İyilik | Şebnem İşigüzel | Birazoku


“Hayatımın değişmesine çok az zaman kalmıştı ve ben bundan habersizdim. Yaz sonu kanser olduğumu öğrenecektim. Bütün bunların öncesinde yaz kötü başlamıştı. Sebebi özel hayatımdı. Hatta bizzat kendim. Bir anlamda geçmişim.”

Metropolün alışıldık düzeni, harcayan ve harcatan tıkırdaması. Markalar, modalar, bambaşka kokular… Güzel paralar… Batan gemide ölmeye hazırlanan bir kadın. Şahane bir pozcu, maharetli bir yalancı. Koparıp aldığı, sahip olduğu tek umut için sürükleniyor koca İstanbul’da… Külkedisinin bile ayakkabısı var. Hem, ışık bir kere düşüyor insanın üstüne.

Şebnem İşigüzel, sevilmek ve ayakta kalmak isteyen, isyan eden ve yenilen bir hayatı anlatıyor.

İyilik, şimdiki zaman trajedisi. Çürüyen bir diş.

1

Hayatımın değişmesine çok az zaman kalmıştı ve ben bundan habersizdim. Yaz sonu kanser olduğumu öğrenecektim. Bütün bunların öncesinde yaz kötü başlamıştı. Sebebi özel hayatımdı. Hatta bizzat kendim. Bir anlamda geçmişim. Otuz beş yaşındayım. On yıllık evliyim. Eşimin ilk evliliğinden olan kızını ben büyüttüm. Deniz. Denizkızı. Pedagog ona böyle seslenmemizi önermişti. Sakattı çocuk. Doğuştan. Gelişmemiş omurilik. Bedeninin altında salınan tutmayan cansız hareketsiz bacaklar. O böyle doğunca annesi depresyona girip terk edip gitmiş. Diş doktoruydum. Nişantaşı’nın göbeğindeki muayenehanemi yakın zamanda devrettim.

Bu tek başıma aldığım bir karardı. Öyle olmak zorundaydı. Beklenmedik kararım kocamı şaşırtmıştı. Şaşırmakta haklıydı. Evimizin salonundaydık. Muayenehane gibi evimiz de Nişantaşı’ndaydı. Yaz gelmişti. Ama ben bunun farkına varacak kadar iyi hissetmiyordum kendimi. Hastalıktan değil. Hasta olduğumu bilmiyordum. Beni fiziken rahatsız eden bir şey yoktu ortada. Zaman zaman sırtıma vuran bir ağrı vardı o kadar. Bunu gün boyu eğilerek çalışmama bağlıyordum. Diş Hekimi tabelam halen muayenehanemin bulunduğu katta asılıydı. Bu bana bilmediğim toprakları fethedip bayrağımı dikmişçesine gurur verirdi. Muayenehane bir başkasına devredilmişti. Yakında onun tabelası olurdu. Ne kocama yalan söyleyebildim ne durumu gizleyebildim. Olayları idare edemedim. Avukat olan kocam şantaj kurbanı olduğumu öğrendi. “Deniz’e anlatma,” demiştim. Ona ben anlatmak istiyordum. Tıpkı size yaptığım gibi. Ya da gizleyebilirdik, şimdi olduğu gibi. “Bunu nasıl yaptın? Bizi rezil etmekten korkmadın mı?” Aile hakkında bildiklerim karşısında utanç içindeydim. Herkes bir köşeye savrulmuştu. Salondaki kanepede huzursuz ve mutsuz uyumuştum. “Bir süre yalnız kalmak sana iyi gelecektir.” O gün yılın en uzun günüydü. 21 Haziran.

2

Belirsizlik içindeydim. Yaz böyle geçti: Burnumun ucunu bile göremediğim bir sisin içinde. Bu yüzden kanser olduğumu öğrenmek iyi geldi. En azından yakın zamanda öleceğimi biliyordum. 22 Eylül gecesi deliler gibi kusmuştum. İç organlarımı pelte halinde tuvalete çıkarmış gibiydim. Stresten olduğunu düşünmüştüm. “Niye geç kaldınız bu kadar?” Ön dişleri benim eserim olan doktorum konuşuyor. Kongreye geçici dişlerle gitmeyi göze alsa daha iyisini yapardım. Durumu dili döndüğünce izah etti, anladım. “Açarız, temizlenebilecek gibiyse temizleriz. Sonra kemoya başlarız.” Diş tellerini taktığım oğlunun fotoğrafı masasının üzerindeydi. Çok sevimli bir çocuktu. Oğlanın diğer tarafında ilaç firmasının hediyesi Hipokrat büstü duruyordu. Biz meslektaşız dediğinden ya da Hipokrat’ın gözü üstümüzde olduğundan “Allahtan ümit kesilmez, bu size bağlı,” gibi şeyler söyleyemiyordu.

“Bu saatten sonra yapılan tedavi ömrüme sadece birkaç ay daha ekler öyle değil mi?” “Belli olmaz,” dedi. “Ya kendi haline bırakırsam?” “Nasıl yani?” “Tedaviyi reddedersem, bir şey yapmazsam?” Durdu, düşündü, açıksözlü olmaya karar verdi: “Aralık sonuna yılbaşına kadar dayanır, son evreyi geçirmek üzere eninde sonunda hastaneye, bana gelirsiniz. Yapmayın bunu. Alternatif tedavilere filan yönelmeyin.” “Öyle değil. Kendi haline bırakmaktan söz ettim. Haberim yokmuş gibi yapmaktan, bunları sizden duymuş olmadan yaşamaya devam etmekten.” Dudak büktü. Ne söyleyeceğini bilemiyordu: “Şimdi başlanan bir tedavi faydalı olabilir.” “Zaman kazanmak açısından mı?” Bana bakmadan dikkatini masasının üzerindeki dağınıklığa yönelterek geveledi: “Mümkün. Olabilir.” Ah şu onkologlar, ısrarla bir mucize bekliyorlar. Yok size mucize! Buraya kadar yaşamaktı mucize.

Doğmak, direnmek, âşık olmak, yemek, içmek, bakmak, katlanmak, sevmek, gülmek, ağlamak, hüzünlenmek, rüya görmek. Benim mucizem bu kadardı doktor ve bitti. “Reçeteye güçlü bir ağrı kesici yazıyorum. Sindirim sisteminizi rahatlatacak bir ilaç daha. Bildiğiniz şeyler. Tedaviye karar verirseniz görüşelim.” Parmaklarının ucunda yaprak gibi titreyen reçetemi uzatırken içini çekmişti. Kısacık bir an hüzünlenmişti. Bu his onun için sabun köpüğü gibi bir şey olmalıydı. Aksi halde yaptığı işe tahammülü olmazdı. Öyle değil mi Hipokrat? Bana katılıyor musun? Keşke yeminine bunları da ekleseydin. Kocam ve kızı seyahatteydi. Amerika’da. Bir umut kök hücre. Özel tedavi. Rehabilitasyon. Mucize yaratan fizik tedavi uzmanı. Her yıl tekrarlanan umut tacirliği. Döndüklerinde ne olacaktı? Aynı gerilim. Ayrılacaktık. Kızgındım. Aslında insan birisine çok kızdığında kendine kızar. Bunu yapmasına izin verdiği için kendisine. “Bana bunu yapamazsın,” demeyi bilmeli insan. Evet, hastalık işimi kolaylaştırmıştı. Ölüm bana bu gücü vermişti. “Fazla uzattınız,” deyip yok olma şansını. Amerikan Hastanesi’nden çıktıktan sonra Şakayık Sokak’taki evimize uğramadım bile. Ne eşya, ne anı, ne aşk… Bunların hepsi tuzak. Nerede ölmeyi gözüme kestirdiysem oraya öylece gidebilirdim.

Benzer İçerikler

Onu Ben Öldürdüm Leonardo | Deniz Kavukçuoğlu

yakutlu

Da Vinci Şifresi – Dan Brown

yakutlu

Dark Saga Serisi – Christine Feehan – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy