Ahmed Günbay Yıldız, okurlarını yine derinden etkileyecek bir romanla çıkıyor karşımıza. Kaderin Çağırdığı Yerdeyim, mazisini oğlundan gizleyen bir baba ile bu maziyi biteviye öğrenmek isteyen bir oğulun hikayesi.
Davut, babasının kendisinden gizlediği geçmişi öğrenmek için çok çabalamıştır fakat başaramamış, her seferinde babasının engellemesiyle karşılaşmıştır. Üniversiteden mezun olmuş, genç bir avukat adayı olarak Davut, artık gerçekleri öğrenmek için doğru zamanın geldiğini düşünmektedir. Annesi neden ve nasıl ölmüştür? Babasının asla kabul etmediği memleketi nasıl bir yerdir? Akrabaları, halaları, dayıları, varsa aile büyükleri kimlerdir? Davut bu sorularla babasının karşısına çıktıkça çember daralmakta ve okurlara birbirinden değerli dersler sunan sır perdesi aralanmaktadır…
***
Gülleri Kuruyan Adam
“Ahunun, korkularla titreyen yüreğidir;
Goncanın yaprağında tedirgin bir damla su…
Yaşamak, bahçesinde vedayı da getirir,
Muhallerin içinden sızan ölüm korkusu…
Kaderin çizgisinde adımlarımız bir bir,
Takvim yapraklarının bittiği güne gelir .. ”
Bu sabah, kahvaltı masasında gamlı bir hava vardı. Baba oğul, sebebini bilmedikleri bir keyifsizliğin gizemli ve kaçamak pırıltılarıyla birbirini yokluyordu. Yalnızlık onlann kaderiydi sanki. Birbirlerini bildiklerinden bu yana, başka bir kan bağı olmamıştı ikisinin de. Saçlarına ak düşen adam, son lokmayı güçlükle yuttu. Gözlerinde hüzün pırıltıları buğulandı Davut’u seyrederken. Derin, içli bir soluk indirdi ciğerlerine. Dolu dolu oldu gözleri… Davut’a sezdirmemek istedi irade sınırlarını aşan duygusallığını. Oysa Davut her şeyin farkındaydı, babasını süzen kaçamak bakışların, beynine işlemeyi başardığı fotoğraf kareleriyle.
Baba usulca kalktı kahvaltı masasından. Son günlerde, hayatı önem taşımaya başladığını öğrendiği sağlık durumunu da tıpkı efsaneleşen mazisi gibi saklıyordu oğlundan. Hayata veda etmenin korkusu değildi onu bu denli tedirgin eden. O, daha çok Davut’u düşünüyordu. “Can elmasım, göz nurum, sen benim hayatımın anlamısın” dediği oğlu, çok merak ettiği hayat hikâyesini, belki de hiçbir zaman öğrenemeden tek başına yaşayacaktı bundan sonra. . Babasının kendisinden özenle sakladığı maziye dair hiçbir şey öğrenemeden yaşayıp gidecekti belki de…
Yakup, çayını ve ucundan isteksizce kopardığı ekmek dilimini garip bir manzara gibi bırakıp kalkmıştı kahvaltı masasından… Bu aslında yeni bir alışkanlık değildi Yakup için. Son günlerde sıkıntıları daha da müzminleşmişti. Masadan kalktıktan sonra, evin bahçesine çıkmıştı. İçinde koyulaşan, adını koyamadığı sıkıntılarını biraz olsun hafifletebilmek adına… Seneler önce diktiği üç gül ağacının karşısında diz çökmüştü. Kendisi için diktiği gül ağacının adını Şeb-i Arus koymuştu. Eşi için diktiği gül ağacının adı Gülşah’tı. Güllerin şahıydı o ağaç, Yakup o ağacı “vuslat çiçeğim” diye sever ve bu isimle konuşurdu onunla. Adını, Gülşah koyduğu gül ağacı ile kendi ağacının gülleri gazelleşiyordu durmadan… Taze tomurcuklar yoktu dallarında. “Demir eksikliği” demişti bahçıvan. O da fayda etmemişti. Göz göre göre kuruyordu ağaçlar. İçli, derin bir soluk tazeledi onları seyrederken. Hassas bir sesin içli tezahürüyle konuşuyordu onlarla:
“Yoksa veda habercisi mi dibinize dökülen gazeller?”
Davul için diktiği gül ağacına kilitlemişti bakışlarını. Gözleri sessiz sağanaklar boşaltıyordu ağacın dibine. Buruk bir tebessüm belirdi dudaklarında Yakup’un. Titrek parmaklarını gezdirdi taze gül yapraklarının üzerinde. Aynı hassasiyetle baktı ve parmağını üzerinde gezdirdiği gül yapraklarına fısıldadı:
“Siz Davut’sunuz, gönül desenlerisiniz bu adamın. Bu yüzden Davut koydum adınızı. Siz hayatın baharındasınız. Gülen yüzünüzle, canhıraş renklerinizle açın durmadan.”
Sonra etkisi altında kaldığı rüyalarını hatırladı. Sanki onunla dertleşen, konuşan gül ağaçlan da yoktu efkârlı adamın gözlerinin önünde. Gül ağaçlarıyla dertleşmesine ara verdi, gözlerini sildi, başını avuçlarının arasına aldı, diz çöküp gül ağaçlarının karşısında gamlı bir manzara oluşturdu.
Davut da babası sofradan kalkar kalkmaz terk etti kahvaltı masasını. Binanın açık duran kapısının önünden bahçeye baktı. Babasını, kendisi için efsaneleşen gül ağaçlarının dibinde otururken görünce duygulandı, sessiz adımlarla yaklaştı ona. Her şeyden habersizdi Yakup. Davut’un, hemen arkasında, iki adımlık mesafede beklediğinden haberdar değildi. Davut, babasının üzerinde bıraktı kederli bakışlarını. Onu villanın kapısından bahçeye çıkıncaya kadar uğurlamış» önce… Sonra da elindeki lokma parmaklarının arasından düşmüş ve sessiz, kaygılı adımlarla gitmişti babasının peşinden.
“Babamın sıkıntılarını artıran ben miyim?” diye düşünürken, onun da gözlerinde şebnemler oluşmuştu. Aslında sevmezdi ağlamayı. Kim bilir, belki de delikanlılığa yediremiyordu ağlamayı. Dişlerini sıktı, duygularına yenik düşmemek için kaşları gerildi ve bakışları keskin pırıltılar düşürdü uzaklara. Hazindi hikâyeleri baba ogulun. Annesini hiç tanımamıştı Davut. Yeryüzünde sadece babası vardı. Amcası, dayısı, halası, teyzesi, kuzenleri olmalıydı… Dedeleri, anneanne ve babaannesi de, gizemini koruyan, yasaklı bir hikâyeydi onun hayatında. Babası hep “Sonra” demişti ona.. “Günü geldiğinde hepsini öğreneceksin. Gizlisi saklısı kalmayacak hayatımıza dair hiçbir şeyin, sabret!”
Orta okul sıralanndayken sorduğunda, hiç unutmuyordu babasından aldığı cevabı, “Hele liseyi bitir, öğreneceksin” demişti ona. Davut aklı erdiği günden beri ısrarlıydı cevabını alamadığı soruları sormakta. Üniversiteyi bitirmesine rağmen, ertelenen cevaplar, hayatındaki sır perdesini aralayamamıştı ne yapsa. “Babamı sorularım incitmiş olabilir mi?” diye düşünüyor, elemleriyle hesaplaşan babasının hemen arkasında bekliyordu…
Temmuz ayının nefis bir havası vardı dışarıda. Bahçıvan az önce işini bitirip ayrılmıştı bahçeden. İnsanın yüzünü okşayan, ılık bir rüzgar, çiçeklerin yapraklarını oynattıkça nefis bir rayiha yayılıyordu etrafa. Yakup, bahçenin hemen başlangıcında, itina ile dikilmiş üç gül ağacının başındaydı. Avuçlarını, destek yaptığı başından aralayıp yeniden karşılarında çömelerek durduğu gül ağaçlarının üzerinde sessiz akan gözyaşlarıyla bir seyir tutturmuştu…
Asıl adı Tayyar’dı, soy adı Çağlayan… Hazin hayat hikâyesini başlatan o günden sonra bütün akrabaları ve doğup büyüdüğü kasaba ile yollarını ölümüne ayırmış, adının başına mahkeme kararıyla Yakup ismini ekletip soyadını değiştirmiş, kütüğünü de Başkent’e aldırmıştı Yakup… O hazin hikâyenin sahnelendiği gün, eşini töre cinayetine kurban vermişti. Davut, öksüz kalmıştı; kendisi de adını zihnine kazıdığı hayat arkadaşından mahrum bir ömrü yaşamaya mecbur bırakılmıştı…
Kolunu sakat bırakmıştı Zehra’nın hayatına son veren kurşunların namluda kalanları… Adı Yakup Tayyar, soy adı Bozok olmuştu sonra. Doğup büyüdüğü kasabanın adını bile seslendirmezdi. Oralar, diye söz ederdi sorulduğunda. Davut’a oraların ziyaret edilmesi bile yasak edilmişti. Davut, efkârlandığı, sorularının cevabının alamadığı zamanlarda, “Mazisini bilmeyen adam” diye söz ederdi babasından. Babası en büyük değeriydi hayatında. En iyi arkadaş, müşfik bir baba ve hayatına anlam kazandıran adamdı Yakup Tayyar Bozok… O, adliyede namı bilinen bir hakimdi. Çolak kadıydı, diğer adıyla…
Gül ağaçlarının karşısında çömelip kalmıştı öylesine. Gözlerindeki buhur, hüzün yağmurlarına dönüşmüştü. Hayal meyal fehmetiği gülün yapraklarına uzatıyordu elini. Gözlerindeki buhurlar engelliyordu görümünün netleşmesini. Gözlerini koyu bir uykunun kollanndan uzaklaşıyor gibi açıyordu Yakup. “Gönül desenim” ya da başka bir adıyla, “vuslat çiçeğim, Gülşah!” dediği gül ağacına el yordamıyla sarıldığında parmağına diken batmıştı. Aldırmadı acısına, sadece derin bir ah vardı dudaklarında. Kanayan parmağına baktı. Sonra yapraklannı döken ağacın üzerine götürdü bakışlarını. Ağacın dibine düşen solgun bir yaprağı aldı eline ve efkâr tüten ıslak bakışlarını yaprağın üzerinde bıraktı. Şairin hatırında kalan mısralarını mırıldandı içli, inadına yanık bir sesle.
“Ahunun korkularla titreyen yüreğidir,
Goncanın yaprağında tedirgin bir damla su…
Yaşamak, bahçesinde vedayı da getirir,
Muhallerin içinden sızan ölüm korkusu,
Kaderin çizgisinde adımlarımız bir bir.
Takvim yapraklanın» bittiği güne gelir… ”
Davut, iki adım ötesindeydi. Ru içli sesin, tane tane söylediği mısraları duyuyordu Davut. Babasının güllerle dertleşmesini seyrederken, Davut’un oluşturduğu hazin manzara görülmeye değerdi. Babasını tedirgin bir bekleyişle dinlemeye çalışırken, hayatını etkileyen, bilinmeyen mazinin sırlarım ifşa edeceği ve gizem şifresini çözeceği umuduna mahsus bir ürperti yalayıp geçti düşüncesini. Gözlerinde koyu bir hüzün şebnemleşiyor, tespih tanesi gibi düşüyor şakaklarına, babasının güllerle konuşmasını sessizce dinliyor ve susuyordu. Yüksek derecede yalağımsı bir ateş istila etmişti bedenini. Yakup her şeyden habersiz, iç dünyasının nakışlarını döküyordu söylemeye çalıştığı sözcüklerle…
Gül ağaçlarının açan ve solan yapraklarıyla iletişim kuruyordu efkâr dolu yüreğin dünyası. Avucunun içinde duran, hazanın yokladığı solgun gül yaprağı parmağından sızan kanla değiştiriyordu rengini. Güllerle konuşurken, sesinin hazin bir tonu vardı: “Bütün güllerde sen varsın, unutmadım… Unutmadım seni güllerin şahı… Bahar çiçeklerinin hepsinde, renklerinde, desenlerinde ve rayihasında sen varsın… Unutmadım, unutamadım seni, yemin ederim… Bahar güllerinin yapraklarında şebnem, yediveren güllerinin desenlerindesin… Sonbahar yoklasa da adımıza diktiğim gül ağaçlarının goncalarını, inan sonu değil hayatın… Dikenlerin zirvesinde açan gülüm, inan o acı vedayı da seni de hiç unutmadım. Senin adın, yüreğime asılan sayısız yıldızın sonsuzluğu muştulayan hikâyesi. Varsın solsun ikimizin adına diktiğim o güllerin yapraklan ne gam! Oğlumuz adına diktiğim gül ağacının dallarında gülümseyen goncalar bize yeter. ‘Hastalığın ilerliyor’ dedi doktor. Rüyalarımdaki seslenişin ve gül ağaçlarının kurumaya yüz tutuşu, her şey vesile, anlıyorum. İçinde bulunduğum durum, sonsuzluğun çağrısıdır bana. Bekle, vuslat yakın güllerin şahı, geliyorum… Hani rüyama geliyor, ‘Üzülme’ diyorsun ve ekliyorsun ya… ‘Üzülme sakın, dünyada iffetiyle solan güller, Cennet’te hiç solmaz, gözleri mest eden, en ihtişamlı renk ve desenleriyle açarlar!’ diyorsun ya! Demek ki vuslat yakın… Neden korkayım ki güllerin şahı? Her canlı ölümü tadacak, diyor Sonsuzluğun Sahibi. İki Cihanın Efendisi orada… Bütün Nebiler, Kainat’ın tek sahibi olan Allah’a nefislerini ve canlannı adayanlar orada. Bir de sen oradayken neden korkayım ki ölmekten?”
Bir derin soluyuş bozdu hülyalarını Çolak Kadı’nın. Davut, kederini sığdıramamıştı göğüs kafesine. Dudaklarının arasındaki, “ah” göğe yükselirken, Yakup da gam dolu hülyalarından uyanıyordu. Sustu, usulca döndü arkasına, hazin bir bakış bıraktı üzerinde Davut’un ve sonunda o da derinleştirdi nefesini. Esefle bakıyordu oğlunun gözlerine. Hayretin vurguladığı bir sesti oğluna ulaşan: “Burada miydin?”
Hiç rastlamadığı, perişan bir manzara vardı karşısında babanın. Aynı tavır ve içli, cılız bir sesti Davut’un cevabı:
“Buradaydım baba. Belki yıllardır delinmeyen sır küpü delinir umuduyla bekledim. Sen, benim hiç tanımadığım, resmini bile benden sakladığın anneme karşı biriktirdiğin duygularını gül ağaçlarına söylüyorsun da benden neden saklıyorsun?”
Yakup fersiz bir kıpırdanışla toparlandı önce, bitkin ve mecalsizdi ayakta durmaya çalışırken. Aralarındaki iki adımlık mesafe kısaldı, çolak kolunun elini kalbinin üzerine bastırdı, derin ve ıslak pırıltılar yansıtarak baktı gözlerinin içine Davut’un. Usançlı ve yorgundu oğlunun karşısında ayakta durmak için direnirken. Sesi de bedeni kadar titrek ve yorgundu:
“Her şeyi öğrenmek senin de hakkın. İhmal sanma kendinden saklananları. Hayata tutunma ve hayalindeki hedefe yaklaşman için ertelenmiş bir hikâyeden ibaret her şey.
Gözlerinin içine baktı oğlunun. Sessiz akan yaşlarla tanıştı yorgun pırıltılar. Hayret ifadesi vardı hüznün kuşattığı çehresinde. Dokunaklıydı kısık olsa da sesinin tonu:
“Ağladın mı sen?”
Titreyen parmağını Davut’un göz yaşlarını silmek için yönlendirirken, avucunun içinden kana boyalı, soluk gül yaprağının aheste düşüşüne baktı Davut… Fersiz parmağın orta boğumunda pıhtılaşan kan çekti dikkatini. Davut’un gözyaşını silip usulca aralanırken, ezik bir ses sorulaştı dudaklarında:
“Delikanlılık yaşlarına girdikten sonra seni ağlarken hiç görmemiştim oğul, bu ne hâl?”
Davut’un sesinin rengine sitem sinmişti:
“Sen de garipleştin bu günlerde baba. Benim kederim şu; bu yaşıma geldim, kendime bile yabancı ve meçhul biriyim. Aklım erdiği günden beri cevap alamadım sorularıma… Önce ortaokul bitsin, dedin, cevapsız kaldı sorularım. Sonra lise dedin, üniversite bilimine erteledin. Üniversite bitti, staj bitsin dedin ve şimdi de askerlik diyorsun. Söyler misin baba, ben kimim? Benim de dedelerim, babaannem, anneannem, amcam, dayım, halalarım, teyzem, kuzenim yok mu?”
Yakup sıkıştı, bulgur bulgur terler tepeleşti alnında ve yanaklarında. Acı bir yulkunuşun ardından güçlükle mırıldandı:
“Biz sadece baba oğul değiliz Davut, candan arkadaş olmayı da başardık. Soyunu sopunu öğrenmek senin de hakkın elbette. Merak ettiğin her şey, en ince ayrıntısına kadar bir belgesel gibi hazırlandı…”
Davut ısrarlıydı. Yakalamıştı fırsatını bir kere. Babasının titreyen bacaklarından habersizdi ısrarını sürdürürken:
“Arkadaş olmayı bile başardık diyorsun baba. Arkadaşlar birbirlerinden çok az şey saklarlar. Benim sıkıntımı anla biraz…”
‘Şey…” dedi. Sustu. Sonra diye mırıldandı, “Başım dönüyor çocuk, koluma gir ve beni eve götür..
Davut bütün sorularını unuttu o an. Babasının koluna girdi. Gözlerinin içine baktı önce, sonra kehribar sarısına dönen çehresine dikti gözlerini. Endişesi dağlaştı, bedenine yansıdı. Telaş ve heyecan kuşandı ses tonu:
“Eve olmaz!” diye yükseltti sesini, villanın önüne park ettiği aracına yönlendirdi babasını, “Hastaneye gitmeliyiz!”
Yakup itiraz etmedi oğluna, bir doktor ve hastanenin adını mırıldandı usulca, “Endişelenme bu bedenimde biriken bir yorgunluğun öfkesinden ibaret. Dinlenince bir şeyim kalmaz” diyordu güçlükle arabanın olduğu yere doğru yürümeye çalışırken…
Davut alamamıştı umutlandığı soruların cevabını. Hastalık girdi araya. Aracına güçlükle ulaştırdı babasını ve titreyen parmaklarıyla çalıştırdı kontağı. Babasının verdiği adresin yolunu tuttu bahçe kapısından çıkıp. Yakup, oğlunun üzüntüsünü gidermek ve hastalığına dair renk vermemek için konuşsa da sesinin tonuna, kelimelerin vurgusuna yansıyordu yorgunluk:
“Kızdın mı bana?”
Bahçe kapısından yeni çıkmıştı arabaları. Davut, buruk baktı babasına. İçliydi sesi:
“Sana kızmaya dayanır mı bu yürek?”
Yakup hem duygulandı hem de gözleri parladı bitişik villanın kapısına bakarken… Yaşlı bir adam ile genç bir kız vardı baktığı yerde. Yakup heyecanlandı onları gördüğünde ve ani bir kararla seslendi oğluna:
“Dur!”
Yakup tam gaza basıp hızlanmak istediğinde, irade dışı bir kararla dokundu frene. Endişeyle baktı babasına:
“Bir şey mi oldu?”
Yakup sakin, fersiz bir sesle ulaşıyordu Davut’a:
“Endişelenme evladım. Bak, Elanur ile babası orada. Albay Amcan da gelsin bizimle.”
Albay ve kızı, onların en yakın arkadaşıydı. Bahçelerine aynı bahçıvan bakar, bahçıvanın eşi de aşçılıklarını yapardı bu kadim dostların… Bazen sırası ile akşam yemeklerinde birlikte olurlardı. Tatil günlerinde aynı sofrayı paylaşırlardı, sıra hangisindeyse… Emekli Albay Cevat Subaşı ve kızı Elanur, en yakın komşulan ve aralarında kan bağı varmışçasına ayrılmaz parçalarıydı baba ogu- lun. Elanur, Davut ile aynı üniversitenin, aynı bölümünden daha yeni mezun olmuştu. Hakimliğe hazırlanıyordu. Davut ise babasının etkisiyle hakimlik mesleğine oldukça duyarsızdı. Babasının, “Üstadım” dediği bir hukuk profesörünün bürosunda avukatlık stajına başlama karan almışlardı babasıyla birlikte. Davut, aracın camını açtı ve kendilerini merakla seyreden baba kızın gözlerinde buruk bir bakış bırakıp Albay’a seslendi:
“Cevat Amca, babam biraz rahatsızlandı, doktora götürüyordum da müsaitseniz sizin de gelmenizi istedi.”
Baba kız tedirgin baktılar aracın içine ve hiç düşünmeden peş peşe oturdular arka koltuğa. Tahliller ve tekmil araştırmaların sonunda hüznün katmerlisi yazıldı hafızasına Davut’un. Davut, babasını, özel doktorum, dediği adrese götürmüştü. Araç, hastanenin önünde park edilince Cevat Albay ve kızı Elanur girdi Yakup’un koluna.
“Aracı park edip dönüyorum” dedi Davut.
Cevat yorgun adımlar atan Yakup’a bakıp kulağına fısıldadı: “Davut’un hâlâ haberi yok mu hastalığından?”
“Yok…” diye mırıldandı ve sustu Yakup… Elanur bir şeyler sezinledi, anlamlı baktı babasıyla Yakup Amcasının yüzüne, kuş…