İstanbullu Amazonlar 1809 | Şebnem İşigüzel


“Müneccimbaşı her bebekte haremin kapısında beklerdi. Eğer bebek erkek ise hemen yıldız haritasına bakılır, kehanette bulunulurdu. Bebeğin kız olduğu öğrenildiğinde bunu yapmak gereksiz görülürdü. Zira kızların tahta çıkma olasılığı yoktu. Ancak o gece müneccimbaşı yıldızlarına bakılacak kadar başka bir kadın sultanın dünyaya geldiğini biliyordu.”

Osmanlı, bir kadın sultanı tahta çıkardı mı? Taht bahtına erişen ilk ve son kadın sultan tarihten nasıl silindi? İmparatorluğun başında kalmasına müsaade edilseydi kadınlığın bu topraklardaki kaderi değişir miydi?… Kendinden efsunlu bir anlatıcı, kafasındaki bu deli soruların peşinden gidiyor, derin bir ispata girişiyor.

Gizli kapaklı mektupların, günlüklerin, vakanüvis notlarının satır aralarında gezinirken muhayyilesinin sınırlarını zorluyor. İstanbullu Amazonlar, erkekler üzerinden anlatılan tarihi ters yüz etmeye yeminli; incelikle kurgulanmış, isyankâr ve oyunbaz bir roman.

Şebnem İşigüzel, hacimce küçük, fikren büyük bu zarif roman ile edebiyata farklı bir pencere açıyor.

BİRİNCİ BÖLÜM
Kış Başlarken

1

“Beni öldürmeye geliyorlar,” diye düşündü. Oysa birazdan köklerini kazımanın kendisine nasip olmasını istediği yeniçeriler tarafından tahta çıkarılan ilk ve son kadın sultan olacaktı. Bu, yazılmamış ve anlatılmamış tarihin, tahta çıkan kadın sultanın hikâyesidir. 1808 yılının Kasım ayında olağanüstü olaylar vuku buldu ve bir kadın sultan tahta çıktı. II. Mahmud yeniden ayaklanan yeniçerilerden korkusuna kardeşi IV. Mustafa’yı boğdurarak hanedanlığı varissiz bırakmıştı. Hiç kimsenin tahta geçebilecek evladı yoktu. Mustafa’yı yeniden tahta çıkarmak üzere yürüyüşe geçen yeniçeriler onun boğdurulduğunu öğrenince daha beter kazan kaldırdılar.

Hanedanlık ilk defa yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Sarayın etrafını sardıklarında nicedir savaş meydanlarında göstermedikleri azgınlık içerisindeydiler. Karşılarında düşman varmışcasına, onu boğup, ezip, çiğneyecek halde, “Biz de Esma Sultan’ı tahta oturturuz,” demekteydiler. Kardeşini boğdurarak kendisini tek Osmanoğlu olarak bırakan II. Mahmud’a duyulan öfke, tarihte ilk ve son defa bir kadın sultana taht yolunu açacaktı. Esma Sultan büyük bir kargaşanın ardından oturacağı, sonrasında yok sayılacağı tahta işte böyle çıktı. Cenk etti, kanun yaptı, şehri ve hayatı düzenledi, pek çok macera yaşadı. Nasıl hükmedeceğini öğrendi, asaletle hükmetti ve yok sayıldı.

2

Oysa tahta çıkacağından habersiz olduğu kış ne de güzel başlamıştı. Topkapı Sarayı’ndaki dairesinde Fransız Sefire ve beraberindekileri ağırlamıştı. Otuz yaşındaki Esma Sultan, göğüs çatalı ortada, gören gözün o güne dek görmediği harikulade esvaplar içerisinde, ipek kadife döşeğinde oturmuş, sefirenin getirdiği tatlı şeyleri yemekteydi. Karşısındakiler gözlerini ondan alamamaktaydılar. Güzel olduğu için değil. Başka olduğundan. “Tandis qua, niye?” Kadın topluluğundan bir Fransız karısı, günlüğüne bu kısacık notu düşecekti. “Alelade bir güzellikti bu.” Bunu da yazacaktı. “İfadesi soluk, kirpikleri yoluk, gözleri mahmurdu.” Ardından bunu. “Yediğinin kırıntısı bulaşmış kâğıt inceliğindeki mercan rengi ağzı seyredilesi şaşırtıcılıktaydı.” Sonra bunu.

Osmanlı karıları korse takmazdı. Bunu ben yazıyorum. Lakin, ipek hantal ucu püsküllü kuşaklarını köle kızlara öyle bir sardırırlardı ki memeleri işte böyle iki beyaz güvercin gibi göğüs açıklığına kurulur, şişip şişip inerdi. Hepsi durmuş kadın sultanın iştahla yiyişini seyrediyorlardı. Sefire, dudağının kenarındakini, kendi nazarında rahatsızlık yaratmasından ziyade incilerle elmaslarla donanmış alametifarikaya dokunabilmek bahanesiyle işaret eylemiş, anlaşamayınca, gülüşmeler eşliğinde elini uzatmış, bu esnada birkaç parça kırıntı daha dökülmüş, işte bunlardan birisi göğsün şişkinliğine düşmüştü. Sefire parmak ucuyla bu mermer gibi beyaz ama tatlı, yumuşak, fırtlamış kalmış göğüse dokunmuş olmuştu. Bunu yapmış olmaktan korkmuştu. Kadın sultanın hoş görmesi manasına gelen gülümseyişiyle elini çekti.

Çekilen el aralarındaki boşlukta bir anlığına dondu kaldı. Ardından sefire elini kuş gibi kucağına, diğer avcunun içine kondurdu. Bu elini mukayyet olmak istercesine ötekiyle sıkı sıkıya tuttu. İnsan ne dese bilemeyeceği, nasıl anlatacağını hiç bilemeyeceği güzelliğe dokunmak istiyordu. Sefire, maiyetindekiler adına bunu yapmış olmuştu. Elçiliğe dönünce anlatırlardı. Osmanlı Sarayı kapalı kutuydu. Ne yapacakları belli olmazdı. Kapalı tutulurlardı ve bu onların akli melekelerini bozardı. Ayarsızlardı. Ama bu kız kapatılan ya da saklanan birisine benzemiyordu. Taht sahibi babası o küçükken ölmüş, tahta çıkan kuzeni tarafından evlendirilmiş, yaşlı kocası ölünce doğup büyüdüğü sarayına geri dönmüştü.

Fransız Sefire onun hakkında bu kadarını bilebilirdi. Pür dikkat seyredilen Esma Sultan bağdaş kurduğu bacaklarının üzerinde leğen kemiğinin tam ortasına gömdüğü kalçaları ve kucağına doldurduğu yumuşak göbeğiyle usulca salındı. Kuş tüyü döşeğin içini dolduran tüylerin sivri uçları kadifeden, ipekliden, kıçının kabasına battı. Saçlarının rengi, karşısına dizilmiş kadınlarınkiyle benzerdi. Hatta aynı. Işık günün bu saatleri öyle güzel dolardı ki içeri, renkler kısacık bir anlığına ortaya çıkardı. Işık demetlerinin içerisinde toz zerrelerinin uçuşmasını sevmezdi ama. Gördüğünde avaz avaz bağırdığı bilinirdi. Şimdi yapsa herkes korkardı. Şimdi öyle bir şey yapmazdı. Yalnız olsa durur kalır seyrederdi.

Böylece ruhu esenlik bulurdu ama yalnız kalmaz, yalnız bırakılmazdı. Oysa görünürde olmasa bile yalnızdı. Fransız Sefire’nin getirdiği şu tatlı şeyler çok güzeldi. Böyle soluk, yumuşak renkleri tarif etmek istemiş, edememişti ya da saraydakiler anlamamıştı. Çok yedi. Su içerse bunun diline damağına sinmiş tadı silip süpüreceğinden korktu. Yediği şeyin adını tekrar sordu. Sefirenin söyledikleri kendi diline nakloldu. “Bu tatlının adı makarondur. 1533’te Catherine de Medici’nin Fransız Sarayı’na gelin gelmesiyle mutfağımıza girmiştir.” Bir ısırık aldı. Yumuşacık renklerin içinde belli belirsiz diş izleri kalmıştı. Isırık aldığı yerler daha koyu renge kesmişti. Hayret, sertmiş gibi görünüyordu ama yumuşacıktı.

“O yıllarda bizde Sultan Süleyman Han vardır. Şimdi bulunduğumuz daire Hürrem Sultan’a aittir. Dul kalıp saraya döndükten sonra kuzenim III. Selim,” burada durmuş, içinden, “Zavallı Selim,” diye geçirmiş, “Bana lütfetmiştir,” demişti.

Doğru söylüyordu. Ne validesine ne başkadınına ne diğer kadın sultanlara. Öz kardeşi Mustafa’nın tahta çıkışından önce. Ondan hiçbir şüphesi olmadığının ve olamayacağının ispatı gibi. Osmanlı iki yıldır hem taht hem baht savaşı veriyordu. Olmayan kalmamıştı. O olmayan da pek yakında olacaktı. Esma Sultan aklına gelenleri bilhassa pek yakın zamanda olanları sinek kovar gibi kovdu. Hakikat sinek kovar gibi ama ha! Böyle yapmak istercesine elini boşlukta salladı. Bileklerini, parmaklarını süsleyen ziynetler pek güzel sesler çıkardılar. Herkes bu yaptığına bakakaldı. O da onlara gülümsedi.

Ağzı ve dişleri, taşkın göğüsleri kadar beyaz ve güzeldi. Bir Frenk elçisinin kendisinden ve diğer kadın sultanlardan İstanbullu Amazonlar diye söz ettiğini duymuştu. Duyulan infial yaratmıştı. Kafes arkasına geçip bunu söyleyenin derde girmesinden korktuğu kellesini mendilinin içine gömerek silip kurulamasını seyretmişti. İşbu zındık, sultanın önünde, terini silmenin âdaba aykırı olduğunu bilmez miydi? O vakit Mustafa mıydı tahttaki? Yoksa olanlar olmuş Mahmud taht bahtını görmüş müydü? Kendisinden öte diğer İstanbullu Amazonlar gelmemişti, huzura çağrılıp biçare hal vaziyete düşmüş elçinin savunmasını dinlemeye. Haberleri bile olmamıştı. Sultan kızı olup bu işlerle gereğinden fazla ilgilenen kendisiydi. Diğer kadın sultanlar kendi köşelerindeydi. Şimdilik. Bir kere daha dairenin kendisine lütfedildiğini vurgulamak babında, “Bana,” demeyi düşündü. Ancak bunun aptallık olacağını bildiğinden vazgeçti. Akıllı olduğu için buradaydı. Bilmem yazmaya gerek var mı? Gücünün, insanları etkileyen tavrının farkındaydı. “Keşke şehzade doğsaydın.” Kadın olmaktan memnundu.

Şehzadeler başa belaydı. Büyük atası Fatih Sultan Mehmet Han bir şehzadesi daha olduğunu öğrendiğinde çocuğu beşiğinden kaptığı gibi yere fırlatmış, kardeşlerin taht uğruna birbirine düşeceğini iyi bildiğinden, “Yine mi erkek?” demiş. Anlatılan o ki Cem Sultan’ın şehlalığı babası tarafından yere çalınmasıyla hasıl olmuş. Bugün olsa doğacak şehzade pamuklara sarılırdı. Çünkü doğmuyordu. Uzun zamandır sarayda erkek bebek avazı duyulmuyordu.

Tahtta oturan ve akabinde indirilen Mustafa’nın da, tahttan indirilecekken kendi rızasıyla inen Selim’in de, sırasını beklerken kendisini tahtta buluveren Mahmud’un da erkek evladı yok idi. Esma hiç gebe kalmamıştı. Sebebi sarayda görünen ve kökü kazınamayan salgın hastalıklar olabilirdi. Kendisi dahil İstanbullu Amazonlar olarak nam salan kadın sultanlar, Hatice ve Beyhan Sultanlardı bunlar, güya salgınlardan kaçmak için kendilerine Boğaz kıyısında sahilsarayları yaptırmış idiler. Her ikisi de duldu ve bu Fransız karılarını onlar da kabul edip ağırlıyorlardı. Ayrıca, Hatice Sultan koynuna Melling adında bir gâvur ressamı almıştı ve pekâlâ Fransızca konuşması yetmezmiş gibi kendi dillerini Latin alfabesiyle yazma alışkanlığı geliştirmişti. Esma’ya Fransızca saymasını öğreten oydu. Esma kurumuş değildi. Cinsi münasebet anlamında olduğu kadar aklen ve manen de böyleydi bu. Ölen kocası kaptanıderya olduğundan, onun biricik Kaputanıderya Paşa’sı olduğundan, levendleri beğenirdi. O vakit hayat su üstünde geçerdi.

Kürek çekme müsabakaları tertip edilirdi. Bir gün Hatice Sultan, Melling’i de getirmişti. Uzağına oturtmuştu ama gözü civanının üzerindeydi. Esma adamı çelimsiz bulmuş, Bonapart’ın Mısır işgali sebebiyle İstanbul’daki Fransızlar Yedikule zindanlarında hapis olduğu halde bunun hürriyetine şaşmıştı. Ressam, yarışları çocuk gibi merakla seyretmiş, gelin görün ki bunlar gibi bağdaş kurup oturamamış idi. Frenklerin yapamadığı bir şey varsa o da yere çöküp oturmaktı.

Fransız Sefire kıpırdandı. Sıkılmış değildi. Sadece ayakları birbirine dolaşmış, bin dirhem et üstünde oturmasına rağmen kıçının kemikleri, anlaşılan, batmıştı. Dikkatle bakma sırası şimdi Esma’daydı: Eteklerini ayaklarının altından çekiştiren sefirenin ayağındaki potinleri işte o zaman gördü. Fransız Sefire onun neye baktığına bakarken, gösterisine devam edip elindeki yelpazesini şak diye açtı. Esma çocuk gibi şaştı. Güldü. Esrarlı bir güzelliği vardı. Kaşı kirpiği az olmasına rağmen bal rengi gözleri uzaklardan elmas getirenlerin anlattığı kaplanlarınkisi gibi seçiliyordu. Kaplan denen hayvan sadece anlatılırdı çünkü saraya hediye edileni İstanbul ikliminde yaşayamayıp ölmüştü. Yelpazeleri de seviyordu ama potinlere bayılmıştı. “Bunlardan ben de istiyorum,” dedi. Annesi atıldı: “Ben de.” Böylece saray için iki çift topuklu kadın potini sipariş edilmiş oldu.

Benzer İçerikler

Belleğin Girdapları | Behçet Çelik

yakutlu

Cehennem Benim (Mevlana Dergahından Bir Filozof Sartre)

yakutlu

En Karanlık Fısıltı – Gena Showalter Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy