İnsanın Bir dakikası-Stanislaw Lem

İNSANIN BİR DAKİKASI
I
Bu kitap, dünyadaki tüm insanların, bir dakikalık süre içinde aynı anda ne yaptıklarından söz etmektedir. Giriş, işte böyle başlıyor. Bu fikrin daha önce kimsenin aklına gelmemiş olması şaşırtıcı. İlk Üç Dakika, Guinness Rekorlar Kitabı, Kozmoloğun Bir Anı gibi kitaplardan sonra bu kitabın yazılması artık farz olmuştu; özellikle de adı geçenler, çok satılanlar arasına girdikten sonra. (Günümüzde, kimsenin edinmek zorunda olmadığı, ama herkesin öyle ya da böyle satın aldığı kitaplar kadar yayımcı ve yazarları heyecanlandıran bir şey yoktur.) Bu kitapları gördükten sonra yazılacak kitap kafamda canlanmıştı. Fikir oradaydı, sadece yazılmayı bekliyordu. Bu arada şu “J. Johnson ve S. Johnson”ın bir kan koca mı, iki kardeş mi, yoksa bir takma ad mı olduğunu bilmek ilginç olurdu. Hatta ben onların bir fotoğrafını da görmek isterdim. Nedenini açıklamak güç; ancak, yazarın görüntüsü kimi zaman kitabı anlamak için bir anahtar oluşturabilir. En azından ben, böyle bir durumla birkaç kez karşı laşmıştım. Sözgelimi, bir metin alışıldık, geleneksel çizgide değilse, okuma işi özel bir yaklaşım gerektirir. Yazarın yüzü de böyle bir durumda pek çok şeye ışık tutabilir. Bununla beraber benim tahminlerime göre Johnsonlar diye birileri yok; ikinci Johnson’ın önündeki ‘S’ harfi de Samuel Johnson’a bir gönderme. Her neyse, bunun da belki önemi yok.
Herkesin bildiği üzere, yayımcıları bir kitabın yayımlanması kadar korkutan bir şey yoktur. Çünkü genelde var olan zamansızlığa, ihtiyaç ötesi kitap bolluğuna ve reklamcılığın kusursuzluğuna bağlı olarak Lem yasası şöyle der: “Kimse okumuyor, okusa da anlamıyor, anlasa bile unutuveriyor.” Yeni Ütopya olarak reklam, günümüzde el üstünde tutulmaktadır. (Tabii biz kamuoyu araştırmalarının yalancısıyız.) Her gün korkunç ve sıkıcı şeyler izleriz televizyonlarımızda. Birbirine hırlayan politikacıların, dünyanın dört bir bucağında türlü nedenlerle ölmüş insanların kanlı cesetlerinin, kimsenin ne olup bittiğini anlamadığı (çünkü yalnız okuduklarımızı değil, seyrettiklerimizi de unuturuz) bitmek bilmeyen dizilerin ardından, reklamlar imdadımıza yetişerek içimize biraz olsun su serper. Cennet diye bir şey kaldıysa, onu bulabileceğimiz tek yer reklamlar. Güzel hanımlar, yakışıklı beyler -hepsi de olgun insanlardır- ve mutlu veletler boy gösterir reklamlarda. Yaşlıların gözlerinde zekâ pırıltıları, bir de nedense genellikle gözlük vardır. Sürekli mutluluk halinde olmaları için yeni bir kapta sunulan muhallebi, bir ayak teri gidericisi, suya salınan limonata, menekşe kokulu tuvalet kağıdı ya da fahiş fiyatı dışında hiçbir sıradışılığı olmayan bir mutfak büfesi yeter de artar bile. Güzellik timsali bir kadın zarif elleriyle bir tuvalet kağıdı rulosunu tuttuğunda ya da kap kacak dolabının karşısında hazine bulmuşça’sına gözlerini açtığında yüzünde beliren sevinç, anında tüm izleyicilere ulaştırılır. O duygu ortaklığında biraz imrenme, biraz tedirginlik vardır. Çünkü herkes o tuvalet kağıdıyla ya da limon suyuyla kendinden geçmenin imkânsızlığının farkındadır. Bu Arkadya’nın erişilmez olduğu ortadadır, ama her nasılsa göz kamaştırıcılığı etkilidir.
Her neyse… Başından beri biliyordum ki reklamcılık, rekabet ortamında ayakta kalma savaşı verip gelişirken, bizleri, tanıttığı ürünlerin daha nitelikli olmasıyla değil, dünyanın giderek niteliksizleşmesi sonucunda kendine köle etmiştir. Tanrı’nın, yüksek ideallerin, özgeciliğin ve “onur”un ölmesinden sonra, aşırı kalabalık şehirlerde, asit yağmurları altıda yaşayan bizlere kalan tek şey, krakerleri, muhallebileri, fiyat farklarını cennetin muştusu gibi sunan bu hanımlarla beylerin kendinden geçmiş halleridir. Reklamlar, bu korkunç etki güçleriyle her şeye bir kusursuzluk atfettikleri için, kitaplar da -üstelik her bir kitap- bu kusursuzluktan payını alır. Böylelikle kişi yirmi bin kâinat güzeli tarafından ayartılır ve fakat karar veremez; sersemlemiş koyun gibi aşka susamış, doyurulması olanaksız, öylece oyalanmaya devam eder. Bu durum her şey için geçerlidir. Örneğin kablolu televizyonlar… Aynı anda kırk ayrı kanal da yayındadır; izleyici sayının çokluğunda doğallıkla bir keramet arar; demek ki daima izlenecek daha iyi bir kanal vardır. Kanadına basılmış pire gibi durmadan bir kanaldan diğerine zıplar. Bu da olsa olsa teknolojik gelişimin düşkırıklığına getirdiği yeni doruk noktasıdır. İşte, tam olarak kimse böyle söylemediyse de bize dünyalar vaat edildi. Her şey bizim içindi, sadece dokunmak ve seyretmek için bile olsa…
Edebiyat da aynı tuzağa düşmekten kurtulamadı. (Zaten edebiyat dünyanın bir yankısı, bir benzeri, dünya üzerine bir yorum olmaktan öte nedir ki?) Öyle ya, daha ilginç, daha yaratıcı şeyler yapan binlerce kişiden söz etmek varken, kendi ya da karşı cinsimin belli bazı bireylerinin, diyelim yatağa gitmeden önce söyledikleri, beni neden ilgilendirsin? O zaman, öyle bir kitap olmalıydı ki Diğer Herkes’in de ne yaptığından söz edebilsin. Ben de Başka Bir Yer’de Pek Önemli Şeyler olurken, saçmalıklar okuduğum düşüncesiyle eziyet çekmekten kurtulayım.
Guinness Rekorlar Kitabı, çok satanlar arasına girmişti, çünkü bu kitapta, hemen her konuya dair istisnaî olaylar, gerçekliklerinden kuşku duyulmayacak bir biçimde anlatılıyordu. Ancak, bu rekorlar listesinin ciddi bir kusuru vardı: çok geçmeden demode oluyordu. Adamın birinin kırk kilo kurtlu şeftaliyi çekirdekleriyle miğdeye indirmesinin ardından bir başkası daha fazlasını yemekle kalmıyor, bir kramp sonrası aniden ölerek yeni rekora kasvetli bir çeşni de katıyordu. Her ne kadar akıl hastalığı diye bir şey olmadığı, bu kavramın psikiyatristler tarafından para sızdırma ve hastalara eziyet etme amacıyla icat edildiği iddiası pek taraftar bulmasa da, normal kabul edilen insanların çıldırmış olanlardan çok daha delice davranabildikleri de doğrudur. İkisi arasındaki fark, deli olanın yaptığını tam bir kayıtsızlık içinde, normal olanınsa ün için yapması. Çünkü ün paraya çevrilebiliyor. Elbette kimisine sadece ün de tatmin edici gelebiliyor, bu da meseleyi biraz muğlaklaştırıyor. Neyse ki entelektüellerin hâlâ yaşamaya devam eden alt türleri, tüm bu rekorlar listesini hor görüp aşağıladılar. Kibar takımı arasında da bilmem kimin dört ayağı üzerinde lavantalı burnuyla bir hindistan cevizciğini bilmem kaç mil sürükleyebildiğini hatırlamak pek itibar gerekçesi sayılmadı.
O halde, öyle bir kitap tasarlanmalıydı ki, hem Guinness’e benzesin hem de (İlk Üç Dakika gibi) omuz silkerek bir yana atılamayacak ciddiyette olsun. Diğer yandan bozonlar, kuvarklar gibi soyut, kuramsal bilgilerle yüklü olmasın. Aynı anda her şeyi, yalana başvurmadan anlatan ve bütün diğer kitapları gölgede bırakacak böyle bir kitap yazmak tam anlamıyla imkânsız görünüyordu. Ben bile bunun nasıl olacağını hayal edemiyordum. Yayımcılara basitçe şunu önerdim: “Bir kitap yazayım ve en kötü ihtimalle bütün reklamcılık iddialarının karşı tezi olsun.” Ama önerim tutulmadı. Aklımdaki proje okurlara ilginç gelebilirdi belki; günümüzün en revaçta işi rekor kırmak ya, ne de olsa dünyanın en kötü romanı da bir rekor sayılır; yine de başarsam bile bunu kimselerin fark etmeme olasılığı oldukça yüksekti.
İnsanın Bir Dakikası adlı kitaba yol açan fikri kendim bulamadığım için ne kadar üzgünüm bilemezsiniz. Gerçi görünüşe bakılırsa yayımcının Ay’da bir şubesi bile yok. Söylendiğine göre “Ay Yayımcılık” sadece bir reklam hilesiymiş. Editör sahtekârlıkla suçlanmamak için Colombia havayollarına ait bir mekik uçağıyla, elyazmasının bir kopyasını ve küçük bir bilgisayar okuyucuyu Ay’a göndermiş. Olaya şüpheyle yaklaşan olursa basım işleminin o bölümünün gerçekten Ay’da yapıldığını ispatlayabilirmiş, çünkü Mare lmbrium’daki bilgisayar elyazmasını defalarca okumuş. Kuşkusuz düşünmeden okumuş, ama ne farkeder? Nasılsa dünya üzerindeki yayınevlerinde de insanlar elyazmalarını böyle okumuyor mu?
Eleştirimin başlangıcında hiciv yaptığım izlenimi uyandırmak istemem, çünkü bu kitapla ilgili hiçbir şey komik değil. Daha çok, öfke uyandırıcı olabilir, kitabı tüm insanlık adına bir aşağılama olarak algılayabilirsiniz. Öylesine iyi tasarlanmıştır ki, aksi öne sürülemez çeşitli gerçeklikler dışında hiçbir şey içermemektedir. Kimbilir, bu kitabın hiç değilse bir film ya da televizyon dizisi haline getirilemeyeceği düşüncesi belki sizi ferahlatır. Ama doğrusu şu ki, üzerinde düşünmenize değecektir; her ne kadar varacağınız sonuçlar pek iç açıcı olmasa da…
Bu kitap kuşkuya yer bırakmaksızın gerçekçi, bir o kadar da “fantastik”tir, tabii siz de benim gibi “fantastik” sözcüğünü kavrama sınırlarımızı aşan durumlar için kullanıyorsanız… Herkes bana katılmayacaktır, ama şundan eminim:
Günümüz düş ve bilim-kurgu ürünlerindeki kısırlığın nedeni, fantezi öğesine yeterince yer vermemiş olmalarıdır; bu yönden çevremizdeki dünyayla da karşıtlık oluştururlar. İşte size bir örnek: Bir insanın beyni iki parçaya ayrıldığında o insan aynı anda hem tek bir bireydir hem de değildir. (Böyle birçok ameliyat saralılar için söz konusu ölmuştur.) Bütünüyle normal görünen böyle bir insan, örneğin pantolon giyemez, çünkü sağ eli paçasını yukarı çekerken, sol eli çıkartınakla meşguldür. Ya da belki tek kolu karısına sarılırken, öteki kolu onu itmeye çalışır. Belli durumlarda beynin sağ yarı küresinin, solun ne gördüğünü ve düşündüğünü bilmediği gösterilmiştir. Öyleyse bilincin, hatta kişiliğin bölünebilirliği, başka bir deyişle bir bedende iki insanın varlığı kabul edilmeliydi. Ancak, başka deneyler, ne böyle bir şeyi ne de bireyin kâh tek kâh çift yaratılışlı olduğunu kanıtlayabilmiştir. Aynı zamanda bir buçuk ya da iki tamdan biraz fazla bireyler olduğumuz varsayımları da gündem dışı kaldı. Bunu şaka sanmayın: Böyle bir insanda kaç zihin olduğu sorunu yanıtsız kalacak gibi görünüyor ve aslına bakarsanız bu durum hem fantastik hem de bir o kadar gerçektir. Kitabımıza dönersek, İnsanın Bir Dakikası da işte ancak bu anlamda fantastik bir kitap sayılabilir.
Yeryüzünde yılın tüm mevsimleri, günün tüm saatleri ve gece, tüm iklimler her an, hep birlikte var olurlar. Her birimiz bunu çok iyi bilsek de genellikle üzerinde düşünmeyiz. Bütün ilkokul çocuklarının bile bildiği bu beylik hakikatin nedense farkında değilizdir. Belki de bu hakikatle ne yapacağımızı bilemediğimiz için… Her gece televizyonlarımızı çılgınca döven elektronlar, dünyayı parçalara ayırıp “Son Dakika Haberleri”ne tıkıştırırlar ve bizlere Çin’de, lskoçya’da, İtalya’da ve denizlerin dibinde, Antarktika’da neler olduğunu öğretirler; biz de on beş dakikada tüm dünyada olup bitenleri izlediğimize inanırız. Elbette hiçbir şey öğ renmemişizdir. Haber kameraları gezegeni birkaç yerden delip geçer: Örneğin önemli bir politikacının uçağı inişe geçmiştir, sahte gülücüklerle başka muhterem politikacıların elini sıkar; ya da örneğin bir tren devrilmiştir – herhangi bir kaza değil, makarna gibi büklüm büklüm arabalar ve içlerinden çıkan lime lime olmuş insanlarla en trajik olanlar seçilir, çünkü o sırada dünyada sözü edilmeye değmeyecek kadar çok felaket vardır. Kitle iletişim araçları, ancak birinci sınıf haberlere yer verir – bir darbe (hele de saygın bir katliamla beslenmişse), papanın ziyareti ya da kraliyet ailesinden birinin gebeliği gibi…
Bu olayların ötesinde, yeryüzünde beş milyar insan olduğu gerçeğinden kimse kuşku duymaz; kendisine sorduğumuz herhangi bir kişi de kuşkusuz başka milyonlarca kişinin varlığını bildiğini söyleyecektir. Hatta üzerinde düşününce, aldığı her solukta birilerinin doğduğu ya da öldüğü gerçeğine ulaşması işten bile değildir. Ancak, bu belli belirsiz bir bilgidir. Sözgelimi, bir Amerikan uydusunun Mars’ın soluk güneşi altında yörüngeye kilitlendiğini ya da Ay’da kaza yapmış iki aracın enkazını düşünmek kadar, en az o kadar soyut bir bilgidir. Malum, şayet bilgi sözle sınırlı kalır, deneyimle desteklenmezse hiçbir anlam taşımaz. Bir insanın yaşadıkları, bütün insanların yazgıları yanında okyanustaki bir damla kadardır. Bu açıdan bir insanla, bir damla suda yüzen bir amip arasında pek fark yoktur. Amip için damlanın sınırları, dünyanın sınırları gibidir. Üstelik bana kalırsa temel fark hiç de bizim protozon karşısındaki entelektüel üstünlüğümüz değildir. Aksine, asıl fark, onun ölümsüzlüğüdür; ölmek yerine bölünerek durmadan kendi kendisinin ailesi olmasıdır.
Bunlardan ötürü İnsanın Bir Dakikası adlı kitabın yazarları kendilerine hiç de akla yatkın bir görev biçmiş görünmüyorlar. Kitabı henüz görmemiş birine, burada çok az keli me, bol miktarda istatistik tablo ve sayı kolonu olduğunu söylesem, bu girişime pekâlâ bir fiyasko, hatta çılgınlık gözüyle bakabilir. Yüzlerce sayfalık istatistik ne işe yarar ki? Böylesi binlerce sayı kafamızda nasıl bir hayale, duygulanıma ya da deneyime yol açabilir ki? Şayet kitap var olmasaydı, şu an masamın üzerinde duruyor olmasaydı,’ düşüncenin orijinal olduğunu söyler, hatta çarpıcı bile bulur, ama algılanmasını olanaksız sayardım. Bunu, Paris ve New York telefon rehberlerini okuyarak, bu şehirlerin sakinleri hakkında bir fikir oluşturmaya benzetirdim. İnsanın Bir Dakikası adlı kitap önümde duruyor olmasaydı, onu bir telefon rehberi ya da bir almanak kadar okunamaz görürdüm.
Bundan ötürü benimle aynı anda var olan tüm insanların yaşamlarına ait altmış saniyenin gösterilmesi işi, büyük bir kampanyayla birlikte yürütülen bir plan gibi ele alınmalıydı. Orijinal bir düşünce, önemli de olmasına karşın, başarı sağlamak için yeterli sayılmazdı. En iyi stratejist de sadece düşmanını şaşırtmayı bilen değil, bunu nasıl yapacağını da hesaplayabilen kişidir.
Her geçen saniye yeryüzünde neler olduğunu bilmenin doğrusu hiçbir yolu yoktur. Bu olgu, insanoğlunun bilincinin mikroskopik kapasitesini göz önüne serer. Bilinçliliğimiz… Bizi hayvanlardan, sadece en yakın çevrelerini algılayabilen o zekâ yoksullarından ayırdığını iddia ettiğimiz sınırsız ruh… Bavulumu her toplayışımda köpeğim nasıl da huzursuzlanmaya başlar. Ona böyle malızun durmasına, bahçe kapısına kadar ağlaya ağlaya arkamdan gelmesine hiç de gerek olmadığını anlatamamak beni nasıl da üzer. Ertesi gün döneceğimi ona anlatabilmemin bir yolu yoktur, her ayrılıkta aynı üzüntüyü tekrar tekrar çeker. Fakat bize gelince, durumun değişik olması beklenecektir. Öyle ya, biz neyin ne olduğunu biliriz, bilmediklerimizi de arar buluruz.
Genel kanı budur. Bununla beraber modern dünya, attığımız her adımda bu bilinçliliğin çok dar bir kapsamı olduğunu yüzümüze vurur. Onun azıcık bir parçasını bilmekteyizdir, belki biraz daha fazlasını, ama hepsi bu ve kuşkusuz dünyayla ilgili dertlerimiz, bir köpeğinkinden çok daha acı vericidir… Düşünme yetisine sahip olmayan köpek, bilmediklerinin farkında değildir, hiçbir şey anlamadığım da anlayamaz. Bize gelince, her ikisinin de farkındayızdır. Farkında değilmiş gibi davranırsak bu ya aptallığımızdan ya da kafamızı huzurlu tutmak için kendimizi kandırmamızdandır. Bir insanı sevebiliriz ya da belki dört insanı… Ama sekiz bin imkânsız bir rakamdır. Böylesi durumlarda kullandığımız sayılar da hilekâr, sahte uzuvlar gibidir; kör adamın kullandığı bastona benzer: bastonuyla kaldırımı yoklaması onun duvara bindirmesini engeller, gelgelelim kimse bu baston sayesinde bütün dünyayı, hatta kendi sokağının küçük bir parçasını olsun görebildiğini iddia edemez. Öyleyse bu sığ, yoksul bilinçlerimizle ne yapabiliriz? Göremediklerini görmesini nasıl sağlayabiliriz? Bütün İnsanların Bir Dakikasından nasıl söz etmeliyiz?
Evet sevgili okur, her şeyi birden öğrenemeyeceksin; fakat “içindekiler” kısmına, sonra da ayrı ayrı başlıklara göz attığında, nefesini kesecek şeylere tanık olacaksın. Dağlardan, nehirlerden ve tepelerden değil, milyarlarca insan bedeninden oluşan bir yer şekli gözlerinin önünde parlayıp sönecek. Tıpkı karanlık, fırtınalı bir gecede, yıldırımın sisi kabuğundan ayırmasıyıla bir saniyeliğine aydınlanan o uçsuz bucaksız manzara gibi… Elbet karanlık yeniden çökecektir, ancak gördüğün manzara artık belleğine işlemiştir ve ondan kurtulamazsın. Bu benzetmenin görsel yanı herkesçe anlaşılabilir. Ne de olsa herkes, hayatındabir kez olsun fırtınalı bir gece geçirmiştir. Ama nasıl olur da şimşekle aydınlanan dünya, binlerce istatistik tabloya indirgenebilir?
Yazarların kullandığı yöntem basittir; ardışık tahminler yöntemi. Bunun nasıl olduğunu göstermek için iki yüz bölüm içinden ölüme ayrılmış olanını seçelim, daha doğrusu ölmeye ayrılmış olanını…
İnsan nüfusu beş milyara yaklaştığına göre, her geçen dakika bu nüfusa mensup binlercesinin ölmekte’olduğu da aşikârdır. Ama bu size hiçbir şey ifade etmiyor, değil mi? Yine de sığ kavrayışımız buradaki rakamlara bir duvara çarparcasına tosluyor. Şöyle ki, “her an 19 bin insan ölmektedir” ya da “900 bin insan ölmektedir” cümlelerinin arasında, bizde yarattığı duygulanım bakımından zerre kadar fark yoktur. Diyelim bu rakam bir milyon ya da on milyon olsun; göstereceğimiz tepki değişmeyecektir: Hafiften korkmuş, belli belirsiz bir tedirginlik edasıyla dile gelen bir “yaa!” ünlemi. Bir anda adeta bir soyut ifadeler çölünde – buluveririz kendimizi; hepsinin de bir anlamı olduğu kesindir, ama bu anlam bizde amcamızın kalp krizi geçirdiği haberini aldığımızda hissedeceklerimize benzer duygular uyandırmaz. Amcanın kalp krizi haberi, bizi çok daha derinden etkiler.
Ancak bu bölüm sizi 48 sayfalık bir ölüm yolculuğuna davet etmektedir. Önce veriler özetlenmekte, arkasından ayrıntılı dökümler gelmektedir. Böylelikle siz de ölüm konusunun tümüne, önce zayıf mercekli bir mikroskoptan bakar, sonra gittikçe daha duyarlı mercekler kullanıyormuşçasına belirginleşen bölümleri incelersiniz. Doğal ölümler ilk sınıflandırmada yer alır; öldürme vakaları ise ayrı bir sınıflandırmaya tabidir. Bunları sırasıyla, kazaen ölümler, eceliyle ölümler izler. Polis işkencesi nedeniyle dakikada kaç kişinin öldüğünü ve faili meçhul cinayetlere kaç insanın kurban gittiğini öğrenirsiniz. Yine bölgelere -ülkelere- göre dökümüyle birlikte, 60 saniyelik süre içinde işkencenin normal eğrisinin ne olduğunu, bunun coğrafik dağılımını ve bu süre biriminde hangi aletlerden yararlanıldığını okursunuz. Öğrenirsiniz ki siz, sözgelimi köpeğinizi yürüyüşe çıkartmışken ya da terliklerinizi ararken, karınızla sohbet ederken, uykuya dalmak üzereyken ya da gazete okurken, binlerce başka insan o yirmi dört saatin her bir dakikasında, gece gündüz, bütün bir hafta, bütün bir ay ve bütün bir yıl boyunca ıstıraptan kıvranmakta, feryat figan etmektedir. Çığlıkları size erişemese de, onların hiç dinmediğinden artık haberdarsınızdır, çünkü istatistikler bunu size ispatlamaktadır. Örneğin dakikada kaç insanın zararsız bir meşrubat yerine yanlışlıkla zehir içerek öldüğünü öğreneceksiniz diyelim; istatistikler zehirlenmenin de her türlüsünü göz önünde bulundurur, tarım ilacıyla, asitli ilaçlar ya da çamaşır suyuyla zehirlenmeler gibi. Yine istatistikler kaç ölümün şoförlerin, doktorların, annelerin ya da hemşirelerin vb. hatalarına bağlı olduğunu anlatır. Ayrı bir başlık altında yeni doğmuş bebelerden kaç tanesinin -kazayla ya da kasten- doğumdan hemen sonra annelerince öldürüldükleri ele alınır: Bazı bebekler yastıkla boğulur, bazıları helaya düşer – tabii anne, ya gerizekâlılıktan ya tecrübesizlikten ya da hap kullandığından doğum anını normal bir dışkılama faaliyeti zannetmiş olabilir. Tüm bu çeşitlemeler daha geniş dökümlere açılır. Bir sonraki sayfada karşınıza, kimsenin hatasına bağlı olmadan ölen yeni doğmuş bebekler çıkar. Kimisi yaşamaktan aciz hilkat garibesidir, ya göbek bağı yüzünden boğulmuş ya da rahim içi sıvısının kurbanı olmuştur ya da kim bilir hangi anormalliklerin. Burada hepsinden söz etmeyeceğim. Günümüzde yaşama son vermenin yolları da geçmişe göre çok çeşitlenmiştir. Öyle ki kendini asma, istatistiklerde altıncı sıraya düşmüştür. Dahası, intihar yöntemlerinin sıklığıyla ilgili istatistik tablo, ölümü çabuk ve emin yollardan sağlamayı öğreten birtakım popüler kullanma talimatları (el kitapları) ile birlikte bu yöntemlerin arttı ğını göstermektedir. Elbette işini yavaş yavaş halletmek isteyenler de çıkabilir, böylesi örnekler yok değildir. Hatta sen sabırlı okur, bu tür “Nasıl İntihar Etmeli” kitaplarının baskılarıyla başarılı intiharlar eğrisi arasında nasıl bir bağlantı olduğunu da pekâlâ öğrenebilirsin. Eskiden, insanlar bu konuda acemi oldukları zamanlarda intihar girişimleri galiba daha fazla önlenebiliyordu.
Sonra, tabii ki, kanserden, kalp krizinden, ilaçlardan, dört yüz önemli hastalıktan kaynaklanan ölümlere sıra gelir. Sonra da araba kazalarında ölenler, devrilen ağaçların, yıkılan duvarların, düşen tuğlaların altında kalmalar, tren altında ezilmeler, hatta ve hatta meteor düşmesi sonucu ölümler anlatılır. Meteor düşmesinin yol açtığı zaiyatın seyrek olduğunu öğrenmek sizi rahatlatır mı, doğrusu bilmem. Hatırladığım kadarıyla bu yolla dakikada onbinde bir ölüm gerçekleşmektedir. Gördüğünüz gibijohnsonların çalışması kesinlikle son derece titiz bir biçimde hazırlanmış, ölümün nerede ve nasıl kol gezdiğini eksiksiz bir biçimde sunabilmek için gönderme ya da “karşılıklı referans” adı verilen yöntemden yararlanılmıştır. Bazı tablolar birden fazla nedene bağlı ölümlerden söz ederken, bazıları da tek nedenden ötürü -elektrik çarpması gibi- ölümleri göstermektedir. Bu yolla biz de olağanüstü zenginlikte bir ölüm albümüne sahip oluruz. Elektrikten ölüm, sıklıkla iyi topraklanmamış bir aygıta dokunmaktan, nadiren küvetin içindeyken ve daha nadiren (dakikada ufak bir oranda olmak kaydıyla) köprü altlarındaki gerilim hatlarına işerken gerçekleşir. Titiz Johnsonlar bir dipnotta elektrik şokuyla kasten -örneğin işkencede- öldürülmüş olanlar ile çok daha az bir akıma bağlı olarak kazara ölenleri ayırdetmenin imkânsız olduğunu söylerler.
Ölülerin defin biçimlerine dair istatistikler de vardır: Cesetlere makyaj yapılan korolu çiçekli, törenli cenazelerden, daha basit ve ucuz yöntemlere kadar… Buraya gelindiğinde bir sürü başlık çıkar karşımıza, çünkü görüleceği üzere, gelişmiş ülkelerde, bir taş yardımıyla torbalara tıkıştırılan, ayaklarına çimento dökülerek suya bırakılan, çıplak bedenleri parça parça doğranan ya da bataklıklara atılan cesetlerin sayısı üçüncü dünya ülkelerine oranla fazladır. Yine (bir başka başlığa göre) eski gazetelere, kanlı paçavralara sarılıp çöplüklere bırakılanların sayısı da az değildir. Daha az varlıklı toplumlar bu tür defin yöntemleriyle henüz pek tanışık değil. Belli ki bilgi, gelişmiş ülkelerin ekonomik yardımları aracılığıyla onlara yeni yeni ulaşmaktadır.
Diğer yandan azgelişmiş ülkelerde de yeni doğmuş bebeklerin sıçanlar tarafından yenme oranı hayli yüksektir. Bu veriler bir başka sayfaya aittir; ancak, okur eğer gözden kaçırmazsa, onu yöneltecek bir dipnotla karşılaşacaktır. Ve eğer kitabı hafif dozlarda tüketmek isterse, aradığı her şeyi alfabetik dizinde bulacaktır.
Kimse bunların sıkıcı, kuru, bir şey ifade etmeyen rakamlar olduğunda ısrar edemez. Okur adeta ölüm olgusundan zevk alırcasına, insanların başka ne gibi yollarla her an nasıl öldüklerini merak etmeye başlar; sayfaları çeviren parmakları nemlenir. Tabii ki bu kan olamaz, olsa olsa terdir.
Açlıktan ölme konusunda (ki bunun için yaşlara göre yapılan dökümle birlikte ayrı bir tablo olmalıydı – en çok ölenler de çocuklardır) yazılanların sadece kitabın basım tarihi için geçerli olduğunu belirten bir dipnot vardır. Çünkü bu konuya dair rakamlar aritmetik bir hızla artmaktadır. Aşırı yemekten ölümler de olur elbet; ama bu, açlığın 199 bin kat gerisinde kalan bir olgudur. Bu veriler biraz teşhir, biraz da şantaj öğesi içermektedir.
Bu bölüme aslında sadece göz atmak istemiştim, ama sanki beni zorlayan bir şey varmışçasına baştan sona okudum, tıpkı kanayan yarasındaki bandajı soyup yaraya ba kan ya da ağrıyan dişindeki oyuğu bir kürdanla kurcalayan kişinin davranışındaki gibi; acı verdiğini bile bile, kendime engel olamadan…. Rakamlar beyne sızan kokusuz, tatsız haplara benziyorlar. Üstelik düşünün ki şu ana kadar aşırı zayıflık, bunama, topallık, organ bozukluğu vb. hakkındaki bütün verilerden söz etmiş değilim, doğrusu bunları sıralamaya niyetim de yok, çünkü o zaman kitabı aynen aktarmış olurum ki benim görevim yalnızca bir değerlendirme yapmak.
Aslında çizelge şeklinde düzenlenmiş tüm ölüm türlerine ilişkin veriler, -farklı ırklara ve uluslara mensup o yeni doğmuş bebelerin, yaşlı kadınların, çocukların bedenleri, ölüm rakamlarının ardında temsil ettikleri yaşayan ruh- kitabın en etkileyici yanı değildir. Bu cümleyi yazarken dürüst olup olmadığımı soruyorum kendime ve tekrar ediyorum, hayır, bunlar en etkileyici olgular değil. İnsanların ölümüne dair bu muazzam tablo, aslında biraz da kişinin kendi ölümüne benzemektedir: Sadece genel hatlarıyla ve belli belirsiz ol; makla birlikte, sezilebilir bir niteliği vardır. Tıpkı kendi sonumuzun kaçınılmazlığını, hangi biçim altında olacağını bilemesek de, az çok kavradığımız gibi.
Ete kemiğe bürünmüş yaşamın büyüklüğü kendini daha ilk sayfada ortaya koymaktadır. Karşınızda su götürmez gerçekler vardır. Ölümle ilgili bölümdeki verilerin geçerliliğine ilişkin şüphe duyulabilir; ne de olsa ortalama hesap temel alınmıştır. Her şeyden önce, ölümlere ilişkin sınıflandırma ve sebeplendirme işinin tam bir kesinlikle yapıldığına inanmak zordur. Zaten dürüst yazarlar bizden olası istatistiksel sapmaları saklamazlar. Giriş bölümü de, hesaplama yöntemlerini ayrıntılı olarak açıklamakta, hatta başvurulan bilgisayar programlarını kaynak göstermektedir. Yöntemler standart sapmaya olanak tanımasına karşın bu söylediğimizin okur için önemi yoktur. Öyle ya, dakikada 7800 yeni doğmuş bebeğin ölümü ile 8100 bebeğin ölümü arasında fark yoktur. Bunun yanı sıra bu sapmalar dikkate değmez niteliktedir. Çünkü biri diğerini geçersizleştirme eğilimindedir. Yılın ve günün tüm zaman dilimleri için doğum oranı sabit olmamasına rağmen, yeryüzünde gün ile gece, yıl ile ay aynı anda var olduğundan, örneğin ölü doğan bebelerin sayısı sabittir. Öte yandan, bazı kolonlardaki veriler dolaylı çıkarsamalara dayanır. Örneğin, bilindiği kadarıyla ne polis ne de kiralık katiller -ister amatör ister profesyonel olsun (ideolojik çeşitliliği saymazsak)- mesleklerindeki verime dair istatistik verileri yayımlamazlar. Öyleyse bu noktada yapılmış olan hata oranı önemli sayılabilir.
Diğer yandan Birinci Bölüm’ün istatistiklerinde sitem edilecek bir yan bulunamaz. Bu istatistikler, yılın her 525.600 dakikasından birinde kaç insanın var olduğunu -yani ne kadar sayıda yaşayan insan bedeni olduğunu- anlatır. Beden sayısı şu anlama gelir: Kasların, kemiklerin, safra ve kanın, tükürük ve beyin omurilik sıvısının, dışkının… toplam miktarının ne kadar olduğu. Şayet göz önüne serilmesi gereken şey, böylesi bir miktarın düzenlenmesi ise, doğallıkla, konuyu herkesin anlayabileceği dilde anlatmak isteyen yazar karşılaştırmalı hayal gücüne başvurur. Johnsonlar da böyle yapmışlardır. Şöyle ki şayet tüm insanlık bir yerde toplanmış olsaydı, üç yüz milyar litrelik bir hacim işgal edecekti, ya da bir kilometre küpün üçte birinden daha az bir yer. Çok gibi geliyor kulağa… Ancak, dünya okyanuslarının 1.285 milyon kilometreküp su barındırdığı düşünülürse, pek öyle olmadığı anlaşılır. Yani dünyadaki tüm insanlar -beş milyar beden- okyanusa konsa, suyun seviyesi bir milimetrenin yüzde birinden daha az yükselirdi. Hepsi hepsi tek bir şapırtı… ve yeryüzü sonsuza dek insansız kalırdı.
Bu istatistik oyunları haklı olarak ucuz bulunabilir. Pekâlâ bir uyarı görevi de görebilirler. Gelişmiş sanayilerimiz sa yesinde havayı, toprağı, denizleri zehirleyip ormanları çöle çeviren, yüz milyonlarca yıl yaşamış sayısız hayvan ve bitki türünü yok eden, başka gezegenlere erişip yeryüzünün doğal dengesini değiştirmeyi becererek kozmik gözlemcilere varlığımızı ilan eden bizler… İşte öylesine basitçe, hiç iz bırakmaksızın yok olabiliriz. Bana sorarsanız, bundan pek etkilenmedim. Ne bundan, ne de insanlığın topundan dökülen kanla -4.9 milyar litre- bir Kızıl Deniz, hatta bir küçük gölcük bile oluşmayacağının hesaplanmasından etkilendim.
Bu bölümden sonra, T.S. Elliot’tan “doğum, çiftleşme ve ölümdür” alıntısının geçtiği epigrafın altında yeni rakamlar çıkar karşımıza. Sözgelimi, her geçen dakikada 34.2 milyon erkek ve kadın çifleşmektedir. Cinsel ilişkilerin sadece yüzde 5.7’si döllenmeyle sonuçlanır, fakat dakikada toplam 45 bin litre hacmindeki meni, 1.990 milyar (son basamaktaki rakamın sapmasıyla birlikte) yaşayan sperm hücresi içermektedir. Bu demektir ki, aynı sayıda dişi yumurtanın her birine bir sperm hücresi düşmek kaydıyla, dakikada l kez, saatte 60 kez oranında asgari bir döllenme gerçekleşir. Bu olasılık gerçekleşseydi, saniyede 3 milyon çocuğa gebe kalınacaktı. Neyse ki, bu da sadece bir istatistik varsayımdır.
Pornografi ve modern yaşam tarzı bizleri cinsel yaşamın her biçimine aşina kıldı. Hatta göz önüne serilecek, gösterildiğinde şaşkınlık yaratacak bir şeyimiz kalmadığını bile düşünebiliriz. Fakat bu konu istatistiksel açıdan ele alındığında ortaya çıkan durum şaşırtıcıdır. Karşılaştırma oyunlarına yeniden dönebiliriz. Örneğin dakika başına vajinalara boşalan 43 tonluk meni -yani, 430 bin litrelik sıvı- dünyanın en büyük gayzerinin her püskürtmesinde açığa çıkan 3 7.850 hektolitrelik su miktarıyla karşılaştırılmaktadır. Gördüğünüz üzere sperm volkanı sadece 11.3 kat daha bereketli olmakla kalmıyor, aynı zamanda ara vermeksizin püskürtme niteliği taşıyor. Bu hiç de edepsiz bir görüntü değil. Kişi cinsel anlamda sadece belirli sınırlarda, belli oranda tahrik edilebilir. Çiftleşme eylemindeki istatistiksel artış ya da azalış, herhangi bir cinsel tepkiye yol açmaz. Cinsel olarak uyarılmak yaratılışsal bir tepki olup beynin belli merkezlerinde refleks halinde ortaya çıkar; görsel normları aşan durumlarda kişi uyarılmayacaktır. Cinsel aktiviteler çok küçük ölçekte ele alındığında, insanlar karınca boyutunda görüneceğinden, üzerimizde bir etki uyandırmayacaktır. Diğer taraftan ölçeğin aşırı büyütülmesi de tiksinti yaratır, çünkü o zaman dünyanın en güzel kadınının pürüzsüz cildi, gözenekli soluk yüzeyinden sivri dişler gibi kalın tüylerin fırladığı bir yüzey halini alır, salgı bezlerinin kanallarından yapışkan parlak yağlar sızar.
Az önce sözünü ettiğim şaşırtıcı durumsa, farklı bir nedenden kaynaklanıyor. Bilindiği üzere insanlık dakikada 53.4 milyar litre kan pompalamaktadır, fakat bu kırmızı nehrin şaşırtıcı bir yanı yoktur, yaşamın sürmesi için akması şarttır. Aynı zamanda insanoğlunun eril organları da 43 ton meni pompalar. Vurgulanması gereken şudur ki, her boşalma, sıradan bir psikolojik faaliyet olmasına karşın, bireyden bireye farklılık gösteren, mahrem, herkeste aynı sıklıkta gerçekleşmeyen ve hatta elzem de olmayan bir faaliyettir. Bunların yanı sıra cinsel ilişkide bulunamayacak milyonlarca çocuk, yaşlı ve hasta, kendi kararlarıyla ya da koşullar gereği hiç cinsel ilişkide bulunmamış birçok kişi vardır. Ama her nasılsa bu beyaz nehir de tıpkı kırmızı nehir düzeninin sabitliğiyle akmaya devam eder. İstatistik bilimi dünyanın tümünü ele aldığında, düzensizlikler de ortadan kalkar. İşte şaşırtıcı olan da budur. İnsanlar yemeğe oturur, çöplükte artık madde arar, kiliselerde, camilerde dua ederler, uçakla yolculuk eder, araba sürer, nükleer füze taşıyan denizaltılarda gezerler, parlamentolarda tartışma yürütür, milyonlarcası uyurken mezarlıklara doğru cenaze alayları yürür, bombalar patlar, doktorlar ameliyat masasına eğilir ve binlerce profesör aynı anda sınıflarına girerler; tiyatro perdeleri kalkar ve iner, sel baskınları tarlaları ve çiftlikleri yutar, savaşlar ilan edilir, savaş alanlarında buldozerler üniformalı cesetleri hendeklere iter, fırtınalar kopar, şimşekler çakar, gecedir, gündüzdür, tan vakti ya da alacakaranlıktır, her ne zaman, her ne olursa olsun, o 43 tonluk doymuş sperm nehri durmaksızın akar. Büyük rakamların yasasına bakılırsa, bu rakam da dünyaya ulaşan güneş enerjisinin toplam miktarı kadar sabit olacağa benzer. Bir tür mekaniklik söz konusudur sanki, bir önlenemezlik, bir hayvansılık… Öyle ya, başına gelen ya da getirdiği onca felakete rağmen ara vermeksizin çiftleşen bir insanlık imgesinin neresi kabul edilebilir ki?
İşte böyle… Şunu unutmayın ki insan aktivitelerini en asgarî düzeye -yani sayılara- indirgeyen (olguları biraraya sıkıştırmanın en kökten yolu budur) bir kitabı özetlemek imkânsızdır. Kitabın kendisi zaten insanlığa dair abartılı bir kısaltma, bir alıntı gibidir. Bir değerlendirme yazısında en çarpıcı bölümlere bile değinemezsiniz. Sözgelimi akıl hastaları… Yapılan hesaplara göre günümüzde dakika başına düşen akıl hastalarının sayısı, son birkaç yüzyıldaki dünya nüfusundan daha fazladır. Sanki insanlık, aklını kaçırmış ataların soyundan gelmektedir. Ya da tümörler örneğin. Bundan 35 yıl önce bir tıp çalışmamda, vücudun kendi kendine giriştiği bir intihar saldırısı, bir nevî “fiziksel delilik” olarak tanımladığım tümörler, yaşamın doğal dinamiklerinde oluşan bir kusur, onun yasaları karşısında bir istisnadır. Ancak, istatistiklere göre bu istisna dev bir Moloch’tur.1 Kanserli hücrelerin dakika başına yoğunluğu, bizleri varlığa getiren sürecin körleşmesine adeta bir kanıt tır. Birkaç sayfa sonra her şey daha da iç karartıcı bir hal alır. Şiddet vakalarına, tecavüzlere, cinsel sapkınlığa, tarikatlara ve örgütlere dair bu bölümleri sessizce geçerim. İnsanların birbirini hasta, sağlıklı, yaşlı, çocuk, genç ya da sakat ayrımı gözetmeksizin ne yollarla aşağılayıp sömürdüğünü anlatan bu tablo, doğrusu insanın alçaklığına dair her şeyi bildiğini iddia eden en katı insan düşmanını bile sendeletebilir. Ancak, şimdilik bu kadar laf yeterli.
Acaba bu kitap gerekli miydi? Le Monde’da yazan, Fransız Akademisi’nin bir üyesi, bunun kaçınılmaz olduğunu, yazılmasının elzem olduğunu söylemiştir. Bizim bu uygarlığımız, diye yazmıştı, her şeyi ölçer, sayar, tartar, her şeye paha biçer, her yasağı, her emri deler, aynı zamanda da her şeye vakıf olma isteğindedir. Ancak, nüfus oranı yükseldikçe, makul davranma oranı düşmektedir. Uygarlığımız kendisine direnmeyi sürdüren her şeye, anında, azamî bir şiddetle yönelmektedir. Bu nedenle kendisinin, daha önce hiç çizilmemiş türde nesnel -nesnellik günümüzün ilkesidir ya-, sadık bir portesini görmek istemesinde tuhaf bir yan yoktur. Böylece modern teknoloji, uygarlığımızın bir fotoğrafını çekti, bir röportajcının kamerasından çıkmışçasına el değmemiş, rötuşsuz bir fotoğraftı bu.
Bu yaşlı beyefendi, İnsanın Bir Dakikası adlı kitabın zamanın bir ürünü olarak ortaya çıkmasını zorunlu bulurken, ona ihtiyaç olup olmadığı sorusundan kaçınıyordu. Ancak bu soru, halen ortadadır. Ben de bunun yerine bir başka soruya geçeceğim. Bu kit;ıp gerçekten insanlığın tümünü yansıtıyor mu? İstatistik tablolar birer anahtar deliği olarak düşünürsek, okur da -bir dikizci gibi- günlük işleriyle meşgul olan insanlığın dev, çıplak bedenini gözetlemektedir. Ancak, bir anahtar deliğinden her şeyi birden görmek mümkün değildir. Daha da önemlisi, belki de dikizci, sadece türünün sıradan örneklerine değil, aynı zamanda bu tü rün kaderine bakmaktadır. Çünkü bunlar, sadece sayısal örnekler olmalarına rağmen, (hatta belki de özellikle bu nedenle) sonuçta aynı anatomiye ve fizyolojik yapıya sahip insanların, şaşırtıcı farklılıklarını ortaya koymaktadır. Örneğin, insanların kullandıkları değişik dillerin sayısının hesaplanamayacağı gerçeği çok şaşırtıcıdır. Kimsenin bunların sayısına dair kesin bilgisi yoktur. Bütün bilinen, bu rakamın dört binin üzerinde olduğudur. Konunun uzmanları bile kesin tanımlamalara sahip değildir. Üstüne üstlük, bazı küçük etnik grupların tarihten silinirken kendi dillerini de götürdükleri gerçeği, meseleyi iyice içinden çıkılmaz kılmaktadır. Buna ek olarak dilbilimciler bir de bazı dillerin statüsü hakkında anlaşmazlık içindedir. Kimi bunları lehçe olarak değerlendirirken kimi de ayrı dil grupları olarak sınıflandırmaktadır. Yine de Johnsonların bütün bir veri toplamını dakika başı olaylara dönüştürmek konusunda yenilgiyi kabul ettikleri durumlar çok değildir. Doğrusu okura -en azından bana- bir çeşit rahatlama hissi veren durumlar da yalnızca bunlardır. Bu, felsefî kökleri olan bir meseledir.
Seçkin bir Alman edebiyat dergisinde İnsanın Bir Dakikasının kızgın bir hümanist tarafından kaleme alınmış bir eleştirisine rastladım. Yazara göre, kitap insanoğlundan bir canavar yaratmıştı, çünkü bedenlerden, kan ve terden oluşan bir et yığını inşa ederken, zihinleri hiçe sayıyordu. (Kitaptaki ölçümler dışkı, adet kanamasının ötesinde terin türlerini de ele alıyor, elbette korkudan terlemek ile çalışmaktan terlemek arasındaki farkı gözeterek…) Zihinsel aktivite, insanların okuduğu gazete kitap sayısıyla ya da bir dakikada telaffuz edebildikleri kelime sayısıyla (bu astronomik bir rakam bile olsa) ölçülemezdi. Ya da tiyatro, televizyon izlenme oranları ile ölüm, boşalma vb. vakaların oran sabitlerini karşılaştırmak sadece yanıltıcı olmakla kalmaz, büyük bir gaflet de olurdu. Ne orgazm ne de ölüm yalnızca ve temelde insana özgü olgulardır. Üstelik, büyük oranda fizyolojik bir karaktere sahiptirler.
Diğer taraftan tamamen insana özgü veriler -örneğin kültürel meseleler- enine boyuna ele alınmamıştır. Fakat bunlar felsefi dergi ya da çalışmaların yayımlanma oranıyla da açıklanamaz. Bunu yapmak, bir kişinin ihtiras ateşini termometreyle ölçmeye ya da “davranışlarımız” başlığı altında hem cinsel işlevleri hem de inanç olgusunu incelemeye benzer. Sınıflandırma konusundaki karmaşa tesadüf değildir. Çünkü yazarların niyeti, tam da istatistik bir hicivle okuru altüst etmek, rakamlar sağanağı altında hepimizi küçük düşürmektir. Bir insan demek, her şeyden önce yaşayan bir ruh, üzerinde dört işlem yapılamayacak bir varlık demektir. Ruhun ölçülüp biçilemez, istatistik rakamlara indirgenemez oluşu, yazarın, insanlığın bir portresini yaratma iddiasını boşa çıkarır. Bu muhasebecinin milyarlarca insanı işlevsel parçalara ayırıp birtakım başlıklar altına sokuşturma çabasında, bir pataloğun cesedi parçalarkenki mahareti görülebilir. Hatta belki biraz da kötü niyet… Doğrusu şu ki, içindekiler bölümünde sıralanan binlerce madde içinde “insanın vakarını” çağrıştıracak tek bir şeye rastlanamamaktadır.
Bir diğer eleştiri de sözünü ettiğim felsefî köklere ilişkindi. Bana kalırsa (bunu parantez açarak söylüyorum) insanın Bir Dakikası entelektüelleri şaşkınlığa uğrattı. Kitle kültürüne hitap eden “Guinness” tarzı kitapları yok sayma hakkını kendilerinde bulurken, bu kitap onların kafalarını karıştırdı. Johnsonlara gelince, ister tedbirli olmaktan, ister kurnazlıktan diyelim, yöntemli bir bilimsel girişle çalışmalarım çok daha üst bir seviyeye taşıdılar. Kendilerine karşı olası itirazları bertaraf edebilmek için, toplumdaki öncelikli değerin “hakikat” olduğunu savunan modern düşünürleri kaynak gösterdiler. Madeı1,1 en yüce değer hakikatti, o halde her türlü hakikat, en iç karartıcısı bile, mübah, hatta gerekliydi.
Eleştirmen feylesof, Johnsonların tuttuğu üzengiye ayaklarını bastı ve o yüksek ata bindi. Önce onları övdü, yüceltti; sonra da yerdi. Encounter adlı dergiye yazdığı yazıda, bu kitabın insana bakışının, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’da korkuyla söz ettiği o katıksız gerçekliği yansıttığını söylüyordu. Dostoyevski insanlığın, bilimsel belirlenimciliğin tehdidi altında olduğuna inanıyordu. Bilim, her türlü düşünceyi ve duyguyu mekanik bir tuşun hareketiyle belirlemeye kadir olduğu an, belirlenimcilik, bireyin hükümranlığını, yine bizzat bireyin özgür iradesiyle, çöplük yığınına fırlatacaktı. Ona göre, bizleri özgürlüğümüzden yoksun bırakacak bu zalim belirlenimcilikten kurtulmanın delilik dışında bir yolu yoktu. Onun yeraltı adamı aklını kaçırmaya hazırdı, böylelikle delilik sayesinde özgürleşerek muzaffer belirlenimciliğe yenik düşmeyecekti.
Ancak 19. yüzyıl ussalcılarının o dayanıksız belirlenimcilikleri artık çöktü. Bundan sonra da dirilmeyecektir. Onun yerini hiç beklenmedik bir başarıya ulaşan olasılık teorileri ve istatistik yöntemler aldı. Bireylerin kaderleri de artık tek tek gaz parçacıklarının izledikleri yol kadar belirlenmez nitelikte; fakat her ikisinin büyük rakamlarından tüm benzerleri için geçerli yasalar saptanabiliyor. Her ne kadar bu yasalar ne tek tek bireyleri ne de tekil molekülleri hesaba katsa da… İşte belirlenimciliğin çöküşünden sonra, böylelikle bilim 360 derecelik bir manevra ile ‘yeraltı adamı’nı başka bir taraftan vurmuştur. İnsanın Bir Dafeifeası’nda insanlığın ruhsal yaşamına ilişkin hiçbir sezdirme olmadığı ne yazık ki doğru değildir. Yaşamı sadece sözlerden ibaret görüp zihnin içerisine hapsetmek, (kitaba göre) insanlığın mikroskopik bir parçasını, milyonda birini oluşturan uzmanların ve entelektüellerin anlaşılabilir bir bölümlere bile değinemezsiniz. Sözgelimi akıl hastaları… Yapılan hesaplara göre günümüzde dakika başına düşen akıl hastalarının sayısı, son birkaç yüzyıldaki dünya nüfusundan daha fazladır. Sanki insanlık, aklını kaçırmış ataların soyundan gelmektedir. Ya da tümörler örneğin. Bundan 35 yıl önce bir tıp çalışmamda, vücudun kendi kendine giriştiği bir intihar saldırısı, bir nevî “fiziksel delilik” olarak tanımladığım tümörler, yaşamın doğal dinamiklerinde oluşan bir kusur, onun yasaları karşısında bir istisnadır. Ancak, istatistiklere göre bu istisna dev bir Moloch’tur.1 Kanserli hücrelerin dakika başına yoğunluğu, bizleri varlığa getiren sürecin körleşmesine adeta bir kanıt tır. Birkaç sayfa sonra her şey daha da iç karartıcı bir hal alır. Şiddet vakalarına, tecavüzlere, cinsel sapkınlığa, tarikatlara ve örgütlere dair bu bölümleri sessizce geçerim. İnsanların birbirini hasta, sağlıklı, yaşlı, çocuk, genç ya da sakat ayrımı gözetmeksizin ne yollarla aşağılayıp sömürdüğünü anlatan bu tablo, doğrusu insanın alçaklığına dair her şeyi bildiğini iddia eden en katı insan düşmanını bile sendeletebilir. Ancak, şimdilik bu kadar laf yeterli.
Acaba bu kitap gerekli miydi? Le Monde’da yazan, Fransız Akademisi’nin bir üyesi, bunun kaçınılmaz olduğunu, yazılmasının elzem olduğunu söylemiştir. Bizim bu uygarlığımız, diye yazmıştı, her şeyi ölçer, sayar, tartar, her şeye paha biçer, her yasağı, her emri deler, aynı zamanda da her şeye vakıf olma isteğindedir. Ancak, nüfus oranı yükseldikçe, makul davranma oranı düşmektedir. Uygarlığımız kendisine direnmeyi sürdüren her şeye, anında, azamî bir şiddetle yönelmektedir. Bu nedenle kendisinin, daha önce hiç çizilmemiş türde nesnel -nesnellik günümüzün ilkesidir ya-, sadık bir portesini görmek istemesinde tuhaf bir yan yoktur. Böylece modern teknoloji, uygarlığımızın bir fotoğrafını çekti, bir röportajcının kamerasından çıkmışçasına el değmemiş, rötuşsuz bir fotoğraftı bu.
Bu yaşlı beyefendi, İnsanın Bir Dakikası adlı kitabın zamanın bir ürünü olarak ortaya çıkmasını zorunlu bulurken, ona ihtiyaç olup olmadığı sorusundan kaçınıyordu. Ancak bu soru, halen ortadadır. Ben de bunun yerine bir başka soruya geçeceğim. Bu kit;ıp gerçekten insanlığın tümünü yansıtıyor mu? İstatistik tablolar birer anahtar deliği olarak düşünürsek, okur da -bir dikizci gibi- günlük işleriyle meşgul olan insanlığın dev, çıplak bedenini gözetlemektedir. Ancak, bir anahtar deliğinden her şeyi birden görmek mümkün değildir. Daha da önemlisi, belki de dikizci, sadece türünün sıradan örneklerine değil, aynı zamanda bu tü rün kaderine bakmaktadır. Çünkü bunlar, sadece sayısal örnekler olmalarına rağmen, (hatta belki de özellikle bu nedenle) sonuçta aynı anatomiye ve fizyolojik yapıya sahip insanların, şaşırtıcı farklılıklarını ortaya koymaktadır. Örneğin, insanların kullandıkları değişik dillerin sayısının hesaplanamayacağı gerçeği çok şaşırtıcıdır. Kimsenin bunların sayısına dair kesin bilgisi yoktur. Bütün bilinen, bu rakamın dört binin üzerinde olduğudur. Konunun uzmanları bile kesin tanımlamalara sahip değildir. Üstüne üstlük, bazı küçük etnik grupların tarihten silinirken kendi dillerini de götürdükleri gerçeği, meseleyi iyice içinden çıkılmaz kılmaktadır. Buna ek olarak dilbilimciler bir de bazı dillerin statüsü hakkında anlaşmazlık içindedir. Kimi bunları lehçe olarak değerlendirirken kimi de ayrı dil grupları olarak sınıflandırmaktadır. Yine de Johnsonların bütün bir veri toplamını dakika başı olaylara dönüştürmek konusunda yenilgiyi kabul ettikleri durumlar çok değildir. Doğrusu okura -en azından bana- bir çeşit rahatlama hissi veren durumlar da yalnızca bunlardır. Bu, felsefî kökleri olan bir meseledir.
Seçkin bir Alman edebiyat dergisinde İnsanın Bir Dakikasının kızgın bir hümanist tarafından kaleme alınmış bir eleştirisine rastladım. Yazara göre, kitap insanoğlundan bir canavar yaratmıştı, çünkü bedenlerden, kan ve terden oluşan bir et yığını inşa ederken, zihinleri hiçe sayıyordu. (Kitaptaki ölçümler dışkı, adet kanamasının ötesinde terin türlerini de ele alıyor, elbette korkudan terlemek ile çalışmaktan terlemek arasındaki farkı gözeterek…) Zihinsel aktivite, insanların okuduğu gazete kitap sayısıyla ya da bir dakikada telaffuz edebildikleri kelime sayısıyla (bu astronomik bir rakam bile olsa) ölçülemezdi. Ya da tiyatro, televizyon izlenme oranları ile ölüm, boşalma vb. vakaların oran sabitlerini karşılaştırmak sadece yanıltıcı olmakla kalmaz, büyük bir gaflet de olurdu. Ne orgazm ne de ölüm yalnızca ve temelde insana özgü olgulardır. Üstelik, büyük oranda fizyolojik bir karaktere sahiptirler.
Diğer taraftan tamamen insana özgü veriler -örneğin kültürel meseleler- enine boyuna ele alınmamıştır. Fakat bunlar felsefi dergi ya da çalışmaların yayımlanma oranıyla da açıklanamaz. Bunu yapmak, bir kişinin ihtiras ateşini termometreyle ölçmeye ya da “davranışlarımız” başlığı altında hem cinsel işlevleri hem de inanç olgusunu incelemeye benzer. Sınıflandırma konusundaki karmaşa tesadüf değildir. Çünkü yazarların niyeti, tam da istatistik bir hicivle okuru altüst etmek, rakamlar sağanağı altında hepimizi küçük düşürmektir. Bir insan demek, her şeyden önce yaşayan bir ruh, üzerinde dört işlem yapılamayacak bir varlık demektir. Ruhun ölçülüp biçilemez, istatistik rakamlara indirgenemez oluşu, yazarın, insanlığın bir portresini yaratma iddiasını boşa çıkarır. Bu muhasebecinin milyarlarca insanı işlevsel parçalara ayırıp birtakım başlıklar altına sokuşturma çabasında, bir pataloğun cesedi parçalarkenki mahareti görülebilir. Hatta belki biraz da kötü niyet… Doğrusu şu ki, içindekiler bölümünde sıralanan binlerce madde içinde “insanın vakarını” çağrıştıracak tek bir şeye rastlanamamaktadır.
Bir diğer eleştiri de sözünü ettiğim felsefî köklere ilişkindi. Bana kalırsa (bunu parantez açarak söylüyorum) insanın Bir Dakikası entelektüelleri şaşkınlığa uğrattı. Kitle kültürüne hitap eden “Guinness” tarzı kitapları yok sayma hakkını kendilerinde bulurken, bu kitap onların kafalarını karıştırdı. Johnsonlara gelince, ister tedbirli olmaktan, ister kurnazlıktan diyelim, yöntemli bir bilimsel girişle çalışmalarım çok daha üst bir seviyeye taşıdılar. Kendilerine karşı olası itirazları bertaraf edebilmek için, toplumdaki öncelikli değerin “hakikat” olduğunu savunan modern düşünürleri kaynak gösterdiler. Madeı1,1 en yüce değer hakikatti, o halde her türlü hakikat, en iç karartıcısı bile, mübah, hatta gerekliydi.
Eleştirmen feylesof, Johnsonların tuttuğu üzengiye ayaklarını bastı ve o yüksek ata bindi. Önce onları övdü, yüceltti; sonra da yerdi. Encounter adlı dergiye yazdığı yazıda, bu kitabın insana bakışının, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’da korkuyla söz ettiği o katıksız gerçekliği yansıttığını söylüyordu. Dostoyevski insanlığın, bilimsel belirlenimciliğin tehdidi altında olduğuna inanıyordu. Bilim, her türlü düşünceyi ve duyguyu mekanik bir tuşun hareketiyle belirlemeye kadir olduğu an, belirlenimcilik, bireyin hükümranlığını, yine bizzat bireyin özgür iradesiyle, çöplük yığınına fırlatacaktı. Ona göre, bizleri özgürlüğümüzden yoksun bırakacak bu zalim belirlenimcilikten kurtulmanın delilik dışında bir yolu yoktu. Onun yeraltı adamı aklını kaçırmaya hazırdı, böylelikle delilik sayesinde özgürleşerek muzaffer belirlenimciliğe yenik düşmeyecekti.
Ancak 19. yüzyıl ussalcılarının o dayanıksız belirlenimcilikleri artık çöktü. Bundan sonra da dirilmeyecektir. Onun yerini hiç beklenmedik bir başarıya ulaşan olasılık teorileri ve istatistik yöntemler aldı. Bireylerin kaderleri de artık tek tek gaz parçacıklarının izledikleri yol kadar belirlenmez nitelikte; fakat her ikisinin büyük rakamlarından tüm benzerleri için geçerli yasalar saptanabiliyor. Her ne kadar bu yasalar ne tek tek bireyleri ne de tekil molekülleri hesaba katsa da… İşte belirlenimciliğin çöküşünden sonra, böylelikle bilim 360 derecelik bir manevra ile ‘yeraltı adamı’nı başka bir taraftan vurmuştur. İnsanın Bir Dafeifeası’nda insanlığın ruhsal yaşamına ilişkin hiçbir sezdirme olmadığı ne yazık ki doğru değildir. Yaşamı sadece sözlerden ibaret görüp zihnin içerisine hapsetmek, (kitaba göre) insanlığın mikroskopik bir parçasını, milyonda birini oluşturan uzmanların ve entelektüellerin anlaşılabilir bir alışkanlığıdır. Ruhsal yaşam, insanların yüzde 99’unda yüksek derecelere kadar ölçülebilen bazı aktivi teler aracılığıyla açığa vurulur. Yüce gönüllülük ettiğini sanıp psikopatların, katillerin ve kadın tacirlerinin, suculara, tüccarlara ve dokumacılara oranla daha az ruhsal yaşamları olduğunu varsaymak hata olacaktır.
Öyleyse yazarları insan düşmanı olmakla suçlayamayız. En fazla, yöntemlerinin doğasındaki sınırlılığa işaret edebiliriz. İnsanın Bir Dakikası’nın orijinalliği, sıradan bir almanak gibi olup bitmiş vakalara dair bilginin istatistiksel bir derlernesi olmasında değil, insan dünyası ile eşzamanlı olmasında yatmaktadır. Tıpkı olayların yaşandıkları anda izini süren bir aygıt, gerçek zamanda işleyen bir bilgisayar gibi…
Yazarları bir vesileyle taçlandıran Encounter’daki eleştirmen, sıra giriş bölümünü ele almaya geldiğinde, giydirdiği, defne tacın yapraklarını teker teker kırpar. İnsanın Bir Dakikası’nı iğrençlik suçlamalarına karşı savunmak için Johnsonların bir bayrak gibi dalgalandırdıkları “hakikat” tutkusu, kulağa hoş gelmekle birlikte, pratikte işlevsiz kalmaktadır. Kitap, insanlık hakkında her şeyi kapsamamaktadır. Çünkü bu olanaksızdır. Dünyanın en geniş kütüphanelerinde bile “her şey” bulunmaz. Bilimadamlarınca kaydedilen antropolojik veriler herhangi bir bireyin özümleme yeteneğinin çok üstündedir. İşgücünün bölünmesi -zihin gücü de dahil olmak üzere- bundan otuz bin yıl önce paleolitik çağda başladı ve önüne geçilemez bir olgu haline geldi. Bu konuda yapılacak bir şey de yoktur. Beğenelim ya da beğenmeyelim, kaderimizi birtakım uzmanların eline terkettik Bir politikacı, şayet biraz da kendine özgü olabilirse, bir uzmandır. Vasat zekâlı ve öngörüsüz politikacıların, işinin ehli uzmanlardan yardım alıyor olmaları da ne yazık ki başlı başına bir sorun, çünkü uzmanlar kendi aralarında dünyanın tek bir genel mevzuu üzerinde görüş birliği sağlayamazlar. Sürekli tartışma halinde bir yığın uzman lobisi, maruz bırakıldığımız vasatlık yasasından daha iyi bir seçenek olmasa gerek. Siyasî liderliğin kültürel niteliğindeki düşüş, dünyanın giderek daha da karmaşıklaşmasının bir sonucudur. Doğallıkla hiç kimse, ne kadar akıl bahşedilmiş olursa olsun, dünyayı bütünüyle kavrayamaz. Kaldı ki bu konuda en az kaygı duyanlar da iktidar savaşı içindekilerdir. İnsanın Bir Dakikası’nda zekâ kapasitesine ilişkin bölümde seçkin devlet adamlarının IQ’larına ilişkin bir bilgi bulunmaması tesadüf değildir. Her yerde hazır ve nazır Johnsonlar bile bu insanları zekâ testlerine tabi tutmamışlardır.
Ben şahsen kitabı fazla dramatik bulmadım. Bu yazının gösterdiği gibi, insan bu kitaba binlerce farklı açıdan yaklaşabilir. Bana kalırsa kitap ne kötü niyetli bir hiciv, ne yalın gerçeklik, ne bir karikatür ne de bir ayna. Kitabın asimetrisini, yani insanlığın iyiliklerinin, utanç verici kötülükleriyle kıyaslandığında yok denecek kadar az yer tutmasını, yaşamlarımızın güzelliğinden çok sefaletini yansıtmasını, yazarların ne niyetlerine ne de yöntemlerine bağlıyorum. Bu kitabın yalnızca, insana dair yanılsama içinde olanları hayalkırıkhğına uğratacağı kanısındayım. lyi ile kötü arasındaki dengesizliğin kendisi de sayısal karşılaştırmaya tabi tutulabilir, Johnsonlar bunu her nasılsa akıl edememiş olmalılar. Karakter zayıflığına, cürümlere, dolandırıcılığa, hırsızlığa, şantaja ve bilgisayar suçlarına2 ayrılan bölümler, meziyetlere ayrılan bölümlerden daha geniştir. Yazarların böylesi rakamları tek bir tabloda göstermemiş olmaları ne yazık… Böylelikle kötülüğün iyiliğe kıyasla ne kadar yaygın olduğu açıkça görülebilirdi. İnsanların birbirine yardım etme yolları da, zarar verme yöntemlerine oranla daha azdır. Tabii bu durum insanın doğasından kaynaklanmaktadır, istatistik yöntemin doğurduğu bir sonuç değildir. Dünyamız cennet ile cehennem arasında bir yerde durmuyor, görünen o ki cehenneme daha yakın. Yanılsamalardan bağımsız bu bakış açısına yeterince uzun bir süredir sahip biri olarak kitabın beni şaşırtmadığını söylemeliyim.
ll
İnsanın Bir Dakikasının ikinci baskısı yayımcı tarafından birkaç bölüm genişletildiğinden, kitap için yeni bir yazı yazmak gerekti.
Bu kez kitap, insanoğlunun ikamet alanı olan dünyanın tablosunu çizerek işe başlamaktadır. Böylesi veriler herhangi bir ansiklopedide bulunmasına karşın, dakika başına düşen nicelikler haline dönüştürüldüklerinde, bir kaynak kitaptaki soyut, kuru betimlemelere kıyasla daha büyük etki yarattıkları inkâr edilemez. Her an, yeryüzünün bir yerlerinde bir fırtınanın kopmakta olduğunu öğrenmek doğrusu ilginçtir. Dahası, düşen yıldırım sayısı da sabittir: Dakika başına altı bin. Her saniye yüz şimşek çakmaktadır, ve bu, ara vermeksizin aylarca, asırlarca sürmektedir. Yeryüzünün güneş etrafındaki yörüngesinde bir dakika içinde 1.800 km. İlerlediğini de buradan öğreniriz. Bu aynı kısa zaman diliminde yeryüzünün yüzeyine düzenli olarak düşen kozmik artıkların toplam ağırlığı da binlerce tona varmaktadır. Aynı zamanda gezegenimiz, alçak ve yüksek basınçlarla, siklonlarla, musonlarla çalkalanan, güneş tarafından ısıtılan atmosferinin dikkate değer bir kısmını yitirmektedir. Sonuçta, atmosfer kendine binlerce mil uzunluğunda bir “kuyruk” oluştururken, yeryüzü yüksek miktarda gaz yitirmektedir. Bununla birlikte, yeryüzünün derinliklerinden düzenli olarak yeni gazlar açığa çıkar ve okyanuslar da bir kısım gazı kısmen su buharı olarak dışarı salar. Gördüğünüz gibi kitap, bir popüler bilim kitabı tarzında başlar. Sıralanan rakamlar, üzerinde yaşayan insanlarla kıyaslandığında uçsuz bucaksız görünen gezegenimizin, uzaya oranla ne denli küçük olduğunu göz önüne sermektedir. Ancak, bütün bunlar, dediğim gibi bir doğa tarihi ders kitabından alınmış verilerin biraz daha işlenmiş biçiminden başka bir şey değildir.
Daha önce anlatılan bazı bölümler yazarlar tarafından bu kez ürpertici bir oyuncu kadrosuna ait verilerle genişletilmiştir. Cellat, baskıcı, kendi türünün katili olarak insan imgesi, ilk bölümde sunulmuştu. Şimdi onun nasıl bir hayvan olduğunu ya da canlılar dünyası içinde, yani bitkiler ve hayvanlar krallığında ne tür bir parazit olduğunu görmekteyiz. Hemen hemen hiç kimse bir pirzolanın ya da bifteğin başına oturduğunda vicdan azabı duymaz. Kasaplarla olan suç ortaklığımızın, kurbanın kalıntılarını ortadan kaldıran bir katile yardım etmeye benzediğini düşünmeyiz bile. Doğrusu, böyle bir düşüncenin aklımıza hiç gelmemesi ve lezzetli lokmaların boğazımıza dizilmemesi için istisnasız her dil, insanı özel bir konuma getiren ayrı bir sözlük oluşturmuştur. Biz vefat ederiz, oysa hayvanlar ölürler. Avcı elinde dolu silahı, bir canlıyı öldürme amacıyla ormana daldığında, tüm hukuk literatürlerinde “taammüden cinayet”le eşanlamlı olan bu davranış, hemen bütün dillerin avcılık jargonlarında, yapılan edimi aklayan terimlerle karşılanır. İnsanın Bir Dakikası, meselenin özüne inerek, kelime dağarcığımızın bu ikiyüzlü, kolay farkedilmeyen ayrıntılarını belirginleştirir; çünkü kurbanların isimleriyle değil, sayılarıyla ilgilenmektedir. Her dakika dağlar tepeler kadar hayvan cesedi avucumuza yığılır ve yine her dakika aynı dağlar birkaç milyar insan dişi tarafından kavrulmuş, kızartılmış halde kemirilir. Bu görüntüyle, Güliver’in Brobdingnag’a seyahatlerini andıran görüntülerdir; dev hanımefendinin baştan çıkarıcı gülüşü ve Jaws filminde köpekbalığının koca ağzını açıp dişlerini gösterdiği sahneler arasındaki benzerlik çarpıcıdır. Bildiğimiz üzere, canh bir maymunun kafatasını açıp çiğ beynini kaşıklamak, görgülü Çinlilere özgü bir damak zevkidir. Bu yolla dakikada tüketilen beyin miktarını hatasız saptamak pek olanaklı görünmese de, bu rakamı “egzotik yiyecekler” başlığı altında bulabilirsiniz.
Kitabın bu son tarihli baskısında, durmaksızın püsküren meni volkanına, dünyadaki bütün kadınların göğüslerinden bebelerin boğazına akan süt nehri de eklenmiştir.
Şüphesiz daha güçlü bir etki uyandırma amacıyla ayrı bir bölümde incelenen özürlü, sakat insanlar, kaderimizin doğal ve sessiz bir ifadesidir. Bu tabloyu, -bu körler ve sağırlar ordusundan, doğuştan sakatlardan, sayılarının çokluğuyla Tabiat Ana’nın insanı ne denli az umursadığını kanıtlayan bu insanlardan (oysa biz, bütün din ve felsefe sistemlerimizde insan onurunu korumaya çalışmaktan vazgeçmeyiz), ayrıntılı biçimde onların yaşlılık özürlerinden söz eden tabloyu- her kim oluşturmuşsa, sanki yaşlı insanları, giderek parçalanıp dağılsa da bir süre genel biçimini koruyabilen sahipsiz makinelere, paslanmaya yüz tutmuş enkazlara benzetmek istemiştir.
Sakatlara ilişkin bölümde hayat kurtarmaya yönelik tıbbî müdahaleler bile sonuçlarıyla incelenmiştir. Kesip biçmeler sonrasında bir yığın kolsuz bacaksız insan oluşmuştur ve bugün kanserle savaşmanın en yaygın yöntemi olan radikal cerrahî sayesinde dünya, her an, göğsü alınmış kadınlarla, kısırlaştırılmış kadın ya da erkeklerle, midesi ya da bağırsağı alınmış insanlarla dolmaktadır. Rakamlardan oluşan bu uzun sütunları takip etmek, doğrusu zor bir iş.
Editörlerin, her kalın ciltli istatistik kitap gibi, okunması zor olan bu kitabın “çarpıcılığı”nı artırmaya çalıştıklarından şüphelenen tek kişi ben değilim. Yeni bölümler, özellikle de çocuklarla ilgili rakamların ortaya çıkarılışı, kesinlikle bu amaca yöneliktir. Önceden bu konu değişik başlıklar altında incelenmişken, bu baskıda, okurun işini kolaylaştırmak amacıyla biraraya getirilmeleri uygun görülmüş. Bu rakamlar okuyanda bir kâbus etkisi yaratıyor. Okudukları karşısında dehşete kapılan kişiyi acının, sıkıntının aczi içinde bırakan böylesi bilgilerin, bu kadar soğuk ve kuru bir üslupla ortaya konması şart mıydı, diye düşünürsünüz yine.
Birkaç yıldır, zengin ülkelerin renkli magazin dergilerinde sıklıkla karşımıza çıkan bazı ilanlar var: Genellikle esmer, küçük bir çocuğun fotoğrafı, altında da ilanı finanse eden müşfik kuruluşların böylesi çocukların açlıktan ölmelerini engellemek için bağış talepleri… Ancak, yine acımasız kesinliğe sahip istatistiklerden öğrendiğimiz kadarıyla, bu yolla kurtulan çocukların sayısı, kendi kaderiyle başbaşa bırakılanlara oranla, okyanusta damla kadardır. Ahlakî bilgeleği, Musa’nın şu sözlerinde bulanlar da çıkabilir: “Her kim ki bir insan hayatı kurtarır, dünyayı kurtarmış demektir.” Belki de öyledir, ama İnsanın Bir DakikasCnda böylesi bir öğüde rastlanmaz. İstatistikler bize birtakım ortalamalar verdiklerinden -”her koca, senede 2.67 kez karısını aldatır” gibisinden verilerle çoğu kez bizi eğlendirerek- ve insan türünü diğerlerinden ayıran niteliklerinden birisi yaşam tarzımızdaki muhteşem çeşitlilik olduğundan (ikisi de hak edilmemiş yaşam tarzlar olan zenginlik ve yoksulluk gibi), kitapta “çaprazlama” yöntemi ve değişik renkte baskılar kullanılarak kaderlerimizdeki bu çeşitlilik dramatize edilmeye çalışılmıştır. Yorumlar metnin tarzını Guinness kitabından ayırır; çünkü Guinness, insan davranışının tuhaflıklarını, tehlikeli ve ma nasız gösterişlerini temel alırken, burada sürekli artan zenginlikleriyle tüketici toplumlar ve yok olmaya doğru giden toplumlar karşılaştırılır. Birçok karşılaştırma yapılmıştır; örneğin yoksul ülkelere kıyasla zengin ülkelerde dakikada kişi başına harcanan enerji miktarı gibi. Bu karşılaştırma, kuru tezek ya da tahtanın yakıt işlevi gördüğü koşullarda yoksulluğun boyutlarını açıkça göz önüne sermektedir. İnsanın Bir Dakikası bu bölümde başlığının sınırlarını aşar, başka rakamlardan da söz eder; örneğin, yoksul ülkelerde doğanın kendini yenileyebilme hızına göre çok daha hızlı yok edildiğinden çorak birer araziye dönüşecek olan ormanların sayıları.
Olayların malı boyutuna da bu kez daha fazla yer ayrılmıştır. İnsanlığın dinsel inançlarının etiket fiyatını öğrenmek hiç de yabana atılacak bir şey değildir (silahlara harcanan parayla -kötü niyetli- bir karşılaştırma burada da mevcuttur). Kiliselerin bakım için topladıkları paralar, zorunlu bağışlar, ölümden sonra ödenecek tazminatın faizi, tüm bunların dakika başına oranı, konuyu zaten ele vermektedir. Bu istatistikler alaycılık niyetiyle yorumlanmamıştır. Mesele yalnızca, dinî kurumların varlığını sürdürmek için gereken bedeldir; günahların kefaretinin ödenip ödenmemesinden bağımsız olarak hesaplanabilen bir bedeldir bu (Bu bedele, manastırların idamesi için gereken harcamalar, din adamlarının eğitimi ve misyonların masrafı da eklenir.) Yani bu bölümde, kelimenin tam anlamıyla, insanlığın yukardakiyle arasını hoş tutmak adına ne kadar masraf ettiğini öğreniriz.
Cinsellikle ilgili bölümler de gözden geçirilip genişletilmiştir. Bir giriş yazısıyla kitabın ilk baskısından bugüne ne tür değişiklikler yaşandığı açıklanmaktadır. Bu birkaç yıl içinde seks sanayii hızla büyümüş, bu nedenle bir önceki baskıya ait rakamların çoğu geçerliliğini kaybetmiştir. Gözle rinizin önünde şaşırtıcı tarifler ve rakamlarla gerçek bir panoptikon3 açılmaktadır. Tarifler gereklidir, çünkü tek başına terimler bu tüketim alanına aşina olmayan biri için bütünüyle anlamsız olacaktır. Feminist hareketi hicveden birinin bir süre önce dediği gibi, kadınlar “biyonik bebek” meselesinde ayrımcılığa uğramışlardır; çünkü piyasada çeşit çeşit yapay kadın bulunmasına rağmen, hemen hiç yapay erkek üretilmemiştir! Üstelik bu “biyonik bebek” sanayii o kadar gelişmiştir ki, bu yapay kadınlar, içlerine yerleştirilmiş kasetçalarlar sayesinde isterseniz çıtı’ pıtı bir hanım, isterseniz hafif meşrep bir kadın olabiliyorlar. Artık bu durum cinslerin eşitliğinin aşağı yukarı sağlandığı bir aşamaya gelmiştir. Biyonik bebekler, pilli, şarj edilebilir ve taşınabilir özellikleriyle öyle maharetlidirler ki, canlı eşleriyle çift olmayı seçebildikleri gibi, onlardan ayrılabilirler de. Gülünç. Fakat cinsel açlık, “hoşgörülü” addedilen gelişmiş ülkelerde doyurulması imkânsız bir açlıktır. Göründüğü kadarıyla, bu yapay eşlerin iç-çamaşırlarına, tuvalet, kozmetik, peruk ve parfümlerine -dakika başına- harcanan paranın miktarı, üçüncü dünya ülkelerinde tüm giyim kuşam malzemelerine harcanandan fazladır.
Saptanamayan, hatta yaklaşık bir istatistik değer dahi biçilemeyen -örneğin, dakikada kaç kadının tecavüze uğradığı türünden- veriler, titiz bir beceriyle kestirimler halinde sunulmaktadır: Bu üzücü olguda, uzmanların belirttiği kadarıyla, tecavüz kurbanlarının çoğunluğu utançlarını sessizlik içinde gizlemektedir. Buna karşın, kadın olsun erkek olsun hiç kimse bugün eşcinselliğinden utanmadığı için, İnsanın Bir Dakikası bu saflara mensup birkaç milyonluk rakamı büyük bir kesinlikle vermektedir.
Bu öncekinden de kalın cildin sayfalarını çevirdikçe zaman zaman, gerçek sanat ürünleri ile sanattan yoksun ürün lerin neredeyse ayırt edilemediği bir çağda yaşadığımızı öğreniyoruz. Sanatı, sanat olmayandan ayıran kurallar ve sınırlar yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. Bu yüzden artık dünyada üretilen araba, uçak, lokomotif ve gemilerin toplamından daha çok sanat ürünü yaratılmaktadır. Ama bu büyük miktar tam bir kayıptır, tıpkı ne işe yaradığı bilinmeyen nesneler ordusu gibi. Bu rakamlar bende karamsarlık doğurdu. Öncelikle, sanat dünyası geri dönüşsüz bir biçimde paramparça edildi; hiçbir sanat tutkunu, tek bir alana ilgi duysa bile (resim ya da heykel gibi) parçaları yeniden birleştiremez. Doğrusu, iletişim teknolojisinin de salt insan beyninin mikroskopik kapasitesini yüzümüze vurmak için geliştiğini düşünmek işten değil. Tüm güzellikler emrimize amadeyse, hatta her şeye masaüstü bilgisayarların ekranından erişilebiliyorsa, buna karşın bizler hâlâ okyanusa kaşık sallayan birer çocuktan farksızsak, bunun nesi iyi? Dakikada kaç değişik tür “sanat çalışması” yapıldığına (hangi maddelerden yararlanıldığına) şöyle bir göz attığımda, bu çalışmaların bayağılığı karşısında üzüntüye kapıldım. Gelecekte arkeologlar çağımızda ne tür bir grafik sanat üretildiğini inceleyecek olsalar, hiçbir şey bulamayacaklar. Her gün oluşan çöp yığınlarınızla sanat çalışmalarımızı ayırt edemeyecekler; çünkü ikisinin arasında genellikle hiç bir nesnel fark yok. Campbell marka domates çorbası kutusu bir sergiye konduğu için sanat ürünü sayılabilir, ama çöplükte sürünürken kimse ona, sözgelimi bir arkeoloğun Yunan alüvyonlarında bir mermer vazo ya da bir tanrıça heykeli bulduğu anda duyduğu hazla yaklaşmayacaktır.İnsanın Bir DakikasCnm yazarlarının gerçek niyeti, bizi çığ gibi üstümüze çöken sayıların altına gömerek sineklere ilişkin karşılaştırmaya ne kadar yakınlaştığımızı kanıtlamaktır (bir çift sinek şayet bir mevsim kontrolsüz çoğalacak olsa, dünyanın okyanuslarını yarım mil derinliğinde bir tabakayla örtebilecektir).
Kitabın ilk eleştirmenlerinin hevesini kursağında bırakan o açmaz yine karşımızda. Kötülüğün iyilik karşısındaki, aptallığın zeka karşısındaki, kötü niyetin sevgi karşısındaki korkunç hakimiyeti, insan dünyasına ait gerçek dengeyi mi yansıtmaktadır? Yoksa bunlar, bilgisayarların ve istatistik bakış açısının bir sonucu mudur?
Elbette ki seks sanayiinin -mastürbasyon aletleri, fotoğraflar, özel çamaşırlar, zincirler, kırbaçlar ve üreme dürtümüzü sapıkça bir faaliyete dönüştüren daha bir yığın ürün-bir dakikalık üretim tonajını vermek, teknolojiyi araya sokmadan ilan-ı aşk eden kişinin aşkını ölçüp tartmaktan, hatta gözlemlemekten bile daha kolaydır.
İnsanlar birbirlerine aşık olduklarında -şüphesiz milyonlarcası bu duyguyu tatmaktadır- erotik arzularına ya da ana-babalık duygularına uygun davrandıklarında, bir ölçü, bir alet yoktur ki bunu kaydedip İstatistiklerin değirmeninde öğütebilsin. Diğer taraftan sıra sadomazoşizme, tecavüze, cinayete ya da herhangi bir sapkınlığa geldiğinde böylesi zorluklar yoktur, istatistik bilimi emrimize amadedir.
Duygu dünyasının her yönüyle sanayileştirilmesi -kitabın öfkeli eleştirmenlerine bakacak olursak- tam anlamıyla imkânsızdır. Ne aletler, kırbaçlar, koşum takımları, kremler, afrodizyaklar, ne de herhangi bir ölçü birimi, evlat sevgisini ya da anne sevgisini ölçmeye yardımcı olmaz; aşıkların ihtiras ateşini ölçebilecek bir termometre de yoktur. Bu ateşin bazen talihsizce ölümle sonuçlanacak denli yüksek olduğu vakalarda ise, sadece dolaylı yoldan, istatistikler aracılığıyla karşılıksız aşk sonucu intiharları öğrenmekteyiz. Elbette modern dünyamızda böylesi aşkın modası çoktan geçmiştir ve herhangi bir yazar çalışmalarını yalnızca bu konuya yoğunlaştırdığı sürece edebiyat dünyasında saygın bir yer edinmesi imkânsızdır.
Böylesi tartışmaların yararlarını inkâr edecek değiliz; so run şu ki bunlar, somut olguların ve rakamların yardımı olmaksızın sadece genellemeler olarak kalacaklardır. İnsanın Bir DakikasCnın yayımcıları sadece politikacıların IQ’sunu belirlemekte başarısız olmakla kalmadılar, katolik kilisesinde dakikada kaç günahın itiraf edildiğinin kaydını tutmayı ya da faillerinin anonim kalmayı yeğledikleri iyilik vakalarını saptamayı beceremediler. Bu yüzden, bu kitabın nesnellik ya da öznellik derecesine ilişkin tartışma karara bağlanamadı.
Alfabetik dizinin yardımıyla belirli bir soruya yanıt arayan kişi, ilgili verilere kolaylıkla ulaşabilir. Verilerin bu şekilde bağlanması sayesinde çıkarılan sonuçlar doğrusu şüpheye yer bırakmaktan uzaktır. Bugün bile toplam 5 milyar insan beyni, bir dakikada, bilgisayarların yaptığından daha az bilgiyi işleme sokmaktadır. Bilgisayarlar, sorunların çözümünü olanaklı kılar ve başka şekilde üstesinden gelinmesi mümkün olmayan işler başarırlar.
Hiç şüphe yok ki, küresel çapta otomatik telefon bağlantısı müthiş bir olanaktır. Fakat rakamsal olarak küçümsenemeyecek boyutta bir de yan ürün yaratmıştır: Telefon seksi. Son birkaç yıl içinde bu gibi hizmetler sunan acenteler mantar gibi bitmiştir. Ahizeyi kaldırıp numarayı çeviriyorsunuz, kredi kartı numaranızı veriyorsunuz. Sonra, hangi tür sözler sizi tahrik ediyorsa onu seçip, dinlemeye koyuluyorsunuz – daha doğrusu, kelimelerle çiftleşmeye başlıyorsunuz. Üstelik Ontario’da bile otursanız bir Avustralyalıyla konuşma şansına sahipsiniz. Ama, hiç kimse, teknolojik ilerleme ile ahlakî gelişim arasında bir kopuş yaşandığını ve bunun dönüşü olmadığını inkâr etmeyecektir; her ne kadar 19. yüzyıldan miras kalan bir inancın, dünyanın mesut bir geleceğe doğru ilerlediği yollu inancımızn çöküşüne işaret eden bu kopuşun kesin tarihini saptamak mümkün olmasa da… Teknolojik çözümler bireyin tutkularına olumlu olduğu kadar şeytanca da hizmet edebilir. Yine be lirtrnek gerekir ki, iyilik ölçülebilir değildir ve bazen her iki kavram da tam bir kesinlikle belirlenemez. İnsanın Bir Dakikası bize, örneğin dakikada kaç bilimsel çalışmanın yayımlandığını öğretir. Ayrıca, bir bilimadamının kendi sahasına dair yarım yamalak bile olsa ne kadar az şey özümseyebildiğini gösterir. Daima ayırdında olması gereken daha fazla bilgi vardır ve bu durum onun fizyolojik özümseme kapasitesini haydi haydi aşar. Bugün sadece en gelişkin bilgisayarlar her alana dair her şeyi bilmektedir.
Uygun başlıkların altını inceleyen kişi, uygarlığımızda asistanlık görevinden yönetim koltuğuna terfi etmiş bilgisayarların bir dakikada neler başardığını öğrenir. Son üretilen modeller dakikada yaklaşık bir milyar mantıksal işlem yapabilmektedir. Fakat bölük pörçük bir bakışla bilim dünyasında aslında neler olup bittiği anlaşılmaz. Belki bu nedenle -ya da kitabın okunabilirliğini azaltmadan ona ağırlık katmak amacıyla- her bölümü okura tanıtan yorumlara geniş bir de sonsöz eklenmiştir. Bu sonsöz tam olarak insanın Bir Dakikasında, yararlanılan hesap yöntemleri hakkındadır. Pek çok durumda bu yöntemler, Sherlock Holmes’un çıkarımlarını anımsatır niteliktedir. Ancak Holmes’un ünlü çıkarımlarındaki şaşmazlık; eski bir şapkaya, unutulmuş bir pipoya, bastona ya da saate bakıp bu eşyalardan meçhul sahibin görüntüsünü, sosyal mevkiini, kişilik özelliklerini kuran -örneğin kişinin yakın zamanda zor günler atlattığı vb. gibi- tüm parlak çıkarımlar, aslında yazarın çaktırmadan Holmes’a yardım etmesine bağlıydı. Ama sayısız parodide, aynı ipuçlarından hareketle mantıksal açıdan sağlam, ancak birbirini tutmayan çelişkili varsayımlar oluşturulacağı gösterilerek bu klasik çıkarım yöntemiyle dalga geçilmiştir. Zaten ne tek başına parlak zekâlı bir dedektihstatistikçi ne de herhangi bir matematikçi ekibi, bu kitabı ortaya çıkaracak kadar yetenekli olamazdı. Ama bilgisayarlar imdada yetişti. İşin büyük bir kısmı ve ulaşılabilir verilerin başlıklara uygun zaman birimlere dönüştürülmesi, mekanik olarak halledildi. Veriler saptanamadığında, çeşitli bağlantılar araştırılarak dolambaçlı yollardan elde edilmek zorundaydı. (Örneğin şu örnekteki yüksek oranlı bağlantı gibi: Bir büyük şehre ya da ülkeye elektrik sağlayan enerji hatlarında meydana gelen kazayla, bu kazadan aşağı yukarı dokuz ay sonra doğan çocuklar arasındaki ciddi bağlantı.) Tek tek olaylarla ilgilendiğimiz zaman (ki bunlar tam da Sherlock Holmes’un uğraştığı şeylerdir), piponun iyice ısırılmış ağızlığı tiryakinin güçlü çene kemiğine, ya da bir sürü piponun içinde bu bir tanesine karşı özel bir düşkünlüğü olduğuna delalet edebilir; ya da pekâlâ asabı bir tikin göstergesi de olabilir, hatta belki pipo ona ait bile değildir de bulup cebine atmış, sonra da öldürülüvermişttir – eh, bu durumda pipo da pek esaslı bir hedef saptırıcı işlevi görür.
Diğer taraftan beş milyar insan, büyük rakamlar için geçerli olan yasalara göre sınıflandırılabilir bir yekûndur. Belli hava koşulları ve trafik yoğunluğu nedeniyle oluşan trafik kazalarının oranını belirlemekten kolay bir iş yoktur. Ancak, hayata geçmesi an meselesi olan, henüz yaşanmamış kaza rakamlarını (diyelim, dakika başına olmak kaydıyla) nasıl saptayabiliriz? Ya da daha açık bir ifadeyle, yoğun metropol trafiğinin, mucize eseri önlenen bir yığın kaza demek olduğu gerçeğinden hareketle, araba sürmenin tehlikelerinden nasıl söz edebiliriz? Evet, ardında göçmüş araçlardan ve bazen cesetlerden oluşan deliller bırakmak sadece yaşanmış kazalara has olsa da, bunu yapabiliriz. “Gerçekleşmemiş kazalar” ile olan kazalar arasında, ölü ve yaralı sayısıyla, yolun yüzeyindeki sürtünme ve araç sayısıyla ulaşılan kesin matematiksel oranlar vardır ve herkes bu verilerden yararlanabilir. Bu hâlâ, nispeten kolay bir iştir.
Kitaptaki karışık ve sıkıcı olmaktan başka bir özelliği ol mayan hesaplamalar ise, programcı açısından özel bir yaratıcılık gerektirmiyordu. Şöyle eğlenceli bir karşılaştırma çıkıyordu karşımıza:

Benzer İçerikler

Çırılçıplak Aşk

yakutlu

Yürümeye Devam Et | Ferhat Kardaş

yakutlu

FIRTINADAN ÖNCE-Jack Higgins

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy