Japon Sarayı | Jose Mauro De Vasconcelos


Yaşam ve düşlerin masalsı renkleri… Pedro, ucuz bir pansiyon odasında yaşayan yapayalnız bir ressamdır. Yine düşlere dalarak sokağa çıktığı bir gün, havuz kenarında bir banka oturur; kuşları, ağaçları, oynayan çocukları izlemeye başlar. Derken, yanında Japon giysileri içinde, çekik gözlü bir yabancının oturduğunu görür. Kimdir bu yabancı? Bir esin perisi mi, yoksa onu çocukluk anılarına sürükleyecek bir kılavuz mu?..

YAŞAM ÇİÇEĞİ

1

Yağmur yağdığında daha da hüzünlenir, canı hiçbir şey yapmak istemezdi. Sanki uyuşukluk, gün boyu, her yaptığı şeye gelir yerleşir, içini kaplayan sıkıntı tam bir kayıtsızlığa dönüşürdü.

Gösterişsiz odasının tek kanatlı penceresinden saatler boyu öylece bakar, yüzünü pencerenin camına dayayarak yağmurun, bahçedeki ağaçların yapraklarından damla damla akışını seyrederdi. Kendi kendine bir süre düşüncelere dalar, aynı toprağın içinden değişik türde ağaçların yetişiyor olmasına şaşardı. Ağaçların birbirlerine yakın duran çiçeklerinin hem biçim hem de renk olarak öylesine değişik olmaları da çok hoştu.

Hava, griye dönüşüp ortalık soğuk, çirkin bir görünüm alınca, elleri ceplerinde, pardösüsünün yakasını sanki süzgün yüzünü gizlemek istermiş gibi kaldırır, sokağa çıkardı. Soluk sarı renkteki düz saçları alnına düşer, narin yüz çizgileriyle mavimsi denecek gözlerini çevrelerdi.

Hiçbir amaç gütmeden sokaklar boyunca yürür, hiçbir şey yapmadan kalabalığın arasına karışıp giderdi. Parası olduğunda daha iyi bir şeyler yerdi. Parası az olduğunda ise, ucuza çıksın diye küçük bir fincan kahvenin yanında bir simitle yetinirdi. Ya da tanıdık birine, kendisine borç para verebilecek bir dosta rastlayana kadar ağzına bir şey koymazdı.

Kaldığı pansiyondaki odasının parasını ödemeyi ara sıra geciktirdiği oluyordu. Ama iyi bir iş yaptığında da gelecek birkaç aylık kirayı birden öderdi. Pansiyoncu hanım, acıyordu ona; hiç kimseyi rahatsız etmeyen, melekler gibi gülümseyen bir ipekböceğine benzetiyordu onu. Atölye konusunda daha şanslıydı, çünkü atölyenin sahibi olan o yaşlı Portekizli Bay Matias, onun er geç büyük bir sanatçı olacağını, tablolarının çok para edeceğini söylüyor, bu yüzden de kira parası yerine büyük bir alçakgönüllülükle, çizdiği bir deseni ya da yaptığı bir tabloyu, aydınlık bir yüzle, gülümseyerek, kira karşılığı olarak kabul etmekten çekinmiyordu.

Bugün hava çok güzeldi. Nisan ayı son derece dengeli gidiyordu; gökyüzünün tüm maviliğine bürünüp soğukların ilk öpücüğünü alıp getirmişti. İnsanı yüreklendirdiği bile söylenebilirdi. Atölyeye gidip bir şarkıyı saatlerce ıslıkla çalarak resim yapmak geliyordu içinden. Az önce giyinmiş, saçlarını güzelce tarayıp çıkmaya hazırlanmıştı. Ama daha sokağa çıkmadan, saçları yine alnının üstüne inivermişti.

Oda kapısını açtı. Kapıyı kapatmadan önce dönüp, “onların,” yani çocukluğundan kalma o hayaletlerin kendisini izleyip izlemediklerine baktı. Küçük treniyle kayığının da peşinden geldiklerini görünce sokağa çıkıp yürümeye başladı. Onun sevecenliğine sığınarak peşinden giden küçük hayaletlerinin başına bir şey gelmesin diye yaya geçitlerini dikkatle geçiyordu.

Pedro böyle biriydi işte.

2

Aslında São Paolo gibi güzel bir kentte, Pedro’nun en hoşuna giden şey Cumhuriyet Alanı’na gitmekti. Biraz kirli, biraz da terk edilmiş olan havuza durup uzun uzun bakardı. Özgürce yüzen kırmızı balıkları, tüylerini kabartıp kafalarını kanatlarının arasına sokan, sonra da o rengârenk tüylerini sabırla, tek tek temizleyen su kuşlarını seyrederdi uzun uzun.

Gözlerini ağaçlara kaldırır, güvercinlere iyice sokulup onlarla konuşabilmek için sincap olmayı hayal ederdi. Büyüklerle çocuklar onlara ekmek içleri ya da patlamış mısır attıklarında ne hoş doluşuyorlardı çevreye.

Yine de alandaki parkta oynayan çocuklardan daha güzel ne olabilirdi? Hepsi de kafesten kurtulmuş kuşlar gibi cıvıl cıvıldı. Koşup top oynarlardı. Hiç kuşkusuz onların hiçbirinin kendisininki gibi bir kayığı ya da küçük treni yoktu.

Atölyede çalışma hevesini o çocuklar veriyorlardı ona. Ama bugün biraz daha fazla oyalanacaktı parkta, çünkü herkesin dediği gibi nisan ayında gökyüzü daha bir mavi oluyordu. O gün gökyüzü, bembeyaz kuzu sürülerine benzeyen bulutları bir yana itmiş, daha da mavileşmişti. Güneş, altın renkli ışınlarıyla tatlı tatlı parlayıp çimleri aydınlatıyordu.

Boş bir bank bulup oturarak, kimse üstlerine basmasın diye oyuncaklarını dikkatle gölge bir yere koydu, sonra da güneşin ışınlarını daha iyi alabilmek için yüzünü gökyüzüne kaldırıp gözlerini yumdu.

Birisi yavaşçacık gelip bankın öbür ucuna oturmuştu. Ama o umursamadı bile, çünkü bank herkesindi, tıpkı güneşin de öyle olduğu gibi.

Yüzünün ısındığını hissedince konumunu değiştirerek yanına kimin oturduğuna baktı. Yüzü son derece dingin, saçlarını arkada toplayıp atkuyruğu yapmış orta yaşlı biri, yanı başında oturmuş ona gülümsüyordu. Onun o sevecen gülümsemesine o da karşılık verdi. O yüzün güzel bir resim oluşturabileceğini düşündü, çünkü güneş o simsiyah saçlarında daha bir güzel parlıyor, o yorgun gözlerinde daha çok yansıyordu.

“Buraya gelmek pek hoşunuza gidiyor, öyle değil mi?”

“Hava güzel olduğunda hep gelirim,” dedi Pedro. “São ….

Benzer İçerikler

Pera Palasta Gölge Oyunu | Kayahan Demir

yakutlu

Uçan Halı (Kaf Dağına Yolculuk)

yakutlu

Elfabe – El ve Yüz Çizgilerinden Karakter Tahlili | Mehmet Ali Bulut

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy