Kaçak Yolcu | John David Anderson


“Korkmayın, biz dostuz!” diyenden korkmalı asıl!

Beklenmedik öyküleri olağanüstü kurgulara dönüştürme yeteneğiyle tanınan Amerikalı yazar John David Anderson, “İkarus Günlükleri” serisinin ilk halkası Kaçak Yolcu’da ibreyi bu kez bilimkurgu türüne çeviriyor ve macera dolu bir uzay operasına imza atıyor.

Uzayın derinliklerinde, tehlikeli bir savaşın ortasında, “kaybettiklerini” arayan on üç yaşındaki bir çocuğun başına gelen akılalmaz olayları konu edinen kitap; savaş ve barış, dünya halklarının sorunları, teknolojinin geleceği, evrendeki yerimiz gibi derin mevzulara eğilerek yeni ufuklara dümen kırıyor.

Genç okurları 2050’li yıllarda gezegeneler arasında geçen kovalamacalı bir serüvene buyur eden roman, bilimkurgu şaheseri pek çok filme ve kitaba yaptığı sayısız göndermeyle de güçlü anlatısını perçinliyor.

Evrene hoş geldiniz. Genellikle berbat bir yerdir…

Leo, ağabeyi Gareth ve babası Dr. Fender’la birlikte uzun bir yolculuktadır. Tazı adlı uzay gemisinde, Güneş Sistemi’nin çok ötesinde, evrendeki en değerli kaynak olan ventasyumun izinde tam üç yıldır sürüklenmektedirler. Fakat yolculukları şiddetli bir patlamayla kesilir, çünkü Dünya ve Aykar gezegenlerinin başdüşmanı Djar İmparatorluğu, gemilerine hain bir saldırı düzenlemiştir. Leo, şimdi babasından ve ağabeyinden ayrı, uzayın bambaşka bir köşesine savrulur; üstelik kaderi de İkarus isimli bir korsan gemisinin ve onun tuhaf mürettebatının elindedir. Ailesine yeniden kavuşmak ve galaksiyi saran devasa savaştan canlı kurtulmak içinse yapabilecekleri çok sınırlıdır.

Gidilmemesi gereken yerlere gitmek, belki de insanın doğasında vardı…

Bilimkurgu türünün tüm kodlarını başarıyla kullanan Kaçak Yolcu, yarattığı kozmik maceranın arka planında aile, aidiyet, kayıpla başa çıkma, cesaret edinme gibi manevi duygulara temas ederek, insanlarla karşı karşıya gelen dünyadışı varlıkların “eksik” yönlerini de gösteriyor.

Okurların ellerinden düşüremeyecekleri bu katmanlı roman, hedefe giden yol zor hatta bazen imkânız bile olsa, asla pes etmemek gerektiğini hatırlatıyor.

GİRİŞ

Boşa Kürek Çekmek 

İlk torpido çarptığında elimsende oynuyorlardı. Mürettebat bölümünün dar koridorlarında, herkese standart olarak verilen Koalisyon botlarının tıkırtıları yankılanıyordu. Leo’yu kovalayan Gareth çıkmazda onu köşeye sıkıştırdı ve ebelemek için uzandı. Ama uzattığı eli, kardeşinin göğsünün içinden geçti. Hologram. Yine. “Hileci!” Hologram titredi, koşan Leo’nun önceden kaydedilmiş videosu nihayet zaman aşımına uğradı ve hayalî görüntü pikselli bitlere dönüştü. Leo gülünce Gareth döndü ve kardeşinin tam arkasında durduğunu gördü. Bir anlık tereddüt, gerilmiş kaslar, karşılıklı gülümsemeler… Biri, Bu yaptığını ödeyeceksin, derken diğeri Önce beni yakalaman gerekecek, diyordu. Sonra Leo döndü ve geldiği yoldan hızla geri kaçtı, Gareth da yeniden kovalamaya başladı.

Leo ağabeyinden hızlı koşamayacağını gayet iyi biliyordu. Dünya’dayken Gareth ortaokulun atletizm yıldızıydı; şimdi de uzun boylu, sırım gibi, on yedi yaşında bir delikanlıydı. Leo için önemli olan kazanmak değil, olabildiğince uzun süre dayanmaktı. Bir hayatta kalma meselesiydi yani. Bu oyunu daha önce yüzlerce kez oynamışlardı. Köşeyi dönüp kantine yöneldi; Gareth’ın ayaklarının çelik zemin ızgaralarını dövdüğünün farkındaydı. Daha yüksek sesle. Daha yakınlarda. Kapıya ulaşabilirse içeri dalıp saklanacak bir yer bulabilir, kaçınılmaz olanı erteleyebilirdi. Ama yeterince hızlı değildi. Gareth’ın eli uzandı, Leo’yu omzundan yakaladı, ebelemekten ziyade tutarak onu durdurdu. “Yakaladım seni.” Leo, elleri dizlerinin üzerinde, geri dönüştürülmüş havayı içine çekerek arkasına döndü. “İyi misin?” dedi Gareth. “İyiyim,” diye mırıldandı Leo nefes nefese. “Sadece… nefesimi… düzeltmeye… çalışıyorum.”

“Yine hile yaptın. Sana o şeyi kullanma demiştim.” O şey dediği, Leo’nun kol saatiydi. Anne babalarının ona yıllar önce verdiği bir hediye. Günümüzdeki pek çok şey gibi, insan ve Aykar teknolojisinin bir karışımıydı. Veri görüntüleyici ve iletişim aracı olarak kullanılıyordu. Yaşamsal değerlerin kaydını tutuyordu. (Leo’nun nabzı şu an dakikada 142 kez atıyordu.) Arabanızı park ettiğiniz yeri bile söylüyordu. Ve neredeyse önemsiz bir detaymış gibi, saati de gösteriyordu. Ancak saatin en gelişmiş özelliği, önceden kaydedilmiş videoların üç boyutlu projeksiyonlarını oluşturabilen minyatür holografik jeneratörüydü. Ağabeyini elimsende veya saklambaçta kandırmak amacıyla kaydedilmiş, Leo’yu koşarken gösteren hologramlar yansıtabiliyordu. Yanına yaklaşıp dijital kusurları fark etmeye başlayana kadar projeksiyonlar son derece gerçekçi de görünüyordu. Ebeveynleri Gareth’a da aynı saatten vermişti ama Gareth onu uzun zaman önce kaybetmişti; büyüdükleri evde bir yerlerde bırakmıştı. Terk ettikleri gezegende.

“Babam teknolojinin, sınırlarımızı aşmamızı sağlayan bir araç olduğunu ve bizi özgür kıldığını söyler,” diye hatırlattı Leo, ağabeyine. “Ama sen özgür değilsin. Seni yakaladım.” “Çünkü senin bacakların benimkilerden iki kat uzun.” Abartıyordu elbette. Bu bir zamanlar doğru olabilirdi ama gemiye bindiklerinden beri birkaç büyüme aşaması geçiren Leo, kafası Gareth’ın koltukaltına ancak gelen o cılız velet değildi artık. Yine de, eskisi gibi kolayca itilip kakılamasa bile Gareth güreşerek onu yere devirebilir ve isterse saati bileğinden koparıp alabilirdi. Yapacağından değildi tabii. Leo, Gareth’ın ona asla zarar vermeyeceğini biliyordu; ağabeyinin niyeti sadece onu sıkıştırmaktı. Ağabeyler bunun için vardı. Bu ve diğer her şey için. Özellikle de burada; sahip olduğu tek gerçek arkadaşın Gareth olduğu bu gemide. Ayrıca, kavga etmeden oynadıkları sürece babaları, ders çalışmaları konusunda başlarının etini yemezdi.

Calvin Fender için iki oğlunun kimyasal denklemleri nasıl çözeceklerini veya yakınlardaki yıldızların kütlesini nasıl hesaplayacaklarını öğrenmeleri elbette önemliydi ama ikisinin iyi geçinmesi bunlardan daha önemliydi. Ve Tazı’nın içinde kovalamaca oynamak,galaktik tarihin bir bölümünü okumaya her zaman tercih edilirdi. Leo’nun nefesi sonunda düzene girdi. Gözlerine inen kahverengi bukleleri eliyle kenara itti; nicedir perde gibi görünen perçemlerinin hayli kısaltılması gerekiyordu. Tazı’da berber yoktu; Leo’nun tek seçeneği, saç tıraşı girişimleri genellikle felaketle sonuçlanan babasıydı. Kozmetik, babasının beceremediği sayılı konudan biriydi. Leo, “Bana en az on saniyelik süre tanımalısın,” dedi. “Ve yüksek sesle saymalısın ki ne zaman başlayacağını bileyim.” “İyi.

On saniye. Ama cidden, artık hile yapmak yok. Eğer seni yine hile yaparken yakalarsam…” “Öyle bir şey olmayacak.” Leo sahte bir güvenle karşılık verdi. “Peki.” Leo, ağabeyi saymaya başlar başlamaz koşmaya hazır şekilde eğildi. Ama Gareth bir bile diyemedi… Tazı yana doğru yalpalarken patlama onları neredeyse yere düşürecekti. Çelik kirişler sarsıldı. Leo’nun kulakları çınladı. Işıklar yanıp söndü, açıldı, sonra tekrar sönerek zemin boyunca uzanan sarı acil durum floresanlarını tetikledi. Leo ayakta kalabilmek için elini duvara koydu. Ağabeyinin gözleri ay gibi parlıyordu. “Bu da neydi böyle?” Sorusunu ikinci bir patlama yanıtladı, gemi yeniden sarsıldı. Alarmların hepsi aynı anda ötmeye başladı. Leo sendeleyerek, ağabeyinin kendisini bekleyen kollarına düştü. Koridorun sonundan Tazı mürettebatının birbirlerine bağırdıklarını duyabiliyordu fakat ne dediklerini anlamak imkânsızdı. Kaptanın sesi hoparlörlerde yankılanana kadar geminin yaralı inlemelerinden başka bir şey duymaya olanak yoktu.

“Tazı mürettebatının dikkatine! Saldırı altındayız! Güvenlik personeli, derhâl kaptan köprüsüne rapor verin! Mühendisler makine dairesine!” Leo, kendisine hâlâ sımsıkı sarılan ağabeyine baktı. “Az önce saldırıya uğradığımızı mı söyledi?” Gareth başını salladı, sonra koridorda yaklaşan çizme topuklarının sesiyle irkilerek iki yana baktı. Leo bu sesi tanıyordu. Babasının ayak seslerini tanımayı öğrenmişti. Ağabeyinin horlaması ya da annesinin dalgın iç çekişleri gibi. Leo, babasını köşeyi dönerken gördü; babasının gözleri onu ve Gareth’ı buldu. Dr. Calvin Fender’ın yüzü yumuşadı, sonra tekrar sertleşti. Bir kasırga gibi gürledi. “Siz ikiniz burada ne yapıyorsunuz?

Kaptan Saito’nun dediğini duymadınız mı? Saklanmanız gerek. Acele edin!” Babaları en yakın kapıyı işaret etti; bu kapı, Fender ailesinin paylaştığı odanın ancak yarısı büyüklüğündeki, ranzalı, boş bir kabine açılıyordu. Babaları beyaz laboratuvar önlüğünün eteklerini kırık kanatlar gibi iki yanında savurarak Gareth ve Leo’yu buraya doğru kışkışladı. Leo onun korktuğunu anlamıştı; sesinde duyamasa da gözlerindeki korkuyu görebiliyordu. Babası nadiren korkardı. Dr. Fender metal bir masayı devirip bariyer oluşturarak çocukları kapının önünden geçen herkesten gizledi. “Burada kalın. Bir yere kıpırdamayın. Anlaşıldı mı?

“Neler oluyor?” diye sordu Leo. “Gerçekten saldırı altında mıyız? Korsanlar mı?” “Daha kötüsü,” dedi babaları. Korsanlardan daha kötü ne olabilirdi? Djar kuvvetleri, diye düşündü Leo. Ve Gareth’ın yüzündeki ifadeden, bunu ağabeyinin de bildiğini anladı. “Motorlarımızı ve navigasyon sistemlerimizi devredışı bıraktılar,” diye devam etti Dr. Fender. “İletişimi de kestiler. Bizi bordalamayı düşünüyorlar sanırım.” “Gemiye mi çıkacaklar demek istiyorsun?” Leo göğsünün sıkıştığını hissetti, boğazı tıkanıyordu. Acı dolu bir nefes verdi.

Gareth, “Baba, sanırım bir atak geçirmek üzere,” dedi. Dr. Fender eğilip Leo’nun ceplerini yokladı. Leo da aynı anda uzanıp ihtiyacı olanı bularak astım ilacının kapağını güç bela açtı ve spreye bastırdı. İlacın tanıdık tıslamasını duydu; serinlik hissi ciğerlerine yılan gibi girerken, boğazını sıkan ilmiğin gevşediğini hissetti. Leo titrek bir nefes aldı. “İyisin,” diye fısıldadı babası, ellerini Leo’nun omuzlarına koyarak. “Sorun yok. Sadece nefes al. Ben buradayım. İkimiz de buradayız.” Leo gözlerini kapadı ve babasının sesine, nefesindeki kahve kokusuna, ellerinin dokunuşuna odaklandı. Ve bir an için, kendini güvenli bir yerde hissetti. Evinde olduğunu hayal etti. Yurdunda. Ta ki bir başka küçük patlama daha gemiyi sarsıp Leo’yu gerçekliğe döndürene dek. Koridordaki acil durum ışıkları bile titremeye başlamıştı. Tazı hasar almıştı, yalpalıyordu, motorları devredışı kalmıştı. Djar’lılar gemiye çıkmaya hazırlanıyordu. Dr. Fender parmağını oğullarına doğrulttu. “Ne olursa olsun burada kalın, anladınız mı? Gareth, sorumluluk sende. Kardeşini güvende tut. Mümkün olan en kısa sürede geri döneceğim.” Gareth başını salladı ama Leo babasının paltosuna uzandı. “Bekle! Nereye gidiyorsun?”

“Mühendislik yapmaya. Navigasyon sistemine yardımcı olacak bir şeyler yapabilirim belki. Umarım güvenlik ekibi, Djar’lıları, kaçıp bir sıçrama yapmamıza yetecek kadar oyalayabilir. Burada kalın. Gizlenin.” Dr. Fender, oğullarını güm güm vuran on kalp atışı boyunca kucakladı. “İkinizi de seviyorum. Her şeyden daha fazla.” Sonra doğruldu ve çıktığı kapının, arkasından hışırdayarak kapanmasına izin verdi.

Leo ile Gareth’ı da birbirlerine sarılıp karanlıkta titrer hâlde bıraktı. “Gareth?” “Sorun değil Leo. Buradayım. Babam geri gelecek ve bizi bundan kurtaracak.” Leo ağabeyinin, önden arkaya doğru eliyle tarayarak saçlarını düzelttiğini hissetti. Ne zaman hastalansalar anneleri de böyle, onları serinletmek için alınlarına hafifçe üfler, araladığı parmaklarını terli kâküllerinde gezdirirdi. Nefesi, sürekli çiğnediği sakız yüzünden nane gibi kokardı. Her şey yolunda, derdi. Her şey çok güzel olacak. Leo ona hep inanırdı. Ama Leo bunun her zaman doğru olmadığını biliyordu.

Olabilecek onca şey içinde –yani zaten başlarına gelmiş onca şey içinde– en kötüsü buydu. Koalisyon’un yeminli düşmanları olan Djar’lılar tam bir baş belasıydı. Acımasız ve kana susamış bu ırk, ne insanlığı ne de kendileri haricindeki diğer ırkları önemserdi. Silahsız bir gemiye saldırmaktan, yakıtını çalıp onu uzayda sürüklenmeye ve mürettebatını da acı ve açlıktan ölmeye terk etmekten çekinmezlerdi. Leo anlatılanları duymuştu ama Djar’lıların neler yapabileceğini öğrenmek için, duyduğu şeylere ihtiyacı yoktu. Bunu daha önce ilk elden yaşamıştı. Leo derin nefesler almaya çalıştı ama solukları yine hırıltılı ve titrekti. “Bizi bulurlarsa… ne yaparlar?” “Bizi bulamayacaklar,” diye fısıldadı Gareth. “Babamı bulurlarsa ne yaparlar?”

Gareth önce cevap vermedi. Babaları, Koalisyon’daki en yüksek rütbeli bilim subaylarından biriydi. Yalnızca bu bile onu değerli kılıyordu. “Babam zekidir,” dedi sonunda; gerçi bu saptama, onu yeterince tanımlamıyordu. “Bir yolunu bulur.” Son bir patlamayla alarmlar aniden kapandı. Kapının diğer tarafından gelen boğuk karmaşayı duymak kolaylaşınca Leo’dan bir inilti çıktı. Bağrışlar, silah sesleri… Tazı’nın sınırlı güvenlik güçleri, Djar işgal kuvvetlerine karşılık veriyordu. Bu pek uzun sürmedi. Çarpışma sesleri yerini sessizliğe bırakırken Leo ağabeyine daha da sokuldu. Oda, duvarlarda gölgelerin kıvranmasına neden olan ürkütücü, sarı bir ışıkla aydınlanıyordu. Babalarını çağırmak istedi. Neden onlarla birlikte kalmamıştı? Neden onları burada yalnız bırakmak zorundaydı? Leo yanıtı biliyordu elbette: Calvin Fender onları kurtarmak için elinden gelen her şeyi yapacaktı. Yalnızca onları da değil; gemiyi, mürettebatı, mümkün olduğunca çok kişiyi… Sessizliği, kapalı kapının arkasından gelen sesler böldü. Leo’nun tanıdığı kişiler değildi. Kesinlikle insan da değillerdi.

Benzer İçerikler

Yürekdede İle Padişah | Cahit Zarifoğlu

yakutlu

Dağ Söyledi Gök Dinledi | Aydın Karasüleymanoğlu

yakutlu

Gölgelerin Hükümdarı

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy