber bir bakireden doğacak.”
“Doğru, Mesih babasız olacak.”

“Yaşlı kadın ve erkeğin bebeği mi olur? Bir gün yatarken yılan yutmuştur, o da karnında büyümüştür.” “Efendimize haber vermeli.” “Canım, kadının iyiliği için konuşuyoruz.” Söz kazanı fokur fokurdu. İmran da ben de bilirdik, insan nefsi kadar konuşurdu. İkimiz de konuşmadık. Dile kilit vurup kalp meydanında kelama durduk. Duayla, ibadetle, şükür ve zikirle yavrumuz Meryem’in doğumunu bekledik.

CEVHER-İ AMEL 

Günler birbiri ardınca geçerken ayları eritiyordu. Giden her gün bebeğimi bana yaklaştırıyordu. Bebeğimin hiçbir anını zayi etmek istemiyordum. Onun hayatı doğduğu an değil, bende varlığa düştüğü an başlamıştı. Bir masum kalbin anahtarı dokuz ay anaya verilirdi. Anne ya maneviyatla o kapıyı açıp dokuz aylık bir seyr u sülûk yaptırırdı bebeğine ya da kilitli bırakarak dokuz ay günahlara alıştırırdı. Bebeğimin benimle yaşadığı bu dokuz aylık süre onun ahiret geleceğini belirliyordu. Bu sürenin temelinde bir şey vardı: Niyet… Niyet tılsımdı, duyguların besmelesiydi.

Toprağı elmas eden sırdı. Amel-i insanın kimyasıydı. Cevher-i ameldi. Ananın niyeti çocuğun manevi hayatı için edilen duaydı. Yalnız Rabbimin rızasını diledim. Yavrum benim duygularımı, hislerimi öğreniyor diye duygularımı, hislerimi tüm dünyeviliklerden ırak eyledim. Yavrumun gafleti öğrenmesini istemedim. Her anımı Rabbime zikir ve fikirle geçirdim. Bebeğim için niyetimi Rabbime arz ettim: “Rabbim! Karnımdakini bir azatlı kul olarak sana adadım. Benden olan bu adağı kabul et. Şüphesiz niyazımı hakkıyla işiten, kemaliyle bilen sensin.”

Gün geçtikçe içim içme sığmaz olmuştu. Heyecanlıydım. Artık sırrımı İmran’la paylaşmalıydım. “İmran,” dedim. “Biliyor musun, bebeğimizi Beytü’l-Makdis’e adadım.” Benim heyecanıma karşılık İmran itidalle davrandı. Sabırla sustu. Sükûneti her zaman ona duyduğum saygıyı artırırdı. Erkek, celal gömleğinin üstüne cemal kaftanını giyip öfkesini sabırla yutup kadına şefkatle muamele ederse yücelirdi. O vakit kadın, erkeğine saygı duyardı. Kadın edebi erkeğinden öğrenirdi. Erkek kadına ne kadar şefkatli davranırsa kadın da o derece edepli olurdu. Edebin aslı, aklın kurban edilme sırrındaydı. Erkek kadına itiraz ettirecek nokta bırakmazsa kadın da aklını kurban edip edep sırrını yakalardı.

İmran mektebinde şefkati gördüm, edebi öğrendim. İmran’ın merhameti yüreğimi inceltti. Ben de ona saygıyı hep kemalat belledim. İmran’ın mutedil hali karşısında utandım. Mahcup gözlerle baktım. Hata yapmış bir çocuk gibi boynumu büktüm. İmran sabrı katık ettiği şefkat dolu gözlerle yöneldi. “Kadınım,” dedi. “Niye acele edersin? Ya kız olursa?” Cevap vermedim. Ben de biliyordum kız çocuklarının Beytü’lMakdis’e nezredilmediğini. İbrahim Peygamber’in de çocuğu olmuyordu. O da doğacak çocuğunu Allah’a adamıştı. Onlar da bizim gibi yaşlıydı ve erkek çocukları olmuştu. Benim bebeğim de erkek olacaktı. Ben de oğlumu nezrediyordum. Onu dünyaya kurban etmeyecektim. İmran’ın sabırlı bakışları sevgiyle üzerime düştü. Ona hürmetle baktım. İnsan ruhundaki olgunluk böyle mi dışarı yansırdı? İmran nurdan bir hale gibi ruhuma indi. Rabbim, kadın ve erkeği nasıl denge ile yaratmıştı. Biz kadınlardaki aceleciliğe karşılık erkeklerdeki soğukkanlılık…

İmran haklıydı. Cevap vermedim, içime kaçtım. Bebeğime tutundum. Bebeğim ilk gurbetine bende kadem basmıştı. Ruhlar âleminden dünya gurbetine düşmüştü. Bebeğin gurbetini kurb etmek ananın elindeydi. İçimde heyecan, kalbimde zikir; yavrumla ibadet ve tesbihe başladım. Yolu uzun, zamanı azdı. Bebeğimin dokuz ayı zayi olmamalıydı. Sinemde dokuz aylık bir uzletteydi Meryem’im. İkimiz bir gittik Rabbin huzuruna. İkimiz bir başladık zikre:

“Ya Allah! Ya Rahman!
Ya Hannan! Ya Mennan!
Ya Deyyan! Ya Sultan!”

Benzer İçerikler

Düğün Evi – Leigh Michaels – Online Kitap Oku

yakutlu

Hilal’in İki Ucu – Osmanlı Endülüs’te

yakutlu

Mercy – Deneane Clark – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy