Düşününce aslında dişe dokunur bir nedenim yok ölmek için. Yaşamak için de öyle… Hangi kafa karıştırıcı düşünür demişti o lafı; “Yaşama sebebi aynı zamanda iyi bir ölme sebebidir” diye. Bu düşünürlerin hâl-i pür-melâlimde hiç mi kusurları yok şimdi. Hep düşündürdüler yaşatmak yerine. Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmezmiş. Didik didik edince de elinde bir şey kalmıyor ki…Hem dişe dokunur bir neden gerekir mi ölmek için? Yaşamak için gerekmediğine göre…İntihar gibi bir yaşantıyı çok katmanlı bir ironi ve sonuna dek serbest bırakılan yaratıcı çağrışımın gücüyle anlatıyor İntihar Etüdleri Dairesi. Bireye yeterli alan bırakmayan merkezi-bürokratik devlet eleştirisini, modern bireyin yıkıcı iç hesaplaşmaları fonunda ve traji-komik bir dille yapan güçlü bir roman bu…
***
BİRİNCİ BÖLÜM
Bir mektup bazen bir hayat eder…
AKADEMİSYEN HANIM
Daha çok bir meraktı beni İntihar Etüdleri Dairesi (İED)’ ne götüren. Tabii ki hayatımda o an için merak edecek başka bir şeyim olsaydı gitmezdim oraya. İsmini duyduğumda dudaklarımın kenarına müstehzi bir gülücük yerleştirebilecek nedenlerim olsaydı mesela benim de. Bir arkadaş toplantısında, İntihar Etüdleri Dairesi mi, ayol ne komik bir isim o öyle deyip hep birden kahkahalara boğulabilseydik arkadaşlarla. Hani aynı anda başlayan ve başkaları daha gülmeye devam ediyor diye kesilmeye pek cesaret edilemeyen kahkahalarla. Arkadaşlarla. Saçma. Hangileriyle? Arkadaşın yok ki senin nicedir. O yüzden yazıyorsun şimdi bunları. Senin gibi arkadaşı olmayan birileri bunları okuyup ortalarda malumatfüruş pozlarla caka satsın diye. Her şey saçma. Tabii aldığım o iddialı ve tahrik edici davet mektubunun da oraya gidişimde rolü var. Belli ki kafa yorulmuş o mektuba. Neyse yönünü yazıya dönen, imajdan başını çevirebilen insanlar da var hâlâ demek ki. Görevli bile olsa. Ne diyordu o mektupta, “Sizde fark ettiğimiz yoğun yaşam potansiyelini ortaya çıkarmamıza müsaade eder misiniz, buna yardımcı olur musunuz?”
Benim bile fark edemediğim yoğun yaşam potansiyelimi dışarıdaki gözlerin görmüş olabileceği düşüncesi beni birkaç bakımdan rahatsız etmişti. Öncelikle kendimi okuyamıyor muydum? İç görü noksanlığın mıydı bütün bunlar? O kadar şeyi okuyup da hayatı okuyamayan bir Profesör Kien vakası olmaya doğru mu gidiyordum? Zaten yaşantım da onunkine benzemiyor mu? Ben de kitaplarla, tezlerle dolu bir haydut ininde yaşamıyor muyum nicedir? Her bilgi var, insan bilgisi eksik. Manavla, kasapla nasıl baş edeceğini bilmiyorsun. Tabii küçümser seni adam yağlı eti verdikten sonra, hoca hanım, başka bir arzunuz var mı, diye. Sen onları küçümsüyorsun, onlar da seni. Ne güzel. Gerçekten körleşmeden başka çaremiz yok mu bu saçma dünyaya katlanmak için? Gözümüzü kapatsak alevleri görmeme ihtimalimiz var mı gerçekten? Kien Bey sizin yirmi beş bin cilt kitabınız sizi niye kurtaramadı peki? Hah ha. Eşiniz Therese’ye selamlar. Hah hah ha. Ne kadar kitap, o kadar insansızlık. Ne kadar yalnızlık, yine o kadar kitap. Tersten de aynı.
Eğer böyleyse, daha kendi gözeneklerine nüfuz edememiş biri olarak nasıl dış dünya ve başkaları hakkında bütüncül görüş ve iddialarda bulunabilirdim. Ya da yıllarca bulundum. Aman Tanrım, ya hepsi yanlışsa. İntihara bir şehir içi durağı mesafede olduğuma göre çok başarılı sayılabilir mi hayatım? Ha hocam?
Hocam tevazuyu bırakın şimdi, siz mutlaka çok şey biliyorsunuzdur intihar hakkında, intiharın psikodinamikleri, hangi ülkede insanlar nasıl ölür, ırksal ve cinsel dağılımı nasıldır intiharın, bu işin felsefesi filan ha hocam, bilirsiniz siz ne bileyim ben, domates hangisinden olsun hocam? Tamam. Hocam benim büyük kız ikide bir kıyarım canıma diyor da ondan sordum, bir psikiyatra mı, eyvallah hocam, size de göndersem hocam, bir konuşsanız benim kızla şöyle bir güzel, sağ olun hocam, başka bir arzunuz…
Senin kızla konuştum. Kapitalizm kurbanı o. Sürekli tahrik edilen tüketme ve sahip olma arzusu bitirmiş kızını. Haz mağduru. Zengin bir koca belki ama kızın da pek çirkin. Kusura bakma ben biraz açık konuşurum. Kendime neler diyorum bir bilsen. Sonra geçen sefer verdiğin domateslerin çoğu çürüktü. Bu iş ahlâkı kızına da geçtiyse mutlu olma şansı hiç yok onun da. Hoşça kal.
Sonra kendime bile yabancı olan bu “yoğun yaşam potansiyeli” nasıl oluyordu da dışardan bu kadar net görülüyordu? Bu nasıl bir güç, nasıl bir organizasyondu? Ayrıca bu davetin özel statüyle kurulmuş bir kamu kuruluşundan gelmesi de benim gibi “devlet” kavramıyla başı hiç hoş olmayan biri için ayrı bir tahrik sebebiydi. Demek ki devlet tüm organizasyonel sorunlarını, tüm bekaa kaygılarını halledip birey katına lütfetmişti. Hem de ne lütuf! Doğrudan cephe taarruzu şeklinde.
İtinayla yazılmış o davet mektubunun kaynağına ulaşmalı, bu işin sırrına vakıf olmalıydım. “Saçma olan nedir? Bütün bu saçmadan bir yaşam çıkartılamaz mı peki?” türünde cümlelerle dolu olan bu mektubu yazan bir kaynakta mutlaka keşfedilmesi gereken bir şeyler vardır. Saçma olan nedir? Bilmem. Şu anda devleti “saçma” konusunda ikna etmek için kafa yormam olabilir mi mesela? Ya da intihar konusunda üst perdeden atıp tuttuğum halde bunu henüz gerçekleştirememiş olmam belki. Bireysel bir soruna elbirliğiyle kamusal bir çözüm aramamız olabilir mi bu saçma ne dersiniz? Ben bütün bu saçmadan bir yaşam çıkartamadım vallahi. Bu anlamda manavın kızından pek bir farkım yok yani. Manavın kızı da şu meşhur “Fırıncı’nın Kızı”nı çağrıştırıyor. Evet, olmadı hayatım. Ya da çıkarttığım şey doğru dürüst bir şeye benzemedi. Buyurun bir de siz deneyin.
Daha çok bir meydan okuma gibi algıladığım bu davete icabet edecektim. Hiçbir şeyden değilse bile “sen gel buraya, gerisini merak etme, biz seni yaşatmayı beceririz” iddiasını yakından görmek, bu iddianın nereden temellendiğini anlayabilmek için. Benim yaşamımın oradan nasıl göründüğünü görmek için. Ya da belki -kesin öyle bence- aslında yaşatamayacaklarını görüp son bir kez daha haklı çıkmak için. En azından haklı ölmek için.
Yine de kolay olmamıştı İED’e gidişim. Kısır akademik tartışmalar, zamanı gelince profesör olmayı bekleyen insanların arasında törpülenen ömür, intihalen sürdürülen bir yaşam, en güzel intihalin en çok saygıyı kazandırdığı püriten bir akademik ortam ve belki de en önemlisi kanımı son damlasına kadar emen gözler. Hep yıkmak için bakan ışıl ışıl kedi gözleri. Tabii teklifin artık insanların bana bakmasına bile tahammül edemez hale geldiğim günlere denk gelmesi de işi kolaylaştırdı biraz. Hayatımın kan emicilerinden kaçıp kurtulma isteği ve devletin bana sormadan ömrümden bir yılı bana bağışlaması doğrusu beni İED’e doğru fırlattı. Kurallar gereği bir yıl misafir olacaktım İED’de. Belki bana dayatılmasaydı asla dayanamayacağım bir yıl. Düşününce şöyle zorlu bir dayatmaydı belki bütün ihtiyacım. Bütün ezberimi, didişmemi, bitimsiz özgürlük arzumu yeniden sorgulamamı sağlayacak bir dayatma. Yine muhalefet yaşatabilirdi belki beni.
İED’e gitmek için bindiğim taksinin sürücüsü mütemadiyen konuşuyordu. Ama ne konuşma. Aralarda “abla”lı, “diğ mi abla”lı uyarıcılar olmasa asla takip edemeyeceğim hız ve üslupta bir konuşma. Berberlerle taksi şoförlerinin genetik yapıları incelense, mutlaka bilimin işine yarayacak bir şeyler bulunur diye düşünüyorum. Daha önce de buraya birini getirmiş. O da iyi birine benziyormuş (beni de iyi birine benzettiğini iftiharla öğrenmiş bulunuyorum, niye öldürürler ki taksicileri, o kadar da değil, bence bir gözdağıyla geçiştirilebilirdi pekâlâ) ,tekin bir yere benzemiyormuş ama burası, dikkatli olsam iyi edermişim. Ölmeyi kafasına takmış biri için ne güzel bir öneri. Olurum. Sen de dikkat et e mi?
Üzme n’olur yolunu gözleyenleri. Düz yolda geçme beni, rampada beceririm seni. Duanla yaşamıyorum ki bedduanla öleyim hemşerim. Bir sana, bir sabah uykusuna doyamadım. Şoförsün dediler vermediler. Olsun takma kafana abicim.
Millet aya giderken biz nelerle uğraşıyormuşuz. Batılı bizi galiba en çok aya giderek ezdi. Biz de çıkabilsek şöyle çoluk çocuk atmosferin dışına bir yerlere. Neresi olduğu hiç mühim değil. Buluruz nasılsa pikniğe müsait bir su kenarı. Her mukayesede bu aya seyahat belirtilmese olmaz sanki. Kesinlikle dış güçlerin işiymiş böyle tertipler. Ah her daim kendini aşağılayan ve düşmansız yapamayan komplocu kafa. Nerdesin İED, sana sığınıyorum. Beni, ailemi ve bütün inananları koru. Senin rızan için oruç tuttum…
Ömrüm vefa ederse hazırlayacağım kendine has sözlüğe yazayım. TAKSİCİ(1): Sürekli konuşursa daha az benzin yakacağını sanan ulaşım aracı sürücüsü (ne yakıyor seninki kilometrede, valla hiçbir şey değil, dört kişi gitsen kârdasın bile hatta, ya parasında da değilim onun rahatlığı var ya, o yeter insana, doğru söylüyorsun abicim, memleket neresi sizin, içinden mi). TAKSİCİ(2): İçinde berberleri de barındıran çok geniş bir aşiretin üyesi. Birbirlerini tanıyabilmek için hep aynı renk vasıtalarla dolaşırlar. TAKSİCİ(3): Kendi adıyla bir cinayeti olan oturmuş meslek. TAKSİ: Taksicinin sürdüğü. Rengiyle maruf. Hepsi karşının.
Şehrin hayli dışında, ormanlık bir araziye kondurulmuş modern bir yapıydı İED. Bilmeyen biri burayı pekâlâ zengin bir münzevinin malikânesi sanabilirdi. Gerçi toplumsalın intiharı sayılır inziva da. Hemen artık oluşmaya başlayan sözlüğüme ilave edeyim. MÜNZEVİ(1): İntihar etmiş toplumsal varlığa verilen ad. Münzevi, inzivasında titreyip kendine döner. Elle suistimali katiyen ihmal etmez. Resmen topuk terörü bu. Rahatlar. Oh, inzivada rahatlık var.
İnziva da bir çeşit intifada mıdır hocam dışında kalan kalabalığa? Yok çekirge, daha ilk dersten gidişatın hiç hoş değil. Böyle giderse velini çağıracağım okula. Nerden de bulursun böyle lafları çekirge? Sence de şiir olmayan bir şeyin edebiyatta gerçekten yeri yok mu çekirge? MÜNZEVİ(2): Duygusal terk edilişine fiziksel karşılık veren kinci yaratık. Olmaz ki, iyi bir şey mi kin? Sana tokat atana öbür yanak, tekme değil bir yanlış anlama var sanırım. Hayır efendim, kayıtları incelettirdim, kayıtlarda kesinlikle “öbür yanak” şeklinde geçiyor. Maalesef sistemimiz merkezidir efendim. Bu yüzden o ibareyi “tekme” şeklinde değiştirmem imkânsızdır efendim. Bir kolayı yok efendim. Merkezden izleniyoruz. Bağımsız değiliz. Biliyorsunuz artık herkes, her şeyi biliyor efendim. Tabii ki böyle bir şey hiç olmasaydı daha iyiydi efendim. Hoş bir şey mi deve kini şimdi? MÜNZEVİ(3): Toplumdan tamamen kovulmadan istifa mekanizmasını çalıştıran gururlu ama mübalağaperver varlık. MÜNZEVİ(4): İnsan zehirlenmesine uğradığı için soluğu tabiatın kucağında alan bilinçsiz ya da yarı bilinçli Stoacı. Hâlbuki yoğurt yenmek suretiyle… Anne mavi çorabımın tekini gördün mü?
Burası bir devlet dairesi diyerek susturabildim taksiciyi. Allahtan hâlâ bir saygınlığı var devletin.
Kaçarcasına indim taksiden. Hemen İED’e sığındım. Karşımda sadece form doldurmak üzere tasarlandığı izlenimi veren bir adem. Elinde münhal bir form. Adınız? Ne yapacaksa. Adlarımızı genellikle suçladığımız ya da yargıladığımız kişinin kim olduğunu ayırt etmek, onu başkalarıyla karıştırmamak, suçladığımız kişiye haksızlık etmemek için kullanırız. Mukayyit Seferber’miş onun adı. Şu formcunun canım. Formum burnumda konuştuk ayaküstü. Seni sordu, bildiğin gibi dedim, değişmedi, anlıyordu. Mesutmuş, sinek kadar kocam olsun başımda olsun diyormuş. Adamın içkisi yok kumarı var diyormuş. Ona da şükürmüş.
MUKAYYİT SEFERBER
Vallahi bu akademisyen kadın biraz tuhaf. Takmış isimlere. Hoş, ben de severim isimlerle filan oynamayı. Gerçi o her şeye takmış. Sanırım bu yüzden burada. Adınız soyadınız diyorum, ne önemi var canım, siz kafanıza göre doldurun esma kısmını, diyor. Sanki biz devlet olarak senin adını sanını bilmiyoruz. Senin kendi ağzınla bunları söylemen daha şık olur diye biz şey ettik. Yoksa devlet o kadar aciz değil ki. Devlet, yani biz, senin öğrencilerinin sana taktığı ismi bile biliyoruz hocam. Sahipsiz değil bu memleket. Uyan Hoca Hanım esma hakkında sınıfta yaptığın konuşmalar bile var kayıtlarda. Ne diyordun dur bakayım, “Bize daha doğar doğmaz konan isimlerimizin ne önemi olabilir ki. Hadi biz doğduktan yirmi otuz yıl sonra konsalar belki bir nebze bizi ifade edebilirler. Oysa şimdiki halleriyle sadece atalarımızın gerçekleşmemiş hayalleri, umutları ya da geleceğe dair temennilerini bildirmekten öte bir anlam taşımıyor isimlerimiz. Ya da belki ölmüşlerimizin ruhuna kalıcı bir yadigâr, onlara vaktinde ödenmemiş borçların bir kefareti gibiler. Zaten en güzel isimler de bize ait değil. Rezerve.” Ah hocam sen esmayı üstüne sıçratmışsın bence.
Şimdi bu adı sanı problemli olan Akademisyen Hanım beynimi bulandırdı. Al mesela benim adımı. Ne ki Mukayyit? Ben bile bilmiyorum. Hoş, kendini biliyor musun desen, sana yine de tatminkâr bir cevap veremem ya. Adımın esbab-ı mucibesini bilsem ne, bilmesem ne? Ad işte, Akademisyen Hanım’ın dediği gibi. Tek özelliği bu. Yalnız rahmetli babacığım anlattıydı bir keresinde. Rahmetli babaannemin mezarına yaptıkları kırkıncı gün ziyaretinde bir mezar taşının üstünde görüp beğenmiş benim ismimi. MUKAYYİT. Sonra da ben doğunca işte koyuvermiş öyle. İşimle, kaderimle ya da geleceğimle ilgili bir mesajı olduğunu sanmıyorum bu ismin. Evlerden ırak, niçin benim kaderim mezarlıkta çizilmiş olsun ki? Öylesine bir isim işte. Tabii sık rastlanan bir isim olmadığı için zaman zaman muhtelif müşkülat doğurduğu da oldu. Özellikle şaklaban tabiatlı bir takım insanlar, Mukallit mi, filan diyerek tahkir etmeye yeltendiler birkaç kez. Ama siz izin vermedikçe kimse sizi aşağılayamaz. İzin vermedim ben de. Öylesine bir isim işte bu Mukayyit. Nereden mi çıkarıyorum bunu. Çünkü kaç kez denedim. Sürekli Mukayyit, Mukayyit deyince diğer isimler gibi içi boşalıyor. Hiçbir fevkalâdeliği yok yani bu mânâda. Ama soyadımın anlamını sorarsanız, o biraz derin bak. Yine rahmetli babam anlattıydı. Seferberlik zamanında bizim sülalede bir tek dedem kalmış erkek olarak. Nihai zaferden sonra ihtiyaç halindeki ailelere soyadı dağıtılırken kendisi de bu seferberlik ruhunu kuşaklar boyu diri tutmak maksadıyla filan olacak SEFERBER soyadını almış. Vaktiyle onunla da çok dalga geçmişler, hazır askersin oğlum, bitmez artık senin askerliğin diye. Ama o, vatan için değer diye geri püskürtürmüş hep musallat olanları. Çok hazin bir hikâyesi var soyadımızın yani. Bu sebepten ben bu soyadını Seferber, Seferber diye denemiyorum fevkalade mi diye. Bunu yapmıyorum çünkü hem eminim özel olduğundan, hem de şeytana uyup kimseye çaktırmadan deneyecek oldum bir gün de pişman oldum. Sülalemin çok seneler evvel ebediyete intikal etmiş uluları adeta dilimi bağladı, nutkum tutulur gibi oldu. Her biri ayrı ayrı mukaddes gayeler uğruna alem-i ervahtan alem-i berzaha hicret etmiş taallukatı tek tek ve önem sırasına göre rüyamda görünce böyle süflî işlere bir daha tevessül etmedim. İşte böylece kalmış MUKAYYİT SEFERBER ilelebet bir muamma; adıyla sanıyla. Hemcinsleri gibi etten kemikten. Bir de bolca teffekkürden. Bu hikâyede görünene kadar da zaten, kimse haberdar değilmiş Mukayyit’ten. Ki destanımızda yalnız onların…
Yalnız ismim konusunda koparılan yaygarayla ilgili olarak bir konunun daha acilen vuzuha erdirilmesi gerekiyor. Daha evvel muvakkaten İED’de ikamet etmiş olan, kendini bir yere ilintilendiremediği halde, her şeyi bir başka şeyle rabıtalandırmaya meraklı bir grup zevatın zırvalamalarına da buradan münasip bir cevap vermeyi vazife addediyorum. Yok ismimle yaptığım iş arasında bir rabıta kurulabilirmiş de, yok ölümü zaten mukadder olanların kaydını tutuyormuşum da, yok ölü sayıcıymışım da falan da, filan da. Daha buna benzer bir sürü tevil götürmez zırva. Hem öyle olduğunu bir an için kabul edecek olsak bile ne var bunda. Tabiatın işleyişi böyle. Biri insanların ölmesine vesile olur, biri artık ölmüş olan için yas tutar, biri ölüleri sayar, onların kaydını tutar, biri onları yıkar, dirilerle sevişemeyen biri çıkar ölülerle sevişir, bir nebbaş çıkar daha risksiz bulduğu ölüleri soyar, öteki de hani bana hani bana der. Son ikisi yakalanır ya da yakalanmaz, konumuz bu değil. Tabii ki ben de vergisini muntazaman ödeyen, kanunlara saygılı bir vatandaş olarak adaletin tecelli etmesinden yanayım. Tabii ki şeriatın kestiği parmak acımaz ve tabii ki çiftçinin prim borcu gerekirse ertelenmelidir. Son derece hassas bir dönemden geçmekte olduğumuz şu günlerde bu saydıklarıma karşı çıkacak bir insan olduğuna, yok canım hiç öyle şey olur mu şeklinde yaklaşımlarda bulunabilecek bir insan çıkacağına da ben şahsen inanmıyorum. Ne var yani bunda. Altta ölüler, üstte diriler. Gel keyfim gel. Bayılırım bu düzenli dünyaya. Tabiatın kanunu böyle. Mesele, tabiatta kendi başlarına seyrüsefer halinde bulunan nesneler arasında zoraki rabıtalar tesis etmekse, bunu pekala ben de yapabilirim. Herhalde kendini telef etmenin eşiğine gelmiş potansiyel intiharcıların vebali de dini vecibesini idrak ederken mezarlıkta seçtiği naçiz bir isim yüzünden zavallı babacığıma yüklenemez değil mi? Biri ölür, biri de kaydını tutar. Ne var bunda. Yaşadığımız yüzyılda hâlâ öldürülen binlerce insanın kaydı bile tutulamıyor daha. Ama kendi normallerinde davranıyor bu insanlar. Sürpriz yok. Gözünü bile kırpmadan kendini yok etmenin eşiğine gelmiş olanlardan aynı şeyi başkaları için de yapmamaları nasıl beklenebilir ki? Cehennem başkalarıdır sözü ne güzel değil mi?
KELB’İN SAHİBİ
Vallahi ben daha çok Kelb için geldim İED’e. Hani bir değişiklik olur onun için diyerek. Aslında adını çok yadırgadım ilkin. İntihar Etüdleri Dairesi. O ne öyle, Hıfzıssıhha Dairesi gibi dedim kendi kendime. Hayır bir devlet dairesi olmasa insan güvenemez de böyle bir yere. Bunların böylesi insanı zorla intihar ettirip sonra da etüd etmeye filan kalkar maazallah.
İntihar etti demek, vah vah, nasıl oldu olay tam olarak, valla aslında biz başkasını asacaktık olay günü, bir infaz vardı yine böyle gençten bir çocuk, işte düzenek filan hazır tabii, yağlı urgan böyle kayıp acı vermemesi için, nedense yağlı olmasını hep dramatize ederler, arkadaşlar evraklarla, işlemlerle filan ilgilenirken sen gel boşluktan istifade asıver kendini, olacak şey değil, tamamen talihsizlik efendim, yaşı da çok küçüktü on yedi filan galiba, büyütseydiniz bari hiç olmazsa mahkeme kararırla yaşını, böyle hukuksuz iş yapıyorsunuz ondan sonra uğraş babam uğraş, adı ne demiştin çocuğun Erdal Eren, hiç duymadım daha önce, pek bilindik bir isim değil, daha çok silindik bir isim…
Buranın Kelb’e bir faydası olursa ne ala yoksa kendim için bir şey umduğum yok. Bir zaman sonra hepimiz evlatlarımız için yaşamıyor muyuz bir yerde? Tabii davet mektubunda yazan o sarsıcı cümlenin de büyük etkisi var buraya gelmemde. Dur bakayım ne diyordu tam olarak. Ha, evet…