İki Cami Arasında Aşk “Mihrimah ile Sinan”

18 Yaşında kendi arzusu ile devşirilip payitahta getirilen Sinan, Karaboğdan Seferi sırasında gördüğü Mihrimah Sultan’a aşık olur. Bu aşk, Sinan’a önce Prut Nehrini on üç günde geçilecek köprüyü yaptırır. Payitahta dönüşte Mihrimah Sultan’ın evlendirilmesine karar verilir. Sinan ve Rüstem Paşa aday olur. Hürrem Sultan, siyasi nedenlerle kızı Mihrimah’ı Rüstem Paşa ile evlendirir.

Elli yaşında ve evli olan Sinan, bu evlilik üzerine kendini sanatına verir. Sarayın baş mimarı olur. Aşkını payitahtta yaptığı hanlar, hamamlar ve camilere yansıtır. Özellikle de aşkını Edirnekapı ve Üsküdar’da yaptığı iki cami arasına gizler.
Dünyaca ünlü mimar, Mimar Sinan’ın ve büyük aşkı Mihrimah Sultan’ı anlatan sürükleyici bir roman.

***

SEVGİLİ YOKTUR ARTIK YERYÜZÜNDE

Aşk çaresiz bir derdin içinde kaybolmak mıydı, kaybolduğunu sandığı çaresizliğin içinde bir çare bulacak yarayı sarmak mı? Yokluğunun elemi içinde varlığıyla teselli bulduğu sevgili, sabah saatlerinden bu yana yeryüzünü endamıyla hoş etmiyor.
Kuşlar onu gördüğü için selamlamıyor, rüzgâr gül teninde dolaşmıyor. Ay, onun güzelliğini kıskanmak için salınmıyor gökyüzünde, sakin asude bir şekilde kayboluyor gözden. Arkasından doğan güneş, ateşiyle yakıyor kendini akşama kadar. Mavi gökyüzü, kuşlara ev sahipliği yapsa da biliyor ki yeryüzünün tadı kalmadı Sinan için.
Derin bir nefes alıp gözünden akan yaşı silmeye çalıştı. Bu öyle bir acıydı ki tahammül etmek, taşlara şekil vermekten daha zordu. Her nefeste cam yanıyor, solgun yüzü biraz daha solmaya dem tutuyordu.
Sabahtan beri ağzına tek bir lokma koymadı. Gücü yettiğince dua edip namaz kıldı. Acısını dindirmek için kâh Kur’an okudu, kâh ağladı.

Bir an payitahttan uzaklaşmak, hiç kimsenin olmadığı yerlere gitmek ve kaybolmak istedi. Onsuz payitaht, payitaht olamazdı.
Payitaht ki yâr salındığı için süsleniyordu; camilerle, hanlarla, hamamlarla… Yârin olmadığı şehir, yâri görmeyen göz, ona ulaşmayan söz ne işe yarardı acıyı artırmaktan başka. Bu yaşta bu acıyı kaldırabilir miydi vuslata eremeyen yüreği.
Hanlar, hamamlar, su arkları, camiler hepsi gözünde anlamını yitirdi, bir kavuşamadığı sevgilisinin gözleri kaldı semada.
Şehirleri, kasabaları hafızasından sildi Sinan, yaş dolu gözlerinde muhteşem hatıraları kaldı.
Dudağından yeryüzüne sadece bir “Ah” düştü, hiçbir vak’anüvisin şerh düşmediği, mürekkep izlerinin olmadığı, tanığının bir kendi ve gecenin olduğu “Derin bir ah.”
Sinan, sevgilisinin ölümünün ardından günlerce odasından çıkmadı. Kâh seller gibi gözyaşı döktü, kâh eski günleri hatırladı.
Yanağına acı bir tebessüm kondu.
Gözüne uyku girmediği gecelerde anıların güzelliğiyle avuttu yaralı yüreğini. Titreyen dudaklarıyla “Vuslat artık mahşere kaldı.” dedi
Gecelerden bir gece, yarab gönlüyle, ağlamaktan şişmiş gözleriyle uzandı yatağına. Gül yüzlü, aydan parlak sevgilisinin rüyasına daldı.

AŞKIN    KIVILCIMI

Padişahın gittiği bütün seferlere katılıyordu Sinan. Ordu savaşta iken kendisi yabancısı olduğu ülkelerin sokaklarını, çarşılarını, han ve hamamlarını dolaşıyor, gördüklerini defterine kaydediyordu. Özellikle de kilise ya da havralarda kullanılan sanat tekniklerini inceliyor, ülkede olmayan yönlerini tespit etmeye çalışıyor, sanatçıların nasıl bir yöntem kullandıkları üzerine kafa yoruyordu. Bulduğu farkları defterine çiziyor, islam motifleri içerisinde nasıl kullanacağını düşünüyordu.
Yine padişahla birlikte bir sefere katılmıştı. Sefer başarıyla gerçekleştirilmiş, payitahta dönüş başlamıştı. Karaboğdan Seferi’ydi bu. Günlerce süren yolculuğun arkasından orduyu şaşırtan bir olay yaşandı. Payitahta ulaşmanın sevincini, bir anda şaşkınlık aldı. Hiç beklemedikleri bir anda karşılarına durmadan çağlayan bir nehir çıktı. Öyle güçlü akıyordu ki nehirden çıkan ses bazı saatlerde kulakları sağır bile edebilirdi. Bu nedenle ordunun rahat edebileceği bir yer arandı.
Nehrin biraz uzağındaki ormanlık alan karşıya geçişi sağlayacak bir köprü yapılana kadar ordunun dinlenmesi için uygundu.
Askerler, biraz söylenerek, biraz sevinerek ormanlık alana çadırlarını kurmaya başladı. Hayvanlara yemler verildi, ordu dinlenmeye çekildi.
Sultan Süleyman ise karşısında çağlayarak akan nehri izliyordu. Yanında bulunan paşalar ise düşünceliydi.
Padişah, bir süre nehri izledikten sonra yanında bulunan Lütfi Paşa’ya:
“Paşa, bu nehri en kısa zamanda aşmalıyız.” dedi.
Lütfi Paşa biliyordu ki padişah, istediğini bir kez söyler ve bir daha tekrar etmezdi. Hemen o gün mimarlar, nehrin etrafında incelemeler yapmaya başladı. Nehir öyle güçlü akıyordu ki değil ordunun geçmesi, bir karıncanın bile karşı kıyıya ulaşması mucize sayılırdı.
Paşalardan bir kısmı nehrin geçilemeyeceğini iddia ediyordu. Lütfi Paşa başta olmak üzere diğer paşalar ise Osmanlı ordusunun daha büyük engelleri aştığını, bu engelin de bir haftaya kalmaz aşılacağını iddia ediyorlardı. Ordudaki askerler de nehir konusunda ikiye ayrılmıştı. Yeniçerilerin bir kısmı, karşılarında aşılmaz gibi görünen nehrin engelinden şikâyetçi değildi. Yemyeşil ormanın yanında bir de nehrin günün bazı saatlerinde çıkardığı o aşın gürültüsünün olması, dinlenmek için ellerine geçen iyi bir fırsattı. Gündüz ise güneşin etkisiyle parlayan mavi nehrin uzağında günlük talimlerini yaptıktan sonra yemeklerini yiyerek günün geri kalanını dinlemeyle geçiriyorlardı.
Bazı yeniçerilerin ise keyfi yerinde değildi. Tabiatın koynunda, gürül gürül akan nehrin karşısında olmak askerlerin keyfini yerine getirse de daha yapılacak çok iş vardı ve böyle boş boş oturup köprünün yapılmasını beklemek sinirlerini bozuyordu.
Bunlar çoğunlukta olduğu için gün içerisinde huzursuzluklar çıkıyor, memnun olan yeniçeriler ile huzursuz olanları arasında ağız dalaşmaları meydana geliyordu.
Günlerdir beklemekten yorgun düşen askerleri kontrol altında tutmakta zorlanıyordu Lütfi Paşa. Askerlerin gösterdiği tepki aslında normaldi ama yapılacak pek de bir şey yoktu. Çaresiz, mimarların köprüyü yapmalarını bekleyeceklerdi. Karşılarında durmakta olan Prut Nehri ilerlemelerini engelliyordu. Mimarlar, nehrin üstüne köprü kurmaya çalışıyor, günlerce uğraşıp didiniyorlar;
‘Tamam oldu” dedikleri anda köprü büyük gürültülerle yıkılıyordu.
Askerlerden bazıları, yapılan köprünün gürültüler içinde yıkılmasından üzüntü duyarken, bazıları da yapacak bir isleri olmadığından kendilerine seyirlik çıktığı için seviniyordu.
Padişah ise düşünceli bir halde hem Preveze’den gelecek olan haberi bekliyor hem de bir an önce nehri aşarak gözünün nuru payitahta ve Güzeller Şahı Hürrem’ine kavuşmak istiyordu. Özlemi o kadar artmıştı ki bazı geceler hasretini mısralara döküyor, şairliği daha da kuvvetleniyordu.
Yeniçerileri oyalamak için bazı geceler, nehrin kıyısında meclisler kuruluyor, padişahın divitinden çıkan şiirler okunarak sinirler az da olsa yatıştırılmaya çalışılıyor, vuslatın bir an önce gelmesi için dualar ediliyordu.
Mimarlar, gece gündüz çalışsalar da nehri geçecek köprüyü yapmayı başaramıyorlardı. Her deneme hüsranla bitiyordu.
Günlük talimler, gece düzenlenen eğlenceler de artık boş durmakta olan askerleri oyalamaya yermiyordu.
Padişahın aydan güzel, güneşten parlak sevgili kızı ise babasının yanında katıldığı bu savaşta karşılarına çıkan nehrin üzüntüsünü yaşıyordu. Saray kurallarına pek uymasa da Kanunî, kendisine uğur getirdiğini düşündüğü kızını, seferlerde genelde yanında götürüyordu. Mihrimah da bu durumdan şikâyetçi değildi. Tam tersine babasının yanında olup onun basanlarını birebir yaşamak bir yana, farklı ülkeler görerek -her ne kadar savaş da olsa- sarayın o sıkıcı salonlarından kurtulduğu için ayrıca seviniyordu.
Mihrimah, babasının bu engeli de aşacağına inanmasına rağmen onun da yeniçeriler gibi sabrı tükenmek üzereydi.
“Mimarlar, ne hata yapıyorlar da günlerdir nehri geçmemizi sağlayacak olan köprüyü yapamıyorlar” diye düşünmeden de edemiyordu.
Zamanını kâfi askerler eşliğinde at sırtında dolanarak kâh babasının yazdığı şiirlere nazireler yazmaya çalışarak geçirmeye çalışıyordu.
Bu gergin bekleyiş içerisinde bir gün. nöbetçi yeniçerilerden biri karanlık gecede ordudan çok uzak bir yerde iki karartı gördü. Bu karartıların ne olduğunu önce anlamadıysa da daha dikkatle baktığında bunların iki yeniçeri olduğunu anladı. Ay’ın aydınlattığı bu gecede bu karartıların nereye gittiğini görmeye çalıştı. İyice uzaklaştıklarını düşündüklerinde iki yeniçeri, bir ağacın altına oturdu.
Nöbetçi yeniçeri, gecenin bu saatinde ordudan iyice uzaklaşan bu karartıların ne yapmakta olduğunu merak etti. Onlara kendini belli etmeden yaklaşması ve ne yaptıklarını görmesi gerekiyordu. Yavaş adımlarla ordunun bulunduğu alandan uzaklaştı. Kalbinin heyecanla attığını duydu. Bir an geri dönmeyi ve bu iki yeniçeriyi hiç görmediğini düşünmek istediyse de yapamadı. Bir yandan merakı bir yandan da gecenin kahramanı olma düşüncesi onu, geri dönmekten alıkoydu. Herkes bilirdi ki yeniçerilerin bulundukları alandan uzaklaşması yasaktı.
“Onları dinlemeliyim” diyecek o kadar yavaş yürüdü ki toprak bile üstüne basıldığını anlamadı. Ağaçların arasından gürültü çıkarmadan usulca ağacın altında oturmakta olan yeniçerilere yaklaştı. Seslerini duyuyorsa da bu mesafeden ne konuştuklarım iyi anlayamıyordu. Biraz daha yaklaşması gerekiyordu. Ağaçlara ve kuru dallara dikkat ederek sessizce yürümesine devam etti.
Seslerini duyabileceği bir yerde durdu. Yüzlerini göremese de konuşmalarını rahatlıkla duyabiliyordu, artık. Nefes alıp verişini duyacaklarından korktu. Kulak verip onları dinlemeye başladı.
Kısa boylu, kilolu olan yeniçeri:
“Osmanlı askerleri burada beklemeye devam ederlerse baskın gerçekleşecek” diyordu.
Uzun boylu ve daha kaslı olduğunu gördüğü yeniçeri
“Mohaç’ta Macar ordusunu iki saatte bozguna uğratmaya benzemez bu nehir. Tuttuğunu götürür, ne ağa dinler, ne paşa, Osmanlılar, bu nehirden geçecek köprüyü yapamazlar. Mutlaka baskın zamanında gerçekleştirilecek.” dedi.
Yeniçeri nefesini tutmuş, konuşmaları dinliyordu. Duyduklarına İnanamıyor, renkten renge giriyor, ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Üstlerine atlayıp onlarla boğuşmalı mıydı, yoksa kendisini fark ettirmeden geri dönüp paşalardan birine haber mi vermeliydi? Bir an ikilemde kaldıysa da:
“Onların üstüne atlayıp yakalamaya çalışsam iki kişiler, beni Öldürebilirler en iyisi gidip duyduklarımı Lütfi paşa’ya anlatmak.” diye düşündü.
Duyduklarından o kadar ürkmüştü ki nereye bastığını görmeden karanlık gecede geldiği gibi yavaş adımlarla yürümeye başladı.
Dikkatsizliği sonucu bastığı kuru bir dalın çıkardığı ses, iki yeniçeriyi harekete geçirdi. Sesin nereden geldiğini anlamak için ayağa kalktılar. Arkalarına baktıklarında bir gölgenin koşarak uzaklaştığını gördüler. Kaslı olan yeniçeri:
“Tanrı aşkına bu da kim? Onu orduya yaklaşmadan durdurmamız gerek.” dedi.
Kısa boylu yeniçeri nöbetçi yeniçeriye ulaşmak için koşmaya başlamıştı bile.
Aralarındaki mesafe kapanmak üzereydi. Nöbetçi yeniçeri, var gücüyle koşuyordu. Bir an arkasına dönüp baktığında iki yeniçerinin kendine yaklaşmakta olduğunu gördü. Fakat bütün gücü tükenmek üzereydi.
Mimarların köprüyü yapamamasından dolayı, Lütfi Paşa geceleri uykusunu kaybetmişti. Yatağında dönüp durdu, bir türlü uyuyamadı. Üstünü giyindikten sonra yanına iki yeniçeri alıp Frut Nehri kıyısında gezintiye çıktı Bir yandan mimarların nehri neden yapamadığını düşünürken bir yandan da ayın aydınlatmakta olduğu nehri izliyordu.
Yanındaki yeniçerilerden biri uzaktaki karartıları gördüğünde:
“Efendim, sanının bir sorun var” dedi,
Lütfi Paşa, arkasına döndüğünde uzakta üç karartının hareket halinde olduğunu gördü.
“Efendim, emredin ne olduğunu anlayıp geleyim” dedi yeniçeri.
Paşa, endişeli bir ses tonuyla:
“Siz olaya müdahale etmeyin. Bakalım ne olacak.” dedi.
Sözlerini bitirmesiyle nehrin kenarından kalkıp hızlı adımlarla karartılara yetişmek üzere o tarafa doğru hareket etti. Öndeki yeniçeri ile arkasındakilerin arasında mesafe az kalınca Lütfi Paşa ve yeniçerilerde daha hızlı hareket etmeye başladı.
Öndeki yeniçeri iyice yavaşladı. Arkasından koşmakta olan yeniçerilerden birinin kuşağından hançerini çıkardığını gördüğünde Lütfi Paşa, yanındaki yeniçerilere “Yakalayın” emrini verdi. Bu emir üzerine iki yeniçeri, kartal gibi uçtu. Kendilerine doğru koşarak gelmekte olan yeniçerileri gördüklerinde kısa boylu olara geri dönüp kaçmaya başladı. Kuşağından hançeri çıkaran yeniçeri ise arkadaşının kaçmasını kolaylaştırmak için yeniçerilerin üstüne atladı. Bir boğuşmadır sürerken yeniçerilerden biri yere yığıldı. Bu, arkadaşının kaçmasını kolaylaştırmak isteyen uzun boylu, kaslı yeniçeriydi.   Yeniçerinin kanlar içerisinde yere yığıldığını gören Lütfi Paşa:
“Kaçmakta olanı yakalayın” emrini verdi.
Yorgunluktan bitap düşen nöbetçi yeniçeri ise hâlâ soluk soluğaydı. Nefesi coşkun akan nehrin sesine karışıp yok oluyordu. Kendisine geldiğinde Paşa’nın çadırına doğru adımladılar.
Bir süre dinlendikten sonra bütün olup bitenleri tek tek anlattı. Bu esnada kaçan yeniçeri de yakalanmış paşanın huzuruna etirilmişti.
Yeniçeri korkusundan hiçbir şeyi hatırlamadığını söylüyordu. Sabaha kadar ağzından tek bir laf alınamayan yeniçeri, öğleye doğru konuşmak zorunda kalmıştı. Baskını yapacak olanlar, Mohaç Savaşı’nın yenilgisini hazmedemeyen Macarlardı.
Aksama doğru yeniçeri, ordunun gözleri önünde idam…

Benzer İçerikler

Neredesin Şelale? – Şelale’nin Bez Bebeği 2

yakutlu

Handan | Halide Edib Adıvar

yakutlu

Bunu Sen İstedin!

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy