Kadınlar Ülkesi | Charlotte Perkins Gilman


Medeni bir ülkeye benziyordu açıklası burası, bilindik herhangi bir ülkeden hiçbir farkı yoktu.”

Charlotte Perkins Gilman yaşadığı dönemin önde gelen hümanistlerinden ve kadın hakları savunucularından biri olmasının yanında feminist edebiyatın en önemli erken dönem temsilcilerinden. Yazıldıktan yaklaşık 65 sene sonra kitap formatında yayımlanabilen Kadınlar Ülkesi ise feminist ütopyanın ilk örneklerinden.

Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde üç Amerikalı erkek pek fazla insanın bulunmadığı, ücra bir yerde, tamamen kadınlardan oluşan bir topluluğa denk gelir. Gözlerine inanamayan kâşifler bu topraklarda erkeklerin de olması gerektiğine dair inançlarıyla araştırmalarına başlar.

Çok geçmeden bu gizemli ülke ile ilgili gerçekler bir bir açığa çıksa da misafirlerin merakı giderilmenin aksine daha da artar ve Kadınlar Ülkesi’nin yönetim biçiminden inançlarına, kültüründen ekonomisine ve hatta anneliğe kadar pek çok konuda bilgi sahibi olmaya ve toplumsal cinsiyet rollerini sorgulamaya başlarlar.

Toplumsal roller cinsiyete göre belirlenebilir mi? Kadınlık ve erkeklik değişmez kavramlar mıdır?

Kadınlar Ülkesi, ataerkilliğe verilmiş nüktedan bir yanıt.

1
Son Derece Tabii Bir Girişim

Maalesef bütün bunları hatırladığım kadarıyla yazıyorum. Özenle hazırladığım o materyali dönerken yanımda getirebilmiş olsaydım şüphesiz ki bu çok daha farklı bir hikâye olurdu. Notlarla dolu koca kitaplar, dikkatle tutulmuş kayıtlar, birinci ağızdan yapılmış tanımlar… hepsi gitti. En fenası da resimler…

Şehirlerin ve parkların kuşbakışı çizimleri vardı aralarında, sokaklardan, binaların içinden ve dışından manzaralar, o harikulade bahçeler ve en önemlisi de kadınlar vardı. Onların nasıl göründüğüne dair anlatacaklarıma kimse inanmayacak. Konu kadınlar oldu mu betimlemeler kifayetsiz kalır çünkü, gerçi benim de betimleme yapmada iyi olduğum söylenemez zaten. Ama bir şekilde yapılması şart, dünyanın geri kalanının bu ülkeden haberdar olması gerekiyor.

Bu ülkenin nerede olduğunu söylemedim zira başına buyruk misyonerlerin, tüccarların ya da aç gözlü emperyalistlerin gitmeye kalkmasından korkuyorum. Kesin bir dille söyleyebilirim ki burayı bulmaları durumunda hiç hoş karşılanmaz, hatta bizim yaşadıklarımızın çok daha kötüsünü yaşarlar. Hikâyemiz böyle başladı işte. Sınıf arkadaşı ve dost üç kişiydik: Terry O. Nicholson (biz ona Yaşlı Nick derdik, haklı olarak), Jeff Margrave ve bendeniz Vandyck Jennings.

Birbirimizi uzun yıllardan beri tanıyorduk. Farklı karakterlerimize rağmen birçok ortak noktamız vardı, en önemlisi, hepimizin bilimle ilgileniyor olmasıydı. Terry, hayatta dilediği her şeyi yapabilecek kadar zengindi. En büyük hedefi keşif yapmaktı. Eskiden, “Keşfedilecek hiçbir şey kalmadı ki, ya yama yapacaksın ya yamaklık!” diye söylenir dururdu.

Yamaklıkta da oldukça iyiydi doğrusu. Çok yetenekli bir adamdı, teknik ve elektrik konularından iyi anlardı. Her modelden teknesi ve arabası olduğu gibi en iyi havacılarımız arasındaydı. Terry olmasaydı bu işi asla başaramazdık. Jeff Margrave aslında bir şair, bir botanikçi ya da belki de ikisi birden olmak için doğmuş bir adamdı ama ailesi onu bir doktor olmaya ikna etmişti. Yaşına göre iyi de bir doktordu fakat gönlünde asıl yatan, “bilimin mucizeleri” dediği alandı. Bana gelince, branşım sosyoloji. Tabii bunu daha birçok bilim alanıyla desteklemeniz gerekiyor.

Hepsine de meraklıyımdır doğrusu. Terry coğrafya, meteoroloji gibi olgular konusunda çok iyiydi, Jeff de biyoloji söz konusu oldu mu onu ezip geçebilirdi, bense bir şekilde insan hayatıyla bağlantısı olduğu sürece ne hakkında konuştuklarını pek umursamazdım bile. Böyle bir bağlantısı olmayan da az konu vardır zaten. Üçümüz geniş çaplı bir keşif gezisine katılma şansını yakaladık. Keşif grubunun bir doktora ihtiyacı vardı ve bu, Jess’e, yeni açmakta olduğu hekimlik ofisini bırakma bahanesi sağlayınca o da hemen katıldı, Terry deseniz onun hem tecrübesine hem makinelerine hem de parasına ihtiyaç vardı, bana gelince ben de Terry’nin sayesinde gruba dâhil oldum.

Keşif, binlerce ırmak kolunun etrafında ve büyük bir nehrin ardında kalan devasa bölgede yapılacak, buraların harita sı çıkarılacak, yabani diyalektler incelenecek, her türlü garip bitki örtüsüne ve hayvana karşı temkinli olunacaktı. Ama bu hikâye, keşfin hikâyesi değil; keşif, bizim hikâyemizin başlangıcı yalnızca.

Önce rehberlerimizin arasında geçen konuşmalar ilgimi çekmişti. Dile yatkınlığım vardır, birçok dil bilir, yenilerini de çabuk öğrenirim. Hem bu sayede hem de bizimle gelen harika tercümanın yardımıyla bölgede dağınık hâlde yaşayan kabileler hakkında birçok masal ve halk efsanesi öğrendim. Nehrin yukarısına doğru ilerlerken birbirine dolanmış karanlık ırmakların, göllerin, bataklıkların, sık ormanların ve ötede heybetle yükselen dağlardan gelip beklenmedik kuytularda patlak veren kaynakların arasından geçtikçe yabani rehberlerimizin giderek daha fazlasının yukarılarda kalan, esrarengiz ve korkunç bir Kadın Ülkesi’nden bahsettiğini fark ettim. Yön konusunda yalnızca “Ötede”, “Orada” veya “Yukarıda” diyebiliyorlardı ama anlattıkları efsanelerin hepsi aynı noktada birleşiyordu, hiçbir erkeğin yaşamadığı, yalnızca kadınların ve kız çocuklarının bulunduğu garip bir ülke vardı.

Hiçbiri bu ülkeyi gözleriyle görmemişti. Oraya gitmek erkekler için tehlikeli hatta ölümcüldür diyorlardı. Ama çok uzun yıllar öncesinden, cesur bir araştırmacının gidip bu ülkeyi gördüğüne dair hikâyeler anlatılırmış, Kocaman Bir Ülke, Kocaman Evler, Birçok İnsan, Hepsi de Kadın. Bir daha hiç kimse buraya gitmemiş miydi? Tabii ki gitmişlerdi, bir sürü kişi gitmişti hem de ama hiçbiri geri dönmemişti. Burası erkeklere göre bir yer değildi, bundan eminlerdi işte. Bunları bizim çocuklara anlattım, güldüler. Ben de güldüm hâliyle, yabani rüyaların konusunu iyi biliyordum.

Ama ulaşabileceğimiz en uç noktaya ulaştığımızda ve vakti geldiğinde bütün iyi kâşiflerin yapması gerektiği gibi eve dönüş yoluna çıkmamızın bir önceki günü, üçümüz bir keşifte bulunduk. Kamp yeri, ana akarsuya çıkan bir toprak arazideydi. Daha doğrusu biz onun ana akarsu olduğunu düşünüyorduk, çamurumsu rengi de tadı da haftalardır gördüğümüz nehirlerle aynıydı. Bu nehir konusundan aramıza en son katılan rehbere bahsetmiş bulundum, diğerlerinden daha üstün görünümlü, zeki, uyanık bir adamdı. Bana başka bir nehrin daha olduğunu söyledi: “Orada, kısa nehir, tatlı su, kırmızı ve mavi.” Çok meraklanmıştım, doğru anlayıp anlamadığımı görmek için adama yanımda taşıdığım kalemlerden kırmızı ve mavi olanları gösterdim ve tekrar sordum. Evet dercesine önce nehre, sonra da güneybatı tarafına işaret etti. “Nehir, iyi su, kırmızı ve mavi.” Terry yakınımızda duruyordu, adamın bir şeylere işaret ettiğini görünce merakla sordu.

“Ne diyor, Van?”
Adamın dediklerini söyledim.
Terry’nin gözleri parladı.
“Uzak mıymış, sor bakalım.”
Adam kısa bir yolculuk olacağını anlatmaya çalıştı, iki, bilemedin üç saat kadar sürer diye düşündüm.
“Gidelim haddi,” diye atıldı Terry. “Üçümüz. Belki bir şey
buluruz. Suda kırmızı cıva sülfür vardır belki.”

“Ya da çivit,” dedi Jeff alaylı bir ifadeyle sırıtarak. Saat henüz çok erkendi, yeni kahvaltı yapmıştık. Gece çökmeden döneceğimizi söyleyip başka bir açıklama yapmadan kamptan ayrıldık, hem bir şey bulamazsak döndüğümüzde rezil olmak istemiyorduk hem de içten içe yalnızca bize ait bir keşif yapabilme umudundaydık. Bitmek bilmez bir iki saat geçti hatta üçe yakındı sanırım. Yabani rehberimiz tek başına olsa bizden çok daha hızlı varabilirdi sanırım. Yol üzerinde, yalnız olsak asla aşamayacağımız, birbirine geçmiş ağaçlık, sulak, bataklık bölgeler vardı. Neyse ki rehberlerden biri yanımızdaydı. Terry de elinde bir pusula ve not defteriyle yönleri çiziyor, geçtiğimiz yerlerin konumunu belirlemeye çalışıyordu. Bir süre sonra bataklığa benzer kocaman bir göle rastladık, öyle büyüktü ki karşı tarafta kalan ormanlık bölge küçücük ve kapkaranlık kalmıştı.

Rehber, oradan kampımıza kadar botla gelinebildiğinden bahsetti ama “çok yol, tüm gün” diye de eklemeyi ihmal etmedi. Bu su, ardımızda bıraktığımız su birikintilerinden daha berrak duruyordu ama kenardan gördüğümüz kadarıyla pek yorum da yapamıyorduk. Yarım saat kadar bu gölün etrafında yürüdük, ilerledikçe ayaklarımızın altındaki toprak daha da sertleşiyordu. Derken ağaçlık bir burnu dönünce tamamen bambaşka bir coğrafyayla karşılaştık, şimdi karşımızda dik ve ağaçsız dağlar vardı. “Doğuya bakan uzun dağ çıkıntılarından bu,” dedi Terry gördüklerini ölçer gibi bir ifadeyle. “Dağların yüzlerce kilometre ötesine kadar uzayabiliyorlar. Bu da öyle olabilir.” Şimdi gölü ardımızda bırakmış, tepelere doğru yönelmiştik.

Tepeye varmak üzereyken akan suyun sesini duyduk. Rehberimiz gururla bahsettiği nehri işaret etti. Kısa bir nehirdi bu. Tepenin yüzeyindeki bir açıklıktan fışkıran dar bir şelaleden geliyordu. Suyu tatlıydı. Rehberimiz kana kana içmeye başlayınca biz de içtik. “Kar suyu bu,” dedi Terry. “Tepelerin ardından geliyor olmalı.”

Kırmızı ve mavi oluşuna gelince, daha ziyade yeşilimsi bir rengi vardı. Rehberimiz hiç şaşırmış gibi durmuyordu. Biraz etrafta arandıktan sonra kenarda kalmış berrak bir su birikintisi gösterdi, kenarlarında gerçekten de kırmızı ve mavi izler vardı. Terry büyütecini çıkarıp incelemek üzere su birikintisinin yanına çömeldi. “Bir tür kimyasala benziyor. Şu an bir çıkarım yapamıyorum. Boya maddesi gibi geldi bana. Daha yakına gidelim hadi,” diye ısrar etti, “yukarı, şelalenin oraya.” Dik bayırları aştık, şelalenin altında köpürüp kaynayan göle yaklaştık. Gölün kenarlarını inceleyince yeni izler bulduk, bu şüphesiz boyaydı. Dahası, Jeff beklenmedik bir ganimet bulmuş, havaya kaldırmış gösteriyordu.

Bir paçavraydı bu yalnızca, uzun, sökülmüş bir bez parçasıydı. Ama iyi dokunmuştu, üzerinde şekiller vardı ve kızıl rengini su bile silememişti. Bildiğimiz hiçbir yabani kabilede böyle kumaşlar görülmemişti. Rehberimiz gölün kenarında sakince duruyordu. Heyecanımızdan bir hayli memnun kalmış gibiydi. “Bir gün mavi, bir gün kırmızı, bir gün yeşil,” dedi ve kesesinden açık renklerle bezeli bir bez parçası çıkardı. “Aşağı gelin,” dedi şelaleyi göstererek. “Kadın Diyarı, yukarıda.” İşte şimdi olay iyice ilgimizi çekmişti. Hemen olduğumuz yerde biraz dinlenmeye koyulduk, öğle yemeğimizi yedik ve rehberden daha fazla bilgi almaya çalıştık.

Diğerlerinin anlattıklarını anlatıyordu o da, kadınlardan oluşan bir ülke, erkek yok, bebekler var ama hepsi kız. Erkeklere göre bir yer değil, çok tehlikeli. Gidenler oldu, hiçbiri geri gelmedi. Terry’nin giderek daha da meraklandığını görebiliyordum. Erkeklere göre bir yer değildi demek? Tehlikeliydi, öyle mi? Koştuğu gibi şelaleye tırmanıverecekmiş gibi duruyordu. Ama o dik yamacı çıkmanın bir yolu olsa bile rehberimiz yukarı çıkmaya kesinlikle yanaşmıyor, gece çökmeden grubun yanına dönmemiz gerektiğinde ısrar ediyordu. “Onlara da anlatırsak belki eve hemen dönmeyiz,” diye bir fikir attım ortaya. Terry aniden durdu. “Bana bakın, çocuklar,” dedi, “bu bizim keşfimiz. O kendini beğenmiş yaşlı profesörlere bir şey söylemeyeceğiz. Onlarla eve dönelim, sonra sadece üçümüz geri gelip kendi keşif gezimizi yapalım.” Büyülenmiş gibi ona baktık.

Amazonlarda keşfedilmemiş bir ülke bulmanın bizim gibi bağımsız genç adamlara çekici gelen bir yanı vardı elbette. Tabii ki anlatılanlara inanmamıştık – henüz! “Buradaki yerli kabilelerin hiçbiri böyle kumaşlar işlemiyor,” dedim bez parçalarını dikkatle inceleyerek. “Orada bir yerlerde dokuyan, işleyen, boyayan birileri var, tıpkı bizim gibi.” “Bu, kayda değer bir medeniyet demek, Van. Böyle bir yerin var olup da bilinmemesi imkânsız.” “O kadar emin olmayalım. Pireneler’de eski bir cumhuriyet vardı hani, neydi adı, Andorra mıydı? Orayı çok az insan biliyor mesela, binlerce yıldır kendi kendilerine gül gibi geçinip gidiyorlar.

Karadağ var sonra, küçük, harika bir yer. Bu dağların arasına onlarca Karadağ saklanabilir gayet.” Kampa dönüş yolunda hararetle bu konuyu tartıştık. Eve dönerken de bu tartışmayı dikkatli ve gizli saklı biçimde sürdürdük. Eve döndüğümüzde de konu aynı hararetiyle sürerken Terry hazırlıklara başlamıştı bile. Arkadaşım heyecandan yerinde duramıyordu. Neyse ki çok parası vardı, yoksa bu geziye başlayabilmek için yıllarca yalvarıp yakarmamız, reklam üstüne reklam yapmamız gerekirdi. O zaman da keşfimiz halkın ağzına sakız, gazetelere malzeme olmaktan öteye gidemezdi. Ama işte T.O. Nicholson koca buharlı yatını ayarlamış, özel olarak yaptırdığı büyük deniz motorunu yata yükletmiş, içine de çift kanatlı bir uçak “gizlemişti”. Üstelik bütün bunları sosyetenin ruhu bile duymadan yapmayı başarmıştı.

Yiyecek içeceğimiz, koruyucu ilaçlarımız ve gerekli her türlü malzememiz hazırdı. Arkadaşımın önceki tecrübeleri bu gezimiz için hayli işe yaramıştı, teçhizatımız küçük ama tamdı. Yatı yakınlarda güvenli bir iskeleye bırakacak, yanımızda gelen pilotla birlikte deniz motoruna binip o sonsuz nehri öyle aşacaktık. Sonra bir önceki gelişimizde çıkamadığımız tepeyi çıkınca pilotu bırakacak, berrak akıntının peşinden kendimiz gidecektik.

Deniz motorunu o geniş, sığ göle demirleyecektik. Motorun özel olarak yapılmış zırhı vardı, bir istiridye kabuğu gibi ince fakat sağlamdı. “O yerliler motora ulaşamaz böylece. Zarar da veremezler yerini de değiştiremezler,” dedi Terry gururla. “Gölden havalanıp motoru burada bırakacağız ki geri dönebileceğimiz bir üssümüz olsun.” “Geri dönersek tabii,” dedim gülerek. “Kadınlar seni yer diye mi korkuyorsun?” diye dalga geçti. “O kadın konusundan pek emin değiliz yalnız,” dedi Jeff ağır ağır. “Zehirli oklarıyla bizi bekleyen bir grup beyefendiyle karşılaşmamız da son derece muhtemel.” “İstemiyorsan gelmeyebilirsin,” dedi Terry soğuk bir ifadeyle. “Gelmemek mi? Mümkün değil, kovsan dahi gitmem!” Jeff de ben de bu konuda aynı fikirdeydik. Fakat fikir ayrılıklarımız da olmadı değil, yol boyunca oldu hem de.

Okyanus seyahati, tartışmak için mükemmel bir fırsat sunar. Etrafta kulak kabartacak kimse olmadığından güvertedeki sandalyelerimizde boş boş oturabildik, dilediğimiz gibi ve dilediğimiz konuda konuşabildik. Yapacak başka bir şey de yoktu zaten. Elimizde hiçbir somut bilgi olmaması, tartışmamızı da derinleştirdikçe derinleştiriyordu. “Yatı bıraktığımız yerdeki konsolosluğa bildiri bırakalım,” diye tasarladı Terry. “Diyelim bir ay içinde dönmemiş olursak arama ekibi göndersinler.” “Cezalandırma keşfi olsun onlarınki de,” dedim. “O kadınlar bizi gerçekten yerse misilleme yapmak gerekir.” “Son duracağımız yeri kolayca bulabilirler. Ben zaten gölü, tepeyi ve şelaleyi gösteren çizelge gibi bir şey hazırladım.” “İyi de yukarı nasıl çıkacaklar?” diye sordu Jeff. “Biz nasıl çıkacaksak öyle tabii ki.

Yukarıda üç önemli Amerikalının kaybolduğunu duyarlarsa mutlaka peşimizden geleceklerdir. Hele de o harika ülkenin cazibelerinden haberdar olurlarsa. ‘Feminizya,’ diyelim oraya, ne dersiniz?” “Haklısın, Terry. Hikâye bir yayıldı mı nehir keşif motorlarıyla dolar, uçaklar sinek sürüleri gibi vızıldar tepemizde.” Gözümde canlandırınca güldüm. “Magazin basınını da bu işe dâhil etmediğimiz fena oldu galiba. Tüh! Ne manşetler atarlardı ama!” “Manşet falan atılmayacak!” dedi Terry sert sert. “Bu bizim partimiz. Orayı tek başımıza bulacağız.” “Peki bulduğumuzda ne yapacaksın, bulursak tabii?” diye sordu Jeff uysalca.

Jeff’in şefkatli bir kalbi vardı. Sanırım bu ülkedeki, tabii eğer öyle bir ülke varsa, gülleri, bebekleri, kanaryaları, mevsimleri ve bu tarz şeyleri düşünüyordu yalnızca. Terry ise içten içe bir sayfiye evinin hayalini kuruyordu. Sadece kızlar, kızlar ve kızlar olacaktı, ve Terry de… eh,başka erkeklerin bulunduğu yerlerde bile kadınlar Terry’nin etrafında pervane olurdu, o nedenle şimdi gideceğimiz yerde olacaklar hakkında arkadaşımın tatlı hayaller kurduğuna şüphe yoktu, sandalyesine yayılmış bir yandan mavi dalgaları seyreder bir yandan da o etkileyici bıyığıyla oynarken gözlerindeki ifadeden anlamıştım bunu.

Ama bulacağımız yer hakkında ikisinden de çok daha mantıklı bir fikrim olduğunu düşünüyordum. “Yanılıyorsunuz, çocuklar,” dedim. “Eğer böyle bir yer varsa bile, ki şu an için buna inanmamıza sebep olacak bazı kanıtlar mevcut, sadece anaerkil bir topluluktur, o kadar. Erkekler kendilerine ait başka bir yerde yaşıyordur ve toplumsal açıdan kadınlardan daha az gelişmişlerdir, yılda bir kere kadınların yanına gidiyorlardır, evlilik çağrısı olarak yani.

Böyle geleneklerin geçmişte var olduğu biliniyor, bu kabilede de sürüyor demek ki. Yani yukarılarda garip bir şekilde izbe vadiler ve yaylalar var, orada yaşayan insanlar da ilkel geleneklerini sürdürüyor. Olay bundan ibaret.” “Peki ya erkek çocuklar?” diye sordu Jeff. “Eh, yetişkin erkekler onları beş ya da altı yaşlarına geldiklerinde kendi yanlarına alıyorlar.” “Peki ya rehberlerimizin hiç dilinden düşürmediği şu tehlike konusuna ne diyorsun?” “Tehlike konusunda haklılardır, Terry, çok dikkatli olmamız gerekir. Böyle bir kültürle büyümüş kadınlar şüphesiz ki kendilerini koruyabilirler. Zamansız misafirleri de nezaketle içeri buyur edeceklerini sanmıyorum.” Konuştukça konuştuk. Sosyoloji konusundaki üstünlüğüme rağmen karşılaşacaklarımız hakkında ben de onlar kadar bilgisizdim. Bulduğumuz yeri düşününce, kadınlardan oluşan bir ülkenin nasıl bir yer olacağına dair paylaştığımız o net fikirlerimiz şimdi komik geliyor. Kendimize de birbirimize de bütün bunların boş tahminler olduğunu söylememize gerek bile yoktu. Evet, boş insanlardık ve tahmin yürütüyorduk, okyanus yolculuğu boyunca da nehirden geçerken de böyle yapmaya devam ettik. “Böyle bir yerin varlığı pek mümkün değil gerçi,” diye başlıyor, yine ardını getirmeden duramıyorduk. “Aralarında kavga edip dururlardı,” diye ısrar etti Terry. “Kadınlar hep kavga eder.

Herhangi bir düzen veya tertip beklememeliyiz.” “Çok yanılıyorsun,” dedi Jeff. “Başrahibe tarafından yönetilen bir manastır gibi bir şey olacaktır, huzurlu, uyum içinde yaşayan kız kardeşler göreceğiz bence.” Alaylı bir kahkaha patlattım. “Rahibeler ya! Bu huzurlu kız kardeşler bekâr olurlar, Jeff, bağlılık yemini etmişlerdir çünkü. Buradakiler ise kadın, anne, anneliğin olduğu yerde öyle bir kardeşlik bulman pek zor.” “Aynen öyle, birbirleriyle kapıştıklarından eminim,” diye onayladı Terry. “Ayrıca herhangi bir icat veya gelişim de beklemeyelim, son derece ilkel bir toplulukla karşılaşacağız.” “Dokudukları o kumaşlara ne diyorsunuz peki?” diye sordu Jeff. “Alt tarafı kumaş! Kadınlar tarihin her döneminde yapıyorlardı dokuma işini zaten. Ama burada onun ötesine geçememiş olacaklar, görürsünüz.” Terry’nin mutlulukla karşılanacağı konusundaki düşünceleriyle dalga da geçtik ama o ciddiyetini sürdürdü.

“Göreceksiniz,” dedi ısrarlı bir ifadeyle. “Hepsini avucumun içine alacağım, sonra bir grubu diğerine karşı kışkırtacağım. Çok geçmeden kral olurum herhalde, ooh! Süleyman da geri dursun!” “Bu resimde biz neredeyiz peki?” diye sordum. “Vezir falan da mı olamıyoruz?”“Riske giremem,” dedi ciddi ciddi. “İhtilal başlatabilirsiniz, ki başlatırsınız da siz. Kellenizi almam gerekir ya da okla vurulmanız, artık orada tercih edilen infaz yöntemi her neyse.” “Ama bunu kendin yapman gerekir, unutma,” diye sırıttı Jeff. “İri siyahi köleler olmayacak sonuçta. Kaldı ki ikiye karşı birsin, öyle değil mi Van?” Jeff ve Terry birbirlerine öyle zıt karakterdelerdi ki bazen kavga etmelerini zar zor önleyebiliyordum.

Jeff, her iyi Güneyli gibi kadınları yüceltirdi, kahramanlık, duygusallık gibi erdemlerle doluydu. İyi biriydi Jeff, ideallerine bağlıydı. Terry’nin kadınlar hakkındaki fikirlerine ideal gibi kibar bir yakıştırma yapabilseydiniz onun da ideallerine bağlı olduğunu söyleyebilirdiniz.

Terry’yi hep sevmişimdir. Tam bir erkektir, cömert, cesur ve zeki. Ama sanırım üniversite yıllarımızda hiçbirimiz kız kardeşlerimizin Terry’yle aynı ortamda bulunmasını istemedik. Öyle katı insanlar olduğumuzdan falan değil, kesinlikle! Ama Terry “sınır”dı bizim için, anlarsınız ya. Daha sonraları da zaten konusunu bile açmadık, nihayetinde bir erkek hayatını nasıl yaşayacağını kendi bilir.

Bir gün sahip olacağı eşi, annesi ya da tabii ki arkadaşlarının yakınları hariç, Terry’nin kadınlara bakışı şöyleydi sanki: Hoş kadınlarla uğraşması zordu, çirkin olanları ise düşünmeye bile değmezdi. Bazen onun bu fikirlerine tanık olmak gerçekten insanın canını sıkıyordu. Jeff’e dayanmak da zor oluyordu bazen, kadınları tozpembe halelerle gezen melekler gibi görüyordu. Ben fikir olarak tam ortalarında kalıyor, duruma tamamen bilimsel yaklaşıyor, cinsiyetin fizyolojik sınırlamaları hakkındaki bilgilerime dayanarak konuşuyordum. O zamanlar hiçbirimiz kadınlar konusunda “gelişmiş” fikirlere sahip değildik.

İşte böyle şakalaştık, tartıştık ve tahmin yürüttük. Bitmek bilmeyen bir yolculuğun ardından eski kamp yerimize nihayet vardık. Nehri bulmamız pek zor olmadı, o taraflarda biraz dolaşmamız yeterliydi. Oradan göle varmamız da son derece kolay oldu. Gölün o parlak bağrında süzülürken yukarıda dağlık burun bize doğru uzanıyor, akan suyun beyazı giderek daha da görünür hâle geliyordu. Şimdi daha da heyecanlanmaya başlamıştık. O sırada kayalık duvarın yanından geçip yukarı uzanan bir yürüme yolu bulmakla ilgili konuşmaya başladık ama bataklıklarla dolu orman bu yolu hem zor hem de tehlikeli kılıyordu. Terry bu fikre derhal itiraz etti. “Saçmalamayın, çocuklar! Buna karar vermiştik zaten. Yürümeye kalksak aylar sürebilir, o kadar erzakımız yok. Olmaz, konuştuğumuz gibi denememiz lazım.

Eğer başarabilirsek ne âlâ! Başaramazsak da ne önemi var? Yolda kaybolan tek kâşifler biz olmayız ya. Daha bizim gibi çok var gelecek.” İşte böylece çift kanatlı uçağımıza binip bilimsel yollarla sıkıştırdığımız bagajımızı da uçağa yükledik: İçinde tabii ki kamera, dürbünlerimiz ve konsantre yiyeceklerden erzak vardı. Ceplerimize de her türlü ufak araç gereci sıkıştırmıştık. Yanımıza tabancalarımızı da almıştık, sonuçta başımıza neler geleceğini bilmiyorduk.

Yükseldikçe yükseldik. En tepeye çıkmıştık, “arazinin yerleşimini” görecek, not alacaktık. Dağ çıkıntısı, koyu yeşil ormanlık alanın arasında dimdik yükseliyordu. Anlaşılan iki taraftan da öteye, uzaklardaki bembeyaz tepelere kadar uzanıyordu. Bu tepelerin ardına geçmek ise muhtemelen imkânsızdı.

 

Benzer İçerikler

Fanatik Galatasaraylı

yakutlu

Cankız Denizde | Şevki Atik

yakutlu

Aynanın İçinden | Lewis Carroll

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy