9 Mart 1860 gecesi denize karışmış bulutlar, görüş uzaklığını ancak birkaç kulaca indirmiş bulunuyordu. Bu azgın denizde Slugi adlı küçük bir tekne, var gücüyle ilerleme çabasındaydı. Bu yüz tonluk bir yattı.
Saat akşamın on biriydi. Bu enlemde, mart ayı başlarında geceler henüz kısadır. Gün ancak sabahın beşine doğru ağarmaya başlar. Ama küçük teknenin batma tehlikesi sanki sabah olursa azalacak mıydı? Onu ancak fırtınanın dinmesi, dalgaların yatışması kurtarabilirdi, yoksa okyanusun ortasında, kara parçalarından uzak, sulara gömülüp gidecekti.
Slugi’nin arka güvertesinde, biri on dört, öbür ikisi on üç yaşlarında üç çocukla bir de on iki yaşlarında zenci miço dümen dolabına sımsıkı yapışmışlar, dalgalara karşı koymak için çabalarını birleştiriyorlardı. Yaptıkları çok zor bir işti. Bir ara dalga öylesine şiddetle çarptı ki, çocukların hepsi birden yere yuvarlandı, neyse hemen toparlanıp ayağa kalkabildiler. İçlerinden biri, “Dümen dayanıyor ya, Briant?” diye sordu.
Yerini almış ve soğukkanlılığını hiç yitirmemiş olan Briant, “Evet, Gordon” diye yanıtladı. Sonra- üçüncü çocuğa, “Aman sıkı tutun. Doniphan sakın cesareti elden bırakmayalım ha!… Yoksa paçayı kurtaramayız!” dedi.
Bunları İngilizce söylemişti ama Fransız vurgusuyla. Sonra miçoya döndü. “Yaralı filan değilsin ya, Moko?”
“Hayır, Bay Briant. Biz var gücümüzle şu yatı ayakta tutmaya çalışalım. Yoksa doğru denizin dibini boylarız!”
O anda aşağıya, yatın salonuna inen merdivenin kapağı birden açılıverdi. Güvertede neşeyle havlayan sevimli köpekçik, dokuz yaşlarında kadar bir çocuk belirdi.
Çocuk, “Briant… Briant… Neler oluyor kuzum?” diye seslendi.
“Bir şey yok, Iverson, bir şey yok. Hadi, siz Dole ile inin aşağı, çabuk!” Yaşça biraz daha küçük görünen başka bir çocuk, “Çok korkuyoruz da biz…” Briant söze karıştı. “Yok, canım, hadi girin hepiniz içeri, iyice gizlenin battaniyelerinizin altına, gözlerinizi de kapayın. Meraklanmayın- korkacak bir şey yok!”
“Size bir yardımımız dokunabilir mi Briant?”
“Hayır Baxter. Sen, Cross, Webb, Service ve Wilcox, siz küçüklerin yanında kalın. Biz dördümüz yeterliyiz burada.”
Büyük bir kasırgaya yakalanmış olan şu yelkenlide çocuklardan başka kimse yok muydu acaba?
– Hayır, yoktu, yalnızca çocuklar.
– Peki, kaç kişiydiler?
– Gordon, Brant, Doniphan ve miçoyla, birlikte, on beş
– Nasıl binmişlerdi bu tekneye?
– Onu da birazdan öğreneceğiz.
– Peki, ama başlarında tek bir büyük bile yok muydu? Hiç olmazsa gemiye kumanda edecek bir kaptan? Manevraya yardımcı olacak bir tayfa? Bu fırtınada dümeni tutacak bir dümenci?
– Hayır, o da yoktu. Bunun içindir ki Slugi’nin okyanustaki konumunu tam olarak belirleyecek kimse de yok demekti. Hem de okyanusların en büyüğü. Avustralya ile Yeni Zelanda’dan ta Güney Amerika kıyısına kadar iki bin mil boyunca uzanan Büyük Okyanus.
Ne olmuştu acaba? Yelkenlinin gemicileri tümüyle bir kazaya mı kurban gitmişlerdi? Yoksa korsanlar onları kaçırıp teknede en büyükleri ancak on dördünde olan genç yolcuları kendi yazgılarıyla baş başa mı bırakmışlardı?
Bu sorulara hiç kuşkusuz çocuklar karşılık bulabilirlerdi ama kim soracaktı onlara? Ayrıca onların yardımına koşacak bir teknede görünmüyordu ortalıklarda.
Fırtına şiddetini gittikçe artırmaktaydı. Kırk sekiz saatten beri azgın dalgalarla boğuşan bu yelkenli için hiçbir umut ışığı yok gibiydi. Birden Doniphan “Eyvah, mizana direği kırıldı…” diye bağırdı.
Miço atıldı. “Hayır, yelken halatlarından kurtuldu.”
Briant, Avrupa’dan Okyanusya’ya gelirken hem Atlas Okyanusunu, hem Büyük Okyanusu geçtiği için gemicilikten çok az anlıyordu ve bu yüzden öteki çocuklar teknenin yönetimini Moko’yla birlikte ona bırakmışlardı. Yelkenin hemen, koparılması gerektiğinden, Briant ile miço büyük bir ustalıkla ve tehlikeyi göze olarak, güvertede sürüne sürüne ilerlediler, kopan bölümün iplerini kestiler ve ancak alttaki küçük parçaları bıraktılar. Bu sırada Briant’ın üç yaş küçük kardeşi Jacques göründü. “Gelin… Gelin!…” diye bağırdı. “Aşağı su bastı!”
Briant hemen atılıp alelacele aşağı indi. Salon şiddetle sallanan bir fenerin ışığıyla belli belirsiz aydınlanmıştı. Yataklara uzanmış on kadar çocuk görülüyordu. En küçükleri – sekiz dokuz yaşında olanları vardı – dehşetle birbirlerine sarılmışlardı.Briant onları yatıştırmak amacıyla, “Korkmayın- bir şey yok, biz buradayız, hiç meraklanmayın!” dedi.
Sonra yerdeki suya bir göz gezdirdi. Hemen suyun güverte kapaklarından sızdığını anladı, teknede çatlak filan yoktu. İçi rahatladı salondakileri yatıştırarak yeniden dümen başına döndü. Çocuklar arkadan vuran dalgalara kapılıp denize yuvarlanmamak için kendilerini bağlamaya hazırlanıyorlardı ki, koskocaman bir dalga güverteyi süpürdü. Briant, Doniphan ve Gordon dümen dolabına sımsıkı yapışıp kurtulabildiler ama miço sürüklenip gitmişti, Briant var gücüyle haykırdı.
“Moko!. Moko!.”
Doniphan atıldı, “Sakın denize düşmüş olmasın?”
Gordon küpeşteden eğilip baktı. “Olamaz, görünmüyor, sesi de gelmiyor!”
Briant, “Onu kurtarmalıyız, hiç olmazsa bir cankurtaran simidi, bir halat atmalıyız!” diye bağırdı ve yeniden seslendi.
“Moko?… Moko?…”
Miçonun sesi geldi, “İmdat… İmdat!…”
Gordon, “Denize düşmemiş, yelkenlinin burnunda” diye atıldı.
Briant da, “Şimdi gider onu kurtarırım” diyerek güvertede dikkatle sürünerek ilerlemeye koyuldu. Bin bir güçlükle geminin baş tarafında, yelkeni tutan halatlardan birine takılıp kalmış olan miçoyu kurtararak geriye, dümen dolabına getirebildi. Dört çocuk, tekneyi baştanbaşa süpüren dalgalara karşı direnebilmek için kendilerini sımsıkı küpeşteye bağladılar. Yelkensiz kalan teknenin hızı iyice azalmıştı ve bu da tehlikeyi büsbütün artırıyordu.
Güney yarımküresinde mart ayı, kuzey yarımküresinin eylül ayının karşılığıdır ve geceler pek uzun değildir. Saat sabahın dördü olduğundan, ufuk neredeyse ağarmaya başlayacaktı. Belki de güneşin doğmasıyla kasırganın şiddeti hafiflerdi… Ya da belki bir kara parçası gözükür, şu çocuklar için bir umut ışığı belirirdi… Saat dört buçuğa doğru ortalık aydınlanmaya yüz tuttu. Bulutların ürkütücü bir hızla geçtiği görülebiliyordu. Kasırga şiddetini hiç mi hiç azaltmamıştı ve açıklarda deniz köpükten görülmez olmuş gibiydi. Yelkenli ha battı, ha batacaktı. O anda Moko haykırdı. “Kara!… Kara!…”
Acaba yanılıyor muydu? Ama hayır, sevinçle doğuda bir noktayı gösterip, “Bakın, bakın! Şurada, mizana direğinin biraz sağında! İyi bakın, gördünüz mü? İşte!.,. İşte!…” diye bağırıyordu.
Briant da bağırdı, “Evet, evet, kara!… Kara göründü!…”
Artık kuşku kalmamıştı. Beş altı mil uzakta ada ya da anakara, bir toprak parçası, ufkun büyük bir bölümünü kaplıyordu. Bir saate kalmaz Slugi bu kara parçasına varırdı. O anda rüzgâr öfkesini büsbütün artırdı. Tekneyi bir tüy gibi sürükleyerek göğün beyazımtırak zemini üzerinde mürekkeple çizilmişçesine açık seçik beliren kıyıya doğru koşturmaya başladı.
Doniphan- Gordon ve Moko dümen başında kaldılar. Briant baş tarafa doğru ilerledi. Tekne öylesine hızla sürükleniyordu ki, kara parçası gözle görülür biçimde yaklaşmaktaydı. Briant yatın elverişli koşullarla yanaşabileceği bir yer arandı durdu. Ne bir dere ağzı görünüyordu. Ne de bir atılımda tehlikesizce oturabilecekleri bir kumluk. Tersine kumsalın bir yanında, kapkara başlarını dalgalardan çıkarmış bir sıra kayalık göze çarpmaktaydı. İşte yat ilk vuruşta orda paramparça oluverecekti. O zaman Briant çarpma sırasında bütün arkadaşlarının güvertede bulunmasının daha iyi olacağını düşünerek koştu, merdivenin kapağını açıp, “Hadi bakalım, herkes yukarıya” diye seslendi.
İlk fırlayan köpek oldu, ardından on kadar çocuk, sürünerek arka tarafa yaklaştılar. Sığınakta şiddetini büsbütün artıran dalgaları görünce en küçükler korkuyla bağırıştılar…
Saat altı olmadan az önce Slugi kayalıklara varmıştı bile. Briant durmadan, “Sıkı tutunun!… Tutunun!” diye bağırıyordu.
Giysilerinin fazlasını üzerinden atarak sarsıntının etkisiyle denize düşeceklere yardıma koşmaya hazır bekledi, çünkü hiç kuşkusuz yat kayalıklara çarpıp batacaktı.
Ansızın bir sarsıntı oldu. Slugi arka taraftan kayalara oturmuş ve baştanbaşa sarsılmakla birlikte su almamıştı. İkinci bir dalgayla yükselerek elli adım kadar, bu kez kayalara dokunmaksızın ilerledi, sonra iskele tarafına yattı kıyıya çarpıp geri gelen dalgaların kaynaşmasına hiç aldırış etmeksizin kıpırtısız kalakaldı. Gerçi artık denizde değildi ama kumsala da en azından, üç dört yüz metre uzaklıktaydı.
2
Durum yine de pek umut verici sayılmazdı. Üstelik tekne artık kıpırdayamadığından, dalgalar daha da şiddetle dövüyordu onu. Çocuklar güverteye toplanmış, korku içinde birbirlerine sokulmuşlardı.
Briant durmadan, “Korkmayın” diyordu. “Yat pek sağlam. Kıyı da şuracıkta, yakınımızda! Biraz bekleyelim, elbette oraya ulaşmanın çaresini bulacağız!”
Doniphan atıldı. “Beklemeye ne gerek var, peki?”
Wilcox adında, on iki yaşlarında bir çocuk da onu destekledi. “Evet ya, ne gerek var? Niçin bekleyeceğiz?”
Briant karşılık verdi. “Çünkü deniz henüz pek sert ve bizi kayalara çarpabilir de ondan. Deniz rüzgârın elverdiğince çekilsin, o zaman kurtulmanın bir yolunu düşünürüz elbet.”
Briant haklıydı. Gerçi gelgit akımları Büyük Okyanusta pek belirgin sayılmazdı ama yine suların yükselme ve alçalma dönemleri arasında oldukça bir düzey farkı oluşurdu. Bu yüzden birkaç saat beklemekte yarar vardı, üstelik belki rüzgâr da yumuşardı. O zaman yelkenliden ayrılıp kumsala kadar olan çeyrek mili aşmak daha kolaylaşabilirdi.
Peki, neresiydi şu kara parçası? Bir ada mıydı, yoksa bir anakaranın ucu muydu? Buna şimdilik yanıt vermenin olanağı yoktu, çünkü Slugi kıyıya fazlasıyla yaklaşmış bulunduğundan, ancak belirli bir yerini gözlemek mümkün olabiliyordu. Yapılacak tek iş, karaya ayak basmanın yolunu aramaktı.
Hava iyice açılmıştı, karanın bütün ayrıntıları gözlenebiliyor, kumsal da, arkasındaki yalıyar da, geride sık ağaçlıklar da şimdi daha iyi seçiliyordu. Hatta sağ tarafta bir dere ağzı bile vardı. Bu arkadaki yeşillik perdesi, toprağı elverişli bulup geliştiğini haber veriyor gibiydi. Ancak kıyının bu kesiminde insan yaşamıyor olmalıydı, çünkü dere ağzında bile ne bir ev, ne bir kulübe göze çarpıyordu.
Bu arada deniz ağır ağır çekiliyordu. Kayalıkların iyice açılıp da geçit vereceği an hazır olmak gerekirdi. Saat yediye yaklaşıyordu. Herkes şimdilik en çok gerek duyacakları şeyleri güverteye çıkarmaya koştu. Sonradan, öteki eşyayı da, dalgalarla karaya vurdukça toplayabilirlerdi. Küçüğü büyüğü elbirliğiyle uğraşıyorlardı. Teknede bol miktarda konserve, bisküvi, tuzlanmış et vardı. Bunlar balyalanıp yaşça en büyük olanların taşıması için bir yana yığıldı. Ama bu taşıma işi için de denizin kayalardan tümüyle çekilmesi gerekirdi. Dalgalar gittikçe yatışıyor, sular çekiliyordu ve bu, teknenin iskele tarafına giderek daha çok eğilmesinden de anlaşılıyordu. Hatta büsbütün yana devrilme tehlikesi bile vardı ve o zaman sular güverteyi basarsa, durum gerçekten umutsuz olabilirdi. Fırtınanın teknedeki kurtarma sandallarını sürüklemişti. Bu arada şiddetli bir tartışma patlak verdi. Doniphan, Wilcox, Webb ve Cross kayığı suya indirmeye hazırlanıyorlardı. Briant geldi ve “Ne yapıyorsunuz siz?” diye sordu. Wilcox karşılık verdi. “Canımızın istediğini.” Doniphan da atıldı, “Bu kayığa binip gideceğiz, bize engel olamazsın.”
“İyi ama, bizi burada böyle bırakamazsınız ki?” “Bırakan kim? Kumsala vardıktan sonra içimizden biri kayığı geri getirir.”
“Peki ya getiremezse, ya kayalara çarpıp parçalanırsa?” Bunun üzerine Webb, Briant’ı itip, “Hadi çabuk, çabuk binelim” dedi ve Wilcox ve Cross’un yardımıyla kayığı denize indirmişti.
“Binemezsiniz.” diye bağırdı. “Kayık gerektiğinde, önce en küçüklerin binip kumsala varması için kullanılacaktır.”
Bu kez Doniphan, “Çek git başımızdan!” diyerek işe karıştı. “Bize engel olamazsın, istediğimizi yaparız.”
Neredeyse kapışmak üzereydiler ki, Gordon araya girdi ve aklı başında, soğukkanlı bir çocuk olarak, Briant’tan yana çıktı.
“Hadi, hadi, biraz sabır, Doniphan. Bak, sen de görüyorsun ki deniz yatışmış değil henüz. Kayık batar gider, sonra ne yaparız?”
“Bu Briant bize buyurmaya pek alıştı, ben buna gelemem.”
“Hayır, ben kimseye buyurmam, kimsenin buyurmasından da hoşlanmam. Aslında, herkesin çıkarı için yapıyorum bunu.”
Doniphan, “Herkesin çıkarını biz de düşünürüz. Şimdi karaya vardığımıza göre, artık…” diye diklendi inatla.
Gordon yine ortalığı yatıştırdı. “Henüz karaya varmış sayılmayız ne yazık ki! İnat etme Doniphan, kayığı kullanmak için elverişli zamanı kollayalım hele.”
Gordon böylelikle Doniphan ile Briant’ın arasını bulmuş oluyordu. Bunu daha önceden de birkaç kez yapmak zorunda kalmıştı.
Briant, Gordon’a döndü ve “Slugi kayalara oturduğu zaman saat altıydı, değil mi? Denizin alçalması için kaç saat geçmesi gerekir acaba?” diye sordu.
Moko, “Beş, altı saat” diye karşılık verdi.
“O halde saat on bire doğru belki de kıyıya varmayı deneyebiliriz? Bunun için, hazırlıklı olalım ve bir şeyler yiyelim ki, tok karnına suya girmek zorunda kalmayalım.”Bu çok yerinde bir öğüttü. Konserve ve bisküviyle sabah kahvaltısını yaptılar. Gordon çaresizlik içinde, “Ne yapsak acaba?” diyordu.
Briant ona karşılık verdi. “Ben de bilmiyorum. Bilmiyorum! Bilmemek, sadece çocuk olmak, ne acı. Şimdi büyük olsaydık ne yapılacağını kolayca kararlaştırabilirdik.”
Gordon arkadaşlarını yatıştırdı. “Merak etmeyin, çaresiz kalınca, biz de ister istemez bir karar vereceğiz. Umutsuzluğa kapılmayalım da düşünelim.”
“Evet, düşünelim ve hemen harekete geçelim, Gordon. Dalgalar yeniden yükselmeye başlamadan tekneden ayrılamazsak, burada bir gece daha kalırsak işimiz bitiktir. Yat parça parça olacak, besbelli.”
“Acaba bir sal, bir tür varagele mi yapsak?” “Bunu ben de düşündüm ama ne yazık ki, teknede sal için kullanabileceğimiz tahtaların hepsi de denize sürüklendi. Kayığı da kullanamayız, dalgalar devirir. Yapılabilecek tek şey var, kayaların üzerinden bir halat aşırıp, ucunu kıyıda bir yere bağlamak.”
“Ben de sana yardım ederim, Briant.” “Hayır Gordon, ben yalnız başarırım bu işi.” Saat onu çeyrek geçiyordu. Kırk beş dakikaya kadar, deniz en alçak düzeyine inmiş olacaktı. Ama yine de yürüyecek kadar sığ olmayacaktı kuşkusuz. Gerçi altmış metre kadar ileride, suyun koyu bir renk almasından ve kumsal boyunca birçok noktanın su üstüne çıkmasından suların iyice alçaldığı anlaşılıyordu. Bu tehlikeli işi kimseye bırakmak istemeyen Briant gerekli önlemleri de almayı unutmadı. Teknedeki uzun ve sağlam halatlardan işine gelen kalınlıkta bir tanesini seçip, bir ucunu sımsıkı kemerine bağladı. Doniphan, Wilcox, Cross ve Webb de önemini kavradıkları bu işe yardımdan kaçınamazlardı. Hepsi birden, yavaş yavaş koyuvermek üzere halatın öteki ucuna yapıştı. Tam Briant denize atlayacakken, kardeşi ağlayarak yanına koştu. “Ağabeyciğim, ağabeyciğim.” “Korkma Jacques, bana bir şey olmaz, korkma.” Bir saniye sonra Briant sudaydı. Önünde başarılması pek güç bir iş vardı, çünkü kıyıya vurup geri gelen dalgalardan güçlü bir yüzücünün bile kurtulma olasılığı pek zayıftı. İster istemez, burgacın merkezine doğru sürüklenmeye başladı. Sulara karışıp yok olmadan, son bir çabayla, “İmdat! İmdat! Çekin halatı!” diye bağıracak gücü bulabildi.
Çocuklar bir dakikaya kalmadan onu baygın bir halde güverteye aldılar; ama kısa zamanda kardeşinin kolları arasında kendine geldi. Kayalara halat bağlama girişimi de böylece, başarısızlıkla sonuçlanmış oldu.
Vakit öğleyi geçmişti. Deniz yeniden yükseliyordu. Yelkenli belki de oturduğu yerden, kayaların üzerinden kalkıp yeniden karanın daha yakınına oturacak, devrilecekti. Kimse de kurtulamayacaktı, yapacak hiçbir şey yoktu. Hepsi arkaya yığılmıştı, giderek kabaran denizi, kayaların birer birer gözden yitişini dehşetle seyrediyorlardı. Saat ikiye gelirken yelkenli iyice doğrulmuştu ama arka kesimi hâlâ kayalara sıkışmış durumdaydı. Çok geçmeden tehlikeli bir biçimde yalpa vurmaya başladı. O anda, açık denizden koşup gelen köpüklü bir dağ, yatın hemen yanı başında dikildi, yüksekliği belki altı metreyi buluyordu. Dev dalga bir kasırga şiddetiyle geldi, kayalıkları örttü, Slugi’yi kaldırdığı gibi kayaların üzerinden ve dibini hiç sürtmeden kolayca aşırıverdi. Bir dakika gibi kısa bir sürede, bu su yığının kaynaşması sırasında, kumsalın tam ortasına kadar sürüklenen Slugi, geldi, yalıyarın dibine çarptı ve orada, – bu kez tümüyle karada – deniz yavaş yavaş geri çekilirken, kıpırtısız kalakaldı.
3
O dönemde Büyük Okyanustaki önemli bir İngiliz sömürgesi olan Yeni Zelanda’nın başkenti Auckland’ın en iyi okulu, Chairman yatılı okuluydu ve hepsi de ülkenin en iyi ailelerinden gelme, yüz kadar öğrencisi vardı.
Yeni Zelanda takımadası başlıca iki adadan oluşur: Kuzeyde İka-Na-Mavi veya Balık Adası; güneyde Tavai-Panamu ya da Yeşil-Yeşim Arazisi. Cook Boğazıyla birbirinden ayrılan bu iki ada otuz dördüncü ve kırk beşinci güney enlemleri arasında uzanır ki, bu, kuzey yarımküresinde, Avrupa’da Fransa’nın bir kesimini ve Kuzey Afrika’yı kapsayan bölümün aşağı yukarı karşılığıdır. Güney kıyıları pek girintili çıkıntılı olan İka-Na-Mavi adası kuzeybatıya, Van-Diemen Burnu’yla son bulan bir eğri boyunca bir tür düzensiz yamuk biçiminde uzanır.
15 Şubat 1860 günü, öğleden sonra adı geçen okuldan yanlarında aileleri bulunan yüz kadar çocuk neşeyle çıkmaktaydılar. Tıpkı açılan kafesten dışarı uğrayan kuşlar örneği. Çünkü tatil başlıyordu. İki ay sürecek bir bağımsızlık, bir özgürlük… Ve bu öğrencilerden bazıları uzun süredir okulda konuşulagelen bir deniz yolculuğuna çıkmaya hazırlanıyordu.
Öğrencilerin ailelerince kiralanan bu güzel yelkenli, altı haftalık bir sefer için hazırlanmıştı. Slugi’nin gezisine katılacak olan bu öğrencilerin yaşları sekizle on dört arasında değişiyordu. Bu çocukların miçoyla birlikte, uzun sürecek korkunç bir serüvene atılacakları kimin aklına gelirdi ki?
Şimdi de onları biraz daha yakından tanıyalım: Fransız olan Briant ve kardeşiyle Amerikalı Gordon’un dışında, tümü de İngiliz’dir. Doniphan ile Gross, Yeni Zelanda’nın ileri gelen zengin bir ailesinin çocuklarıdır. On üç yaşını biraz geçmiş olan bu çocuklar birbirlerinin amcaoğludur ve her ikisi de son sınıf öğrencisidir. Bakımlı ve titiz bir çocuk olan Doniphan, okulun en seçkin, akıllı ve çalışkan öğrencisidir. Yenilgiye, arkadaşlarından geri kalmaya hiç dayanamaz. Nerede bulunursa bulunsun, hep birinci olmak ister, bu yüzden ona ‘Lord Doniphan’ diye ad takmışlardır. Ve yine bu yüzden yıllardır Briant ile çekişmektedirler, Gross’a gelince, orta düzeyde bir öğrencidir ancak amcaoğlunun her dediğine, her yaptığına hayrandır. Yine aynı sınıftan Baxter on üç yaşında, ağırbaşlı, soğukkanlı, çalışkan, pek akıllı, özellikle pek becerikli bir öğrenci, orta halli bir tacirin oğludur.
On iki yaşındaki Webb ile Wilcox dördüncü sınıftandır. Aileleri zengindir. Sık sık kavga çıkarmayı severler.
İkisi de on iki yaşında olan Garnett ile Service üçüncü sınıf öğrencileridir ve birbirine pek yakın dost olan iki ailenin bu çocukları, aralarından su sızmayan iki arkadaştırlar. İyi yüreklidirler ama çalışmayı pek sevmez, fırsat buldukça dersleri kaytarmanın yolunu ararlar. Özellikle Garnett akordeon çalmaya düşkündür, o kadar ki, çalgısını Slugi’ye getirmeyi de unutmamıştır. Service’e gelince, hiç kuşkusuz içlerinde en neşelisi en uçarısı odur. Aklı fikri gezi serüvenlerindedir, en sevdiği kitapları olan Robinson Cruzoe’nin ve İsviçreli Robinson’un sürekli etkisindedir.
Son olarak, yelkenliye binen öteki üç çocuktan; Amerikalıyla iki Fransız’dan da biraz söz edelim.
Amerikalı, on dört yaşındaki Gordon’dur. Beşinci sınıfın bu en ağırbaşlı öğrencisi, tam bir Amerikalıdır. Gerçi arkadaşı Doniphan kadar parlak bir zekâya sahip değildir ama, çok zaman kanıtını ortaya koyduğu bir sağduyusu, bir pratik zekâsı vardır. Soğukkanlı ve ciddidir, gözlem yapmayı sever. Onun kafasında her şey, tıpkı masasının içi gibi düzene konmuş, sınıflandırılmış, etiketlendirilmiştir. Kısacası arkadaşları Gordon’u sayarlar ve İngiliz kökenli olmasına karşın, ona aralarında her zaman yer verirler. Gordon Bostonludur, ama babasını küçük yaşta yitirmiştir; Yeni Zelanda’ya yerleşmiş olan vasisinden başka hiçbir yakını yoktur. İki Fransız, Briant ile Jacques, iki buçuk yıl önce İka-Na-Mavi Adası’nın merkezindeki bataklıkları kurutma çalışmalarını yönetmek üzere Yeni Zelanda’ya gelen tanınmış bir mühendisin oğullarıdır.
On üç yaşındaki Briant pek çalışkan değildir ama çok akıllıdır zaman zaman beşinci sınıf öğrencilerinin en sonuncusu olur. Ama canı isterse, çok güçlü belleği ve kolay kavrama yeteneği sayesinde hemen en ön sıraya yükselebilir ve işte Doniphan onu asıl bunun için kıskanır. Bu yüzden bu iki çocuk, okulda hiç de iyi geçinemezler ve bu anlaşmazlığın bir örneğini de Slugi”de yapılan tartışmayla biraz önce görmüş bulunmaktayız. Ayrıca Briant’ın gözü pektir, atılgandır, sporda çok başarılı, çeviktir, güler yüzlüdür; Doniphan’ın suratsız ağırbaşlılığıyla hiçbir ilgisi yoktur, hatta az buçuk, savruk, derbederdir, tek kelimeyle Fransız’dır ve bu özelliği İngiliz arkadaşlarından apayrıdır. Sık sık başkaldırır, kavga eder ve gücü, yiğitliği sayesinde de bu kavgalardan hemen hemen her zaman üstün çıkar. Her zaman zayıflardan, ezilenlerden yana olduğu için küçükler tarafından pek sevilir, her sözü dinlenir. Kardeşi Jacques’a gelince, o güne dek üçüncü sınıfın – hatta Service adlı öğrenci dışında bütün Chairman okulunun – en afacan, en başarılı öğrencisi sayılır, her an yeni yeni muziplikler uydurur, arkadaşlarına türlü oyunlar oynar, sık sık ceza alırdı. Ama ileride görüleceği gibi, nedendir bilinmez, yatın yola çıkmasıyla bu çocuğun huyları da tümüyle değişiverdi.
İşte fırtınanın Büyük Okyanusta bir kıyıya attığı çocuklar bunlardı.
Yeni Zelanda kıyıları boyunca birkaç hafta sürecek olan bu yolculuk sırasında Slugi’ye sahibi, yani Garnett’in babası kumanda edecekti. Yola çıkma günü 15 Şubat olarak kararlaştırılmıştı. Bu tarihe dek Slugi limanında iskelelerden birinin ucuna, yani oldukça uzağa arkadan bağlanmış bekliyordu. 14 Şubat günü akşamı genç yolcular tekneyebindiklerinde mürettebattan kimse yoktu. Kaptan Garnette ancak yola çıkma saatinde gemiye gelecekti. Gordon ile arkadaşlarını sadece tayfa başıyla miço karşıladılar, tayfalar son birer bardak viski yuvarlamaya gitmişlerdi. Miçoya gelince, o da bir köşede uyuyakalmıştı.
Peki, o zaman ne oldu? Büyük bir olasılıkla, bunu kimse öğrenemeyecekti. Ortada bir gerçek varsa, yatın, palamarı ya ihmalden ya da bir hainin eliyle çözülüvermişti…
Miçonun bağırmasına Gordon, Briant Doniphan ve daha birkaç çocuk uyandılar, yataklarından fırlayıp onlar da güverteye koştular. Boşuna imdat istediler. Ne kentten, ne limandan tek bir ışık bile görünmüyordu. Yelkenli körfezin ortasını bulmuştu bile, kıyıdan en az üç mil uzaktaydı.
Önce Briant ve miçonun öğütlerine uyan çocuklar, limana dönebilme umuduyla bir yelken açmayı denediler. Ama gereğince kullanamayacakları kadar ağır olan bu yelken, batı rüzgârının etkisiyle, onları büsbütün açığa sürükledi. Slugi Coiville Burnunu aştı, boğazı geçip Yeni Zelanda’dan millerce uzaklaştı. Durum son derece ciddiydi. Briant ile arkadaşları artık karadan, hiçbir yardım bekleyemezlerdi. Limandan herhangi bir gemi onları aramaya çıksa bile ancak saatler sonra ulaşabilirdi. Geriye bir olasılık kalıyordu: Evet, Yeni Zelanda’nın limanlarından birine doğru yol alan bir tekneyle karşılaşmak. Bunun içindir ki, bu olasılık ne denli zayıf olsa da, Moko hemen mizana direğinin tepesine bir fener çekti. Artık güneşin doğmasını beklemekten başka çare yoktu. Küçüklere gelince, onlar patırtıdan uyanmadıklarına göre, en iyisi olanları hiç duyurmamaktı. Ürküp yatta kargaşalığa yol açabilirlerdi. Bu arada Slugi’yi geri döndürmek için birkaç girişimde bulunulduysa da boşuna, tekne hemen yeniden doğuya dönüveriyordu. Birden iki üç mil açıkta bir ışık göründü. Direğin tepesinde bu beyaz ışık, yol almakta olan buharlı gemileri belirleyen bir işaretti. Çok geçmeden kırmızı yeşil bordo ışıkları da belirdi ve her ikisi birden göründüğü için, geminin dosdoğru yatın üzerine doğru geldiği anlaşıldı. Bu arada çocuklar boşuna sevinç çığlıkları atmaya başladılar. Dalgaların gürültüsü- geminin koyuverdiği buharın hışırtısı açık denizde şiddetini artıran rüzgârın sesi, hepsi, çocukların çığlığını bastırmakta sanki birlik olmuştu.
Ne yazık ki, şiddetli bir yalpada, ip koptu, fener denize düştü ve buharlı geminin saatte on iki mil hızla dosdoğru üzerine geldiği Slugi’yi seçemediği artık iyice anlaşıldı. Gemi birkaç saniyede yata ulaştı ve eğer yanlamasına vursaydı, hiç kuşkusuz o saniyede batırırdı. Neyse ki, ancak geriden çarptı ve tekneye değmeksizin sadece cankurtaran kayığının bağlı olduğu mataforaları kopardı. Kısacası bu çarpışma o kadar hafif olmuştu ki, Slugi’yi yaklaşan fırtınayla baş başa bırakan gemi, hiçbir şeyin farkına varmaksızın yoluna devam edip gitti.
Yazgılarına boyun eğen yattaki bu çocuklar, her şeyin bittiğine inandılar. Gün doğusunda uçsuz bucaksız okyanus tümüyle ıssızdı. Büyük Okyanus’un bu kesiminde, Avustralya ve Güney Asya’dan Amerika’ya giden gemiler daha kuzeyden ya da daha güneyden geçen yollan izlerler. Gün boyu tek bir gemi bile görünmedi. Gece bastırdığında rüzgâr dinmedi, batıdan şiddetle esti durdu.
Bu yolculuk ne kadar sürecekti, ne Briant, ne arkadaşları bunu kestirebiliyorlardı. Yatı Yeni Zelanda dolaylarına döndürmeye boşuna çabaladılar. Ne yelkenleri kullanabilecek bilgileri, ne de buna yeterli güçleri vardı, işte bu koşullar altında, Briant yaşının çok ötesinde bir yiğitlik ve soğukkanlılık göstererek arkadaşlarının yönetimini ele aldı ve Doniphan’ın kıskançlığına yol açtı. Gerçi Moko’nun yardımıyla bile olsa, yatı batıya, liman dolaylarına geri getiremedi ama, hiç olmazsa yolculuk için yeterli koşullarda tutmayı başarabildi.
*
Auckland’da, 14 Şubatı 15 Şubata bağlayan gece, Slugi’nin kaybolduğu öğrenilir öğrenilmez hemen kaptan Garnett’e ve zavallı çocukların ailelerine haber verilmişti. Böylesine bir olayın kentte yarattığı etkiyi ve yol açtığı derin üzüntüyü anlatmaya gerek var mı?
İyi ama, palamarı çözüldü ya da koptuysa bile, belki de dalgalar yelkenliyi körfezden pek fazla açığa atmamış olabilirdi. Batı rüzgârı şiddetini arttırmış olsa da onlara yetişme olanağı bulunabilirdi?
Bu yüzden bir saniye bile yitirmeksizin, liman müdürü yatın imdadına koşmak üzere gereken önlemleri aldı. Ski küçük römorkör, Hauraki Körfezi dışında birkaç millik bir alanı taramaya gönderildi. Denizin giderek kabarmasına aldırış etmeksizin bütün gece buraları araştırdılar. Ve sabah olunca döndüklerinde bu müthiş felâketin sarstığı ailelerde ne yazık ki hiçbir umut kalmamıştı artık.
4
Gordon, “İşte sonunda karaya ayak bastık, Tanrıya şükür! İyi ama, bu, ıssız gibi görünen kara parçası neresi acaba?” dedi.
Briant karşılık verdi, “önemli olan, yaşanılmaz nitelikte olması. Yoksa bir süre için gereksinmemiz olan yiyeceğimiz araç gereçlerimiz var. Küçükler için bir barınak bulmamız gerekli. Nerede bulunduğumuzu öğrenmeye gelince, hele biz şu barınak işini yoluna koyalım da, orası kolay! Eğer bir anakarada bulunuyorsak, yardımımıza gelenler olabilir! Yok eğer burası bir adaysa!… Kimsesiz, ıssız bir ada… Eh, ne yapalım, o zaman da elbet bir kolayını bulacağız… Hadi gel Gordon, çevreye şöyle bir göz atalım her şeyden önce!”
Çabucak derenin sağ kıyısıyla yalıyar arasındaki, dere ağzından üç dört yüz adım ötede, çaprazlama gelişen korucuğa vardılar. Bu korulukta ne bir insan izi, ne balta izi, ne de en ufak bir patika vardı. İki çocuk on dakika içerisinde, ortalama elli metre yükseklikte dimdik bir duvar gibi çıkan kayalığa doğru daha da sıklaşan koruluğu aştılar. Böylece iki çocuk, yarım saat kadar yalıyar boyunca güneye doğru yürürler ve doğu yönünde kıvrıla büküle uzanan derenin sağ kıyısına ulaştılar. Bu kıyı ağaçlı ve gölgelikti; ancak karşısı pek değişik görünümdeydi, ne yeşillik ne engebe görünüyordu. Umutları kırılmış, yalıyarın tepesine tırmanıp içerilere bir göz atmamış olan Briant ile Gordon çaresiz, Slugi’ye döndüler. Gördüklerini ötekilere anlattılar. Araştırmayı sürdürünceye dek yelkenliden ayrılmamaya karar verdiler. Gerçi teknenin dibi yer yer delinmiş ve adamakıllı iskeleye yani sol yanına yatmıştı ama, yine de, bulunduğu yerde pekâlâ geçici bir konut görevi yapabilirdi. Arkada, salonla kamaralar, onları rüzgârdan ve dalgalardan korurdu. Mutfağa gelince, hiç zarar görmemişti; özellikle yiyecek sorunuyla pek yakından ilgilenen küçükler buna çok sevindiler.
Şu halde en iyisi, şimdilik Slugi’de kalmaktı. Öyle de yapıldı.
İniş çıkışı sağlamak için bir ip merdiven asıldı. Az buçuk yemek pişirmeyi bilen Moko, Service’in de yardımıyla çocukların karnını doyurdu. Keyifleri yerine gelen küçükler, söyleyip gülüştüler; yalnızca eskiden okulun en afacan, en neşeli yumurcağı olan Jacques’ın ağzını bıçak açmıyordu. Bu, doğrusu çok şaşılacak bir şeydi, hatta çocuk arkadaşlarının bu konudaki, sorularına da karşılık vermiyordu.
Sonunda bunca gün ve gece denizlerde çalkalanıp durmaktan fazlasıyla yorgun, düşmüş olan çocuklar, uyuyakaldılar.
Ertesi sabah ilk iş, yattaki yiyeceklerin, sonra da silah, araç, gereç, giysi, v.b.’nin dökümünü yapmak oldu. Kıyı ıssız göründüğünden şimdilik en önemlisi beslenme sorunuydu. Ancak balık tutulabilir ve eğer varsa av hayvanlarından yararlanılabilirdi.
Baxter, “Umarım konservelerin bir bölümü bozulmamıştır. Eğer ambara deniz suyu girmişse…” dedi.
Gordon da, “En çok zarar görmüş kutuları açalım da bir bakalım, belki de içindekileri yeniden pişirirsek kullanabiliriz.” diye önerdi. “Moko, bu işi sen üstlen ve hemen işe koyul, çünkü ilk günler Slugi’deki stoklarla yetinmek zorunda kalacağız.”
Wilcox söze karıştı. “Peki ama, hemen bugünden körfezin kuzeyinde yükselen kayalıkları tırmanırsak belki de yiyecek yumurta bulabiliriz, neden olmasın?”
Webb de, “Ya balık avına ne dersiniz?” dedi. “Teknede olta, denizde balık olduğuna göre, hadi bakalım, kim geliyor balık tutmaya?”
Küçükler hep bir ağızdan, “Ben! Ben!” diye bağrıştılarsa da Briant işe el koydu.
“Durun bakalım, burada oyun oynamıyoruz, oltalar ancak ciddi balıkçılara emanet edilecektir!”
Gordon. “Bence en doğrusu, her şeyden önce yattaki malzemenin sayımını yapalım, yiyecekten başka da düşünülecek şeyler var…” dedi.
Service’de akla yakın bir öneride bulundu, “öğle yemeği için midye toplamaya ne dersiniz?”
Gordon, “En iyisi bu” diye onayladı. “Hadi Moko, sen küçükleri al da git. Ama dikkat et, bir yaramazlık yapmasınlar.”
“Baş üstüne, Bay Gordon”
Miço güvenilir, pek becerikli, pek uysal, yiğit bir çocuktu; özellikle Briant’a çok bağlıydı, Briant da ona olan yakınlığını, sevgisini her fırsatta göstermekten çekinmezdi.
Böylece küçükler güle oynaya kıyı boyunca uzaklaştılar. Büyüklerse teknede araştırma ve sayım işini ele aldılar. Silahların, cephanenin, giyeceklerin, yatakların, araç gereçlerin, içeceklerin dökümü yapılıp Gordon tarafından dikkatle bir deftere kaydedildi. Zaten bu defterde tekne donanımı ve yüküyle ilgili notlar bulunuyordu. İlk bakışta yattaki yelkenler, halatlar, her türlü yedek takım taklavatın tekne yeniden yüzdürülebilse onu baştan aşağıya donatmaya bol bol yeteceği anlaşılıyordu. Ayrıca bol cephane, geceleri haberleşmek için birkaç işaret fişeği ve yattaki iki küçük topta kullanılmak üzere otuz gülle bulunuyordu.
Tuvalet ve mutfak eşyasıysa uzun süre yetecek kadar boldu. Gerçi tabak çanağın bir bölümü kırılmıştı ama önemi yoktu, zaten bunlar, vazgeçilmez nitelik taşıyan şeyler değildi. Havaya göre değiştirilebilecek kalınlık ve incelikte giyim eşyasının bulunması daha önemliydi. Gerçekten, eğer bu kara parçası Yeni Zelanda ile aynı enlemde bulunuyorsa, – ki yat Auckland’dan beri hep doğu yönünde sürüklendiği için bu pek olasıydı – yazların çoksıcak, kışların da pek soğuk olması beklenirdi. Neyse teknede birkaç haftalık bir yolculuk için gerekli giyim eşyası bulunmaktaydı.
Gemideki araç gereçler de şunlardı: iki barometre, bir ispirtolu termometre, iki gemici saati, ta uzaklardan sesi duyurmak üzere siste öttürülen ve denizde gemiden gemiye haberleşmeyi sağlayacak renk renk flamalar. Bir de, çanta gibi katlanan ve gerektiğinde bir gölü ya da dereyi geçmekte kullanılabilen şişme, lastik bot. Ayrıca bol bol marangoz alet, çivi, vida,, demir parçası. Düğme, iğne, iplik de eksik değildi, çünkü çocukların anneleri, ne olur ne olmaz diye yolcuların çantalarına dikiş malzemesi koymayı unutmamışlardı. Ateş sıkıntısı da çekilmeyecekti: bol bol kibrit, çakmak, kav fitili bulunuyordu. Gemide koca koca haritalar vardı ancak hep Yeni Zelanda kıyılarını gösterdiğinden, bu bilinmedik yerlerde hiç işe yaramayacaktı. Neyse Gordon yola çıkarken yanına bir dünya atlası almayı unutmamıştı. Ayrıca yatın kitaplığında, İngilizce ve Fransızca kitaplar, özellikle gezi anıları ve birkaç bilim kitabı, iki de Robinson romans bulunmaktaydı. Mürekkep, kalem, kâğıt gibi yazı gereçleri de vardı, bir de 1860 yılının takvimi. Baxter her geçen günü bu takvimde işaretlemekle görevlendirildi.
“Zavallı Slugi’miz 10 Martta karaya vurdu! Bugünü çiziyorum” dedi.
Yatın kasasında beş yüz altın lira da bulunduğunu unutmadan; belirtelim. Belki de çocuklar bir limana ulaşabilirlerse bu para içlerine yarardı, kim bilir, dönüş biletlerini almak için?
Yatın ambarında dört yüz litre kadar konyak, iki yüz litre viski, fıçı fıçı bira, çeşitli içecekler bulunuyordu.
Görüldüğü gibi Slugi’nin on beş yolcusu bir süre için malzeme yönünden sıkıntı çekmeyeceklerdi.
Öğleye doğru küçükler, başlarında Moko, tekneye döndüler. Bol bol midye toplamışlardı. Miço hemen kolları sıvayıp mutfağa girdi. Yumurta da bol olmalıydı herhalde, çünkü Moko yalıyarın yukarısındaki gediklere yuvalanmış sayısız kaya güvercini görmüştü, bunların eti yenirdi..
“Çok iyi, bir sabah da ava çıkarız” dedi Briant.
Moko, “Çok iyi olur, dört atımda düzinelerle güvercin vurabiliriz” diye yanıtladı. “Yuvalara gelince, belki de bir halatla kayalardan aşağı sarkacak olursak, yumurtaları toplarız.”
Bir saat sonra yemek hazırdı. Özellikle midyeler çok beğenildi. Bisküvi, birer parça konserve et, dere ağzından getirilmiş taze su, onlara bol bol yetti.
Oysa en büyüğü on dört yaşında olan bu on beş çocuk uzun yıllar bu koşullar altında yaşayabilecekler miydi?
5
Burası ada mı, anakara mı? Sağlam kişilikli ve akıllı oluşları sayesinde şu küçük topluluğun gerçek önderleri durumuna gelen Briant, Gordon ve Doniphan’ın zihinlerini aralıksız kurcalayan, işte bu soruydu. Küçükleri ancak yaşadıkları gün ilgilendiriyordu ama bu üç çocuk geleceği düşünüp aralarında sık sık bu konuyu tartışıyorlardı Sonunda önce çevrede bir araştırma yapmaya karar verdiler. Bu iş için iki üç kişi yola çıkarılacaktı. Ne yazık ki, bulundukları bölge alçaktı, yalıyarın ötesinde neler olduğunu görebilme olanağından yoksundular. En iyisi, körfezin kuzeyine gitmek olacaktı. O buruna tırmanılınca, belki de uzakları görebilme olanağı doğardı. Yetmiş, seksen metre yüksekliğindeki bu burundan yalı-yarın ötesi görülebilirdi. Bununla birlikte bu gezi hemen yapılamazdı. Çünkü kararın alınmasını izleyen beş gün hava iyice pusluydu, hatta ara sıra yağmur bile yağıyordu. Yine de bu günler boş geçirilmedi. Tayfaların sandıklarındaki giysiler daraltılarak küçüklere uyduruldu. Briant bu işe büyük özen gösteriyor, küçüklere tıpkı bir baba gibi davranıyordu. Bu iş tam bir terzilik işiydi ve Moko burada da büyük başarı gösterdi. En küçükler çok geçmeden sıcacık giysileri içinde birer küçük tayfa olup çıktılar. Zaten onlar da boş durmuyordu ki! Çoğu zaman, Garnett veya Baxter’in yönetiminde, ya deniz kıyısında midye toplamaya ya da dere yatağında ağlarla, oltalarla balık tutmaya gidiyorlardı. Gerçi anne babalarını özlemiyor değillerdi ama onları belki de bir daha; hiç göremeyecekleri akıllarının köşesinden bile geçmiyordu işte. Service sık sık işi hafife alıyordu.
“Hadi, hadi durumumuz hiç de kötü sayılmaz. İşte Robinson Crusoe’nun da, İsviçreli Robinson’un da hayali adalarında bulamadıkları lüksün içindeyiz biz.”
Ya Jacques, gerçi ağabeylerine yardımcı oluyordu ama yine de ağzını bıçaklar açmıyor, yüzüne bakıldıkça başını çeviriyor, soruları karşılıksız bırakıyordu. Briant kardeşinin bu durumuna çok üzülüyordu, hasta mıydı acaba? Büyük bir suç işlemişti de bunu ağabeyine bile açıklayamıyor muydu yoksa? Hasta olursa, ona nasıl bakabilirlerdi?
11 Martla 15 Mart arasında, Doniphan, Wilcox, Webb ve Cross kayalardaki yuvalarda ava çıktılar. Birbirlerinden hiç ayrılmıyor ve besbelli ötekilerden hep uzak kalmak istiyorlardı. Bu da Gordon’u kaygılandırıyordu. Bunun için her fırsatta, onlara, birlikte olmanın yararlarından söz etmekteydi. Ama özellikle Doniphan onun bu sözlerini öyle soğuk karşılıyordu.
Gerçi avcıların getirdiği kuşlar arasında hiç de işe yaramayacak martılar, karabataklar çıkmıyor değildi. Ama kaya güvercinleriyle yaban kazlarının ve ördeklerinin eti pek lezzetliydi. Silahlar patladığında uçtukları yere bakılırsa, içerilerde barınıyor olmalıydılar. Bununla birlikte, av kuşlarının hazırlanması güç bir işti. Moko tüm iyi niyetine karşın bu işin her zaman üstesinden gelemiyordu ama kimsenin beğenmezlik edecek durumu yoktu, olmamalıydı. Yattaki konserveleri çok dikkatli tüketmek gerekiyordu çünkü. Bu yüzden, herkes bir an önce buruna tırmanılması için sabırsızlanıyordu. Belki de bulundukları yerin ada mı, anakara mı olduğu sorunu böylelikle çözülebilecekti. Ve buna göre de gelecek konusunda, buraya temelli yerleşip yerleşilemeyeceği konusunda bir karara varılacaktı.
15 Martta hava açılır gibi oldu. Kumsal güneş ışınlarıyla aydınlandı, ısındı. Öğleden sonra, ışıklar yalıyara eğrilmesine düştüğünde, doğu ufkunu yeterince belirgin olarak aydınlatabilirdi. Ve gözlenmesi gereken de işte bu doğu yönüydü zaten. Eğer su çizgisi o yönden kesintisiz uzanıyorsa, burasının bir ada olduğu sonucuna varılacak ve o zaman yardım ancak yakınlardan geçecek bir gemiden beklenebilecekti. Briant bu araştırmaya tek başına çıkmaya kararlıydı. Gordon’u arkadaşlarının başında bırakmayı uygun görüyordu.
16 Mart sabahı şafakla birlikte yola çıktı.
Bir saat içinde yolun hemen hemen yarısını almıştı. Sekizden önce buruna varabilmeyi umuyordu. Ama ileride yürümek güçleşti, taşlar hızlı yürümesini engelliyor, sık sık ayağı kayıyordu. Bu yüzden de iyice gecikmekteydi, oysa hesaplarına göre mutlaka deniz yükselmeye başlamadan buruna varması gerekirdi ki, geriye dönebilsin. Yoksa tekneye dönmek için suların alçalmasını beklemesi gerekecekti. Yorgunluğuna aldırış etmeksizin adımlarını sıklaştırmaya çabaladı. Birçok yerde, dizlerine kadar sulara batıyor, düşe kalka ilerliyordu. Körfezin bu kesiminde av hayvanı pek boldu. Güvercinler, deniz kuşları, yaban ördekleri kum gibi kaynıyordu. Yüzlerce penguen kısacık, uçmaktan çok yüzmeye yarayan kanatlarını beceriksizce sallaya sallaya badi badi yürüyorlardı. Yağlı, kekremsi eti de yenmezdi bunların.
Saat ona geliyordu. Briant’ın son kilometreleri ne denli zorlukla aştığı belliydi. Yorgunluktan bitmiş, acıkmıştı. Buruna tırmanmadan önce, biraz dinlenmesi, toparlanması gerektiğini düşündü. Deniz düzeyinden doksan metre kadar yükseğe çıkması gerekecekti.
Bir saat kadar dinlendikten sonra- kalkıp tırmanmaya başladı.
Tırmanış oldukça çetin geçti. Kayaların birinden ötekine uzanıp çıkmak gerekiyordu ve bunlar bazen o denli yüksek kalıyordu ki, üst çıkıntısına güçlükle erişebiliyordu. Ancak küçüklüğünden beri pek çevik, gözü pek bir çocuk olduğundan, bu işin üstesinden geldi ve birkaç kez düşüp parçalanma tehlikesi atlattıktan sonra, tepeye varabildi. Hemen dürbününü kaldırıp doğu yönünü gözden geçirdi. Burası göz alabildiğine dümdüz uzanıyordu. Başlıca yüksekliği yalıyardı ve o da içeriye doğru hafifçe alçalmaktaydı. Yalıyarın ötesinde engebeler pek önemsizdi ve sonbaharın sararttığı sık ormanlar, kıyıya doğru genişleyen aşağı yukarı on mil boyunca dümdüz uzayıp gitmekteydi.
Briant kuzeyde de kıyının ucunu göremedi, yedi sekiz mil boyunca düz bir çizgi halinde uzanıyordu. Sonra, pek uzun bir burnun da ötesinde, geniş bir çöl izlenimi yaratan uçsuzbucaksız bir kumsal oluşturarak içeriye doğru giriyordu. O zaman yeniden batıya döndü. Deniz, ufka doğru ağır ağır inen güneşin eğri ışınları altında pırıl pırıl parlıyordu. Ansızın Briant dürbününü ufuk çizgisine yöneltti, elinde olmaksızın bağırdı.
“Gemiler… Gemiler geçiyor!”
Gerçekten de en az on beş mil uzakta- parıldayan suların üzerinde üç kara nokta belirmişti. Briant çok heyecanlandı! Yoksa bir göz aldanması mıydı bu? Gördükleri üç geminin direği miydi? Dürbününü indirip camlarını dikkatle sildikten sonra yeniden baktı… Gerçekten bu üç nokta üç geminin teknesi olabilirdi, direkler görünmüyordu ve duman filan da çıkmıyordu. Eğer bunlar gemiyse, kumsala, Slugi’ye dönüp büyük bir ateş yakmalıydı. O zaman… Güneş battıktan sonra…
Dürbünü yeniden kaldırıp baktı ve çok geçmeden bu noktaların kıyının batı kesiminde, üç küçük adacık olduğunu anladı. Büyük bir düş kırıklığına uğramıştı. Dürbünüyle çok uzaklarda, son yeşillik perdenin de gerisinde, kuzeyden güneye, birkaç mil boyunca uzanan ve iki ucu ağaçların ardında yitip giden mavimtırak bir çizgiyi iyice seçebildi. Dikkatle bakınca, elinde olmaksızın bağırdı:
“Deniz!… Evet!… Deniz bu!…”
Dürbün neredeyse elinden düşüyordu. Deniz doğuda da uzandığına göre kuşku kalmamış demekti: Slugi’nin düştüğü yer bir anakara değil, bir adaydı. Büyük Okyanusun sonsuzluğunda yitip gitmiş bir ada, kurtulması olanaksız bir ada!
Ve o zaman çocuğun yüreği delice çarpmaya başladı. Gelecekteki tüm tehlikeler bir bir gözlerinin önünden geçti. Ama çabuk toparlandı, ne olursa olsun, kendini koyuvermemeliydi!