“Hayat Romanlardan Daha Tuhaf” üçlemesi –Ardıç Ağacının Altında, Ayrılık Çeşmesi Sokağı– İşte Geldim Deniz Kenarı ile tamamlanıyor.
Londra’da bilgisayar mühendisliği akademisyenliği yapan Harun, on bir yıl önce ayrıldığı İstanbul’a beklenmedik bir nedenle dönmek zorunda kalır. Küçüklüğünden beri yalnızlığına eşlik eden Salacak sahiline gider ve Deniz Kenarı’na gizemli geçmişini anlatmaya başlar… Ona yuvada olma hissini yaşatan yetişkinler anne ve babası değildir. Mahalle ortamının, türlü tesadüflerle yaşamın karşısına çıkardığı kimi iyi, kimi kudretli kişilerin ve en çok da kitapların sıcaklığıyla yetişir Harun. Yıllar sonra İstanbul’a dönüşüyle karşısına çıkan iki kişiyle yaşam burgusu bir kez daha mı dönecektir? Çünkü her acının sonunda bir kapı vardır…
“Bizans Sultanı’nı büyük bir zevkle okudum.
Büyüleyici bir hikâye ve anlatımı şaşırtıcı bir
zekâ ürünü…Müthiş bir yazar keşfettim.”
Alberto Manguel
15.10.2019
I
“Salacak sahilindeki sürgün incir ağaçları altında”
İşte geldim Deniz Kenarı!
On bir yıl önce seninle vedalaşamadan İstanbul’dan kaçtım. Özür dilerim. Kente döndüğüm zamanlar, babam olacak adamla karşılaşırım endişesiyle ziyaretine gelemedim. Oysa ilk gençliğimde seninle hayallerimi paylaşır, sen beni sabırla dinlerken rahatlardım.
Albert Einstein, “Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Bilgi sınırlıyken hayal gücü tüm evreni kapsar” demiş. Bir zekâ ölçeği olan IQ’ya göre normal insanınki 105 iken, onunki 225’ti. Hoşgörüne sığınarak söylüyorum, IQ skorumun 175 olduğunu öğrenince de sinirlenmişti babam.
Bir diğer dâhi Oscar Wilde, “Bir hayalperest yolunu ancak ay ışığında bulabilendir. Cezası da şafağı, dünyanın geri kalanından önce görmesidir” demiş. Cezamı çektim kanısındayım, dinlersen şimdi sana yirmi dokuz yılımın hesabını vereceğim.
II
“Acımın sonunda bir kapı var” Louise Glück
Anne dediğim kadının halam olduğunu öğrendiğimde beş buçuk yaşındaydım. İnanmadığımı görünce halam beni kucakladı ve iki hafta sonra babam evlenince onunla birlikte Salacak’a gideceğimi titreyen sesiyle kulağıma fısıldadı. Ağlayarak boynuna sarıldığımda beni defalarca öpmüş, “Seni oğlum gibi sevmeye devam edeceğim Harun” demişti. Yarım saat uzaklıktaki bir şirin semte gideceğimi, daha az görüşeceğimizi, ama böylelikle birbirimizi özleyeceğimizi, özlemenin hoş bir duygu olduğunu tane tane anlatmıştı. O sahneyi önceden tasarladığı belliydi. Saçımı okşarken bir de bana söz vermişti, anneme ne olduğunu zamanı gelince öğrenecektim. Daha önce sorarsam babam ölebilir, kendisi sakat kalırdı.
Halam Sabah Hâlas babamın ikiz kız kardeşiydi, beni o yetiştirdi. Kimseyi onun kadar sevmedim Deniz Kenarı. Anadoluhisarı’nda, Göksu Deresi ile metruk bir mezarlığın arasında uzayıp giden ıssız Kızılserçe Sokak’ta yaşardı. Bakımsız bir bahçe içindeki üç katlı Osmanlı binasının girişi ona aitti. Mabedim bellediğim o ferah konutun
hüzünlü bir öyküsü vardı; halam uzun bir flört döneminden sonra nişanlandığı sevgilisini düğüne üç gün kala bir trafik kazasında yitirmiş. Onu çok seven nişanlısının annesi, oğluna aldığı daireyi halama bağışlayıp, sonra da üzüntüsünden ölmüştü. Akademik çalışmalarına devam edemeyen halam Kadıköy’de bir film ithalat şirketinde müdürlük yapar, takma adla sinema eleştirileri yazardı. Buyuyünce ne olacaksın diye sorulduğunda “Film ithalatçısı” diye diklenir, güldüklerinde şaşırırdım. Salacak’a taşındıktan sonra hafta sonlarımı her fırsatta, halamın evinde geçirir oldum. Prens muamelesi görürdüm, kahvaltıda yumurtalı sucuk yemek için pazar sabahlarının gelmesini beklerdim. Cumartesileri yetişkinlere hitap eden filmleri izlerdim, giderek onlara da alıştım. Halam bir an önce olgunlaşmamı istiyor olmalıydı, beni sera domatesi mi sandın diye espri yapmaya kalkışınca hoşlanmamıştı.
Adını bir Edgar Allan Poe novellasından mı ödünç alan Kızılserçe Sokak’ı kovboy filmlerindeki tek caddeli kasabalara benzetirdim. Yorgunluktan inleyerek Boğaz’a dökülen Göksu Deresi’nin kenarında, tek katlı kafeler, balıkçı lokantaları ve moteller vardı. Karşı yakasındaki Osmanlı binalarının panoramasını kapatmamak için eğildikleri kanısındaydım. Bahçesinde dev bir salkumsögüt olan kate gözde mekanımdı. Bir gelinlik duvağı gibi salınırdı, onun kadar albenili yaprağı olan bir başka ağaç tanımadım. Halam, obez sahibi ile şakalaşmaya başlarsa sinirlenip babama şikayet etmeye karar verir, yolda unu turdum. Sokağın en görkemli konağından akşamüstleri bir erkek iniltisi yükseldiğinde bahçesindeki sinirli iki köpeğin havlamaya başladığını anımsarım.
Tarihi binaların küçülerek yok olduğu meyilde Sultan Yıldırım Beyazıt’ın yaptırdığı altı yüz yıllık mezarlık başlardı. Halam sesini kısarak, burası İstanbul’un ilk Müslüman mezarlığı demişti. Süslü mezar taşları yüksek rütbeli komutan ve yöneticilere aitmiş. Anıtsal servi ağaçları içinde u-p-u-z-u-n olanından ürkerdim. Ölülerin o ağaca tırmanarak öteki dünyaya gidip geldiklerine emindim. Yirminci yüzyıldan itibaren torpilli ölülerin mezarlığın boş bölümlerine defnedilmesi işime yaradı. Dört yaşında harflerle, beş yaşında rakamlarla tanıştım. O mezar taşlarını he-ce he-ce okuyup, alfabeyi sökünce mekân özel parkım olmuştu. Lisede Osmanlıca öğrenip kadim mezar taşlarını deşifre edince onları okşama hakkım doğdu. Bir kez düşümde mezarlıktaki Osmanlı ordusu kalkıp karşımda hazır ola geçince çığlık atarak uyanmıştım.
Yunan mitolojisinde intikam tanrıçasının adı Nemesis’tir Deniz Kenarı. Anglo-Amerikanlar bir insanın baş düşman bellediğine nemesisi derler. Benim nemesisim Salâh Hâlas, babam demek zorunda olduğum kişiydi. Adı ve soyadının tersten okununca da aynı olmasından hoşlandığını sanmıyorum; oysa yanlış telaffuz edilir, yazılırken inceltme işaretleri unutulursa küplere binerdi. Sanat tarihi akademisyeniydi, ben ortaokul sondayken profesörlüğe yükselince iyice kasılır olmuştu. Uzmanlık alanı güya Osmanlı sanat ve kültürüydü, ahkâm kesmeyeceği konu yoktu. Halam, Salâh’ın Arapçada “iyilik”, Hâlas’ın “kurtuluş” anlamına geldiğini yineledikçe gülesim gelirdi. O ikiz kardeşini önemser ve ablası gibi davranırdı. Babam malumatfuruştu, arkadaşları ona Sultan Google derlerdi. Uzunca boyluydu, şıktı, yakışıklı bulanlar yok değildi. Verdiği özel derslere orta yaşlı kadınlar akın eder, onlara iltifat ettiğini duydukça utanırdım. Karizmatikti, ses tonunu iyi kullanı, içinde bulunduğu topluluğu âdeta hipnotize ederdi. Bibliyofildi, nadir kitap toplar, ücreti karşılığında kitap avcılığı ve sanat danışmanlığı yapardı. Bonvivant’t, yeterince konyak içmişse, “Hayatın her karesinin ya keyfini çıkaracak ya da ondan bir ders çıkaracaksın” derken sanki evrenin sırrını lütfederdi.
…