İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma- Erik Jan Zürcher

GİRİŞ: DEMOGRAFİ MÜHENDİSLİĞİ VE MODERN TÜRKİYE’NİN DOĞUŞU

ERIK JAN ZÜRCHER

1850-1950 YILLARI arasındaki 100 yılın Avrupa’da demografi mühendisliği asrı olduğunu söylemek kesinlikle abartılı değildir. Büyük insan kitleleri atalarının topraklarından kovuldular, tehcir edildiler, iskân edildiler veya katledildiler. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanan deneyim, bu genel tabloya uygun düşmektedir. Türk okuru, Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan gelen Müslüman muhacirlerin yazgısını nispeten yakından biliyor olabilir. Buna karşılık, bu yazgıyı demografi mühendisliği sonuçlarının diğer örnekleriyle karşılaştırmak belki de aydınlatıcı olacaktır.
Güç siyasetinin hesaplarıyla birleşen dinsel önyargı, demografi mühendisliğinin erken dönem örneklerinin altında yatan nedendir. Bunun en kayda değer örneği Rus İmparatorluğunda “Pale”nin1 kurulmasıdır. Ortaçağ ve erken modern dönem Rusyası’nda Yahudilerin yerleşmesi yasaklanmıştı, fakat 18. yüzyılın sonlarında Büyük Katerina döneminde, Rusya’nın batı ve güneybatıya genişlemesi sonucunda, büyük Yahudi toplulukları Rusya sınırları içinde kaldı. Litvanya’dan Karadeniz’e uzanan, içinde Yahudi toplulukların hoş görülecekleri bir bölge kuruldu, ama 19. yüzyılın ilk yarısında karma köylerden ve kentlerden Yahudilerin sürekli biçimde kovulması sürecine tanık olundu. Sonuç olarak, Yahudilerin yerleşmiş olduğu Pale kısımları giderek yoksullaştı ve kalabalıklaştı. Çar Aleksandr’ın 1881’de öldürülmesinden sonra, devletin göz yumduğu ve bazen teşvik ettiği Yahudi katliamları, Pale’deki yaşamın sıradan bir özelliği oldu. Aşırı kalabalık, yoksulluk ve güvensizlik, en sonunda, esas olarak Amerika’ya yapılan kitlesel göçe neden oldu.
Dinsel önyargıyla devletin yeni ele geçirilen topraklarda tam kontrolü sağlama isteğinin bir araya gelmesi, Müslümanların kitleler halinde, Karadeniz kıyısından (1828’den sonra), Kırım’dan (1853-1854 Kırım Savaşı sırasında ve sonrasında) ve Kafkasya’dan (1860’ların ilk dönemlerinde) kovulmasına veya dayanılamaz baskı altında göç etmelerine yol açmıştır. Bu bölgelerin çoğu, Osmanlı nüfuz alanına dahildi ve yerinden sürülenler ve göç edenler için tek anlamlı seçenek, Osmanlı topraklarında yerleşmekti. Böylece Osmanlı İmparatorluğu kitlesel göç ve iskân süreçlerini yoğun bir şekilde yaşadı.
19. yüzyılın sonlarına yaklaştıkça, milliyetçilik demografi mühendisliğinin ardındaki hâkim itici güç haline geldi. Özellikle 1878 Berlin Kongresi’nden sonra Balkanlar’da ortaya çıkan yeni ulusal devletler, Büyük Devletler (Düvel-i Muazzama) siyasetinin yarattığı elverişli konjonktörü kullanarak Osmanlı İmparatorluğundan toprak koparan romantik milliyetçi hareketlerin ürünüydüler. Sırp, Yunan, Bulgar veya Rumen olsun bütün bu milliyetçi hareketlerde, ulusal devletlerin kurulmasından sonra kendilerini birbirlerine karşı getiren güçlü irredantist akımlar mevcuttu, fakat millî kimliklerini esas olarak Osmanlı yönetimine karşı tanımladılar. Balkan milliyetçi hareketlerinin tümü, ulus tanımında güçlü bir dinsel öğeye sahipti. Bu, Balkanlardaki Müslüman nüfusa yönelik kıyımlara yol açtı. (Kimi zaman bu kıyımlar, Bulgaristan’da 1877-1878’de görüldüğü gibi, bölgede iskân edilmiş olan Müslüman muhacirlerin giriştiği şiddet eylemlerine karşılık yapılmıştır.) Bunlar, en sonunda, Müslümanların büyük çoğunluğunu göç etmek zorunda bıraktı. Balkan Savaşlarından sonra Balkanlar’da sınırların yeniden çizilmesi üzerine, devletler arasında nüfus mübadelesiyle ilgili ilk antlaşmalar yapıldı. Bu antlaşmalar, hem yeni büyüyen ulusal devletlerin nüfuslarını homojenleştirmeye yönelik birer girişimdi, hem de etnik ve dinsel gerginliklerin her ülkede azınlıkların konumunu sürekli tehlikede kılacak kadar büyümüş olduğunun kabul edilmesi anlamına geliyordu.
Kafkasya’dan ve Balkanlar’dan gelen Müslüman muhacirlerin yazgısı, Anadolu’daki durumu doğrudan etkiledi. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, Ege sahilinde bulunan Rum nüfusun önemli bir kısmı ülke dışına gitmeye zorlandı; çünkü pek çok Rum Ortodoks’un Helen devletine olan sempatisini gizlemediği Balkan Savaşlarından sonra Rumlar, artık imparatorluğun sadık vatandaşları olarak görülmüyordu. Sürecin doruğu, tabiî ki, Anadolu’daki Ermeni cemaatlerine yapılan zulüm ve onların kısmî imhası oldu. 1915-1916’da İttihat ve Terakki, kendi Ermeni vatandaşlarının 800.000’e kadar varan bir kısmının ölmesine neden olan katliamları örgütledi ve teşvik etti. Zulümlerde muhacirler (özellikle Çerkezler) sadece öncü bir rol oynamakla kalmadı, Ermenilerin tehciri muhacir Müslüman ailelerin iskânı için de kullanıldı. Bu anlamda zincirleme bir tepkinin söz konusu olduğunu saptayabiliriz.
Güneydoğu Avrupa’da demografi mühendisliği sürecindeki son aşama, 1923’te Türkiye ile Yunanistan’ın, üzerinde anlaşmaya vardığı mübadeleydi. Bu antlaşma bir yönüyle, gerçekleşmiş olan nüfus hareketlerine onay veren resmî mührü vurdu; diğer yönüyle de, göç etmeye niyeti olmayan insanları yaşadıkları topraklardan kopmaya zorladı. Zorunlu özelliği, geniş alanı ve geçmişe dönük uygulanması (Ekim 1912’de başlayan Balkan Savaşlarından itibaren olan bütün göçü yasallaştırdı) dolayısıyla emsalsizdi.
Orta ve Doğu Avrupa’nın tamamında, Brest-Litovsk, Trianon ve Versailles antlaşmalarının çizmiş olduğu yeni sınırlar, ulusların kendi kaderlerini belirlemesi ilkesine (en azından son iki antlaşmada) dayandırılmaya yönelikti. Bununla birlikte, yeni ulus-devletlerin hepsinde, iki dünya savaşı arası dönemde bir hoşnutsuzluk ve istikrarsızlık kaynağı oluşturacak büyük etnik azınlıklar (Polonya ve Bohemya’da Almanlar, Romanya ve Slovakya’da Macarlar vs.) vardı. Almanca konuşan azınlıklara karşı yeni ulus-devletlerin hoşnutsuz politikaları, Almanya’daki Nasyonal Sosyalistlere malzeme sağladı ve “Heim ins Reich” (imparatorluğa geri dönün) sloganının üretilmesinde kullanıldı. Daha sonra, İkinci Dünya Savaşı’ndaki Alman işgalleri, holokost kıyımları, altı milyondan fazla Yahudi’nin örgütlü bir şekilde katledilmesi ve kitleler halinde Rusların öldürülmesi için zemin oluşturdu. Bu, tabiî ki, esas olarak ırkçılık sonucu oldu; fakat Doğu Avrupa’nın geniş alanlarının Almanlara “yaşam alanı” (Lebensraum) yaratmak için istenilmeyenlerce boşaltılması düşüncesi de önemli bir rol oynadı.
Avrupa’da demografi mühendisliği –veya daha bilinen terimleri kullanırsak– kıyım, soykırım ve tehcir tarihindeki son olay 1850-1950 döneminin sonlarına doğru meydana geldi. Sayıları on milyonu aşkın Alman, Polonya ve Çekoslovakya’daki ata topraklarından kovuldu. 1945 Benes kararları, Çekoslovakya nüfusunun dörtte birini bir kalemde vatandaşlıktan çıkardı.
Bu kısa özet bile, modern Avrupa tarihinde nüfus homojenleştirmenin vahşi sürecinin olağanüstü önemini göstermektedir. Bu özet, aynı zamanda, Osmanlı topraklarının bu süreçte oynadığı merkezî rolü de ortaya koymaktadır. Leiden Üniversitesinde üç yıl önce Nesim Şeker tarafından düzenlenen küçük bi seminerin sonucu olan bu kitabın iki amacı bulunmaktadır. Bir yandan, yazarlar ulus inşası sürecinin sonucu olan etnik politikaların mantık ve işleyişlerini daha iyi anlamak için çaba sarf etmektedir. Öte yandan bize, Türkiye Cumhuriyeti’nin, pek çok açıdan nasıl da 1912-1922 yılları arasında görülen etnik politikaların ve etnik çatışmaların ürünü olduğunu anlamamıza yardım eden, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarıyla ilgili tarihsel detaylar sağlamaktalar.
Fikret Adanır’ın Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye arasında yapılan nüfus mübadeleleri üzerine olan makalesi, Balkanlar’da gelişen milliyetçiliğin kendine özgü yanları olup olmadığı sorusunu sormaktadır. Yazarın işaret ettiği üzere, 1990’larda Bosna ve Kosova’da görülen etnik çatışmaların ortaya çıkardığı bir soru bu. Gerçekte, Avrupalılara göre İkinci Dünya Savaşı sonrası barış ve refah ortamının ürünü olan Yugoslavya’nın parçalanmasının yol açtığı çatışmaların yarattığı vahşet ve hoşgörüsüzlük, bir önceki çağa geri dönüş gibi göründü. Bununla birlikte, yukarıda Doğu ve Orta Avrupa’dan verilen örnekler, özel bir durum olarak Balkanlar’ın değil, romantik milliyetçiliğin kendisinin sorumlu olduğuna işaret etmektedir. Bu, somut bir ulus inşası programıyla birleştiği zaman, azınlıkların ait olmadıkları ve hiçbir zaman olamayacakları şekilde bir grubun dışında, değiştirilmesi imkânsız olarak sınıflandırılmasına neden olan, kültür ve tarihe dayalı, ilksel [primordial] ulusun görüşüdür.
Bu homojenleştirme mantığının kaçınılmaz olup olmadığı, ilginç ve çok önemli bir sorudur. Farklı yollarla hem Nesim Şeker’in hem de Taner Akçam’ın makalesi bu soruyu ele almaktadır. Şeker’in 1919’da Osmanlı basınında ve parlamentosundaki etnisite tartışmalarına yönelik analizi, açık bir şekilde tanımlanabilecek birbirine zıt iki eğilimin olduğunu göstermektedir. Biri, İttihat ve Terakki Cemiyetinin etnik politikalarıyla arasına mesafe koymaya çalışan ve imparatorluğu ortak vatandaşlık ve farklı etnik unsurlar arasındaki hoşgörü temelinde yeniden inşa etmeyi isteyen eğilimdir. Diğeri de, geçen on yılda yaşanan çatışmaların yol açtığı vahşetin, imparatorluğun Müslümanları ile Hıristiyanları arasında çok büyük bir uçurum açtığını, bir arada yaşama isteğinin ortadan kalkmış olduğunu ve tek hayatta kalma şansının, Müslüman Osmanlıların dayanışmasının güçlendirilmesinde yattığını kabul eden eğilim. Bunun idealistler ile realistler arasında bir çatışma olduğunu görmemek zor.
Taner Akçam da, makalesinde idealist bir konum benimsemektedir: Eğer Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İtilaf Devletlerinin Anadolu’yu parçalamaya yönelik politikalarının yarattığı tehdit söz konusu olmasa, Ermeni soykırımının suçlularına karşı adalet ve cezalandırma isteğinin, Türklerin çok yakın geçmişle yüzleşebilecekleri ve yüzleşmek isteyecekleri ve İttihat Terakkinin politikalarını reddedecekleri yeni bir başlangıcın yapılabileceğini ileri sürmektedir. Ona göre, bir taraftan Ermeni katliamlarından sorumlu olanları tecrit etmeyi ve cezalandırmayı; öte yandan, Anadolu’yu savaşın galipleri ve onların himayesi altında olan Hıristiyanlar arasında paylaştırmayı amaçlayan İtilaf Devletlerinin politikaları, suçluların yargılanmaları ile işgalcilerle işbirliği arasında, İttihat-Terakki karşıtı tutumun meşruiyetini zayıflatan bir bağ kurdu. Bu iddiaya İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Kemalist hareket arasındaki kişisel ve ideolojik devamlılığa işaret edilerek karşı çıkılabilir. Kemalist hareketin en üst düzey kişilerinden pek çoğu önceki iktidarın mensubuyken, hatta içlerinden bazıları bizzat katliamlarda temel bir rol oynamışken, bu hareketin İttihat ve Terakki politikalarını reddedeceği gerçekten olası bir seçenek miydi?
Hilmar Kaiser’ın makalesi de Jön Türk dönemi ile cumhuriyet arasındaki sürekliliği ortaya koymaktadır. Devletin, tehcir edilen Ermenilerin arkalarında bıraktıkları mülkler meselesini ele alma yolunu incelerken, tehcir edilenlerin geriye dönmelerinin beklenmediğini kuşkuya yer bırakmayacak şekilde anlatmaktadır. Aynı zamanda bu mülklerin, çoğunluğu hayatlarını yeniden kurmak zorunda olan muhacirlerden oluşan Müslümanların barındırılması için kullanıldığını da göstermektedir. 1919 yılında, Osmanlı Hıristiyanlarının mülklerinin iadesini engelleyecek milliyetçi bir Osmanlı-Müslüman yönetiminin devam etmesinde çıkarı bulunan büyük gruplar olduğu da ayrıca ortaya konmaktadır. Korkunç gerçek şu ki, daha iyi eğitime ve daha yüksek beceri düzeylerine sahip Rum ve Ermeni cemaatlerinin yok olmaları, makro-ekonomik düzeyde Türkiye için bir felaketken, topraklarını veya işlerini devralmaya müsait bir konumda olan Müslümanlara muazzam fırsatlar yaratıyordu.
İmparatorluğun son yılları, tabiî ki sadece homojenleştirme ve Osmanlı-Müslüman bilincini güçlendirme yılları değildi; aynı zamanda yayılmacı Pantürkist rüyaların yıllarıydı. Bu, özellikle, Kafkasya ve kuzeybatı İran’da Türkçe konuşan halkları seferber etmek için girişimlerin yapıldığı Birinci Dünya Savaşı dönemi için doğruydu. Touraj Atabaki bu girişimlerin neden pek başarılı olmadıklarını göstermektedir. Monarşinin otoritesinin (Şii) dinsel bağlarla kutsallaştırıldığı ve güçlendirildiği, uzun ve sağlam devlet gelenekleriyle yaratılmış olan eski bağlar, ortak bir dil mirasına dayanan, hâlâ yeni ve yabancı milliyetçilik fikrine daha ağır bastı. Cumhuriyet yayılmacı milliyetçiliği reddetti; fakat Jön Türk döneminin homojenleştirici eğilimlerini devam ettirdi. Türkiye kurulur kurulmaz, “köylülerin Türk’e dönüştürülmesi gerekiyordu”. Ulus inşa edenlerin her yerde kullandığı evrensel araçları (tarihsel mitler ve dilsel saflık) kullanan cumhuriyetin ulus inşası da demografi mühendisliğine başvurdu. Bunun asıl kurbanları, Hamit Bozarslan’ın Kürt milliyetçiliğinin ortaya çıkışı üzerine olan makalesinde gösterdiği gibi, tabiî ki Kürt aşiretleriydi. Sürekli olarak, fakat özellikle 1925, 1930 ve 1937 Kürt ayaklanmalarının ardından, çok sayıda aile, bazı durumlarda bütün aşiretler tehcir edildiler ve İç ve Batı Anadolu’da iskân edildiler. Cumhuriyetin ilk yıllarının dar etnik/kültürel milliyetçilik ortamında, (eşit ölçüde dar ve hoşgörüsüz) yarışan milliyetçiliklere yer yoktu.
Böylece, Akçam ve Şeker tarafından tasvir ve analiz edilen çekici “olabilirliklere” karşın, Türkiye de, milliyetçiliğin, eninde sonunda sadece iki sonuca –biri dışlamaya diğeri kapsamaya dayanan– yol açabilecek amansız mantığına uyan bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır: “Öteki”nin ulus-devlete ait olmadığı ısrarı veya “öteki”nin hiç olmadığı iddiası. Hoşgörü, sadece siyasî milliyetçiliğin ortaya çıkmasından önce, Fransa, İsveç, İngiltere veya Hollanda gibi kabul edilebilir “ulusal” bir özelliğe sahip devletlerde bir dereceye kadar gösterildi. Bu devletlerde bile her zaman ikinci sınıf tebaa veya vatandaşlar vardı (Britanya veya Hollanda’da Katolikler, Fransa’da Protestanlar, her yerde Yahudiler) ve tabiî ki, demografi mühendisliği, denizaşırı kolonilerde –“liberal” ülkelerin kolonilerinde bile– dehşet verici şekillerde uygulandı.
Ancak son zamanlarda ve Avrupa Birliği’ne tam üyelik isteği dürtüsüyle Türkiye, farklı etnik grupların ortak vatandaşlığına dayalı ulus-devletin daha çoğulcu ve daha hoşgörülü yorumuna geçişin mümkün olduğunu gösterdi. Bu geçişin uzun bir süreç olacağını söylemeye gerek yok. AB’ne son zamanlarda kabul edilen on ülkenin deneyimi, ulus inşasının eski alışkanlıklarının zor kaybolduğunu hatırlatmaktadır; Romanya ve Slovakya Macarlarının veya Baltık devletleri Ruslarının (veya gerçekte, nerede olursa olsun Roman ve Sinti2) durumunun gösterdiği gibi. Bununla birlikte, demografi mühendisliği asrının etkilerini tersine çevirmek imkânsız olsa da, Avrupa’nın bütünleşme sürecinin ulus-devletin konumunda, etnik azınlıklara hayatta kalma şansı vermeye yetecek kadar aşındırma meydana getirdiği yönünde ümit verici işaretler mevcuttur.
1 Kendisini çevreleyen ülkeden belirli sınırlarla veya farklı bir idari ve hukuk sistemiyle ayırt edilen

BULGARİSTAN, YUNANİSTAN VE TÜRKİYE ÜÇGENİNDE ULUS İNŞASI VE NÜFUS DEĞİŞİMİ

FİKRET ADANIR

1990’LARDA GÜNEYDOĞU Avrupa’da yaşanan şiddetli çatışmalarla bağlantılı olarak, hem medyada hem de akademik çevrelerde Balkanlar’daki olayların milliyetçiliğin özgül bir türünü gösterip göstermediği sorusu ortaya atılmıştır. Pek çok gözlemci, sivil nüfusun yaşadığı yerlerden kitlesel bir şekilde sürülmesini, bu bölgedeki ulusal gelişmenin temel karakteristiği olarak görmektedir. Bunlardan Traian Stoianovich, olayları Osmanlı imparatorluk geleneği içine yerleştirmektedir:
Bu tür etnik revizyonlar yeni değildi … Balkanlar’da 15. yüzyıldan beri, esasen Osmanlı nüfus politikalarının ve bu politikalara geç kalmış tepkinin bir ürünü olarak sürekli kendini göstermiştir.1
Böylelikle, Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar, ya Osmanlı yöneticilerinin her zamanki uygulamalarını basit biçimde taklit eden, ya da geçmişte onlara yapılan haksızlığın intikamını alan gruplar olarak görünmektedirler.
Profesör Stoianovich’e karşı polemik yapmak niyetinde değilim. Bununla birlikte modernlik öncesi imparatorlukların nüfus politikaları ile modern ulus-devletlerin politikaları arasında niteliksel bir fark olduğuna inanıyorum. Şüphesiz, Osmanlı İmparatorluğu bölgeler arasında nüfus hareketleriyle demografik yapıyı değiştirmek ve tebaa üzerinde siyasî kontrolü sağlamak için zorunlu iskân yöntemine başvurmuştu. Ancak, amaçları arasında –en azından 19. yüzyılın son çeyreğine kadar– etnik homojenlik yaratmak yoktu.2
Söz konusu bölgede böyle bir hedef, ilk olarak 18. yüzyılın sonlarından itibaren Çarlık Rusyası tarafından Kırım ve Kafkasya’da uygulanan ve 19. yüzyılda özellikle yeni Balkan devletleri, Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan’ın izlediği politikalarda kendini göstermiştir.3 Bu bölgelerden Müslümanların kitlesel bir şekilde sürülmesi, o dönemde ahlakî infiale yol açmadı, çünkü dönemin en saygın Batılı devlet adamları bile, Türkleri uygarlığa bir kara leke olarak nitelemekte ve Avrupa’dan kovmak için uygun zamanın geldiğini açıkça ilan etmekte tereddüt etmediler.4
Osmanlı tarafında ise 1877-1878’de Rusya’yla yapılan savaştaki yenilgiyi takip eden gelişmeler, jeopolitiğe ve nüfusa ilişkin yeni bir anlayışla birlikte ruh halinde dramatik bir değişime yol açtı. II. Abdülhamit Anadolu’daki etnik ve dinsel dengenin değiştirilmesi gerektiğini düşündü. Bunun sonucunda, yüz binlerce muhacir için, Doğu Trakya, Boğazlar ve Kilikya gibi stratejik önem taşıyan bölgelere öncelik veren titiz bir iskân planı hazırlandı.5 Bu muhacirlerin büyük bir kısmı etnik olarak Türk değildi, Balkanlar’dan Boşnak ve Pomaklar, Kafkasya’dan Çerkezler gibi İslâmlaşmış yerli gruplardan oluşuyordu. Dolayısıyla, bu grupların siyasî olarak Osmanlı toplumuyla bütünleştirilmesi için, ideolojik temel olarak ancak İslâm işe yarayabilirdi.6 Geriye dönüp bakıldığında, 1877 yılını takip eden on yıl, Anadolu’nun İslâmlaştırılmasını ve/veya Türkleştirilmesini amaçlayan politikaların başlangıç dönemi olarak görünmektedir.7 Gerçekten, Osmanlı arşivlerinde yapılan yeni çalışmalar, Osmanlı idaresinin –mesela Bosna-Hersek’ten gelen– Müslüman göçünü etkin bir şekilde teşvik ederken, aynı zamanda yeni çevrelerinde mutsuz olan göçmenlerin, asıl memleketlerine dönmeleri konusunda cesaretlerini kırdığını göstermektedir.8
Jön Türklerin, önceleri çoketnili imparatorluğu korumak yönündeki çabaları, 20. yüzyılın ilk yıllarında etnik milliyetçiliğin yükselişini önleyemedi. 1912-1913 yıllarındaki Balkan Savaşları bu açıdan bir dönüm noktası olmuştur. “Avrupa Türkiyesi”nin kaybına yol açan askerî yenilgiden sonra İttihat ve Terakki, Müslümanların, özellikle Ege’deki muhacirlerin öfkesini, gayri Müslimlere karşı yöneltmeye başladı.9 Sonuç olarak, 1914 yılının ilk yarısında 50.000’den fazla Rum, bölgeyi terk etmeye zorlanmış, yakındaki adalara gitmişti.10 Makedonya’daki Bulgar ve Yunan nüfus da benzer bir yazgıyla karşı karşıya kalmıştı. 1913 yazında yaklaşık 50.000 Bulgar’ın, hayatlarını kurtarmak için Bulgaristan’a ve yaklaşık aynı sayıda Yunanlı‘nın, Bulgar ordusu tarafından işgal edilen Batı Trakya’dan Yunanistan’a kaçtığı tahmin edilmektedir.11
Eylül 1913’te Bulgaristan ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan İstanbul Antlaşması, ortak sınır boyunca belirli bir bölgede yaşayan nüfusun karşılıklı mübadelesini öngören bir hüküm içeriyordu – tarihte emsal oluşturacak bir maddeydi bu. Bu bölgede iki taraftan mübadeleye tâbi olması öngörülen nüfus –kabaca 50.000 kişi– zaten kaçmıştı, bundan dolayı antlaşmanın şartları, sadece mülk meselelerinin düzenlenmesi anlamına geliyordu.12 Haziran 1914’de, Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasında, Makedonya’daki Müslümanlar ile İzmir ve Doğu Trakya’da yaşayan Rum Ortodoksların mübadelesini öngören benzer bir antlaşma imzalandı.13 Fakat, bu antlaşma uygulanamadan Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Ege’deki Rumlar, bu sefer bölgenin iç kısımlarına göç ettirildi.14 Daha kapsamlı ve radikal önlemler doğudaki vilayetlerde yaşayan Ermenilere karşı alındı. 1915’ten itibaren bir ayrım gözetilmeksizin gerçekleştirilen Ermeni tehciri sırasında katliamlar yaşandı, bu süreçte Anadolu Ermeni nüfusunun nerdeyse tamamı yok edildi.15
Savaştan sonra, Balkanlar’ın iç sorunlarına tek çözüm olarak nüfus mübadelesi fikrini yeniden ortaya atan, Venizelos oldu. Yunanistan ile Bulgaristan arasında 1919’da imzalanan Neuilly Antlaşması, Kuzey Yunanistan’dan 200.000 Slav’ın Bulgaristan’ın Karadeniz kıyısında yaşayan 170.000 Yunanlı’yla mübadelesini öngörüyordu. İki taraf da bu antlaşmanın gönüllülük esasına dayandığını vurguladıysa da, mübadele temelde zorunlu göç anlamına geliyordu.16 Benzer bir düzenleme, Sevr Antlaşması’ndan sonra Anadolu’da Rum nüfusun yoğun olduğu bölge, yani İzmir ve hinterlandı için gündeme getirilmiştir. Zira, savaş sonrasında, tehcir edilen birçok Rum bu bölgedeki topraklarına geri getirilmişti, ayrıca, bölgeden iç kesimlere bir Müslüman göçü de başlamıştı.17 Anadolu’da ilerleyen Yunan ordusuna karşı direniş gittikçe sertleştiğinden, Yunan başbakanı Ankara hükümetine yeni bir nüfus mübadelesi teklifi götürmeyi uygun buldu: Bu sefer, Yunan işgali altındaki bölgede kalan Müslümanlar ile Kapadokya ve Pontus bölgesindeki Rumların mübadelesi öngörülüyordu.181922’de Yunan ordusunun “Küçük Asya felaketi” olarak bilinen yenilgisi, hemen ardından daha radikal bir çözüm getirdi. Lozan Antlaşması’na (1923) eklenen özel bir protokol –ki bu, Versailles sisteminin ilk revizyonudur– Yunanistan ile Türkiye arasında karşılıklı ve zorunlu nüfus mübadelesini öngörüyordu.19 Fakat, yine, mübadeleye tâbi nüfusun önemli kısmı daha önce kaçmış veya kovulmuştu, bundan dolayı antlaşma, bir kez daha, olup bitenin post factum onaylanması anlamına geliyordu.20
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Kitlelerin yerlerinden edilmesinin, Güneydoğu Avrupa’da ulus-devlet oluşumunun temel bir özelliği olduğu ileri sürülebilir, oysa Adamantios Korais, Rhigas Velestinlis ve Vasil Levski gibi ilk dönem Balkan milliyetçiliğinin liderleri, millî egemenlik temeli üzerine bir Yunan veya Bulgar devleti kurmak isterken, hiçbir zaman monarşiyle yönetilen, etnik olarak homojen toplumlar tasavvur etmemişlerdi. Bu liderlerin hedefleri, yerli Müslümanları bile tam vatandaş olarak bütünleştirmesi beklenen çoketnili cumhuriyetler kurmaktı.21 Ancak, 19. yüzyıl boyunca Balkan milliyetçiliğinde temel bir değişim yaşandığı anlaşılıyor. Bu geçişin, ne zaman ve hangi şartlar altında gerçekleştiğinin saptanması tarihsel araştırmalara bağlıdır. Yine de, 19. yüzyılın sonlarından itibaren çoketnili Osmanlı İmparatorluğu’nun bile, Balkan ulus-devletlerinin uyguladıklarından pek de farklı olmayan, yani etnik veya dinsel homojenliği sağlamayı amaçlayan bir nüfus politikası izlediği açıktır. Diğer bir deyişle, ulus-devlet fikri, tek başına, kaçınılmaz bir şekilde “etnik temizlik” anlamına gelmez. 19. yüzyılın başlarından itibaren Batı düşüncesinin özgül bir geleneği olan siyasî romantizmden kaynaklanan yeni ulusçuluk nosyonları, bu bağlamda daha açıklayıcı görünmektedir. Bu geleneğin ürünü olan Filhelen ve Slavofil akımlar, Balkanlar’da ulus-devletin gelişmesinde diğer faktörlerden çok daha etkili olmuştur. Söz konusu akımlarda, belirli bir coğrafyada yaşayan nüfus ya da halk yerine, ortak soy bağına dayanan topluluğa, Voltta ağırlık verilir. Ortak soy kolay kanıtlanamadığından, ortak dil veya din, ulusal birliğin objektif ölçütü olarak düşünülmeye başlandı ve kültürel asimilasyona direnen unsurları dışlamak önemli bir mesele olarak görüldü.22 Nihaî olarak bu, asimile edilemeyen grupların ülke topraklarından silinmesi anlamına geldi veya Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye üçgeni durumunda olduğu gibi, uluslararası düzeyde tasvip edilen zorunlu nüfus mübadeleleri, aynı “çözümün” modern bir türü olarak kendini gösterdi.

KENDİNİ YENİDEN KURMAK, ÖTEKİNİ REDDETMEK: PANTÜRKİZM VE İRAN MİLLİYETÇİLİĞİ

TOURAJ ATABAKİ

ULUS İLE DEVLET ilişkisi ve milliyetçilik konularındaki 20. yüzyıl tarihyazımı, büyük ölçüde Avrupa merkezli bir etnik-dilsel söylemle şekillenmiştir. Bu söylemde “etnisite ve dil”, ulus olma potansiyelinin merkezî, giderek belirleyici, hatta tek ölçütü haline gelmiştir.1 Karl Renner şöyle der:
Avrupa’nın gelişmesinde belirli bir dereceye ulaşılınca, yüzyıllar boyunca sessizce olgunlaşmış olan dilsel ve kültürel topluluklar, pasif halk konumundan (Passiver Volkheit) çıkarlar. Tarihsel yazgısı bulunan birer güç olarak kendilerinin bilincine varırlar. Mevcut en yüksek iktidar aracı olarak devlet üzerinde denetim talep ederler ve kendi siyasî kaderlerini kendileri tayin etmek için çalışırlar. Ulusun siyasî fikir olarak doğum günü ve bu yeni bilincin doğum yılı, Fransız Devrimi’nin yapıldığı yıl olan 1789’dur.2
Bu ulus-devlet anlayışının büyük ölçüde göz ardı ettiği nokta, belirli sınırları bulunan bir siyasî yapının kurulmasının (veya ulus-devlet inşası diye anılan sürecin), genellikle etnik veya dilsel bağlardan başka unsurlar da gerektirdiğidir. Kolektif tahayyül, siyasî sadakat, tarihi yeniden kurgulayıp yorumlama, doğmakta olan modern devleti meşrulaştırmak için gerekli tarihsel geleneklerin icadı: Bütün bunlar, grupları bir araya getirmek, ortak kimlik duygusunu ve siyasî dayanışmayı güçlendirmek, hatta oluşturmak açısından temel faktörlerdir. Bazı durumlarda, tarihsel çağrışım yapan antik isimlerin ve geleneklerin sadece kullanılması bile, siyasî meşruiyet için bir konsensüs üretmede yeterli olmaktadır. Dolayısıyla, gerek coğrafî terimler gerekse anahtar konumunda olan belirli sosyo-politik ifadelerin toplumsal yananlamları, doğmakta olan egemen devletlerin coğrafî sınırlarını yeniden şekillendirmede önemli bir öğe olmaktadır.
İran söz konusu olduğunda, İran milliyetçiliğinin Rıza Şah döneminde, filolojik milliyetçilik temelinde ve şahın İran’da modern bir ulus-devlet yaratmadaki başarısının bir sonucu olarak bir devlet ideolojisi şeklinde doğduğu fikri yaygın kabul görmektedir. Buna karşılık, İran milliyetçiliğinin köklerinin, 19. yüzyıldaki siyasî mücadelelerde ve 1905-1909 devriminin hemen ardından gelen çözülmede bulunduğu, genellikle gözden kaçırılmaktadır. İrancılık, sınırları belirli bir siyasî yapı –bütün ötekilere karşı ‘saf İran’– inşa etmeye yönelik savunmacı bir söylem olarak tedricî bir süreçle bu dönemde şekillendi. Sonuçta zamanla, ülkenin entelijensiyasında, İran savunmacı milliyetçiliğinin oluşumuna katkıda bulunan siyasî bir zenofobi doğdu. Bir İran ulusal devleti inşa edilmesinde önde gelen isimlerin çoğunun, beklenebileceğinin aksine, ulusa adını veren etnik grup olan Farslardan değil, Farsça konuşmayan etnik azınlıklardan, özellikle Azerîler arasından çıkması, dikkate değer bir noktadır.
Bu yazının amacı, İran milliyetçiliğinin karmaşık kökenlerini biraz daha aydınlatmaktır. Fars olmayan entelijensiyanın sadakat duyduğu çeşitli unsurları inceleyerek, gerçek veya muhayyel kimliklerini, 20. yüzyılın başlarında komşu devletlerin irredantist ideolojilerine karşı savunurken başvurdukları bazı tedbirleri ele alacağım.
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN ÇIKMASI

İranlıların birçoğu için, Muhammed Ali Şah’ın darbesini izleyen on üç aylık (Haziran 1908-Temmuz 1909) “sınırlı despotizm” dönemi, ülkelerinin meşrutiyet tarihi açısından en kritik dönemdi. Azerbaycan hariç ülkenin tamamı yeni yönetimin kontrolü altına girmişti. Merkezî hükümet, asker göndererek ve ekonomik baskılar uygulayarak, Azerîler üzerinde de hâkimiyet kurmaya çalıştı. Kıtlık bütün Azerbaycan’a yayılırken, meşrutiyet taraftan Azerîler Tebriz’de barikatlar kurdular ve silahlı direnişte bulunmak için hazırlık yaptılar. Nihayet Tahran’daki hükümet düşürüldüğünde, meşrutiyet taraftarları kendilerini benzersiz bir durumun içinde buldular: Bütün ülkenin dikkati onların üzerine odaklanmıştı. İranlılar arasında, meşrutiyet devriminin Tahran’da doğmuş olsa da, göbeğinin Tebriz’de kesildiği ve meşrutiyetin Azerbaycan’sız yaşama şansının olmadığı inancı giderek yaygınlaştı. Ayrıca Azerbaycan, her türlü ilerici siyasî değişime kaynaklık edecek en önemli merkez olarak görüldü. İran’da meşrutiyetin yeniden ilanında Azerîlerin oynadığı belirleyici rolün bu şekilde değerlendirilmesi, meşrutiyet taraftarı Azerîler arasında, ülkenin toprak bütünlüğünün koruyucuları olduklarına dair, hâlâ devam eden, kuvvetli bir bilinç yarattı.
Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği sırada, siyasî kaos ve karmaşa bütün İran’a yayıldı. Birbiri ardı sıra değişen hükümetler, ülkenin artan sorunlarını çözmekte ve temel reformları hayata geçirmekte yetersiz kaldılar. Savaşın çıkması, İran’da siyasî parçalanmayı durduramadı, ayrıca dış baskı sonucu, İran siyasetinde uzun zamandır süregelen bölünme derinleşti. Daha Ekim 1910’da, Britanya İran’a, güney İran’ın güvenliğiyle ilgili bir ültimatom vermişti. Britanya bu hareketiyle, Ruslar için bir örnek teşkil etmişti. Rus askerleri ülkenin kuzey bölgelerini zaten daha önceden işgal etmişlerdi. Kasım 1911’de, çarlık hükümeti İran’a, ülkenin kuzeyini yarı bağımlı bir koloni statüsüne indirgeme girişiminden başka bir şey olmayan bir ültimatom sundu.3 Oysa, sokaklardaki kalabalıkların desteğini alan İran parlamentosu Rus ültimatomuna direnirken, zayıf konumdaki İran hükümeti ültimatomu kabul etmeye ve parlamentoyu feshetmeye karar verdi. Parlamento derinleşen kriz karşısında yapabileceği bir şey kalmadığını, durumu kabul etmenin tek çare olduğunu gördü.4 Bu arada, İran’ın kuzey ve güneyinin Rusya ve Britanya tarafından işgali üzerine, dünya savaşının başlarında Osmanlı ordusu da İran’ın batısını ve kuzeybatısını işgal edecekti. Bu felaketler listesine Alman ajanlarının özellikle güney aşiretleri arasındaki faaliyetlerini eklersek, bu dönem boyunca İran hükümetinin ne kadar âciz olduğu konusunda bir fikir edinmeye başlayabiliriz.
Savaşın çıkması üzerine İran, 1 Kasım 1914’te bir fermanla ülkenin kesin tarafsızlığını ilan etti. Öte yandan, hükümetin tarafsızlığını ilan etmesi, İran topraklarının önemli bir kısmı İtilaf kuvvetlerinin işgali altındayken bir anlam ifade etmiyordu. Başbakan Müstevfi’l-Memâlik, Rus yetkililere askerlerini Azerbaycan’dan çekmeleri isteğini bildirip Rus ordusunun bölgede bulunmasının Türklere İran’ı işgal etmek için bir bahane verdiğini ileri sürünce, “Rus bakan İran’ın kaygısını anladı, fakat Rus askerlerinin çekilmesinden sonra, onların yerine Türk askerlerinin gelmeyeceğine dair ne tür garantiler verilebileceğini sordu.”5 Sonuç olarak, Azerbaycan önemli muharebe alanlarından biri haline geldi. Ruslar, İngilizler ve Osmanlılar, askerî stratejilerinin bir parçası olarak, bölgede farklı etnik ve dinsel gruplar arasında var olan düşmanlıkları körüklemeye yönelik politikalar izlediler. Kürtlere, Asurîlere, Ermenilere ve Azerîlere egemen devlet kurulacağına dair sözler verildi. Bu tür demagojik manipülasyonlar, etnik ve dinsel gruplar arasında en kanlı ve barbar çatışmalara yol açtı.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından kısa bir süre sonra Osmanlı İmparatorluğu, Harbiye Nâzırı Enver Paşa’nın aktif rol oynadığı bir süreçle Almanya’nın yanında yer aldı. Enver Paşa Osmanlı Devleti’nin savaşa girerek, varlığını devam ettirmek için iyi bir fırsat yakaladığı, belki de Rusya’dan toprak kazanılabileceği kanısındaydı. Müslümanların, Hindistan, İran, Kafkasya ve Orta Asya’da İngiliz ve Rus yönetimine karşı ayaklanmaları için cihat ilan etti. Ona göre, Ruslar sadece kâfir değildi, aynı zamanda, Türk-İslâm vatanının bir parçası sayılan Kafkasya’nın güneyindeki bölgeleri ele geçirmiş olan işgalcilerdi. Enver Paşa, 2 Ağustos 1914’te imzalanan gizli bir Alman-Osmanlı antlaşmasının müzakeresinde önemli bir rol oynadı. Ekim’de, Osmanlı donanması Karadeniz’e çıkarak, Odesa’yı ve Kırım limanlarını bombaladı ve Rus gemilerini batırdı. Ayrıca Osmanlı askerleri, Kafkasya’nın zorlu dağlık arazilerine, şiddetli çatışmaların başladığı Rus sınırına konuşlandırıldılar.
Osmanlılar için nihaî stratejik hedef, Orta Asya ve Afganistan’a ilerlemek için Bakü petrol sahalarını ve kuzey İran’ı ele geçirmekti. Burada amaç, sadece İngiltere’nin sömürgesi Hindistan’a yönelik bir tehdit oluşturmak değildi, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu topraklarını, doğal sınırları olarak görülen coğrafyayı içine alacak şekilde genişletmekti:
Unutmamalıyız ki, dünya savaşına girmemizde amaç, sadece ülkemizi, karşı karşıya bulunduğu tehlikeden kurtarmak değildir. Hayır, daha önemli bir amacımız var: Moskof düşmanımızı yok ettikten sonra, imparatorluğumuzu, akrabamız olan bütün halkları içine alacak ve birleştirecek doğal sınırlarına ulaşması yönündeki ideali gerçekleştirmek.6
Aralık 1914’te, Erzurum’a doğru bir Rus ilerleyişine Osmanlılar karşı koydu, fakat Ocak 1915’teki Sarıkamış Muharebelerinde, Kafkasya kışı için giyecek ve malzeme açısından hazırlıksız olan Osmanlılar, savaştaki en ağır yenilgilerine uğradılar.
Güneyde, Kasım 1914 sonlarında Merage şehrini işgal eden Osmanlı ordusu, 14 Ocak’ta Tebriz’e doğru harekete geçti. Rus ordusu halen Tebriz’de bulunduğu için, iki ordu arasında çatışma kaçınılmaz görünüyordu. Rus kuvvetleri çatışmadan kaçınmalarına ve Tebriz’i boşaltmalarına rağmen, Osmanlılar şehri ellerinde tutamadılar ve Mart 1915’te bir Rus karşı saldırısıyla burayı terk etmek zorunda kaldılar.7 Sarıkamış yenilgisi, gerçekte, Osmanlıların doğuya yayılma politikasında bir dönüm noktasıydı. Savaşın geri kalan yıllarında, bölgede az görünmeyi tercih ettiler. Osmanlılar ancak Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarında, Rus Devrimi’nin ardından, İran’a geri dönebildiler.
PANTÜRKİZM VE İRAN’IN BUNA VERDİĞİ KARŞILIK

Osmanlıların Aras Nehri’nin kuzeyini ve güneyini ele geçirme rüyalarını gerçekleştirmeleri birkaç yılalmasına rağmen, Pantürkist hareket, Bakü’ye 1908’de, İttihat ve Terakki II. Abdülhamit’in despotik dönemini sona erdiren ihtilali yaptığı zaman ulaştı. Abdülhamit tahttan indirildiği zaman, onun desteklediği Panislâmizm siyaseti yerini, imparatorluğun merkez bölgelerinde Türk millî duygusuna bıraktı. Pantürkizm hareketini başlatan kişiler gibi, Türkî halklar arasında Pantürkizm’in propagandasını başlatan öncüler de, Rus İmparatorluğundan geliyorlardı. Bunlar 19. yüzyıl Panslavizm modelinden etkilenmişlerdi.
1904’te, Rus İmparatorluğundan bir Tatar olan Akçuraoğlu Yusuf (Yusuf Akçura), basıldıktan kısa bir süre sonra Pantürkçülerin manifestosu haline gelen Üç Tarz-ı Siyaset adlı risaleyi yayınladı. İlkin sürgündeki Türkler tarafından Kahire’de basılan bu ünlü manifestoda Akçuraoğlu Yusuf, Osmanlıcılık ve Panislâmizm’in etkili olmasının önündeki temel tarihsel engelleri değerlendirir ve İttihad-ı Etrak’ın (Türklerin birliği) veya daha sonraki ismiyle Türkçülüğün,8 Türk milletini yaşatabilecek tek siyaset olduğunu savunur. “Düşüncesinin Osmanlı İmparatorluğu dışında”, özellikle Kafkasya ve kuzey İran’da, “taraftarları olup olmadığını bilmediğini” söyler, fakat yakın bir gelecekte Türk kimliği hakkındaki görüşlerinin nerede yaşarlarsa yaşasınlar pek çok Türk’ün desteğini alacağı umudunu dile getirir.9
İttihad-ı Etrak Osmanlı İmparatorluğunda kısa sürede siyasî partiler ve “kültürel dernekler” tarafından bir “tarz-ı siyaset” olarak benimsendi. 1908’de İstanbul’da, “Türk diye anılan bütün kavimlerin mazi ve haldeki faaliyetlerini ve şartlarını” araştırmak için Türk Derneği kuruldu.10 25 Aralık 1908’de yayınlanan kuruluş bildirgesine göre dernek, “Osmanlı Türkçesi’nin memâlik-i ecnebiyede mehmâemken intişarına sa’y ü ikdâm eyleyecektir” (Osmanlı Türkçesi’nin yabancı ülkelerde yaygınlaşması için gayret gösterecektir). Ayrıca ilk olarak, Balkanlar, Avusturya, Rusya, İran, Afrika, Orta Asya ve Çin’deki Türkler Osmanlı Türkçesi’ne alıştırılacaktı (“Balkan hükûmâtında, Avusturya’da, Rusya’da, İran’da, Afrika’da, Asya ortasında ve Çin’de bulunan Türkler Osmanlı Türkçesi’ne alıştırılır ise…”). Azerbaycan, Kaşgar, Buhara, Hive vb. yerlerdeki diller Osmanlı ticaretinin yararı için Osmanlı Türkçesi’ne benzeyecek şekilde reformdan geçirilecekti (“bütün Osmanlıları ticaret cihetinden de müstefid kılmak için onların ileride saha-i ticaretleri bulunacak olan Azerbaycan, Afganistan, Kaşgar, Buhara ve Hive gibi memâlikin lisanlarını –Tüten bilistifade– Osmanlı Türkçesi’ne ve hatta merkez şivesine kolaylıkla yaklaştırmaya çalışacaktır”).11 Türk Derneği’nin ardından Türk Ocağı adında başka bir dernek kuruldu. 1912’de yazılan manifestosunda dernek, temel amacını şu şekilde açıklamıştı: “İslâm kavimlerinin başlıca mühimmi olan Türklerin millî terbiye ve İlmî, İçtimaî, İktisadî seviyelerinin terakki ve itilasıyla Türk ırk ve dilinin kemâline çalışmak.”12
Kafkasya Azerbaycanı’nda Pantürkizm’in öncüleriyse, İran meşrutiyet hareketinin durmasından, 1905 Rus devriminin başarısızlığa uğramasından ve Avrupa’daki sosyal demokrat hareketin kriz içinde olmasından hayal kırıklığına uğrayan, İstanbul’da yaşayan Azerî elitti. İçlerinden İran’daki reformcu harekete sempati duyanlar, bütün dikkatlerini Tebriz ve Tahran’dan İstanbul’a çevirdiler. Jön Türklerin İstanbul’u, Çarlık Rusyası’ndan gelen Azerî elit için yeni bir sığınaktı, burada Türkî halklar arasında birlik çağrısında bulunuluyordu. Bu elit, tecrit duygularının gittikçe artan etkisi altında, etnik kültür ve tarihi, ayrıca bunların taşıdığı siyasî önemi çalışmaya yöneldi. Ali Hüseyinzade, Ahmed Agayev ve daha sonra Muhammed Emin Resulzade’nin görüşleri, İttihat ve Terakki tarafından hemen benimsendi, hatta bazılarına, yeni Osmanlı yönetiminde görevler verildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda Pantürkizm propagandasını yapan başlıca dergi Türk Yurdu, İstanbul’da yayınına başladığı zaman, bunların hepsi derginin önde gelen yazarları arasındaydı. Hatta, yazılarının birinde Ahmet Agayev, Osmanlıları, İran Azerîlerini Türk değil, İranlı gördükleri için eleştirdi.13 “İran Türkleri” başlıklı bir dizi makalede

Muhammed Emin Resulzade de, İran’daki Türkî azınlıkların ve millî kimliklerinin ayrıntılı bir analizini sundu.14
Savaş yılları sırasında, hâlâ Çarlık siyasî yönetimi altında bulunan Bakü’de Pantürkist faaliyetler, esas olarak, belirli dergilerin yayınlanmasıyla sınırlı kaldı. Savaş sırasında Çarlık yönetime mutlak itaat sergileyen Yeni Füyuzat ve Şâlâle gibi dergiler, esas misyon olarak, Azerî dilinin sadeleşmesini gördüler. Osmanlı İmparatorluğu’nda milliyetçi çevrelerin yaptığı gibi, Arapça ve Farsça kelimeleri atıp yerlerine saf Türkçe kelimeler koymaya çalışıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğundaki Pantürkist derneklerin etkinlikleri hakkındaki haberler Şâlâle dergisinin editörü İsa Bey Aşurbeyli tarafından sıkça yazıldıysa da, İran Azerbaycanı sorunu bu tür dergiler tarafından ihmal edildi. Anlaşılan, gizli gündemlerinde Osmanlılarla daha sıkı bağların kurulması, İran Azerîleriyle birleşmeye göre öncelik taşıyordu.15
Kafkasya’da Türkçülüğe bakış, 1913’te, Romanov hanedanının üç yüzüncü yıldönümü dolayısıyla Bakü’de genel af ilan edildiği zaman, bir ölçüde değişti. Birkaç yıl önce, Tahran’ın önde gelen gazetelerinden İran-i Nev’i çıkarmış olan ünlü sosyal demokrat Resulzade gibi siyasî eylemciler, bu afla, Çarlık Rusyası’na döndü. Resulzade Bakü’ye dönünce kendi gazetesini yayınlamaya başladı. Açıksöz’ün ilk sayısı Ekim 1914’te çıktı ve yayını Mart 1918’e kadar devam etti. Çarlık idaresi altında gazete, kendini “siyasî, içtimaî ve edebî bir Türk gazetesi” olarak tanımladı ve çarlık idaresine yakın, savaş politikasını destekleyen bir bakış açısı benimsedi. Aynı zamanda dikkatini, belli bir ölçüde İran’a ve İran Azerbaycanı’na yöneltti. İran’la ilgili haberleri verme fırsatı bulduğu zaman, İran Demokratlarına sempatisini dile getirdi.16 Fakat, Rus Devrimi’nden sonra tavrını değiştirdi ve birdenbire açık bir Osmanlı taraftarı politika benimseyerek türklamé, islamlamé va mu’asirlamé (Türkleşme, İslâmlaşma ve Muasırlaşma) çağrısında bulunmaya başladı.
18 Ekim 1917’de Bakü’de Türk Ocağı’nın bir şubesi açıldı. Faaliyetlerinin sadece kültürel alanla sınırlı olduğunu belirten yeni derneğin amaçları arasında “genç nesle tarihsel Türklük mirasını tanıtmak ve Türklük şuurlarını, okullar açarak, konferanslar düzenleyerek ve kitaplar yayınlayarak pekiştirmek” de vardı.17 Açık Söz derneğin şube açmasını memnuniyetle karşılamakla kalmadı, faaliyetlerine geniş yer ayırdı, Bakü’de sık sık düzenlenen toplantıları haber verdi ve konferanslarında yapılan konuşmaları yayınladı. Bu uzun makalelerin çoğu, Güney Kafkasya Müslüman halklarının tarih ve kültürlerinin farklı yönleriyle ilgiliydi. Anlaşılan, bu aşamada Bakü’de hiç kimse, Kafkasya’nın güneyindeki toprağa “Azerbaycan” denmesiyle ilgilenmedi. “Türk milleti” veya “Qafqaziya müsalman Xalki” (Kafkasya Müslüman halkı) bölgenin sakinlerini tanımlamak için sık kullanılan ifadelerdi. Hatta 29 Nisan 1917’de Bakü’de toplanan ilk Kurucu Meclis, Kafkasya Müslümanları Umumî Meclisi adını almıştı.
Moskova’da Ekim 1917’de Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesine yol açan siyasî kargaşanın sonuçlarından biri, Kafkasya’da iktidar boşluğu doğmasıydı. Bir ay sonra, Tiflis’te bir Transkafkasya Komiserliği kuruldu ve “Kafkasyalı ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakları” olduğunu ilan etti. O sırada Ermeni Daşnakların ve Gürcü Menşeviklerin bölgenin büyük bir kısmında kendi iktidarlarını kurmak için hazır oldukları açıktı. Bakü Kurucu Meclisi’nde mutlak bir çoğunluğa sahip olan Bakü Müsavatçıları acil siyasî eylem için zamanın gelmiş olduğunu gördüler. Anlaşılan, çarlık yıkıldığına göre, Müsavatçılar, artık hesaplarını bölgede tartışmasız egemen güç olarak görülen Osmanlılar üzerine yapıyorlardı. Müsavatçıların Ermeni ve Gürcülerle mücadelelerinde amaçları, olabildiğince geniş bir arazide kontrol sahibi olmaktı. “Bakü ve Gence bölgesinin yanında, Dağıstan’ın Müslüman nüfusu, kuzey Kafkasya, Zakatala’daki ana dili Gürcüce olan Müslüman İngilolar, Erivan ve Kars’ın Türk sakinleri, hatta Karadeniz’in güney kıyısındaki Gürcüce konuşan Müslüman Acarlar” üzerinde hak iddia ettiler.18 Ayrıca, Azerice konuşan halkın çoğunluğu kuzey İran’da geniş bir bölgede yaşadığından, nihaî umutları, İran’daki Azerî liderleri, önerdikleri birlik projesini desteklemeye ikna etmekti. Sonuç olarak, Ekim 1917’de Tebriz’e bir elçi gitti, yerel politikacılarla konuştu ve İran’dan ayrılıp Bakü’yle, büyük bir federasyon içinde birleşmelerini önerdi. Fakat öneri, Azerî Demokratlar tarafından reddedildi.19
Bu başarısızlıktan sonra Müsavatçılar, Ocak 1918’de Açık Söz’de yayınlanan bir yazıda, ilk defa İran Azerbaycanı meselesini ele aldılar. Yazar, kibirli bir tarzla, Azerbaycan’ın tarihsel sınırlarının kuzeyde Kafkasya dağlarına, güneyde Kirmanşah’a, batıda Tiflis’e ve doğuda Hazar Denizi’ne uzandığını ileri sürüyordu. Rus yayılmacıları ve İran yönetici sınıfı, Azerbaycan ulusunun parçalanmasına yol açan politikalar izlemekle suçlanıyordu. Ayrıca, yazara göre, “Güney Kafkasya Müslümanlarının topraklarını Azerbaycan olarak tanımlamaları” ve “güneydeki kardeşlerinin bir gün onlarla birleşebileceklerini” umut etmeleri “doğal haklarıydı”.20
İlginçtir ki, bu irredantist propagandaya ilk tepki, Bakü’de yaşayan İranlı bir Demokrat grubundan geldi. 20. yüzyılın başından beri Kafkasya’nın gelişen ekonomisi, pek çok İranlı’yı bölgeye çekmişti, bunların çoğu İran’ın kuzeyinden gelen Azerîlerdi. Fakat, aynı dili konuşmalarına rağmen, kolayca asimile olmadılar. Kafkasya bölgesinde “hemşehri” olarak anıldılar ve kendilerini yerel nüfustan farklı gösteren ayrı bir kimlik duygusunu korudular.21
Bakü’deki İranlılar arasında faaliyet gösteren çeşitli örgütler içinde İran Demokrat Partisi’nin yerel örgütü en aktif olanı, en fazla öne çıkanıydı. Partinin Bakü Komitesi 1914’te kuruldu ve Bakü ve civar bölgelerdeki İranlılar arasından üye topladı. Onların yaklaşımına göre, Açık Söz’ün yazısında dile getirilen görüş, İran’ın egemenliğini ve toprak bütünlüğünü tehdit eden Pantürkist bir komplodan başka bir şey değildi. Kısa bir süre sonra, İran’ın birliğini zayıflatmaya yönelik bu tür girişimlerden duydukları rahatsızlıkla bölgede kendi siyasî kampanyalarını başlattılar. 10 Şubat 1918’de, Demokratlar iki dilli bir gazete, Azarbaycan, Cüz-i lâ-yenfekk-i İran’ı (Azerbaycan, İran’ın Bölünmez Parçası) yayınlamaya başladırlar.22 “Azarbaycan” gazetenin üst kısmında büyük harflerle yazılırken, Cüz-i lâ-yenfekk-i İran, daha küçük harflerle Azarbaycan‘ın son harfi ‘n’ içinde yazılıyordu. Daha sonra, Bakü’de siyasî bir eylemci olan Selâmullah Cavid, “gazetenin yayınlanma kararının yerel düzeyde Demokratlar tarafından alındığını ve bunun, Açık Söz tarafından başlatılan irredantist propagandaya doğrudan bir cevap olduğunu” belirtmiştir.23
İran’da siyasî değişimi ve reformu savunmasına ek olarak gazete, misyonunun “ülkenin muzaffer geçmişini ve tarihsel devamlılığını göstermek”24 ve “İranlıların millî şuurunu zayıflatacak herhangi bir girişimi engellemek” olduğunu duyurdu.25 Gazete, Azerbaycan adını ve “İran tarihindeki anahtar konumunu” yüceltirken, sık sık, “Azerbaycan’ın İran’ın tümünü yönettiği yüzyıllardan” bahsetti. Benzer şekilde, Azerbaycan’ın İran’ın geri kalanıyla ortak bir tarihi bulunduğunu, özgüveni ve İran’a aidiyet hissini güçlendirmek için çalıştığını vurguladı. Azerbaycan’ın coğrafî olarak sınır bölgesi konumuna işaret ederek, yabancı düşmanlara karşı koymanın ve ülkenin “millî gururu”nun ve “toprak bütünlüğü“nün korunmasının “Azerîlerin görevi olduğunu” beyan etti. Gazete, bu yabancıların veya kendi ifadeleriyle ‘işgalcilerin’ ismini hiçbir zaman yazmadı; bununla birlikte, “emellerinin her zaman İran’ın toprak bütünlüğünü ve siyasî egemenliğini zayıflatmak olduğunu” dile getirdi. Ayrıca Azerîleri, İran Meşrutiyet Devrimi’ni gerçekleştiren başlıca grup olarak tasvir ederek, ülkenin toprak bütünlüğünün biricik muhafızları olarak tanımlamaya çalıştı.
İran gibi, Farsların ülkeye adını veren etnik grubu oluşturdukları, farklı etnik toplulukları barındıran bir toplumda şöyle bir olgu karşımıza çıkıyor: İran dışında, üstelik kendi dillerinin konuşulduğu bir coğrafyada yaşayan Azerîler, etnik milliyetçilikten uzak durarak, İran devletine bağlı bir yurtseverlik anlayışını ve İran milliyetçiliğini savundular. Yani, siyasî sadakatleri ve inşa edilmiş “siyasî yapıya” güvenleri, diğer sadakat bağlarının, özellikle kendi etnik gruplarına sadakatlerinin önüne geçmişti. Anlaşılan, Staatsvolk’un (devlet halkı) devlete göre tanımlandığı 19. yüzyılın “tarihsel ulus” anlayışına bağlıydılar. Onlara göre, İranlılar, bir Büyük Rusya’nın ya da bir Büyük Almanya’nın farklı coğrafyalara dağılmış mensupları gibi, bir devletle birlikte düşünülecek bir topluluk oluşturuyorlardı. Sonuç olarak, Pantürkist propagandaya karşı, “milletin kökeni ile bugünü arasındaki boşluğu doldurabilecek köklü bir geçmişle önemli ve kesintisiz bir bağ kurarak” İranlı kimliklerini korumaya çalıştılar.26 Nipperdey’in doğru bir şekilde işaret ettiği gibi, romantik ulusçuluk onların siyasî eylemleri için itici güç oldu: “Olması gerekenle ilgili talepleriyle kültürel kimlik, siyasî sonuçlar getirmiştir: Onların [halkın] gelişebileceği tek ortam, onları koruyabilecek tek güç ve bireyleri bir ulus içinde bütünleştirmek için tek gerçek imkân olan ortak bir devlet.”27 Etkili bir siyasî programla Azerbaycan, Cüz-i lâ-yenfekk-i İran, ilk sayısında belirlediği amacı için çalıştı ve Bakü Komünü olarak bilinen gelişmeden, yani Bolşeviklerin Bakü’yü ele geçirmelerinden sonra da yayınlanmaya devam etti. Fakat Mayıs 1918’de, Müsavatçıların, iktidarı tekrar ele geçirip kendi millî hükümetlerini oluşturduğu zaman kapanmaya zorlandı. Önceki beş ayda Açık Söz’ün yayınını durdurmak zorunda kalan Müsavatçılar, dönüşlerinde, Eylül 1918’de, Azerbaycan adındaki yeni gazetelerini yayınlamaya başladılar. Gazeteleri için, Bakü’de İran Demokratlarının dört ay önce kullandığı adın aynısını benimsemekle Müsavatçılar, müstakbel bağımsız devletlerine vermek niyetinde oldukları isme bağlılıklarını göstermiş oldular.
OSMANLILARIN GERİ DÖNÜŞÜ

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra siyasî ortam, hem Anadolu’da hem Kafkasya’da büyük ölçüde değişmişti. Çarlık imparatorluğu devrim rüzgârlarıyla yok olmuştu. Osmanlılar da, imparatorluklarından geriye kalan parçaları bir araya getirmeye çalışıyorlardı. Osmanlılar, kısa süren ilk işgalleri sırasında, İran Azerîleri arasında Pantürkist propaganda yapma fırsatı bulmamış olsalar da, İT, 1917 devriminin yarattığı fırsattan ve eski düşmanlarının çöküşünden yararlanıp, kuzey İran’da artık yeni bir Pantürkist kampanyaya girişti. Bir İngiliz diplomatı şunları söylemiştir: “Türkiye Transkafkasya (Bakü) Tatarlarıyla çok sıkı fıkı ve bunlar Azerbaycan’ı kendi çıkarları için istiyorlar… Kuzey İran Türkiye için, Orta Asya Turanîleriyle bir bağlantı olarak vazgeçilmezdir. “28 Nisan 1918’in ortalarında, Osmanlı ordusu Azerbaycan’ı ikinci defa işgal etti. Bölgede Teşkilât-ı Mahsusa29 faaliyetlerinin koordinatörü olan Yusuf Ziya,30 İran’daki Osmanlı askerlerine siyasî danışman olarak atandı. Çok geçmeden Teşkilât-ı Mahsusa Tebriz’e küçük bir Pantürkist grup getirdi, bölgede Pantürkizm propagandası için Osmanlıların başlıca aracı olan Azarabadegan adında Azerîce bir gazete çıkarılmaya başlandı.31 Gazetenin editörlüğü, oradan bir Azerî’ye, daha sonra Fars edebiyatında yeniliklerin ortaya çıkmasında öncü rolüyle tanınan Taki Rif’at’a teklif edildi.
Beklentilerinin aksine Osmanlılar, Azerbaycan’da etkileyici bir başarı sağlayamadılar. Bölge aylarca

Osmanlı askerlerinin işgali altında göründü, ama Pantürkizm’i kabul ettirme çalışmaları başarısızlıkla sonuçlandı. Osmanlılar, Tebriz’e geldiklerinden beri, yerel siyasî partilerden hiçbir destek kazanamamıştı ve yerel Demokratlarla ilişkileri özellikle gerilmişti. Zaman geçtikçe Demokratlarla ilişkileri, Demokratların popüler radikal lideri Muhammed Hiyâbânî ve iki yoldaşı Nevbârî ve Bademci’yi yakalayıp onları, Kars’a sürgüne gönderecek kadar kötüleşti.32 Hiyâbânî “İslâm kuvvetlerine karşı Ermenilerle işbirliği yapmakla” suçlandı,33 müdahalelerinin ilk sonucu ise, bölgenin kontrolünü ele geçirmeye hazırlanan Demokratlar arasında ciddi bir Osmanlı aleyhtarlığı uyandırması oldu.
1918’in yazı, İran topraklarında askerlerini konuşlandırdıktan sonra, Osmanlılar için bir balayı dönemi gibi göründü. Aras’ın kuzeyindeki bölgeyi işgal etmek, planlarında bundan sonraki mantıklı adımdı. Eylül 1918’de Bakü’nün ele geçirilmesiyle birlikte, Turan rüyaları yavaş yavaş gerçekleşiyor gibi görünüyordu: Artık Aras’ın hem kuzey hem de güney bölgesi kontrolleri altındaydı. Fakat savaşın sonunun yaklaşması ve ülke içinde –iaşe krizinin büyüklüğünü bir tarafa bırakalım– artan bir siyasî sorunla birlikte İttihat ve Terakki lider kadrosu, tahayyül edilen imparatorluğun periferisine değil, merkezine öncelik vermek zorunda kaldı. Yeni işgal edilen topraklardan Osmanlı Devleti’ne büyük ölçekte sığır ve tahıl ithalatının dolaysız bir sonucu, yerel nüfusun artan hoşnutsuzluğuydu. 23 Eylül 1918’de, İran’ın toprak bütünlüğünü onaylayan bir Osmanlı-Alman protokolü imzalandı, fakat Osmanlılar batı cephesinde vahim bir tabloyla karşı karşıyaydı, 30 Eylül’de Bulgaristan teslim olmak zorunda kaldı. Bundan sonra, savaşa devam etmenin Osmanlılar için imkânsız olduğu açıktı. 9 Ekim’de, İttihat ve Terakki hükümeti düştü. Yeni İzzet Paşa hükümeti İtilaf Devletleriyle ateşkes antlaşması imzaladı.
24 Haziran 1920’de sürgünden Tebriz’e dönen Hiyâbânî, yerel bir hükümetin kurulduğunu duyurdu. Duyuru, merkezî hükümetin bölge temsilciliğinin olduğu Ali Kapı’da gösteri ve törenle yapıldı. Siyasî kültürün zenofobinin egemenliği altında olduğu bir ülkede, Hiyâbânî ve ona yakın Demokratlar için temel meselelerden biri, yabancı güçlerle ilişkilerini mümkün olduğu kadar tam bir şekilde nasıl koparacaklarıydı. Osmanlılarla ilişkileri, Osmanlıların Hiyâbânî’ye karşı davranışları düşünüldüğünde, soğuk ve mesafeli kaldı. Fakat onları daha âcil ilgilendiren mesele, Kafkasya’yı kasıp kavuran siyasî kargaşalar karşısında konumlarını nasıl savunacaklarıydı.
27 Mayıs 1918’de, Aras Nehri’nin kuzeyi ile Transkafkasya’nın güneydoğusundaki alanda yeni Azerbaycan Cumhuriyeti kurulduğunda, “Azerbaycan” adının benimsenmesi İran’da, özellikle Azerî entelektüeller arasında şaşkınlığa neden oldu. Hiyâbânî ve ona yakın Demokratlar, kendilerini Transkafkasyalılardan ayırmak için, İran Azerbaycanı’nın ismini Azadistan (Özgürlük Ülkesi) olarak değiştirmeye karar verdiler.34 Bu kararı meşrulaştırmak için, Azerbaycan’ın İran’da meşrutî düzeni kurmak için yapılan mücadelede oynadığı “kahramanca role” işaret ettiler; onlara göre bu, Azadistan isminin benimsenmesini makûl kılıyordu.35
TOPRAĞA DAYALI MİLLİYETÇİLİKTEN ANA ETNİK GRUBA DAYALI MİLLİYETÇİLİĞE

Bolşevikler ile İttihat ve Terakki liderliğinin yakın işbirliğinin bir sonucu olarak 1920’lerde Müsavatçıların düşüşü, Osmanlı yanlısı Azerî entelijensiyada büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Bu işbirliği Bolşevikler için kazançlıydı, oysa bölgede bulunan İttihatçılar, hâlâ, farklı yollara başvurarak eski rüyalarını gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. Bir İngiliz istihbarat raporunda şöyle denmektedir:
Hatırlanacağı üzere, Bakü’nün talihsiz “Müsavat” hükümeti, esasen çok sayıda Türk İttihatçı’nın

verdiği yardımın bir sonucu olarak, Komünistler tarafından başarılı bir şekilde devrildi. İttihatçıların Bakü’deki Türk Komünist Partisi’ne sızmaları halen devam etmektedir; bu yolla, zaman içinde mutlak bir denetim kurmaya ve Gürcistan ve Azerbaycan’ın kontrolünü, Orta Asya’daki planlarıyla onları bağlamak üzere, kazanmaya çalışmaktadırlar… Bundan dolayı, İttihatçıların düşüncesi, enerjik bir şekilde takip ettikleri planlarını gerçekleştirmeye yaradığı sürece, Rusya’yla ittifakını devam ettirmektir.36
Sovyet iktidarının Kafkasya’da, Gürcistan’ın Mart 1921’de ele geçirilmesiyle nihaî olarak pekişmesi, yeni doğan Sovyet yönetimine diplomatik manevrada bir değişiklik yapmak için zemin yarattı. Şubat’ta, Sovyet-İran Antlaşması imzalandı ve bunu, Mart 1921’de, Türkiye’yle bir barış antlaşması takip etti. Güney sınırını Aras’a kadar genişleten Sovyet yönetimi, İran toprakları üzerinde herhangi bir milliyetçi talebi resmî olarak yasaklayarak, İran’a yönelik kontrollü bir politika takip etti.
Hiyâbânî ayaklanmasının trajik sonucu ve ardından Horasan ve Gilan ayaklanmalarının bastırılması, İran’daki Demokratların tam anlamıyla dağılmasına yol açtı. İçlerinden, çoğunlukla Azerî kökenden olmayan bir grup, bölgede, Türkî olmayan halkın desteğini almanın bir yolu olarak Osmanlıların propagandasını yaptığı Panislâmizm’e sarıldı. Demokratlar arasında diğer bir grup, parti yoldaşlarının başlattığı bölgesel harekete destek vermeye yanaşmadı. Daha sonra, reform yanlısı yeni bir entelektüel grup, yavaş yavaş İran siyaset sahnesinde belirdi. Toplumu anlama tarzları, Batı Avrupa kökenli sosyo-politik fikirlere dayanıyordu. Siyasî görüşlerindeki farklılıklara rağmen, onları ülkede eğitim görmüş kişilerden ayıran nokta, referans aldıkları toplum modeliydi. Batı Avrupa modeli, tanımı gereği, ulus ve devlet kavramları çerçevesinde kurulmuş olan sınıflı bir toplumu öngörüyordu. Yalnızca başkentte bulunan güçlü bir merkezî hükümetin, ülkenin toprak bütünlüğünü koruyarak bütün İran’da reformları uygulayabileceğine inanıyorlardı. Benzer şekilde, İran’da modernleşme ve modern devlet inşasının, sınırlı bir kültürel çeşitlilik ve yüksek düzeyde etnik homojenlik gerektireceğine inanmışlardı. İran ancak, kendi tanımladıkları şekliyle bir ulus-devletin önkoşullarını yerine getirdiği, yani “pratikte devletin hemen hemen bütün sakinleri ulusun tek bir öznel fikriyle özdeşleştiği ve bu ulus bütün emel ve gayelerde birleştiği”37 zaman, onlar İran’ın toprak bütünlüğünü korumaya yönelik ümitlerini gerçekçi bir şekilde sürdürebileceklerdi.
Yeni doğan Türkiye devletinde, Türk Ocağı aktivistleri, kendi kendini sınırlayan Kemalist rejim içinde yeni bir sığınak bulmaya çalıştılar. 1923’te Yeni Mecmua isimli Türk dergisi, İstanbul’da Türk Ocağı tarafından Azerbaycan üzerine düzenlenen bir konferansın haberini veriyordu. Konferans sırasında, eski bir Teşkilât-ı Mahsusa üyesi ve ünlü bir Pantürkist olan Ruşeni Berkin İran hükümetini, İran’da yaşayan Azerîlere karşı zalim ve baskıcı politikalar izlemekle suçladı. İran’daki bütün Azerîleri yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’yle birleşmeye çağırdı.38
Buna cevap olarak, Berlin’de yayınlanan bir dergi olan İranşehr (İran Yurdu) ve Tahran merkezli bir dergi olan Ayende (Gelecek), Pantürkizm’i eleştiren bir dizi makale yayınladılar ve İran’da yeni başlayan, ülkeye adını veren etnik gruba dayalı milliyetçiliğin öncüleri oldular. İranşehr tarihsel temelleri ortaya koymaya girişirken, Ayende, bütün İranlıları tek bir ulus olarak “birleştirmek” ve “Farslaştırmak” için gerekli koşulları sıralıyordu.39 “Dilde, giyimde, âdetlerde ve buna benzer şeylerde” bölgesel farklılıkların tasfiyesini savunan Ayende, standartlaşmış, homojen ve ülkeye adını veren etnik grubun merkezden güçlendirilen yüksek kültürüne dayanan bir “ulusal birlik” talep ediyordu:
Kürtler, Lorlar, Kaşvailer, Araplar, Türkler, Türkmenler vs., değişik giysiler giyerek veya değişik bir dil konuşarak birbirlerinden farklılaşmamalıdırlar. Bana göre, İran’da, âdetler, giyim vs.’de ulusal birlik sağlanıncaya kadar, siyasî bağımsızlığımız ve coğrafî bütünlüğümüzün tehdit altında olma ihtimalini hep hissedeceğiz.40
Farsça’nın statüsünü bir lingua franca olmanın ötesine çıkarıp, özellikle Türkçe ve Arapça’dan alınmış kelimelerden arındırmadaki ısrarları, yeni inşa edilmiş duyguya filolojik bir milliyetçilik şekli verdi. Daha sonra, filologlar grotesk ve gerçekçi olmayan yeni kelimeler üreteceklerdi – “mahremân-müstakim” (doğrudan-mahrem) yerine “kes nedânedsehi” kelimelerinin getirilmesi gibi. Bundan başka, sadeleştirme kampanyaları, doğal olarak, dilsel alanın ötesine taştı ve İran tarihi alanına da yayıldı. Tarihin yeniden yazılmasıyla, sınırları içerisindeki bütün ‘yabancı’ ve ‘ilkel unsurlar’dan temizlenmiş, uzun bir tarihsel kimliği olan bir ‘saf İran’ yaratıldı. Böyle bir kimlik, nihaî olarak, İranlı olmayanların olumsuz imgelerine bağlıydı. Milliyetçi söylemde “sarı ve yeşil tehlikeler”41 olarak nitelenen Türkler ve daha sonra Araplar, yeni İran kimliğinin inşasında mutlak gerekli ‘ötekiler‘ olarak işlev gördüler. Zamanla, özedönüşçü milliyetçiliğin bu türünün taraftarları, İran tarih yazıcılığında, her şeyden önce İran kültüründeki devamlılığa vurgu yapan ve ülkenin İslâm öncesi değerlerini öne çıkaran bir akımın kurucuları oldular.
Ayrıca, mutlak bir hükümdar idaresinde modern ulus-devlet inşasında Batı Avrupa modelini benimseyerek İranlı milliyetçiler, manifestolarında bürokratik etkililiği, belirgin coğrafî sınırları ve homojenleşmiş ve coğrafî açıdan sabit bir nüfusu savundular. Bu nüfus vergilendirilecek, askere alınacak ve modern ‘yurttaş’a dönüştürülecek şekilde yönetilecekti. Rıza Şah tahta çıktığı zaman, bu milliyetçiler tarafından dile getirilen bütün talepleri benimsedi. Aslında, “tek ülke-tek ulus” için proje artık önünde hazır bekliyordu.
SONUÇ

20. yüzyılın başlarında Ortadoğu’yu etkileyen en önemli siyasî gelişmeler, Osmanlı ve Rus imparatorluklarının çöküşüydü. Bütün Türkleri içine alan büyük bir vatan fikri, Pan-türkizm’in propagandasını yapıp yaydığı temel fikirdi. Pantürkizm, İttihat ve Terakki tarafından bir ideolojik ilke olarak neredeyse birdenbire benimsenmiş ve bir süre sonra Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan topraklarda başka siyasî gruplar da bu ideolojiye sahip çıkmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, Pantürkist propaganda özellikle Güney Kafkasya, İran Azerbaycanı ve Türkistan’da Türk dili konuşan halklar arasında yoğunlaştırıldı, nihaî amaç, bu halkları parçası oldukları devletlerden ayrılıp yeni Pantürkik anavatanla birleşmeye ikna etmekti. İlginçtir ki, İran Azerîlerine yönelik bu çağrı, Pantürkistlerin emellerinin tam tersi bir sonuç verdi, küçük bir Azerî entelektüel grubunun, İran’ın toprak bütünlüğü ve egemenliğinin en keskin savunucuları olmalarına yol açtı.
Avrupa’da, “romantik milliyetçilik, muhtemelen modernizmin yarattığı hasara, yeni ve daha geniş bir aidiyet hissi, yeni sosyal bağlar, kimlik ve anlam getiren ve her şeyi kapsayan büyük bir oluşum, kişinin kökeninden parlak bir geleceğe uzanan yeni bir tarih anlayışı sağlayarak karşılık vermişti,”42 İran’da da bu milliyetçilik türü, meşrutiyet hareketinden sonra, ülkenin toprak bütünlüğünü tehdit eden yayılmacı politikalara karşı bir tepki olarak, Azerî Demokratlar tarafından benimsenmişti. Onlara göre, toprak bütünlüğünün sağlanması, toplumda hukukun üstünlüğünün ve hem kolektif hem de bireysel hakları koruyacak bir modern devletin kurulması yolunda gerekli bir adımdı. İşte bu bağlamda, siyasî sadakatleri, etnik ve bölgesel diğer aidiyetlerinin önüne geçti. Meşrutiyet hareketinden sonra Demokratların İran siyaset sahnesindeki başarısızlıkları ve modern devlet inşasının başlaması, ülkeye adını veren etnik grubun kültürel milliyetçiliğinin doğmasına zemin hazırladı. Bütünleştirici politikaların benimsenmesi, İran’ın toprak bütünlüğünü korumasını ve İranlıların çoğunluğuna emin ve sağlam bir millî kimlik sağlamasına karşın, meşrutiyet hareketinin hukuk ve düzen temelinde bir toplum yaratılması isteği gibi diğer taleplerinin açıkça göz ardı edilmesi, ülkede siyasî bir kimlik arayışının sona ermemesine yol açtı.

SEVR VE LOZAN’IN BAŞKA TARİHİ

TANER AKÇAM

TÜRKİYE’DE EGEMEN tarih anlayışı, Kurtuluş Savaşı’nı esas olarak bir “Toprak ve Sınır Savaşı” olarak ele alır. Bu bakışı kabaca şöyle özetleyebiliriz: “1918-1923 arasında yaşananlar, Birinci Cihan Harbi sonunda, elinde kalan son toprak parçasını korumak isteyen Türkler ile bu toprakları aralarında paylaşmak isteyen diğer uluslar arasındaki bir savaştı. Biz Türkler, esas olarak, 1918 Mondros silah bırakışması antlaşmasıyla belirlenmiş, daha sonra “Misak-ı Millî” olarak ilan ettiğimiz toprakları ve sınırları korumak istedik. Buna karşı, Ermeni, Yunan, Kürt gibi diğer uluslar ise, özellikle İngilizlerin desteğiyle, kendi ulusal devletlerini kurmak ve Anadolu’yu, İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla anlaşarak aralarında paylaşmak istediler.”
Bu bakış açısıyla ele alınan tarih anlayışını sembolize eden iki önemli antlaşma Sevr ve Lozan’dır. Sevr Antlaşması, Anadolu’nun taksimini esas olarak, Türkler dışındaki uluslar lehine karara bağlamıştır. Bu nedenle Türkler açısından Sevr “kara bir leke”dir. Nitekim antlaşmayı imzalayan Osmanlı yöneticileri, Ankara Hareketi tarafından, “hain” ilan edilerek “idam” cezasına çarptırılmışlardır. Ermeni, Yunan, Kürt toplulukları ise Sevr Antlaşması’nı, toprak beklentilerini tam yansıtmıyor olsa bile, esas olarak kendi lehlerine çözdüğü için “kaçırılmış tarihî bir fırsat” olarak değerlendirir. Benzeri tutum Lozan Antlaşması konusunda gözlenir. Lozan, Anadolu’da Türk egemenliğini garanti altına alır. Bundan dolayı biz Türkler için, bir “yoktan var oluş”un sembolüdür. Diğer uluslar ise Lozan Antlaşması’nı, tarihî bir haksızlık olarak değerlendirirler.
Zannediyorum şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Sevr ve Lozan hakkındaki kanaatleri birbirinin tam tersi de olsa, tüm topluluklar Sevr ve Lozan’da simgeleşen çatışmaların, esasta bir “Toprak ve Sınır Savaşı” olduğunu kabul etmektedirler. Ana tartışma ise, “toprak ve sınırın” nereden çekilmesi gerektiği, kimin haklı olduğu, kimin haksızlığa uğradığı noktasında yapılmaktadır. Şüphesiz gelişmeler, sonuçta toprakların nasıl paylaşılması gerektiği konusunda düğümlenmişti. Fakat tarihî gelişmeleri belirleyen ana halka bu değildi. Yani Sevr ve Lozan’ın bir başka tarihi daha vardı.
Ana tezimi şöyle özetleyebilirim: 1918-1923 arası yaşananları ve Türk Kurtuluş Savaşı’nı, sadece bir “Toprak ve Sınır Savaşı” olarak ele almak, yaşanan tarihi tam olarak yansıtmaz. Bunun kadar önemli olan, hatta “Toprak ve Sınır” meselesini de esas olarak belirleyen bir başka boyut daha vardı. Bugünkü tanımıyla bu, “İnsan Hakları” boyutu idi. 1918-1923 arası yaşananları önemli ölçüde belirleyen, Osmanlı hükümetinin Birinci Cihan Harbi sırasında, Hıristiyan topluluklara karşı gündeme getirdiği katliamlardı. Savaştan galip olarak çıkan İtilaf Devletlerine egemen olan havayı şöyle özetlemek mümkündür: “Türkler” (burada dönemin tartışmalarında kullanıldığı için “Türkler” tanımını kullanıyorum. Yoksa, açıktır ki, tarihî olayları açıklamada bu tür genel kavramları kullanmak doğru olmadığı gibi, bilimsel bir tarihyazımı açısından da yanlıştır.),1 Cihan Harbi sırasında başta Ermeniler olmak üzere diğer halklara karşı katliamlar düzenlemişlerdi. Bundan dolayı “Türklerin” cezalandırılması ve diğer ulusların (Arap, Yunan, Ermeni vb.) “Türklerin” egemenliğinden kurtarılması gerekiyordu. “Türklerin” cezalandırılması iki biçimde olmalıydı. Birincisi, diğer uluslara karşı işlenmiş suçlardan dolayı sorumlu tutulan hükümet üyelerinin ve diğer memurların kişisel olarak yargılanmaları ve İkincisi, “Türklerin” mümkün olduğu kadar küçük ve zayıf bir devletle yetinmelerinin sağlanması…
Yani, Anadolu’nun değişik ulus grupları arasında paylaştırılmak istenmesinin görünürdeki ana nedeni, “Türkleri” yaptıkları barbarlıklar nedeniyle cezalandırmak arzusuydu. Özellikle Ermenileri kırıma tâbi tuttukları için, “Türklerin”, “İnsanlık Suçu” işlemiş oldukları ve bu nedenle cezalandırılmaları gerektiği, 1918 sonrası döneminin olaylarını esas olarak belirlemiştir. Kurtuluş Savaşı esas olarak bu suçlamanın ve bu suçlama nedeniyle “Türkleri”, “İnsanlık Suçu” esaslarına göre cezalandırma arzusunun ürünü olarak yaşanmıştır. Kurtuluş Savaşı boyunca oluşan tarafları, esas olarak “cezalandırma” konusundaki farklı tutumlarına bakarak tasnif etmek mümkündür.
Tarihi, “İnsan Hakları” ve bunun o dönemki ifadesi olan “Türklerin Cezalandırılması” ekseninde kurgulamak, bugüne kadarki Kurtuluş Savaşı tarihi yazımında bütünüyle devre dışı bırakılmış, ama dönemin gelişmelerini esas olarak belirlemiş bir boyutun ele alınmasını imkân dahiline sokacaktır. Bu, Osmanlı hükümetinin, daha önceye uzanan tarihî kökleri de olmakla birlikte, özellikle Cihan Harbi sırasında, diğer ulus gruplarına karşı gündeme getirdiği katliamlar konusudur. Anadolu’da şekillenen Türk Kurtuluş Hareketi’ni de esas olarak belirleyen “cezalandırma” konusunda takındığı tutumdur.
Göstermeye çalışacağım gibi, Türk Kurtuluş Hareketi, Cihan Harbi yıllarında gündeme gelmiş olan katliamların varlığını kabul ediyor, ama cezalandırmanın biçimi konusunda farklı bir tutum belirliyordu. Kurtuluş Hareketi’ne göre, cezalandırma, Cihan Harbi yıllarında, savaş ve kırım suçu işlemiş İttihatçı yöneticilerin yargılanması biçiminde olmalıydı. Hatta yargılamalar “adlen ve siyaseten elzem” görülüyordu.
Bugünkü tarihyazımına egemen olan, savaş yıllarında gündeme gelen katliamların yok sayılması veya inkâr edilmesi değildi takınılan tutum, bunlar açıkça kabul edilen hususlardı. Türk Kurtuluş Hareketi’nin itirazı sadece, cezalandırmanın, Anadolu’nun parçalanması şeklinde de gündeme getirilmek istenmesiydi. Göstermeye çalışacağım gibi, M. Kemal, savaş sırasında işlenen kırım suçunun sorumlularının yargılanmasını, Misak-ı Millî’nin tanınması için ödenmesi gereken bir bedel olarak düşünüyordu. Fakat, Batılı güçlerin, cezalandırmanın, Anadolu’nun parçalanması biçiminde de uygulama konusundaki ısrarları, Kurtuluş Savaşı’nın, sınır tarihi kadar önemli olan, hatta onu esas olarak belirleyen “İnsan Hakları” boyutunun unutulmasına yol açtı.
Bu konudaki ana iddiam şu olmaktadır: Eğer İtilaf Devletleri, Misak-ı Millî ve Kırım suçlarının cezalandırılması arasında ayrım yapmayı başarmış olsalardı, bugün çok farklı bir tarih anlatıyor olacaktık. Ama Anadolu’nun paylaşılması konusunda yapılmış antlaşmalar bu konuda en ciddi engeli teşkil etti. İtilaf Devletleri, Anadolu’yu kendi emperyal çıkarları doğrultusunda aralarında paylaşmayı tercih ettiler. Osmanlıların egemenlik haklarını tanıyarak, işlenmiş insanlık suçlarının cezalandırılmasını değil.
İTİLAF DEVLETLERİNİN TÜRKLERİN CEZALANDIRILMASI KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ

Savaş sonrası yenilen tarafın cezalandırılmasının bir kural olduğunu söyleyebiliriz. İtilaf Devletlerinin “Türkleri cezalandırmak” arzuları bu çerçevede ele alınabilir. Dört önemli faktör bu cezalandırma arzusunda belirleyici bir rol oynamıştır. Birincisi son derece özel bir nedendir. “Türkler”, Çanakkale’de İtilaf Devletlerine geçit vermeyerek savaşın en az iki yıl uzamasına ve büyük para ve insan kayıplarına neden olmuşlardı. Sevr Antlaşması’nın Türkler aleyhine çok ağır hükümler getirdiği eleştirilerine karşı Lloyd George, “Türklerin” bu nedenle bu sert cezayı hak ettiklerini söyler.2 İkinci neden, 19. yüzyılın başından itibaren somut biçimler almaya başlayan, Osmanlı Devleti’ni Büyük Güçler arasında parçalama arzusudur. 1815 Viyana Kongresi ile somut biçimler almaya başlayan ve “Şark Sorunu” adını alarak adlandırılan sorun, Osmanlı topraklarının paylaşılması isteğinden başka bir şey değildi. Özellikle Birinci Cihan Harbi eşiğinde ve harp sırasında bu konuda birçok gizli antlaşmanın yapılmış olduğu biliniyor. Mart-Nisan 1915 İstanbul Antlaşması, 26 Nisan 1915 Londra Antlaşması, 9-16 Mayıs 1916 Sykes-Picot Antlaşması, 17 Nisan 1917 Saint Jean de Maurienne Antlaşması’nın en önemlilerini oluşturdukları, bölgede, Büyük Güçler arasındaki egemenlik alanlarını ve yeni oluşacak devletlerin sınırlarını tespit eden, birbirleriyle bazı önemli farklar içeren 10’un üzerinde antlaşmanın varlığından söz edebiliriz.3
“Türklerin” cezalandırılmasını belirleyen üçüncü faktörü, kültürel boyut olarak tanımlayabiliriz. “Türklerin” Avrupa’dan kovulmaları fikri İstanbul’un fethinden beri ortadan kalkmamış bir düşünceydi. Bu fikir özellikle 18. yüzyıl sonrası büyük devletlerin Osmanlı İmparatorluğu içindeki Hıristiyan topluluklar üzerine egemenlik kurmak amacıyla kullandıkları en önemli kültürel-politik silahlardan birisi olmuş, hatta bu konuda somut siyasî projeler geliştirilmişti. Örneğin, kendisini Roma ve Bizans’ın halefi olarak gören Rus Çarlığı İstanbul’u kurtarmayı, sürekli, kültürel bir mit olarak kullanmıştır. 1774’ten sonra bu mit bir misyon haline sokulmuş, “Doğu sisteminin büyük planı” adıyla Osmanlı İmparatorluğunu yıkmaya ve yerine “Grek Devleti” kurmaya yönelik planlar hazırlanmıştı.4
Benzeri fikirler Lloyd George tarafından da sıkça dile getirilmiştir. Lloyd George, “Türklerin” Almanya yanında savaşa girmesini, Türklerle yapılması zorunlu bir nihaî hesaplaşmanın fırsatını verdiği için sevinçle karşılar. Ona göre, “Türklerin” Avrupa’dan kovulmaları, “Avrupa’nın siyasî hayatını aşağı yukarı 500 yıldan beri ifsat eden… bir mesele(dir).” Savaş ve “Türklerin” yenilgisi, bu meseleyi, “ilk ve son defa halletmek” fırsatını vermiştir. Lloyd George’a göre, “Avrupa’nın aşağı yukarı 500 yıldan beri beklediği ve bir daha da geri gelmeyecek olan bu fırsat(ın)” mutlaka kullanılması gerekiyordu.5
“Türklerin” cezalandırılması gerektiği konusundaki ileri sürülen dördüncü neden Ermeni Soykırımı iddiasıydı. Eklemek gerekir ki, özellikle, “Türklerin” Avrupa’dan kovulması gerektiği fikri tüm bir 19. yüzyıl boyunca esas olarak İnsan Hakları temelinde izah edilmişti. İnsan Haklarını ayaklar altına almış bir milletin medenî Avrupa’dan kovulması gerektiği savunuluyordu. Lloyd George’un, 10 Kasım 1914’te, Osmanlıların Almanlarla aynı safta savaşa girmeleri ile birlikte yaptığı açıklamada “Türklerin insanlığa karşı işledikleri cinayetler nedeniyle nihaî bir hesaplaşmaya çağrılmış olmalarından son derece memnunum”,6 biçimindeki sözleri bu kapsamda değerlendirilebilir. Ermeni Soykırımı iddiası ile İnsan Hakları suçlaması tepe noktasına ulaşıyor ve “Türklerin” kovulması gerektiğini savunanlar son derece önemli bir nedene sahip oluyorlardı. Çünkü Balfour’un sözleriyle: “Ermenistan ve Suriye’deki katliamlar tarihin bu mutsuz ülkelerde kaydettiği daha önceki katliamlardan çok daha korkunçtu.”7
“Cezalandırma”nın nedenleri olarak sayılan bu faktörleri iki ana başlıkta toplamak mümkündür. Birincisi, büyük devletlerin sömürgeci paylaşım amaçları ve ikincisi Osmanlı hükümetinin sürekli bir biçimde kendi tebaasına karşı gündeme getirdiği katliamlar. Özellikle bugünkü tanımlamayla “İnsan Hakları” kapsamına giren ikinci faktörün, sömürgeci amaçların üstünü örtmek için önemli bir fırsat

yarattığı bir gerçektir. Fakat, bu konudaki müdahaleleri salt bir bahane olarak ele almak doğru değildir. Hatta Osmanlılar özelinde ileri sürebiliriz ki, emperyalist çıkarların öne alınması, İnsan Hakları konusunda takınılması gereken tavrın zayıflaması sonucunu doğurmuştur. Türk Kurtuluş Savaşı, esas olarak bu iki faktörün ilişkisi ve gerilimi içinde şekillenmiştir.
Osmanlı hükümetinden kırım nedeniyle hesap sorulacağı, ilk olarak 24 Mayıs 1915’te ilan edildi. Ermenilerin kitleler halinde katledildikleri haberlerinin Avrupa’ya ulaşması üzerine yapılan ortak açıklamada, “Türkiye’nin insanlık ve medeniyet aleyhine işlediği bu suçların ışığında, İtilaf Devletleri Babıali’ye açık olarak bildirirler ki, (İtilaf Devletleri) Osmanlı hükümeti üyelerini ve onların katliama karışan elemanlarını bu suçtan dolayı kişisel olarak sorumlu tutacaklardır”8 dendi. Böylece “insanlığa karşı suçlar” ilk defa bir hukuk kategorisi olarak kullanıldı ve suçlu görülen kişilerin, yetkilerinden bağımsız olarak ceza! takibe uğrayacakları bildirildi.
1915 yılı içerisinde İngiliz hükümeti, “Türkleri” cezalandıracağına ilişkin iki ayrı açıklama daha yaptı ve yapılan katliamlar nedeniyle “Türklerin” cezalandırılması savaşın en önemli amaçlarından birisi olarak ilan edildi. Örneğin, 18 Aralık 1916 tarihinde, Başkan Wilson’ın barış notasına cevap veren İtilaf Devletleri başlıca harp hedeflerinden birinin, “Türklerin” kanlı zulümleri altında tutulan milletlerin kurtarılması” olduğunu bildirdiler.9 Benzeri sözleri Fransız Dışişleri Bakanı 10 Ocak 1917 tarihinde de tekrar eder: “Yüksek savaş amaçları, şimdi Türklerin cani tiranlığı altında yaşayan halkların kurtuluşunu ve Batı medeniyetine radikal bir biçimde yabancı olduğunu kanıtlamış olan Osmanlı İmparatorluğu’nu Avrupa’dan söküp atmayı içerir.”10
CEZALANDIRMA SOMUTTA NE ANLAMA GELIYORDU

Kafkasya İngiliz Kuvvetler Komutanı Milne, “Türklere çok sert bir ders vermek gerek” derken, İtilaf Devletlerinin tamamına hâkim bir duyguyu dile getirir.11 Lloyd George, “…Barış Koşulları ilan edilince, zaten Türklerin deliliklerinden, körlüklerinden, cinayetlerinden ötürü ne kadar ağır cezalara çarptırıldıkları görülecektir… Cezalar onların en büyük düşmanlarını bile yeterince tatmin edecek kadar müthiştir”12 der. Dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon, Türkiye’yi, “mahkûm olmayı bekleyen bir suçlu” olarak tanımlar.13 Mondros Antlaşması ile birlikte, “keyfilik ve katliama dayanan uzun bir esaret hayatı yaşamış halklar(ın) hürriyetlerine kavuşturulması”, Batı kamuoyunun en temel talebi haline gelmiştir. “Ermeni ve Yunan nüfusunun katliamı…(“Türklerin”) felaketler ve suçlar listesi”nin başında gelmektedir.14 Ama “Ermeni kırımı nedeniyle “Türklerin” cezalandırılması” somutta ne anlama geliyordu? Kırım nedeniyle bir ulusun cezalandırılması ne demekti?
Daha 20 Aralık 1917’de yaptığı bir konuşmada, Lloyd George bu cezalandırmanın bir boyutunu çok açık dile getirir; “Mezopotamya’ya ne olacağı Paris Kongresi’nin toplanmasına bırakılmalıdır. Fakat bir şey vardır ki, kesinlikle tekrar etmeyecektir. Türklerin kanlı diktatörlükleri bir daha asla restore edilmeyecektir.”15 Savaş sonrası bu konudaki tutum daha da netleşir. İstanbul Yüksek Komiser Yardımcısı Webb 3 Nisan 1919’da Paris Barış Konferansı’na gönderdiği bir telgrafta, “Ermeni vahşetinden suçlu olan bütün kişileri cezalandırmak Türklerin toptan cezalandırılmasını gerektirir. Bu nedenle cezanın, ulusal olarak, son Türk imparatorluğunun parçalanması biçiminde ve kişisel olarak, bendeki listede yer alan yüksek görevlilerin akıbetleri örnek oluşturacak şekilde yargılanmaları biçiminde verilmesini öneriyorum” (abç) der.16Böylece İtilaf Devletleri açısından, “Türklerin” cezalandırılmasına yönelik iki önemli hedef ortaya çıkıyordu. Anadolu’nun farklı uluslar arasında paylaştırılması ve savaş ve kırım suçlusu olarak görülen kişilerin yargılanması. Paris Barış Görüşmelerine egemen olan hava da budur. Oysa Paris Barış Görüşmeleri üzerine Türkiye’de yazılan eserlere baktığımızda, sadece Anadolu’nun paylaşımı konusunda yapılan görüşmelerin ele alındığını görürüz. Savaş ve Kırım suçlularının nasıl yargılanacakları konusunda yapılan görüşmelere değinen herhangi bir çalışmaya rastlamak mümkün değildir. Oysa, Paris Barış Görüşmelerinde, salt bu amaca yönelik olarak bir komisyon kurulmuş ve Alman Kralı II. Wilhelm ile birlikte Osmanlı hükümet üyelerinin ve diğer sorumluların, “İnsanlık Suçu” olarak tanımlanan suçlar bağlamında hangi hukukî çerçevede yargılanabilecekleri tartışılmıştır.
Konu ilk defa, Ocak ortasında beş büyük devletin (ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya) yaptığı bir toplantıda karara bağlanır ve yapılan öneriyle 18 Ocak 1919’da bir komisyon kurulur. 15’ler komisyonu olarak da bilinen, “Savaş Sorumlularını ve Uygulanacak Cezaları Tespit Komisyonu” (Commission on the Responsibility of the Authors of the War and the Enforcement of Penalties) adı altında kurulan komisyon, savaş suçlularını ve bunu işleyenlere uygulanacak hükümleri tespit etmekle görevlendirildi. Faaliyetlerini üç alt komisyona ayırarak sürdüren komisyon, savaşın sorumlusunun ve başlatanının kimler olduğunun açığa çıkartılması, savaş hukuku ve âdetlerinin kimler tarafından nasıl çiğnendiğinin tespit edilmesi, bu suçları işleyenlerin sorumluluklarının neye göre belirleneceği ve suçluların nasıl yargılanacakları gibi sorulara cevap arıyordu.
Alman kayserinin yargılanması sorununun yanı sıra, Türklerin işledikleri katliamlardan dolayı nasıl yargılanabilecekleri sorusu komisyonu en çok ilgilendiren soruların başında geliyordu. Komisyon, savaşın Almanlar tarafından ön hazırlıklar sonucunda planlı olarak başlatıldığı konusunda karar birliğine vardı. Türkiye ve Bulgaristan da Almanya ile birlikte, savaşı bilinçli olarak çıkartmaktan dolayı suçlu bulundu.17 İlgili bölümün sonuç cümlesi şöyle idi: “Savaş İttifak imparatorlukları ile müttefikleri Türkiye ve Bulgaristan tarafından yerleşik hukuku, savaş geleneklerini ve insanlığın temellerini ihlal eden barbarca ya da gayri meşru yöntemlerle yürütüldü.”18
Komisyon raporunun önemli bir kısmı, “savaş hukuk ve âdetlerine” ve “insanlık hukuku”na aykırı eylemlerin açığa çıkartılması konusundaydı. Osmanlı Devleti’nin Rum ve Ermeni halkına karşı savaş sırasında yaptıkları bu eylemler arasında tek tek sayıldı. Eylemler, “ilkel barbarizm” olarak tanımlandı ve terörist bir sistem tarafından planlandığı ve sonuna kadar uygulandığı söylendi. Bu suçların tasnif edilmesinde komisyon, eylemleri iki ayrı kategoride topladı. Birinci kategorideki suçlar, klasik anlamda savaş suçu olarak tasnif edilecek, bir devletin diğer devlet askerlerine ve işgal ettikleri bölgelerdeki diğer devletin vatandaşlarına (sivil halka) karşı işledikleri suçlardı. İkinci kategori ise, Almanya ve Türkiye’nin kendi egemenlik alanlarında kendi vatandaşlarına karşı işledikleri suçlardı. Özellikle Türklerin, Ermeni ve Rumlara karşı yaptığı katliam ve benzeri eylemler bu kategoride ele alınan eylemlerin başında geliyordu. Böylece komisyon ilk defa olarak “savaş suçu” ve “insanlık suçu” ayrımına gitti.
Komisyon çalışmalarında, yargılamaların hangi hukuk ilkelerine göre ve nasıl yapılması gerektiği noktasında fikir birliği sağlanamadı. İttihatçıların işledikleri suçlar, kendi ülke vatandaşlarına karşıydı ve bu konuda herhangi bir uluslararası antlaşma bulunmuyordu. Yapılan tartışmalar sonunda, savaş suçlarında yeni bir kategorinin kabul edilmesi gerektiği söylendi. Çünkü her ne kadar bir devletin kendi vatandaşlarına yönelik eylemlerini suç sayan bir uluslararası hukuk yoksa da, bu eylemlerin, “insanlık hukukuna ve ahlakî hukuka” aykırı oldukları çok açıktı. 1907 Lahey Konvansiyonu Savaş hukukunun olmadığı ve henüz kesin kuralların oluşmadığı durumlarda bile, “medenî halklar arasında var olan yerleşik âdetlere, insanlık kanunlarına ve kamu vicdanının taleplerine” dayanılarak hareket edilebileceği zaten karara bağlamış bulunuyordu.
Böylece “Türklerin” yargılanmasının Lahey Konvansiyonu’nun insanlık prensiplerine dayandırılarak yapılması karara bağladı. Ve “mevkileri ne kadar yüksek olursa olsun, rütbe ayrımı yapılmaksızın, devlet başkanları da dahil olmak üzere, savaş hukuk ve geleneklerine ya da insanlık hukukuna aykırı suçlardan dolayı suçlu bulunan düşman ülkelerden herkes cezaî yargılanmaya tâbidir”19 dendi.
Suçluların belirlenmesi ve suçların tasnifi konusunda komisyon üyeleri arasında bir ayrılık söz konusu olmadı, ama savaş ve kırım suçlularının uluslararası bir mahkemede yargılanması noktasında komisyon içinde büyük görüş ayrılıkları çıktı. Savaş ve kırım suçlularının moral olarak suçlanması ve yargılanması gerektiği konusunda herhangi bir düşünce farkı yoktu. Sorun bütünüyle uluslararası veya İtilaf Devletlerinden oluşan bir mahkemenin oluşup oluşmaması ve böylesi bir mahkemenin yetkilerine ilişkin bir tartışmaydı.
Önemli bir problem bireylerin devletler adına işlenmiş suçlardan sorumlu tutulup tutulamayacağı idi. Çünkü Almanya özelinde kayser kişisel olarak, Osmanlı Devleti özelinde de İttihatçı yöneticiler, Ermeni kırımının kişisel sorumluları olarak yargılanmak istenmekteydi. Oysa, 1914’te yürürlükte olan Milletler Hukuku, bir devlet adına yapılmış politik eylemin cezaî olarak kovuşturulabileceğine ilişkin hiçbir hüküm taşımıyordu. Yapılabilecek şey, milletler hukukunun temel prensiplerine aykırı olduğu kabul edilen bu tür eylemleri cezaî olarak kovuşturmayı imkân dahiline getirecek hukukî düzenlemeleri yapmaktı. Fakat, hiçbir yeni kanunun geçmişe şamil olamayacağı yolunda var olan pozitif hukuk kuralı böyle bir yolu açıkça kapatmaktaydı. Amerikalılar, gelecekte işlenecek benzeri suçların, milletler hukukuna göre suç teşkil etmesi ve bu suçu işleyenlerin yargılanması konusunda hiçbir tereddütleri olmadığını dile getirdiler. Sonuçta Komisyon, 1907 antlaşmasının temel prensipleri ışığında bu yargılama yolunun açık olduğunu kabul etti. Tartışmalar Amerikalıların komisyon kararına veto koymalarıyla son buldu.
Komisyon raporu 29 Mart’ta tamamlandı ve konu en üst organda ele alındı. Tartışma burada da devam etti ve konferansın dağılması tehlikesi ortaya çıktı. Sonuçta Amerika direncinden vazgeçti ve 9 Nisan 1919’da Wilson’ın kendi hazırladığı bir öneriyle uluslararası bir mahkemenin kurulması Paris Barış Konferansı üyelerince kabul edildi.20 Yalnız Amerikan delegesinin talebi doğrultusunda suçlanan kişiler, “insanlığa karşı suçlar” kategorisinden değil, sadece “savaş hukukuna karşı işlenmiş suçlar” dan dolayı yargılanacaklardı. Ayrıca uluslararası bir mahkemeye de vurgu fazla yoktur. Ağırlık, İtilaf Devletlerinin oluşturacağı askerî mahkemelere verilmiştir. Wilson’ın kendisi de kabul edilen noktaların çok zayıf olduğunu ve uluslararası yargılama meselesini imkânsız hale soktuklarını kabul ediyordu.21 Sonuçta ilgili ülkelerle yapılan antlaşmalara konuya ilişkin maddeler kondu. Bu maddelere göre, İtilaf Devletleri, savaş suçlularını uluslararası bir mahkemede yargılamak hakkını kendilerinde saklı tuttular. Hem savaş suçu işleyen kişilerin hem de bu konuyla ilgili dokümanların İtilaf Devletlerine teslim edilmesi barış antlaşmasının maddeleri arasında yer aldı. Almanlarla yapılan Versailles (28 Haziran 1919) Antlaşmasının 227-230. maddeleri, Osmanlı Devleti’yle yapılan Sevr Antlaşması’nın (10 Ağustos 1920) 226-230. maddeleri ile savaş suçlularının yargılanması konusu düzenlendi.
Sevr’in ilgili maddeleri şöyledir: “Madde 226- Osmanlı Hükümeti, Müttefik Devletlere, savaş yasalarına ve yapıla-geliş (teamül) kurallarına aykırı eylemlerde bulunmakla suçlanan kişileri kendi

askerî mahkemelerine vermek hakkını tanır… Madde 227- Müttefik Devletlerden birinin uyruklarına karşı (suç sayılacak bir) eylemde bulunanlar, bu devletin askeri mahkemelerinde yargılanacaklardır. Müttefik Devletlerden birkaçının uyruklarına karşı (suç sayılacak bir) eylem işlemiş olanlar, ilgili Devletlerin askeri mahkemeleri üyelerinden kurulu askeri mahkemelerde yargılanacaklardır… Madde 228- Osmanlı Hükümeti, suçlama konusu olan olayların tam bilinmesi, suçluların aranması ve sorumluluklarının kesinlikle saptanması için ortaya konulması gerekli görülebilecek, ne çeşit olursa olsun, bütün bilgileri ve belgeleri sağlamayı yükümlenir… Madde 230- Osmanlı Hükümeti, 1 Ağustos 1914 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nun parçası bulunan herhangi bir toprak üzerinde, savaş durumu sırasında işlenen topluca öldürmelerden sorumlu olan Müttefik Devletlerce istenen kişileri kendilerine teslim etmeyi yükümlenir. Müttefik Devletler, bu nedenle suçlanan kişileri yargılamakla görevlendirilecek mahkemeyi göstermek hakkını saklı tutarlar ve Osmanlı Hükümeti bu mahkemeyi tanımayı yükümlenir.
“Uygun bir süre içinde, Milletler Cemiyeti, sözü edilen topluca öldürmeleri yargılamaya yetkili bir mahkeme kurarsa, Müttefik Devletler, sözü geçen sanıkları bu mahkemeye vermek haklarını saklı tutarlar ve Osmanlı Hükümeti bu mahkemeyi tanımayı da yükümlenir.”22
Gerçi “İnsanlık Suçu” çerçevesinde dile getirilen, “savaş ve kırım suçlularının” uluslararası bir mahkemede yargılanması fikri, İtilaf Devletlerinin konuya ilişkin farklı yaklaşımları nedeniyle de hayata geçmedi. Sonuçta sadece, Leipzig ve İstanbul’da görülen ulusal yargılamalarla yetinildi. Fakat konuya ilişkin yapılan tartışmalar, daha sonra, Nazilerin Nürnberg’de yargılanmaları için gerekli hukukî çerçeveyi oluşturdu. İlgili ilkeler, 9 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler tarafından, soykırımı önleme ve sorumlularını cezalandırma antlaşmasının başlangıç bölümüne konarak uluslararası bir hukuk normu haline sokuldu. Konumuz açısından tüm bunların anlamı şudur: İnsan Haklarını tarihî olayları açıklamada anahtar bir kavram olarak kullandığımızda göreceğiz ki, “İnsanlık Suçu” kavramı en açık ve net biçimde ilk defa olarak biz “Türklere” yönelik olarak kullanıldı. Ayrıca “İnsanlık Suçu” işleyenlerin, rütbe ve yetkileri ne olursa olsun kişisel olarak sorumlu tutulacakları ve yargılanacakları prensibi de gene ilk defa olarak “Türkler” bağlamında gündeme getirildi.
“TÜRKLERİN” CEZALANDIRILMA KONUSUNDAKİ TUTUMLARI

Gerek Osmanlı Hükümeti gerekse Anadolu’da şekillenmeye başlayan Kurtuluş Hareketi, Cihan Harbi sırasında, bugünkü tanımla “insanlık suçu” işlenmiş olduğunu kabul ediyordu. “Tehcir sırasında meydana gelmiş cinayetler”, “kıtal” gibi kavramlarla bu suçu tanımlıyorlar ve suçluların mutlaka cezalandırılması gerektiğini savunuyorlardı. Paris Barış Görüşmelerinden olumlu sonuçlar elde etmelerinin şartının, bugünkü tanımıyla “İnsan Hakları” konusunda atacakları adımlara bağlı olduğunu biliyorlardı. İtilaf Devletleri de, yapılacak barış antlaşmasının Türkler açısından olumlu sonuçlanmasının, “Türklerin” kırım suçlularını cezalandırma konusunda atacakları adımlara bağlı olduğunu sıkça hatırlatıyorlardı. İstanbul’a mütareke koşullarını denetlemek için gelen İtilaf kuvvetleri komutanları, ilk günden itibaren, bu konuda çok acele ve sert davranılması gerektiği konusunda uyarılarda bulunuyorlardı. Örneğin, 8 Şubat’ta, beyaz atıyla İstanbul’u işgal töreni düzenleyen Fransız General Franchet d’Esperey, ayağına çağırdığı Sadrazam Tevfik Paşa’ya, “Eğer hükümetiniz şiddetli icraat göstermezse hakkınızda verilecek hüküm pek vahim olacaktır” der.23
İngilizler bu konuda daha serttirler. Kendilerine yapılan çeşitli başvurularda, sürekli olarak “Türklerin” mutlaka cezalandırılacakları mesajını vermeye özel dikkat gösterirler. 18 Ocak 1919’da Yüksek Komiser Calthorpe, Türk Dışişleri Bakanına, “Majestelerinin Hükümeti Ermeni katliamlarının sorumlularının doğru dürüst cezalandırılmaları konusunda kararlıdır” der.24 On gün sonra da Londra’ya şu teli çeker: “(Türk) Hükümetine… İngiliz devlet adamlarının, medenî dünyaya, bu işle (katliamla) bağlantısı olan kişilerin kişisel olarak sorumlu tutulacaklarına dair söz verdiği ve Majestelerinin Hükümetinin bu sözü yerine getirme konusunda son derece kararlı olduğu bildirildi.”25
İngiliz işgal kuvvetleri sorumluları bu konuda dikkat çekecek derecede titiz ve “soğuk” davranırlar. İlk aylarda padişahın gerek Yüksek Komiserlik gerek Genel Karargâh üzerinden sağlamaya çalıştığı tüm ilişki arayışları reddedilir.26 Türk-İngiliz dostluk derneği kurucusu Sait Molla’nın, “Britanya Yüksek Komiserinin Türkiye’ye karşı neden dolayı dikkati çekecek kadar soğuk davrandığı” hakkındaki sorusuna bir yetkili bunun, “bir tek Türk’ün kafasında dahi, cezanın… Türkiye’ye karşı… çok ağır olacağı hususunda bir şüphe uyanmasının önlenmek istenmesi” nedeniyle olduğunu söyler.27
İtilaf Devletlerinin konu hakkındaki tutumlarını bilen İstanbul hükümetleri de, Anadolu Kurtuluş Hareketi de, savaş ve kırım suçlarının cezalandırılması gerektiği konusunda hemfikirdi. Fakat asıl sorun cezalandırmanın hangi boyutlarda olacağı sorunuydu. Ankara ve İstanbul, aralarında bazı nüanslar olmakla birlikte, konuya ilişkin ortak bir tutuma sahiptiler. Bu tutum şöyle özetlenebilir: “Cihan Harbi sırasında savaş ve kırım suçları olmuştur. Fakat cezalandırma, sadece bu suçu işleyen İttihat ve Terakki yöneticileri ve hükümet üyeleri ile sınırlı olmalıdır. Hele hele cezalandırma asla ve asla Osmanlı Devleti’nin egemenlik alanlarının parçalanması biçiminde olmamalıdır.”
Cezalandırmada konusunda en istekli kişi olan Sadrazam Damat Ferit Paşa bile şunları söylüyordu: Sorumlular, “üç şahs-ı gaiptir. Talat, Enver ve Cemal. Filhakika ikinci derecede birtakım hempalar vardır.” Ama o kadar. Ve “bir iki serseri” yüzünden bir millet sorumlu tutulamazdı, “masum Türk milleti şaibe-i zulümden muarradır.”28 Damat Ferit bu tavrını Paris Barış Görüşmelerinde de açıklar. “Bütün suç açıkça, Almanya’yla ittifakları ve orduyu kontrolleri sayesinde Türkiye’de kendileri dışında herkesi terörize edip boyun eğdiren İttihat ve Terakki’nin bir avuç liderine aittir.”29 Onlar Konseyi’ne sunduğu memorandumda Damat Ferit olanlardan dolayı Türkiye’nin paylaştırılmasına kesinlikle karşı olduğunu bildirir. “Osmanlı Hükümeti imparatorluğun parçalanmasını ya da değişik mandalar altında bölünmesini kabul etmeyecektir.”30 Damat Ferit’in bu tavrı İtilaf Devletlerince, şaşkınlıkla ve tepkiyle karşılanır. “Wilson, ‘bundan daha saçma bir şey görmediğini’ açıkladı. Lloyd George ise memorandumu ‘iyi bir şaka’ olarak tanımla(r).”31
Haziran’da, verdikleri karşı cevapta Onlar Konseyi, “Türklerin”, ulus olarak kendisini sorumluluktan kurtaramayacağını çok açık dile getirir ve kırımın sorumluluğunun Türk halkı tarafından taşındığı ilan edilir: “Türk halkı hiçbir gerekçesiz Ermenileri katlederek suçlu duruma düşmüştür. Bunun için sorumluluğu da bütünüyle Türk halkı üstlenecektir.32 Konsey yazılı cevabında, Türk halkının sorumsuzluğu kavramını reddederek, “bir ulus onu yöneten hükümetine göre değerlendirilmelidir’ şeklinde görüş belirt(ir).”33

Türkler arasında farklı tutumlar savaşa girmenin suç sayılıp sayılmayacağı noktasında çıktı. Damat Ferit ve diğer İstanbul hükümetleri,34 İttihat ve Terakki’nin maceracı bir biçimde devleti savaşa sürükledikleri fikrini işlerlerken, Anadolu hareketi buna karşı kesin tavır alır. Savaşa girmenin suç sayılmayacağı, ayrıca savaşa, istenmeyerek, zorla sokulduğumuz fikri işlenir. Konuya ilişkin tutum, 2 Ekim 1919’da işbaşına gelen Ali Rıza Paşa hükümeti ile yapılan görüşmeler sırasında açığa çıkar.
Ali Rıza Paşa hükümeti, Sivas’a M. Kemal’e bir tel çeker ve 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde toplanan Sivas Kongresi sonrası oluşturulan Heyet-i Temsiliye ile görüşmelere başlanabilmesi için bazı önkoşullar öne sürer. Buna göre, Heyet-i Temsiliye; “1) İttihatçılıkla münasebeti bulunmadığı, 2) Devlet-i Osmaniye’nin Harb-i Umumî’ye karışması doğru olmadığı ve müsebbipleri aleyhinde tayin-i esami suretiyle bazı neşriyat icrası ve haklarında takibat ve mücazat-ı kanuniyenin tertibi, 3) Harp esnasında yapılan her nevi cinayet faillerinin cezayı kanuniyeden kurtulamayacakları” yolunda açıklama yapmalıdır. Bu maddelerin, “tavzih ve tamimi dahilen ve haricen birtakım su-i telakkiyatın önüne geçeceğinden”,35 memleket menfaatleri açısından kaçınılmaz olduğu ileri sürülür.
Bu talebe M. Kemal çok uzun bir cevap verir ve savaş suçundan ne anladığını çok açık ifade eder. Değil savaşa katılındığı için cezalandırılmak, Anadolu, bu nedenden dolayı suçlu sayılmayı bile kabul etmemektedir. “Harb-i Umumî’ye iştirak etmemek elbette son derece şayan-ı arzu idi. Fakat buna imkân-ı maddî mevcut değildi.” Birçok nedenle (Boğazlar’ı tarafsız tutmanın imkânsızlığı, tarafsızlık için gerekli para, sanayi gibi vasıtaların yokluğu -T.A.), özellikle Osmanlı Devleti üzerinde yapılmış taksim planlarının varlığı, “harbe, İtilaf Devletleri aleyhine girmekliğin gayri kabil-i içtinap olduğunu gösterir delail-i vazıhadandır.” Dolayısıyla, “Harbe girmekliğimizi bir cinayet telakki etmek ve koca bir milleti dört, beş kişinin baziçesi olacak derekede addeylemek” doğru değildir. O halde yapılması gereken son derece açıktır, “merdane bir surette hakikati söylemek ve kahramanca harp eden bu koca milletin mağlubiyetin netayic-i zaruriyesine katlanmakla beraber hareketinin cinayet telakki ve bu yüzden ittiham ve tecziye edilmesini kabul etmemek.”36
20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya’da yapılan görüşmelerde Ankara bu konuda bir geri adam atar ve imzalanan ortak protokole, “Harbe iştirakimizin musip olup olmadığı hakkındaki içtihadata hükümet taarruz etmez. Fakat iştirakin musip olduğuna dair olan içtihadatın şimdilik ketimi selâmet-i memleket icabındandır”37 biçiminde bir madde konur. Arada var olan farklı tutuma rağmen eklemek gerekir ki, M. Kemal de, “İttihatçılardan seyyiat-ı idare ve suiistimalleri ile memleketi harabîye sürükleyenlerden ibaret bir hizb-i kalil”in olduğunu ve bunların yargılanması gerektiğini savunur.”38 12 Ocak 1920’de, İstanbul’da faaliyete başlayan Meclis-i Mebusan’da, Anadolu’ya bağlı bir grup kurmak için uğraşan M. Kemal, bu grup için hazırladığı bir taslak metinde, “savaş sorumluluğunu üstlenen ve Kanun-i Esasî’ye tecavüzle onu hükmünden kaldıran kabineler hakkında yasal kovuşturma, ‘katiyen matlubumuzdur’”39 diyerek, cezalandırmanın sadece hükümet üyeleriyle sınırlı olmasını savunur.
KIRIM SUÇLULARI KONUSUNDAKİ TUTUMLAR

Ermeni Kırımı suçlularının cezalandırılması konusunda da Ankara’nın tavrı prensipte İstanbul’la aynıdır. Eylül yazışmalarında İstanbul’a verilen cevapta, Kırım sorumlularının meydana çıkarılıp cezalandırılması, “vatanımızda mes’uliyetin büyük ve küçüklere seyyan olduğunu, kanun devrinin tamamen bîtarafane ve kemal-i adl ü hakkaniyetle başladığını idrak etmek ehass-i âmâlimizdir” denir. Üstelik bu cezalandırmanın, “birçok münakaşalara sebep olacak olan kâğıt üzerinde reklam tarzında neşriyatta ziyade bilfiil tatbikatıyla yâr ü ağyare izharını daha muvafık ve faideli” görüldüğü eklenir.40 Beklenen kâğıt üzerinde reklam değil, eylemli uygulamalardır.
Kırım suçlularının yargılanması Amasya Görüşmelerinde ele alınır. Görüşmelerde üçü açık ve imzalı, ikisi gizli ve imzasız beş protokol karara bağlanır. 21 Ekim 1919 tarihli birinci protokolde, “1. İttihatçılığın, İttihat ve Terakki fikrinin memlekette tekrar uyanması, hatta bazı alâiminin meşhut olması siyaseten muzırdır… 4. Tehcir dolayısıyla irtikabı cürmedenlerin kanunen mücazatı adlen ve siyaseten elzemdir”41 denir. Üçüncü protokol42 yapılacak seçimlere ilişkindir ve Ermeni Kırımı nedeniyle aranan İttihatçıların seçimlere katılmasının engellenmesi gerektiği konusunda anlaşma sağlanır. Bunun için Anadolu hareketi seçimlere müdahale hakkını kendisinde saklı tutar. “İçtima edecek heyet-i meb’usan meyanında şahsiyetleri İttihatçılığı mesavisiyle alâkadar ve tehcir ve taktil mesailiyle ve menafi-i hakikiye-i millet ve memlekete münafi sair mesavi ile lekedar olan kimselerin bulunması caiz olmadığından bu cihete mâni olmak için mümkün olan esbaba tevessül edilebilir.”43
Görüldüğü gibi, “savaş ve kırım suçu” işlemiş olanların yargılanması gerektiği Ankara ve İstanbul’un ortak tavrıdır. Bunun en önemli nedeni ise, Paris Barış Görüşmelerinden olumlu sonuç almaktır. Protokollerde bu durum açıkça ifade edilir. İtilaf Devletlerinin İttihat ve Terakki’nin aleyhinde olduğu ve bu konularda birşeylerin karara bağlanmaması durumunun “konferansa (Paris) fena tesir edeceği”, bunun “vatan için bir felaket olabileceği” ve “aleyhimizde vuku bulacak itirazat ve müdahalata” engel olmak gerektiği gibi nedenler açıkça dile getirilir.44 Döneme egemen olan hava da budur. Örneğin, 23 Ocak 1919’da, bazı “siyasî yöneticiler” padişaha bir dilekçe sunarlar ve savaş ve kırım suçluların cezalandırılmasını şart gördüklerini bildirirler.45 Günlük basında da, “Hariç ne der” biçiminde yazılara rastlanır.46
“Türk” tarafının istediği, cezalandırmanın Anadolu’nun paylaşılması biçiminde olmamasıdır. İstenen, Almanya ve Bulgaristan’la yapılan türden, devletin mevcut sınırlarına dokunmayan bir antlaşmanın yapılmasıdır.47 İtilaf Devletlerinin cezalandırma planlarına, sadece Anadolu’nun paylaştırılmak istenmesi noktasında karşı çıkılmaz. Ayrıca savaş ve kırım suçlularının uluslararası bir mahkemede yapılmasına da itiraz edilmektedir. Yargılamalar sadece ulusal Osmanlı hukukuna göre yapılmalıdır. İngilizlerin, Aralık 1918’den itibaren Türk subaylarını tutuklamaya ve işgal bölgelerinde kurdukları mahkemelerde yargılamaya başlamaları üzerine, Osmanlı hükümeti bu yargılamaları protesto eden notalar verir.48 Kırım suçlularının Osmanlı hukukuna göre yargılanmaları gerektiği konusundaki ısrar daha sonra da devam edecektir.49
Benzeri tavrı Ankara hükümetleri de alacaktır. Malta sürgünlerinin iadesi konusunda İngiltere’yle yapılan görüşmelerde, kırım suçlularının ulusal hukuk esaslarına göre yargılanacakları sözü, altı ay içerisinde üç defa ayrı ayrı tekrar edilir. İlk sözü, Hariciye Vekili Bekir Sami Mart 1921’de Londra Görüşmeleri sırasında verir.50 Fakat varılan anlaşmada yargılamaların İngilizler tarafından yapılması karara bağlanır. Bu hüküm, Ankara hükümetinin anlaşmayı reddediş nedenidir. “Hükümetimiz, bittabi böyle bir mukaveleyi tasvip ve tasdik edemezdi. Çünkü böyle bir mukaveleyi tasvip etmek Türk tebaasının, Türkiye dahilindeki harekâtı üzerinde, ecnebi hükümetinin bir nevi hakk-ı kazasını tasdik etmek olurdu.”51 Bekir Sami’nin yerine hariciye vekili olan Yusuf Kemal Tengirşek Curzon’a 28 Temmuz’da Londra Antlaşması’nın, “Türkiye’nin vatandaşları üzerindeki egemenliğine tecavüz etmesi

nedeniyle” imzalanmadığını bildirir.52 Kırım suçlularının yargılanması konusunda, Ankara hükümeti adına ikinci sözü, İstanbul hükümetinin Hariciye Nâzırı Safa 11 Haziran 1921’de verir. “İstanbul Türk Hükümeti, Britanya Büyükelçisini davet ederek, bütün Malta tutuklularının salıverilmesini Türk Milliyetçileri adına önerir. Suçlananların, tıpkı Almanya’da Alman tutuklulara yapıldığı gibi, tarafsız bir mahkemece Ankara’da yargılanmaları gerektiğini bildirir.”53 Üçüncü ve son söz, doğrudan Ankara hükümeti Dahiliye Vekili Refet Bele tarafından 14 Eylül 1921’de verilir: “Şu anda burada, gayri resmî bir temsilci olarak, Ankara Hükümeti İçişleri Bakanı Refet Paşa’dan kesin bir söz almış bulunuyorum ki, tutukluların hepsini 15 günlük bir yürüyüşle limandan, kendi devletlerince suçlandıkları nedenlerle yargılanmak üzere geri göndereceğiz.”54
Özetle, savaş sırasında suçların işlenmiş olduğu kabul ediliyor, ama bu suçlara ilişkin yargılamaların sadece İttihatçı yöneticiler ve hükümet üyeleriyle sınırlı tutulması ve yargılanmaların ulusal hukuk sistemine göre yapılması isteniyordu. Anadolu’nun parçalanması biçimindeki bir cezaya ise kesin olarak karşı çıkılıyordu. Bu tutumu belirleyen ana nokta ise, bu tür yargılamalar sonucunda, barış görüşmelerinden olumlu sonuçlar elde edileceğinin, yani Misak-ı Millî’nin korunacağının düşünülmesiydi.
Savaş ve Kırım suçlularının yargılanması konusunda ilk somut adımlar İstanbul hükümetleri tarafından atıldı. Ankara bu konuda, Amasya Protokollerinde de gördüğümüz gibi, destekler bir tutum takındı. Fakat, İtilaf Devletlerinin Anadolu’yu parçalama planlarından vazgeçmemeleri üzerine bu tutumdan vazgeçildi ve yargılamalara karşı açıktan tavır alındı.
ERMENİ SOYKIRIMI İDDİASI ANADOLU HAREKETİ İÇİN BİR KAMBURDUR

Türk Kurtuluş Savaşı önderlerini[n] başını en çok ağrıtan konuların başında, kendilerinin, Ermeni kırımını yapan İttihatçıların devamı oldukları ve Hıristiyanlara karşı benzer imha eylemleri planladıkları yolunda iddiaların var olmasıydı. Özellikle Anadolu hareketinin karşıtları, M. Kemal ve arkadaşlarının eski İttihatçı oldukları ve Anadolu’da Hıristiyanlara yönelik yeni katliamlar planladıkları yolunda yoğun propaganda yapmışlardır. Buna karşı İttihatçı olunmadığı ve Hıristiyanlara karşı iyi davranmanın bu hareketin temeli olduğu yolunda açıklamalar tüm bir dönem boyunca sürekli tekrarlanmıştır. Yani İttihatçı olunmadığının ispatı ve İttihatçıların Hıristiyanlara yaptıkları kötülüklerin yapılmasının söz konusu olamayacağı, Kurtuluş Savaşı boyunca onu belirleyen en önemli konulardan bir tanesidir.
Batı basınında da bu doğrultuda bolca haber çıkmaktadır. Örneğin doğu vilayetlerini korumaya yönelik Erzurum’da başlayan hareket, Ermenilere yönelik ikinci bir imha hareketi olarak yorumlanmış; Erzurum Kongresi’nin, “Ermeni Cumhuriyeti’ne hücum etmek için” düzenlendiği ve Türk ordusunun, “Müslüman halkın desteğiyle, bir Ermeni devletinin kurulmasını imkânsız hale getirmek için Kafkasya’daki Ermenilerin kökünü kazımayı” tasarladığı yolunda haberlere sıkça yer verilmiştir.55 Batı basınında, “Türklerin” yeni bir Hıristiyan katliamına giriştiğini bildiren yüzlerce haber yer alır. “Barış Konferansı kararlarının ilanı sırasında Doğu Hıristiyanlarının geniş ölçüde katledilmesinden korkulmaktadır.”56
Örneğin Journal des Débats Şubat 1919’da Anadolu’nun durumunu şöyle aktarmaktadır. “Köylerde Hıristiyan halklara karşı katliamlar, işkenceler, her çeşit eziyetler sürüp gitmekte…” Bu haberler İttihat ve Terakki’nin Anadolu’da faal olduğu haberleriyle birlikte verilmektedir. Le Temps 15 Şubat 1919’da, “İttihat ve Terakki Partisi Anadolu’da çalışmalarına devamda… Amaç, Hıristiyan toprak sahiplerini temizlemek. Yeni bir katliam tezgâhta” diye haber veriyordu.57 Hemen hemen her gün gazetelerden, “Küçük Asya’da Türklerin zulümleri”, “Rumların Türkler tarafından katli”, “Trakya’da Rumlara yapılan işkenceler”, “Aydın’da Rum çocukların katli”… biçiminde başlıklar hiç eksik olmuyordu. Anadolu’daki hareket, “Ermenilerin kökünü kazımayı tasarlamak”, “genel bir soykırım hazırlığı yapmak”la58 suçlanmaktadır.
Ankara, başarısının koşullarının biraz da bu noktalarda vereceği sınavdan geçtiğini gayet iyi bilmektedir. Anadolu hareketi elindeki her imkânı kullanarak, kırım veya Hıristiyanlara yönelik yeni saldırıların planlandığı gibi iddialara karşı yoğun bir propaganda savaşı yürütür. General Harbord, raporunda bu konuda kendisine söz verildiğini aktarır: “Mustafa Kemal Paşa, bu milli hareketin, Müslüman olmayanlara karşı asla tecavüz ve şiddet göstermek demek olmayacağını bana kat’î surette temin etti. Ve Ermeni vatandaşların bu yüzden düştükleri korku ve telaşı gidermek için bir beyanname yayınlayacağını söyledi ve bunu yayınlayarak sözünü yerine getirdi.”59
Nitekim M. Kemal de Harbord ile yaptığı görüşmeyi, Kâzım Karabekir Paşa’ya aktarırken bu sözün verilmiş olduğunu söyler: “General Harbord maiyetiyle dün buraya geldi. Kendi arzusu üzerine 3-4 saat gayet mahremane konuştuk… sorduğu sualler (e) uzun uzadıya verilen izahatlı cevaplarda âtideki notlar tefhim edilmiştir… Memleketimizde yaşayan bilcümle anâsır-ı gayri müslimeye olduğu gibi Ermenilere dahi bir gûna suikastimiz yoktur. Bilakis onların her türlü hukuk-u tabiiyelerine tamamen riayetkârız. Bunun aksi olarak işaat aracılıktan ve İngilizlerin tesvilatından ibarettir.”60
Varılan anlaşma gereği, 24 Eylül’de Harbord’a yazılı bir metin verilmiş ve burada, İttihatçılıkla alakaları olmadığının tekrarlanmasının yanı sıra, Hıristiyanlar konusunda şu söz verilmiştir: “Kendileri ile çok uzun bir zaman bir arada yaşadığımız gayri Müslim vatandaşlarımız (Ermeniler, Rumlar, Yahudiler vs.) hakkında en iyi niyetlerle samimi duygular beslemekten ve onları da bizimle tam bir eşitlikte düşünmekten başka bir görüşümüz veya hissiyatımız yoktur.”61 Yine aynı tarihlerde, M. Kemal, ABD Radyo Gazetesi’ne verdiği mülakatta benzeri bir söz verir: “Hiçbir yayılma planımız yoktur… Ermenilere karşı yeni bir Türk vahşetinin olmayacağının garantisini veririz.”(abç)62 Eskiden yapılanların bir nevi itirafı olan bu demecin benzerleri Türk gazetelerine de verilir; “teşkilât-ı milliyenin anâsır-ı gayr-ı müslime aleyhinde hiçbir fikr-i müzmeri yoktur.”63
Özellikle Batı basınında “Ermeni katliamı” haberlerinin yoğunluğu ve Ermeni Patriğinin suçlamaları nedeniyle, Heyet-i Temsiliye, bunların sadece maksatlı propagandalar olduğu yolunda birçok karar almış, gerek İstanbul hükümetleri gerekse yabancı ülke temsilcileri nezdinde bu suçlamaların asılsız olduğunu söyleyen girişimlerde bulunulmuştur. Örneğin, 16 Eylül 1335’te (1919), “teşkilat-ı milliyenin anâsır-ı gayri müslime ve ecnebiler aleyhinde olmadığına dair bir ta’mim yazılmasına karar verildi.” 24 Eylül 1335’te “Harekât-ı milliyenin milel-i gayri müslime aleyhinde olmadığına dair Düvel-i İ‘tilâfiye komiserleri ile bîtaraf sefârâta bir beyanname i’tası” için karar alındı.64
Konu bir tek Batı’ya yönelik propaganda ile sınırlı değildir. Ankara gerçekten bu yönde gelişebilecek kötü bir olayın kendisi açısından son derece olumsuz sonuçlar getireceğini bilmektedir. Nitekim İstanbul’un 16 Mart 1920’de işgal edilme nedenlerinden birisi de Ocak-Şubat aylarında Maraş bölgesinde bu tür katliamların yapılmış olduğu iddiasıdır. Lord Curzon, Paris Barış Görüşmelerinde, İstanbul’un işgalinin gerektiği üzerine konuşurken, Maraş katliamı nedeniyle “Türklerin” cezalandırılmasını önemli nedenlerin başında sayar.65 Bu nedenle, İtilaf Devletlerinin İstanbul’u işgallerinin hemen akabinde, bölgelere gönderilen ilk tamimde bu konu ele alınır. Tamimde, “Bugünler zarfında vatanımızda yaşayan Hıristiyan ahali hakkında göstereceğimiz muamele-i insaniyetkâranenin kıymeti pek büyük olduğu” söylenerek, Hıristiyanlara karşı kötü muamele yapacak olanların en sert şekilde cezalandırılacakları bildirilir.66
Bir yıl sonra M. Kemal mecliste yaptığı konuşmada, bu tamimi önemli bir eylem olarak yeniden zikreder: “Kilikya ve havalisinde ve Şark hududumuz haricindeki resmî ve gayri resmî Ermeni kuvvetlerinin dindaş ve ırkdaşlarımıza karşı vuku bulan tecavüzat-ı cinayetkâraneleri karşısında dahi memleketimizde yaşayan sakin Ermenilerin her türlü taarruzdan masuniyetlerini temin eylemeyi pek mühim bir vazife-i medeniye telâkki eyledik… Ermeni ahalinin muhafaza-i selâmeti lüzumunu bütün makamata bildirdik.”67 Alınan tedbirlere bağlı olarak elde edilen sonuçtan ise büyük bir övgüyle söz eder: “İstanbul’un ecnebi işgalinden bu güne kadar güzaran eden eyyam-ı ıstırabımız esnasında hiçbir devlet-i ecnebiyenin himaye-i fibyesine mahzar olmayan Anadolu Ermenilerinden hiçbir ferdin hatta en basit bir surette maruz-ı tecavüz olmaması bize her vesile ile isnad-ı cinayet eden ve hasais-i medeniyeyi taht-ı inhisara alan entrikacı Avrupa’nın yüzlerini kızartacak ve milletimizin fıtratan mütehalli olduğu şeair-i insaniyenin derece-i ulviyetini ispat edecek pek mühim bir noktadır.”68 M. Kemal, özellikle 1915-1917 kırımı nedeniyle bu tür suçlamaların yapılmakta olduğunu bildiğinden, Batılı ülke temsilcileriyle görüşürken, kırım konusunda son derece hassas ve eleştirel bir tutum takınır ve suçluların yargılanması gerektiğini her vesileyle dile getirir. Örneğin, Amerika tarafından, olası bir Ermeni Mandası’nın politik, askerî ve malî boyutlarını araştırmak üzere Wilson tarafından bölgeye yollanan general Harbord ile görüşürken, 800.000 Ermeni’nin öldürülmüş olduğunu kabul eder. M. Kemal’in bu sayıyı vermesi oldukça önemlidir. Çünkü, Aralık 1918 ayında Dahiliye Nazırı Mustafa Arif (Değmer) tarafından atanan bir komisyon, bakanlık kayıtlarına göre öldürülen Ermenilerin sayısını çıkarmak işiyle uğraşmıştı. Yapılan soruşturmaların sonuçları, 13 Mart 1919’da, Damat Ferit Paşa hükümetinin Dahiliye Nazırı Cemal tarafından açıklandı. Buna göre tehcir sırasında öldürülen Ermeni sayısı 800.000’di.69 Bu açıklama büyük tepkilere yol açmıştı.70 Harbord, Mustafa Kemal için, “Ermeni kıtalini o da takbih ediyordu” der.71 M. Kemal’e göre,“Ermenilerin katledilip sürülmeleri hükümeti ele geçiren küçük bir komitenin eseri”ydi.72
M. Kemal’in, Ermeni kırımı hakkında eleştirel konuşmaları bir tek Batılı temsilcilere yapmamıştır. 24 Nisan günü Meclis’in açılması meselesiyle yaptığı uzun konuşmada da kırımı çok açık biçimde kınar. Kırımdan, “maziye aid faza-hat” olarak söz eder. Özellikle İngilizlerin, Türkiye’de hâlâ “bu gibi fecayiin icra edildiği” yollu iddialarını çok sert bir şekilde eleştirir.73 Kâzım Karabekir’e 6 Mayıs 1920’de çektiği bir telde de aynı hava egemendir. Burada, M. Kemal’in konuya özellikle dış politik ilişkiler itibarıyla önem verdiğini görürüz. Ermeni devleti ile yapılması planlanan savaşta en çok korktuğu şey, Batılı devletler tarafından, “kırım yapmakla” suçlanmaktır. Sırf bu suçlamadan kurtulmak için planlanan seferin ertelenmesini önerir. Telgrafta, “Ermeni vukuatı bütün âlem-i îseviyeti aleyhimize sevk eden avâmilin en mühimlerinden” biridir der ve “ilk evvel tarafımızdan kabul tasdik olunan Ermeni Hükümetini ordumuzun kuvvetiyle mahvetmek ve bittabi yeniden bir Ermeni kıtali” anlamına gelecektir ve “bizim tarafımızdan” böyle bir şeyin yapılması ise çok kötü olacağından hareket durdurulmalıydı.74

Örnekleri artırmak mümkündür. Fakat konumuz açısından çıkartılacak sonuç şudur: Birinci Cihan Harbi yıllarında İttihatçı yöneticiler tarafından gündeme getirilmiş katliamlar, Anadolu hareketini en çok meşgul eden konuların başında gelmiştir. Anadolu hareketi, savaş ve kırım suçlularının yargılanmasından yanadır. Bunun İttihatçı yöneticilerle sınırlı olmasını istemektedir. Ayrıca kendisine benzer suçlamaların yapılmasını büyük bir haksızlık olarak telakki etmekte ve bu suçlamaları haklı gösterecek tüm girişimlerden büyük bir dikkatle kaçınmaktadır.
BİR SONUÇ DENEMESİ

Eğer 1918-23 arasında yaşanan olayları, iki genel teorik kavramla ifade etmemiz gerekirse, bunlar “ulusal egemenlik” sorunu ile “insan hakları” ve bu hakları ihlal eden devletlerin egemenlik haklarına müdahale etme sorunu ve bu iki ilke arasındaki açık çelişki meselesidir. Bir tarafta kendilerini, Osmanlı Devleti’nin devamı olarak değerlendiren İstanbul ve Ankara hükümetleri vardır ve bunlar esas olarak, 1918 Mondros Mütarekesi’yle birlikte işgal dışında kalmış bölgelerde Osmanlı Devleti’nin egemenliğinin sürdürülmesini istemektedirler. Misak-ı Millî bu egemenlik anlayışının bir ifadesi olarak formüle edilmiştir. Diğer taraftan, savaş yıllarında işlenmiş suçlar vardır. Bu suçları işleyenlerin uluslararası hukuk esaslarına göre yargılanması gerektiğini savunmak ve bunu bir ilke haline getirmek, ulusal egemenlik hakkı ilkesiyle çelişki içindedir. Nazi Almanyası ve Yugoslavya örneklerinden de bildiğimiz gibi, bu durum, ulusal devletin içişlerine karışmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Türk tarafı, suçluların yargılanmasını da “ulusal hukukun sorunu” olarak görmek taraftarıdır. Ayrıca İtilaf Devletleri, insanlık suçunun cezalandırılmasının bir biçimi olarak da Anadolu’nun parçalanmasını görmektedirler. Kurtuluş Savaşı işte bir devletin egemenlik hakları ile İnsanlık Suçu nedeniyle ulusal ve uluslararası yargılamaların yapılması arasındaki bu gerilim içinde gelişmiştir. Zamanla, Anadolu’nun işgali ve İtilâf Devletleri arasında pay edilmesi ile Kırım suçlularının yargılanması bir ve aynı şey haline dönüştürülmüştür.
Dönemin aktörleri, bu iki olguyu birbirinden ayırmayı başaramamışlardır. (Bunu gerçekten isteyip istemedikleri ayrı bir sorudur.) İtilaf Devletlerinin Anadolu’yu paylaşma arzuları, onları kırım suçlularının yargılanmaları konusunda isteksiz tavır almaya itti. Burada önemli bir soru akla geliyor. Acaba İtilaf Devletleri, kırım suçlularının yargılanmasına ve “Türklerin” “Misak-ı Millî” isteklerine önem verselerdi, ama Türklerin ulusal egemenlik haklarını tanımalarının bedeli olarak Kırım suçlularının yargılanmasını ileri sürselerdi ne tür bir sonuç alınırdı?
İddia edilebilir ki, eğer Anadolu’nun özellikle Yunanistan tarafından işgali macerası ve taksim planları olmasaydı, “İnsanlık Suçlarının” cezalandırılması konusunda başka sonuçlar elde etmek mümkün olabilirdi. Ve biz de bugün başka bir tarih anlatıyor olurduk. Bu sadece teorik olarak ileri sürülen bir tez değildir. Gerek Türkler gerekse İtilaf Devletleri açısından bunun olanaklı olduğunu gösteren oldukça fazla ipucu vardır.
İngiliz Yüksek Komiserliğinde görevli Andrew Ryan, “Türklerin” mütarekenin ilk dönemlerinde çok yorgun olduklarını ve “halkın çoğu hangi koşulda olursa olsun, bir barışı büyük bir memnunlukla karşılayacak(tı)” der. Bu sözlerin fazla hayal ürünü olmadığını, İstanbul’da harbiye nazırı olarak da görev yapan ve daha sonra Anadolu’daki harekete katılan Fevzi Paşa, Millet Meclisi’ne katılması vesilesiyle 27 Nisan 1920 tarihinde Meclis’te yaptığı konuşmadan da anlıyoruz. Paşa şunları söylüyordu: “Samimiyetle İngilizlere diyordum ki, tehdit ile bir şey yapamazsınız… bize hayat hakkı tanırsanız biz her şeyi yapmaya hazırız.”75 Paşayı Anadolu’ya iten neden, istenen hayat hakkının, yani egemenlik hakkınınşeyi yapmaya hazırız.”75 Paşayı Anadolu’ya iten neden, istenen hayat hakkının, yani egemenlik hakkının tanınmamasıydı. Özellikle İzmir’in işgali ve taksim planları başlangıçta barış konusunda egemen olan yumuşak tutumun sertleşmesiyle sonuçlandı. Bu durum İngiliz genelkurmayınca da gözlenmişti: “Halkın çok büyük bir bölümü tam anlamıyla savaş yorgunudur. Ama halk, topraklarının bir bölümünün Yunanistan ya da Ermenistan’a verilmesini önlemek için acı bir biçimde savaşmaya hazırlanacaktır… İşgal edilen bölgenin derinleşmesiyle birlikte direniş de artacaktır.”76 İtilaf Devletleri arasında, Osmanlı Devleti’nin egemenlik hakkı konusunda uygulamaya konandan daha farklı politikaları savunan çevreler vardı. Veya daha doğru deyişle, bu konuda farklı dönemlerde farklı düşünceler ileri sürülmüştür. Örneğin, gerek Wilson gerekse Lloyd George 1918 yılında Osmanlı Devleti’nin egemenlik ilkesine saygılı oldukları yolunda sözler vermişlerdi. Wilson’ın, 8 Ocak 1918’de barışın hedefleri olarak ilan ettiği 14 ilkenin 12. maddesi, nüfusun çoğunluğunun Türk olduğu bölgelerde bağımsız bir Türk devletinin kurulmasını savunuyordu. Barış görüşmelerine hazırlık amacıyla yapılan çalışmalarda da Amerika, Türkiye politikasını şöyle formüle etmişti: “Türkiye’nin bir devlet olarak ayrıca varlığı bir Türk Hükümeti altında sürecektir. Bu belki mevcut hükümet belki de başka bir hükümet olacaktır.”77 Lloyd George 5 Ocak 1918’de, “Türkiye’yi başkentinden ya da Küçük Asya ve Trakya gibi ağırlıklı olarak Türk ırkından kişilerin yaşadığı zengin ve ünlü topraklarından mahrum bırakmak için de savaşmıyoruz” demişti.78
Sonuçta verilen bu sözler yerine yapılan, Anadolu’nun çeşitli egemenlik alanlarına bölünerek paylaşılması oldu. 17 Mayıs 1919’da barış görüşmeleri sırasında, kendilerine 1918’de verdikleri sözler hatırlatıldığında ise, “unuttuklarını” söylediler.79 Böylece Anadolu’nun paylaşılması planı uygulamaya konmuş ve 16 Mayıs’ta İzmir Yunanlılarca işgal edilmiştir. Ermeni Kırımını kovuşturma meselesi bu girişimle önemli bir darbe yemiştir. Çünkü dönemin İngiliz savunma bakanı Churchill’in sözleriyle, “Hak şimdi taraf değiştirmiştir. Adalet şimdi öteki kampa geçmiştir.”80 İngiliz Yüksek Komiserliği ve genelkurmayının konuya ilişkin takındıkları tutumlar bu tezi kuvvetlendirecek yöndedir. Bu iki kurum da Anadolu’nun parçalanması ile Kırım suçlularının cezalandırılmasının birbirine karıştırılmaması gerektiğini savunmuşlardır. İzmir’in Yunanlılarca işgaline karşı çıkan Yüksek Komiserlik, daha işgale karar verilmesinden çok önce Paris’i uyarmıştır: “Ümit etmek isterim ki… Helen Krallığı Ege Denizi’nin doğu kıyılarına yayılmayacaktır. Bu ümidimiz geçmişteki zulüm idaresinden kurtulmak emellerine duyduğumuz sempatinin şiddetinin eksikliğinden değil, ama bu hareketin ilgili taraflardan hiçbirisinin mutluluğuna hizmet edeceğine inanmamış olmaktan(dır)…”81 Fakat işgal bu uyarılara rağmen gerçekleşir. İngiliz Genelkurmay Başkanı Wilson, hükümet yetkililerini uyarmanın ötesinde, günlük defterine 10 Mayıs’ta, “Bütün bunlar çılgınca ve kötü şeyler” diye yazar.82 23 Kasım 1919’da Yüksek Komiser Amiral Sir J. de Robeck, raporunda, “Türkler cezalandırılmalıydı, fakat İngiliz… çıkarları bakımından bu ceza, büyük çoğunluğu Osmanlı olan vilayetlerin bölünmesi şeklini almamalıydı” der.83 Burada benim ileri sürdüğüm de budur. Cezalandırmada Kırım suçlularının yargılanması değil, fırsatı doğmuş bir paylaşımın gerçekleştirilmesi arzusu öne çıktı. Böylece, iki ayrı olgu (toprak paylaşımı ve Kırım suçlusunu yargılamak), birbirine karıştı. Burada ileri sürdüğüm tez, eğer İtilaf Devletleri, Osmanlı egemenliği konusunda farklı bir politika izleyebilselerdi, sonucun değişik olabileceği yolundadır.
Türk tarafında da başlangıç dönemlerinde burada ileri sürülen tezi güçlendiren eğilimler mevcuttu. Türkler, Paris Barış Görüşmelerinden olumlu sonuç elde edebilmelerinin, Kırım suçluları konusunda atacakları adımlara bağlı olduğunu görüyor ve biliyorlardı. İtilaf Devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu hakkında verdikleri kararın değişmesinin ve İstanbul’un “Türklerin” elinde kalmasının ancak suçluların hakkında verdikleri kararın değişmesinin ve İstanbul’un “Türklerin” elinde kalmasının ancak suçluların cezalandırılmasıyla mümkün olabileceği fikri o dönemde özellikle İstanbul’da geniş bir kesime egemen olan düşünceydi. Konuya ilişkin, Amasya Protokolleri dışında verilebilecek başka örnekler de mevcuttur.
“Savaş ve Kırım suçlularının yargılanması” konusunda takınılan tavırdaki en önemli dönüm noktası, Sevr Antlaşması’nın hükümlerinin belli olmasıyla birlikte olmuştur. İtilaf Devletleri, cezalandırmadan esas olarak, Osmanlı Devleti’nin egemenlik haklarının ortadan kaldırılmasını anlıyorlardı. Bu nedenle elde kalan topraklar üzerinde Osmanlı Devleti’ni devam ettirmek için mücadele eden Ankara da, kısa sürede, İstanbul’da görülmekte olan savaş ve kırım suçlularının yargılanmaları programına dahil edildi. Nisan 1920’yle birlikte, savaş ve kırım suçlularının davalarının görüldüğü, 1. Divan-ı Harb-i Örfî’de başta Mustafa Kemal olmak üzere Anadolu hareketi önderleri de idam cezasına çarptırılmaya başlandı.
Sevr Antlaşması‘nın hükümlerinin Nisan 1920 ile şekillenmeye başlanması, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının idam cezalarına çarptırılmaları ve İstanbul’un antlaşmanın şartlarını yerine getirebilmek için işgal edilmesi, Anadolu hareketinin, savaş ve kırım suçlularının yargılanması konusundaki tutumunu esas olarak değiştirdi. M. Kemal’in, 12 Ağustos 1920’de İstanbul’a yazdığı bir mektup bu konudaki tutum değişikliğini göstermesi bakımından oldukça önemlidir.
Sevr Antlaşması artık kabul edilmiştir ve bu antlaşmaya göre kırım ve savaş suçluları yeniden yargılanacaktır. Mektup, doğrudan İstanbul’daki idamlar nedeniyle, İngiliz karargâhına iletilmesi isteğiyle kaleme alınmıştır. Mektupta, “Osmanlı Hükümeti… artık hiçbir anlamı kalmamış sürgün ve Kırım iddialarıyla vatan çocuklarını astırmaya devam ediyor” denmektedir.84 Böylece bu tür idamların ancak “anlamı olması” koşuluyla yapılabileceği ifade edilmektedir. Anlamsız idamların ise artık durdurulması gerekmektedir.
Göstermeye çalıştığım gibi, eğer Batılı güçler, Kurtuluş Hareketi’nin Misak-ı Millî konusundaki taleplerini ciddiye alsa idi, ama bunun koşulu olarak da “insanlık suçu” işlemiş olanların yargılanması şartını koşmuş olsaydı, bugün çok daha başka bir tarih anlatıyor olacaktık. Bu iki boyutun birbirinin içine sokulmasıdır ki, Kurtuluş Savaşı’na esas damgasını vuran, İnsan Hakları boyutu unutulmaya mahkûm oldu. Kurtuluş Savaşı tarihini, İnsan Hakları ekseninde yeniden ele almanın, dönemin ele alınamayan ve yok sayılan konularını gündeme getirmesi yanı sıra, bugün açısından anlam ve öneminin ne olduğu ise ayrı bir tartışma konusudur.

Benzer İçerikler

Körlük-Jose Saramago

yakutlu

Bernard Lewis ORTADOĞU

gul

Simyacı-Paulo Coelho

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy