Jorge Luis Borges-Dilek Evi

Yeni kilise görevlisi yirmi dakikalık bir ziyaretin ardından henüz ayrılmıştı. Bu süre içinde, Mrs. Ashcroft, Londra’daki hayatı tanıyan, yaşını başını almış, tecrübe sahibi, emekli bir aşçının kullanması gereken İngilizceyi kullanmıştı. Böyle-ce, Mart ayının o güzel cumartesi günü, otobüs Mrs. Fettley’i 30 mil öteden ziyaretine getirdiği zaman, eski Sussex dilinin (alıştıkça t’lerin yumuşayarak d’ye dönüştüğü) rahat aksanına geçmeye asıl hevesli olan o olmuştu. İkisi çocukluklarından beri arkadaştılar, ama kader son zamanlarda buluşmalarının. arasına uzun aralıklar koymuştu.

Mrs. Fettley yama-işi malzemelerini koyduğu çantasıyla birlikte, bahçeye ve aşağıdaki vadide bulunan futbol sahasına bakan pencerenin yanma yerleştiği sırada, her iki taraf için de son görüşmelerinden bu yana belirsiz kalmış ve şimdi açıklığa kavuşturulması gereken pek çok konu ve konuşacak pek çok şey vardı.

“Çoğu kişi oradaki maç için Bush Tye’da indi,” diye açıkladı, ‘‘bu yüzden son beş milde sırtına yaslanabileceğim kimse kalmadı. Üstelik bu otobüs adamı fena sallıyo’.”

“İncinen bir yerin yok,” dedi ev sahibi. “Yaşlanmakla gevrekleşmiyorsun, Liz.”

Mrs. Fettley kıkırdadı ve birkaç yama parçasını zevkine göre bir araya getirdi. “Hayır, gevrek-leşmiyo’sun. Aksi halde daha yirmi yıl önce paramparça olurdum. Aslında İnsan bu kadar tostoparlaksa, pek umrunda olmuyo’ di’ mi?”

Mrs. Ashcroft başını yavaşça iki yana salladı -hiç acele etmezdi— ve kenarları şerit çevrili hasır alet sepetinin içine çuval bezi dikmeye devam etti. Mrs. Fettley, sardunyaların arasından pencerenin eşiğine süzülen bahar ışığına birkaç yama parçası daha serdi ve bir süre sessiz kaldılar. “Senin bu yeni kilise görevlisi nasıl bi’ şey?” diye sordu Mrs. Fettley, başıyla kapıya doğru işaret ederek. Çok miyop olduğundan, içeri girdiği sırada o bayanla neredeyse çarpışmıştı. Mrs. Ashcroft elindeki büyük çuvaldızı hedeflediği yere batırmadan önce, sorgulayan bir eda ile havada tuttu. “Henüz pek bi’ söz taşımadığını bi’ yana bırakırsak, ona karşı özel bi’ tavrım var mı bilmiyorum.” “Bizim Keyneslade’dekinde,” dedi Mrs. Fettley, “laf ve merhamet boldur, ama senin cevaplarını dinlemez. O gevezelik ederken sen düşünmeye devam edebilirsin.” “Bu gevezelik etmiyo’. Şu Katolik Anglikan Kilisesi rahibelerinden biri olmayı amaçlıyo’ gibi.” ‘‘Bizimkisi evli, ama ne derler, bundan pek bi’ kazancı olmamış…”

Mrs. Fettley sivri çenesini yukarı kaldırdı. “Tanrım! Bu tanrının cezası üstü açık meretler nası’ da yeri göğü birbirine katıyo’lar!” Tuğla duvarlı kulübe, özel sefer yapan, kırkar koltuklu, üstü açık iki omnibüsün Bush Tye maçına giderken önünden geçmesiyle sarsılmıştı; cumartesi “alışveriş”i için şehir merkezine giden tarifeli otobüslerden biri tozu toprağa katarak onları izlemiş; bu arada kalabalık otellerden birinin önünden kalkan dördüncü bir araba da geri geri giderek geçit törenine katılmış ve bu cümbüş trafiğinin akışını kesintiye uğratmıştı.

Mrs. Ashcroft, “Yine ağzın her zaman olduğu gibi pek kalabalık, Liz,” yorumunu yaptı.

“Yalnızca seninle olduğum zamanlarda. Yoksa artık bi’ büyükanneyim — hem de üçüncü kez. Herhalde o sepeti torunlarından biri için hazırh-yo’sun di’ mi?”

“Arthur için — Jane’imin en büyüğü.”

“Ama, bi’ yerde çalışmıyo’ di’ mı?”

“Hayır, bu bi’ piknik sepeti olucak.”

“Sen ucuz kurtulmuşsun. Benim Willie, Londra’dan müzik dinleyebilsin diye, milletin çamaşır direği gibi bahçesine diktiği şu antenlerden alabilmek için paramın peşinde. Ben de dayanamıyorum — zavallı sersemin biriyim ben!”

“Ve sonra dasöz verdikleri öpücüğü bile unutu-yo’lar, di’ mi?” Mrs. Ashcroft’un kederli gülümsemesi içini de kaplıyor gibiydi

“Öyle. Şimdiki oğlan çocuklarıyla kırk yıl öncekiler arasında hiç fark yok. Her şeyi alsınlar —karşılığında hiçbi’ şi vermesinler— ve biz de buna katlanmak zorunda olalım! Zavallı sersem bizler! Willie bir defada benden tam üç şilin istiyo’! “Bugünlerde para onlar için bi’ şi ifade etmiyo’,” dedi Mrs. Ashcroft.

“Evet, daha geçen hafta,” diye devam etti diğeri, “kızım, kasaba çeyrek poundluk iç yağı ısmarlamış; sonra da parçalatmak için geri göndermiş. Onu kesmekle uğraşamazmış.”

“Her’alde kasap bu iş için ondan para almıştır.” “Her’alde. Benim kız, o öğleden sonra Enstitüde vist1 partisi olduğunu ve kesme işiyle uğraşama-yacağını söylüyo’du.”

Mrs. Ashcroft sepetin astarına son rötuşları yaptı. Henüz bitirmişti ki, yeni kız arkadaşı dışarıda bekleyen on altı yaşındaki torunu, sepetin hazır olup olmadığını sormak için avaz avaz haykırarak

aceleyle bahçeyi geçti, sepeti kaptı ve hiçbir şey söylemeden ortadan kayboldu. Mrs. Fettley onu merak ve dikkatle incelemişti.

“Bi’ yerlere pikniğe gidiyo’lar,” diye açıkladı Mrs. Ashcroft.

“Ah!” dedi diğeri, kısılmış gözleriyle. “Sanırım o, karşılaştığı kimseye pek merhamet göstermeyecek biri. Hay şeytan, torunun birden bire kimi hatırlattı şimdi bana?” “‘Kendi işlerini kendileri görmeleri lazım — tıpkı bizim yaptığımız gibi.” Mrs. Ashcroft çay sofrasını hazırlamaya başlamıştı.

“Senin bunu başarabildiğini kimse inkâr edemez, Gracie,” dedi Mrs. Fettley.

“‘Aklından neler geçiyo’ şimdi?”

“‘Bilmem… Ama birden kafama takıldı… Şu Rye’lı kadın… adını unuttum… Barnsley’di, di’ mır

“‘Batten… Polly Batten’ı diyo’sun sen.”

“‘Tamam o… Polly Batten. Senin üzerine yaba ile yürüdüğü o gün… Smalldene’de hep birlikte ot biçtiğimizde… erkeğini çaldığın için.”

“‘Ama erkeğine sahip çıkması için ona izin verdiğimi söylediğimi de duymuştun, di’ mi?” Mrs. Ashcroft’un sesi ve gülümsemesi her zamankinden kaygısızdı.

“‘Duymuştum sen bunu söylediğinde, kadın yabayı senin göğsüne batır’cak mı diye hepimiz beklemiştik.”

“‘Haaayır. Polly hiç sınırı aşmazdı. Gerçek şeyler yapmak için fazla ödlekti.”

“Banadedi Mrs. Fettley, biraz sessiz kaldıktan sonra, “‘kavga eden iki kadın arasındaki bi’ erkek, her zaman yeryüzündeki en sersem şey gibi görünmüştür. Aynı anda, iki taraftan birden çağrılan bi’ köpek gibi.”

“‘Belki. Ama şimdi seni o günlere götüren ne oldu, Liz?”

“‘O çocuğun başını ve ellerini taşıyış biçimi. Büyüdüğünden beri ona dikkatli bakmamışım. Jane’de hiç belli değildi. Ama… torunun! Tanrım! Adeta

Jim Batten ve marifetleri yeniden canlanmış gibi… Ne dersin?

“Belki. Bu sonucu çıkaracak birileri olabilir… boş kafalı oldukları için.”

‘‘Oho!! Demek öyle! Bak sen şimdi!…Ve Jim Batten öleli…”

“Yirmi yedi yıl oldu,” diye kısaca cevapladı Mrs. Ashcroft. “Yaklaşmaz mısın, Liz?”

Mrs. Fettley, tereyağlı kızarmış ekmek, kuş-üzümlü kek, tavşan kanı demli çay, evde konservelenmiş armut ve yuvarlak ev ekmekleriyle birlikte içmek üzere kaynatılmış soğuk domuz kuyruğunun olduğu masaya yaklaştı. Yapması gereken bütün komplimanları yaptı.

“Evet. Bilmem mideme hiç borcum kaldı mı?” dedi Mrs. Ashcroft düşünceli bir şekilde. “Bu dünyaya yalnızca bi’ kez geliyoruz.”

“Ama yediklerin bazen sana da ağır gelmiyo’ mu?” diye sordu misafiri.

“Hemşire, hazımsızlıktan ölme olasılığımın, ayağım yüzünden ölme olasılığımdan bi’ nebze daha fazla olduğunu söylüyo’.” Mrs. Ashcroft’un bacağının alt kısmında uzun zamandan beri bir çıban vardı ve köyün hemşiresi tarafından düzenli bakım yapılıyordu. Hemşire görev süresi boyunca bu çıbanı şimdiden yüz üç kere pansuman yapmış olmakla övünüyordu (ya da bunu onun namına başkaları yapıyordu).

“Ve sen o kadar da sağlıklıydın üstelik! Senin için her şey olması gerekenden çok erken gelişti. Senin çöküşüne ben tanık oldum.” Mrs. Fettley gerçek bir içtenlikle konuşuyordu.

“Bazı şeylerin seni bulmasını önliyemiyo’sun. Ama hâlâ benim olan bi’ kalbim var,” diye cevapladı Mrs. Ashcroft.

‘‘Her zaman en az üç kişiye yetecek kadar büyük bi’ kalbin vardı. Günün sonunda hatırlanacak olan da bu.”

“Sanırım senin de hatırlamaya değer şeylerin olmuştur,” diye yanıtladı Mrs. Ashcroft “Sen hepsini biliyo’sun. Ama seninle olduğum zamanlar dışında, bu konular üzerine pek kafa yormuyorum, Gra. Bi’ ateş yakmak için iki odun parçası gerekir.”

Mrs. Fettley, çenesi hafifçe aşağı düşmüş, duvardaki canh renkli manav takvimini seyrediyordu. Kulübe, motorlu trafiğin homurtusuyla bir kez daha sarsıldı. Bahçenin aşağısındaki kalabalık futbol sahası da neredeyse aynı çapta bir gürültüyle inliyordu; köyün cumartesi eğlencesi iyice hızını almıştı.

Mrs. Fettley gözlerini silmeden önce hiç durmadan ve çok ayrıntılı bir sürü şey anlatmıştı. “Ve,” diye bitirdi sözlerini, “bana geçen ayki gas’tede onun ölüm haberini okudular. Tabii bu beni ilgilendiren bi’ şi olamazdı — kaldı ki çok uzun bi’ süredir onu görmemiştim bile. Tabii ben ne bi’ şi söyleyebilir ne duygularımı gösterebilirdim. Ne de Eastbourne’a gidip onun mezarını görmeye hakkım vardı; bi’ gün otobüsle bi’ kaçamak yapmayı planhyo’dum; ama evde dayanma gücümün ötesinde sorular soracaklardı. Onun için aslında bana bu bile kalmadı.” “‘Ama seni mutlu eden bi’takım

şeyler de oldu, di’ mi?”

“”Tanrım! Evet! Dört sene boyunca bize yakın bi’ demiryolunda çalışmıştı. Diğer sürücüler ona çok güzel bi’ cenaze töreni yaptılar.”

“”O zaman canını sıkmamalısın. Bi’ fincan daha

çay?”

iki yaşlı bayan serinliğe karşı mutfak kapısını kapadılar. Bahçedeki meyvesiz elma ağacının üzerindeki birkaç alakarga sevinçle cıvıldaşıp oynaşmaktaydı. Bu sefer söz sırası, hasta ayağını bir tabureye uzatarak dirseklerini çay masasına dayamış olan Mrs. Ashcroft’ta idi…

“”Buna çok şaşırdım! Peki, kocan ne demişti?” diye sordu Mrs. Fettley, boğuk sesle anlatılan öykü sona erince.

“”Kocam, ona kalsa, istediğim yere gidebileceğimi söyledi. Ama yatağa bağımlı olduğunu gördüğüm için kalıp ona bakacağımı söyledim. Onun bu durumundan yararlanmayacağımı bilirdi. Sekiz ya da dokuz hafta kadar dayandı. Ardından felce benzer bi’ şeye yakalandı; günlerce taş gibi hareketsiz yattı. Sonra bi’ gün yatakta doğruldu ve şöyle dedi: “”Dua et kimse seninle, senin bazılarınla uğraştığın gibi uğraşmasın.” “Ya sen?” dedim, çünkü onun nası’ bi’ serseri olduğunu sen biliyo’sun Liz.” “”Bunun iyi tarafları da var, kötü tarafları da,” dedi. “”^Ama ben ölümün bilgeliğiyle aydınlanıyorum ve senin başına gelebilecekleri görüyorum.” Bi’ pazar günü öldü ve perşembe günü gömüldü… Ve ben -bi’ zamanlar ona nasıl da hayrandım— ya da öyle miydim acaba?” ‘‘Bunlardan bana daha önce hiç söz etmemiştin,” demek cesaretini gösterdi Mrs. Fettley.

“Bana az önce anlattıklarının karşılığını veriyorum. Kocam öldükten sonra Londra’daki şu Mrs. Marshall’a yazdım ve tamamen özgür olduğumu bildirdim. Mutfak yardımcısı olarak ilk işimi bana veren oydu — tanrım ne kadar uzun zaman olmuş! Çok sevinmişti, çünkü o ikisinin hali vakti yerindeydi ve ben de onların usullerini biliyo’dum. Hatırlayacaksın Liz, bir zamanlar paraya gereksinimimiz olduğunda -ya da kocam uzakta olduğu zamanlarda- ara sıra servise giderdim.” “Kocan Chichester’da gerçekten de altı ay yattı, öyle değil mi?” diye fısıldadı Mrs. Fettley. “Hikâyenin aslını hiçbi’ zaman öğrenemedik.”

“Daha da fazla. Ama adam ölmemişti.”

“Seninle bi’ ilgisi yoktu değil mi, Gra?”

“Hayır! Bu seferki ilişki kurduğu kadının kocasıydı. Ve böylece kocam öldükten sonra bi’ aşçı olarak Marshalüara geri döndüm, yeniden bi’ centilmenin masasında yer bulabildim ve adım işe yarar

bi’ anlam kazandı. Bu senin Portsmouth’a taşındığın yıldı.”

“Cosham’a,” diye düzeltti Mrs. Fettley. “Orada yeni yapılmış bi’ yığın bina vardı. Kocam önden gitmiş ve odayı kiralamıştı, ben de onu izledim. işte, ardından bi’ yıl kadar Londra’da yaşadım. boğaz tokluğuna çalışıyo’dum, yani günde dört öğün yemek ve sakin bir yaşam . Sonra, sonbahare doğru MarshalUar Fransa gibi bi’ yerlere seyahate çıktılar; ama beni bırakmadılar, çünkü ben-siz yapamazlardı. Ben evi bekçiye emanet edilebilecek duruma getirdim ve buraya, kız kardeşim Bessie’nin yanına geldim, maaşım cebimdeydi ve her iki taraf da bana yakın olmaktan mutluydu.” “”Bunlar ben Cosham’dayken oluyo’ sanırım,” dedi Mrs. Fettley.

“”O zamanlar sinemalar ya da vist partileri olmadığı gibi insanlarda boş gurur da yoktu. Kadın olsun erkek olsun, bi’kaç şilin vaat eden bi’ işi herkes elinde tutmaya çalışırdı, öyle di’ mi? Londra’dan sonra çok zayıflamıştım ve temiz havanın bana iyi geleceğini düşünüyo’dum. Bu yüzden hevesle, Smalldene’de ilk patateslerin toplanmasına, zararlı köklerin sökülmesine filan yardım etmeyi üstlendim. Londra’daki mutfağımda-kiler beni ayağımda erkek botları ve eteklerim kıvrılmış görseler fena halde dalga geçerlerdi.” “”Peki, bu iş sana bi’ kazanç sağladı mı?” diye sordu Mrs. Fettley.

“”Benim oraya gidiş nedenim bu değildi. Sen de benim kadar iyi biliyo’sun ki, olmadan önce hiç bi’ şeyi bilemezsin. Aklın, yola çıkmadan ya da henüz yolda iken seni uyarmaz, ne ki yolun en ucuna varmışsındır. Ne kadar ileri gittiğimizi ancak geriye dönüp baktığımızda anlayabiliriz.” “”Kimdi bu?”

“”Harry Mockler.” Mrs. Ashcroft’un yüzü hasta ayağının acısıyla buruştu.

Mrs. Fettley nefesini tuttu. “”Harry! Bert Mock-ler’ın oğlu! Aklıma bile gelmezdi!”

Mrs. Ashcroft başını sallayarak onayladı. “”Ve kendi kendime dedim ki -ve buna inanıyo’dum-ben tarlada çalışmak istiyorum.” “Ne geçti eline?”

“Bilinen şeyler. Başlangıçta her şey — sonradan hiçbi’ şeyden de beteri. Bi’çok belirti ve uyarı vardı, ama hiçbirine kulak asmadım. Bi’ gün otları ya-kıyo’duk, bize ne olduğunu — ikimizin arasında ne olduğunu o zaman anladık. Yakma işi için yılın erken bi’ zamanıydı ve ben de böyle söylemiştim. “Hayır!” dedi o. “Eski şeylerden ne kadar erken kurtulursan o kadar iyidir.” Konuştuğu zaman yüzü kayalardan bile sert gözüküyordu. O an, erkeğimi bulmuşum gibi geldi bana, bu da’a önce hiç olmamıştı. Da’a önce hükmeden hep ben olmuştum.” ‘‘Evet! Evet! Sen onlarınsındır, onlar da senin,” dedi öbürü içini çekerek. “Ben doğru yolu tercih ederim.”

“Ben etnıiyo’dum. Ama Harry ediyo’du… Bir süre sonra, benim Londra’ya dönme zamanım geldi. Yapamadım. Mümkün değil yapamadım! Onun için, bi’ pazartesi sabahı kazandan bi’ miktar kaynar su aldım ve sol kolumun ve elimin üzerine devirdim. Bu, beni bulunduğum yerde bi’ on beş gün da’a tuttu.”

“Buna değdi mi, peki?” dedi Mrs. Fettley, kırışık kol üzerindeki gümüş renkli yara izine bakarak. Mrs. Ashcroft evet anlamında başını salladı. ‘”Ve sonra, Londra’ya gelip benden çok uzakta olmayan ve kiralık atların bakıldığı bi’ ahırda iş bulması konusunda aramızda anlaştık. Harry işi aldı. Benim yardımımla. Hiçbi’ yerde hiçbi’ dedikodu olmadı. Kendi annesi bile nasıl olduğunu anlamamıştı. Bahatça Londra’ya geldi, o kış or’da kaldık, aramızda yarım mil bile yoktu.” ‘‘Yol parasını ve her şeyi sen ödemiş olmalısın diye düşünüyorum,” dediMrs. Fettley kararlıkla. Mrs. Ashcroft yine başını saUadı. “Onun için yapmadığım hiçbi’ şi yoktu. Erkeğimdi o benim, ve —^h, tanrım yardım et!- her şeye gülüp geçiyo’ ve karanlık bastıktan sonra sokaklarda yürü-yo’duk, botlarımın içindeki ayaklarımın nasırları ağrıyıncaya dek! Ben daha önce hiç böyle hissetmemiştim. O da ö’le! O da ö’le!”

Mrs. Fettley anlayışla kıkırdadı.

“Peki ne zaman bunabir son verdin?” diye sordu. “O her şeyi bana ödedikten sonra, her bir kuruşu. Hemen anlamıştım, ama anlamış olmayı umursa-mıyo’dum. “Bana ölesiye nazik davrandın,” demişti. “Nezaket!” demiştim, “Bizim aramızdaki şey bu mu?” Ama o durmadan ne kadar nazik olduğumu ve hayatı boyunca bunu unutmayacağını söyliyip duruyo’du. Uç gece boyunca anlamamaz-lıktan geldim, çünkü inanmak istemiyo’dum. Sonra ahırdaki işten tatmin olmadığını, oradaki adamların kendisine oyun ettiğini anlatmaya başladı ve bi’ erkeğin senibırakmak üzereyken sö’le-diği bütün o yalanları sö’ledi. Onu duyuyo’, ama ne yardımcı oluyo’ ne de engelliyo’dum. Sonunda bana verdiği küçük broşu çıkardım ve dedim ki: “Bu kadar yeter, ben hiçbi’ şi istemiyorum.” Ve arkamı dönerek kendi acılarıma doğru yürüyüp gittim. Üsteleyip durumumu daha da kötüleştirmedi. Bundan sonra bi’ da’a ne geldi ne de mektup yazdı. Yeniden evine, annesinin olduğu yere dönmüştü.”

“Peki sen onun geri dönüp dönmediğini ne kadar sık kontrol ettin?” diye sordu Mrs. Fettley, acımasızca.

“Birden fazla… bi’ kereden çok fazla! Birlikte gezdiğimiz sokaklara döndüğümde, o kaldırım taşlarının ayağımın altında irkildiğini hissedi-vo’duın.”

“Evet,” dedi Mrs. Fettley. ‘‘Bilmiyorum ama, bu başka şeyler kadar acıtmaz sanırım. Ama, hepsi bu kadar mı?”

“Hayır, di’il. Şaşılacak şey de bu, eğer inanırsan tabii Liz.”

“inanırım. Sanırım şu anda hayatında yalandan en uzak olduğun zaman, Gra.”

“‘Oyle… ve en amansız düşmanlarımın çekmesini isteyeceğim acılardan daha fazlasını çektim. Tanrı biliyo’! O bahar çok kötü güııler geçirdim! Bunların bi’ kısmı başağrıları yüzündendi, da’a önce ömrüm boyunca başım ağrımamıştı. Düşün, ben ve başağrısı! Ama sonunda onlara minnettar oldum. Çünkü düşünmeme engel oluyo’lardı…” “‘Diş gibi,” diye yorumladı Mrs. Fettley. “‘Ağrı kendi kendisini tüketene kadar seni hırpalayıp yıpratmak zorunda; aına sonra … sonra bi’ iz kalmıyor.”

“Bende hayatımın sonuna kadar yetecek iz kaldı. Her şey bizim temizlikçi kadının küçük kızıyla başladı —kızın adı Sophy Ellis idi— sırf göz, et ve kemikti kızcağız. Ara sıra ona yiyecek bi’ şiler verirdim. Bunun dışında özel olarak dikkatimi çekmezdi, tabii Harry’nin derdiyle uğraşırken onu daha da az fark ediyordum. Ama -başlarda küçük çocukların bazen nasıl hissettiklerini bilirsin- gittikçe benden deli gibi hoşlanmaya başladı, her gördüğünde sarılıp ellemeler filan; ben de onu başımdan savmaya kıyamıyo’dum… Bahar başlangıcında bi’ gün, bi’ öğleden sonra, annesi onu toplayabil’ceği kadar yiyecek toplaması için bize göndermişti. O içeri süzüldüğünde ben de önlüğüm tepemde, başağrısından yarı çıldırmış vaziyette, ateşin yanında oturuyo’dum. Sanırım onunla oldukça az ilgilendim. ‘‘Tanrım!” dedi. “Bütün derdiniz bu mu? Ben sizi iki dakikada bundan kurtarırım!” Ondan bana parmağını bile sürmemesini istedim, çünkü alnımı okşamak istedi’ini sanmıştım ve ben bundan hoşlanmı-yo’dum. “Size dokunm’icam,” dedi ve geldiği gibi süzülerek dışarı çıktı. Gideli on dakika olmamıştı ki, başağrım tekme yemiş gibi yok olup gitmişti. Böylece işimin başına döndüm. Sophy aceleyle geri geldi ve bi’ fare yavrusu gibi sessizce benim koltuğuma kıvrıldı. Gözleri içeri çökmüştü ve yüzü çok solgundu. Ona ne olduğunu sordum. “Hiçbi’ şi,” dedi. “Yalnızca artık o bende.” “Ne sende?” dedim. “Sizin başağrınız,” dedi, sesi çok boğuk, dudakları yapış yapıştı. “Onu ben aldım.” “Saçma,” dedim, “sen dışardayken kendi kendine geçti. Sen dinlen, ben sana bi’ fincan çay veriyim.” “Hiç yararı olmaz,” dedi, “sürmesi gerektiği kadar sürmeli. Sizin ağrınız ne kadar sürer?” “Saçma sapan konuşma,” dedim, “yoksa doktoru çağırırım.” Bana kızamık çıkarıyo’muş gibi gelmişti. “Oh, Mrs. Ashcroft,” dedi, küçük, ince kollarını bana uzatarak. “Sizigerçekten de çok seviyorum.” Buna karşı sö’liyebil’cek bi’ şiyim yoktu.

Onu kucağıma aldım ve okşadım. “Gerçekten de geçti mi?” dedi. “‘Evet,” dedim, “ve eğer bunu beceren sen isen, sana gerçekten de minnettarım.” “”Benim,” dedi, yanağını benimkine dayayarak. “”Benden başka kimse bunun nasıl yapıl’cağı-nı bilemez.” Ve sonra bana benim başağrımı bi’ Dilek Evi’nde değiştirdiğini söyledi.”

“Nee?” Mrs. Fettley’in sesi bir çığlık gibi çıkmıştı. ”Bi’ Dilek Evi.

Hayır! Ben de böyle bi’ şi duymamıştım. Başlangıçta bi’ anlam verememiştim, ama anlattıklarını bi’ araya getirince, Dilek Evi’nin, Birisi’nin gelip orada yaşamaya başlamasına yetecek kadar uzun bi’ süre, kiralanmadan ve boş olarak tutulması gereken bi’ ev olduğunu anladım. Sophy bunu kendisine sö’liyenin, Harry’nin çalıştığı kiralık at ahırında birlikte oynadıkları küçük bi’ kız olduğunu anlattı. Kızın kışları Londra’da geçiren bi’ karavanda yaşadığını sö’ledi. Anladığım kadarıyla bi’ Çingene.”

“”Ah! Çingenelerin bildiklerine bi’ diyeceğim yok, ama Dilek Evi diye bi’ şiden söz edildiğini hiç duymamıştım ve ben de – benim de bildiğim bi’ şiler vardır yani,” dedi Mrs. Fettley.

“”Sophy, Wadloes Yolunda -buradan sadece bi’kaç sokak ötede, bizim manava doğru— bi’ Dilek Evi bulunduğunu söyledi. “”Bütün yapman gereken,” dedi, “”zili çalmak ve mektup deliğinden içeri dileğini dilemek.” Ona benim başağrımı kendisine perilerin mi verdiğini sordum. “”Bilıniyo’ musunuz,” dedi, “bi’ Dilek Evi’nde peri filan yoktur? Yalnızca bi’ Alamet vardır.”

“”Tanrım, sen büyüksün! Bu kelimeyi nereden bulmuş?” diye haykırdı Mrs. Fettley; çünkü Alamet ölülerin, daha da beteri yaşayanların hayaleti anlamında kullanılırdı.

“Kendisine karavandaki kızın anlattığını söyledi. Her neyse Liz, bunları duymak beni huzursuz etmişti ve kucağımda yattığı için bunu hissetmiş olmalı. ‘‘Senin bu yaptığın çok nazik bi’ hareket,” dedim ona sımsıkı sarılarak, “yani başağrımdan kurtulmamı dilemen. Ama neden kendin için güzel bi’ şiler dilemedin?” “Bunu yapamazsın,” dedi. “Bi’ Dilek Ev’inden elde edebileceğin tek şey bi’ başkasının derdini üstlenmek olabilir. Bana iyi davrandığında, annemin de başağrılarını üstlenmiştim; ama sizin için ilk kez bir şey yapabiliyorum. ^lı, Mrs. Ashcroft! Size neredeyse aşığım.” Ve böyle şeyler söylemeye devam etti. Liz, sana sö’lüyorum, onu dinlerken tüylerim diken dikenolmuştu. Ona Alamet’in nasıl bi’ şi olduğunu sordum. “Bilmiyorum,” dedi, “ama zili çaldıktan sonra, onun zemin katından yukarı, kapıya do’ru koştuğunu duyuyo’sun. Sonra dileğini söylü-yo’sun,” dedi, “ve gidiyo’sun.” “O halde Alamet sana kapıyı açmıyo’ öyle mi?” dedim. “^lı, hayır,” dedi, “yalnızca kapının ardından kıkırdamaya benzer bir ses duyuyo’sun. Sonra sevdiğin kişi kimse, onun derdini üstlence’ni söylüyo’sun ve üstleniyo’sun,” dedi. Daha fazla bi’ şi sormadım — çocukcağız ateşler içinde yanıyo’du. Gaz lambasını yakma vakti gelinceye kadar onunla olabildiğince ilgilendim ve bi’ müddet sonra, onun baş-ağrısı -ya da sanırım benimki—geçti ve kucağımdan inip kediyle oynamaya başladı.” ‘‘Bak sen şu işe!” dedi Mrs. Fettley. “Siz … siz bunu yeniden denediniz mi?”

“Sophy bana önerdi, ama bi’ çocukla bu tür bi’ ilişkiye giremezdim.”

“Peki, na’ptın?”

Benzer İçerikler

İsmail Cem -Engeller ve Çözümler Türkiye’de sosyal demokrasi

gul

George Orwell BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT

gul

Benim De Söyleyeceklerim Var (İki)- Umut Sarıkaya

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy