Kaledibi Sokağı | Bilgin Adalı


“Kaledibi Sokağı”

Bilgin Adalı’nın ilkokula başlamadan önce Antalya’ya göçtükleri iki yılı anlattığı “Kaledibi Sokağı” sıcacık bir aile ve büyüme hikâyesi aslında. 1949-1950 yıllarına odaklanan kitap, ileride yazar olacak bir çocuğun gözünden hayata dair gözlemlerini paylaşırken, o dönemin çocukluğuna da ayna tutuyor. Yer yer hüzünlü, yer yer güldüren, bir solukta okunacak bir metin.

“Kaledibi Sokak, bir sırası eski evlerden, bir sırası üç adam boyunda taşlardan örülmüş bir setten –eski bir kale duvarıydı bu set– oluşan daracık bir sokaktı. Sokağın alt yanına dizili evlerin duvarlarının dibinde, Antalya’nın en sıcak gününde bile serin suyun hoş bir şırıltıyla aktığı küçücük bir ark uzanırdı. Hemen her evin önünde küçük bir bahçe ya da avlu vardı. Avlulardaki havuzlar bu arktan gelen suyla doldurulurdu. Kullanma suyu, bu sudan sağlanırdı.

Küçük tahta parçalarını bu arktaki suda kayık niyetine yüzdürdüğümü gören bitişik komşumuz Ahmet Kaptan’ın ortanca oğlu Nuri, bir gün bana çam kabuğundan bir kayık yaptı. Ortasında direği, direğe bağlı bir bez parçasından yelkeni, direğin tepesinde küçücük bir bayrağı bile vardı. Arkın suyu içinde çam kabuğundan teknemi yönlendirirken, kendimi gerçek bir kaptan gibi hissederdim.”

Antalya
Yıl 1949. Adana’dan Burdur’a, uzun bir tren yolculu ğu… Her yanından buhar fışkıran, pis görünen kara vagonlar… Tekerlerin, rayların ek yerlerinden geçerken çıkardıkları, arada bir, bir ton yükselen ya da alçalan tekdüze sesleri… Pencerenin hiç durmadan, baş döndü. rücü bir hızla değişen tablosu… Kısa sürelerle durulan istasyonlarda, satıcıların sesleri… Birkaç saatte bir, kom- partimanın kapısını açan kondüktör:
“Biletler kontrol…”
Başlangıçta heyecan verici gelse de, bir süre sonra içime bıkkınlık vermişti bu sürüp giden tekdüzelik.
Ardından, hırıldayan külüstür bir otobüsle, baş dön. düren bir otobüs yolculuğu… Hedefimiz, Antalya… Aslen Kıbrıslı olan babam, Orman Yüksek Mühendisi Şevki Adalı, Adana’dan, annesinin, babasının ve kardeşleri. nin yaşadığı Antalya’ya tayinini istemişti. O önceden gitmiş, şimdi bizi orada bekliyordu.
Külüstür bir otobüsle Toroslar’ı geçerken pencereden bakıp da altımızda uzanan uçurumu gördüğümde na. sıl korktuğumu hiç unutmuyorum. Şimdi açılan geniş, çift şeritli yollardan geçerken bile, ötede, kıvrıla kıvrıla tepeye tırmanmaya çabalayan terk edilmiş eski yolu gördüğümde, o korkumu anımsarım. Gücünü son ker- tesine kadar kullanarak ağır ağır ilerleyen otobüsün, birden uçurumdan aşağı uçacağı korkusuyla, gözlerimi kapamıştım.

“Korkma…” demişti annem. “Bak ben korkuyor mu yum?”
Annem, Nermin Hanım… Yirmili yaşlarında gencecik bir kadın. Yıllardır İskenderun’dan, benim doğduğum Safranbolu’ya, oradan Karabük’e, Mersin’e, Adana’ya koşup durmuş babamın ardından. Antalya en azından şimdilik bir son durak.
Otobüsten indiğimizde, bizi bekleyen babama sarılıp kokusunu derin derin içime çektiğimi anımsıyorum. İki parça eşyamızı yükleyip faytona bindik. Ben fayton- cunun yanında oturuyorum. “Deeeeh!” diye bağırıyor faytoncu.
Sonunda, Kaleiçi’ndeyiz… Fayton, çift kanatlı, koca- man, ahşap bahçe kapısının önünde durduğunda, artık heyecandan yerimde duramıyordum. Aylardır görmedi. ğim çok sevgili Şinasi Amcamla, yaramazlık yaptığımda elime iğne batırmakla tehdit ettiği için biraz korksam da sevdiğim Saadet Halamla yeniden buluşup hiç ta- nımadığım ninemi, dedemi, Tevhide Halamı, Kıbrıs’ta yaşayan Şerife Halamın iki kızını ve oğlunu da ilk kez görecektim.

Babam, arabacının yanında, ayaklarımın dibinde duran iki bavulumuzu indirirken, bahçe kapısı açıldı; ninem, halalarım, hala kızları çığlık çığlığa çevremizi sardı. Dedem, elinde bastonu, kapının iç tarafında bekliyordu. Hemen yanında, yakışıklı bir delikanlı, Kutlu, gülümseyerek bizi izliyordu.
Bir çırpıda, öpücük yağmuru altında kucaktan kuca- ğa gezdim. Gözlerim küçük amcamı arıyordu.
“Şinasi Amcam yok mu?” diye sordum. Çığlıklar bir anda buruk bir suskunluğa bıraktı yerini. Amcamı ne kadar çok sevdiğimi bilen Saadet Halam hemen atıldı: “Şinasi Amcan seyahate çıktı…”
“Ne zaman dönecek?”
“Belli değil.”
Heyecanımın birden sönüverdiğini anımsıyorum. Kutlu Ağabey yetişti imdada. Beni kucaklayıp içeriye götürdü.
“Gel bakalım Ålim Çocuk… Seninle iyi arkadaş olacağa benziyoruz…”
İzleyen yıllarda, gerçekten de çok iyi arkadaş olmuştuk.Ahşap kapı kocaman bir bahçeye açılıyordu. Girer girmez, hemen solda kocaman bir dut, yanında bir ih. lamur, aşağıda, çiçeklerle donanmış, bahar cümbüşünü yaşayan iki kayısı, bir zerdali, bir de erik ağacı vardı. Sağ tarafta, bahçenin bir yanını boydan boya kaplayan evimiz yer alıyordu. Bodrum üstüne tek kat olarak inşa edilmiş eski Antalya evlerinden biriydi. Taş bir merdi- venle çıkılan giriş kapısı tam orta yerdeydi. Merdivenin hemen önünde o zaman bana çok büyük gelen, küçük bir havuz vardı. Kutlu Ağabeyimin kucağında merdivenlerden yukarı çıkarken, havuzdaki iki küçük kırmızı balığı görünce çok heyecanlandığımı anımsıyorum.

Çok çabuk alıştım yeni evimizdeki bu kalabalık ya. şama. Bir anda, evdeki herkesin gözbebeği olmuştum. Özellikle de Kutlu’nun. Ben de en çok onu seviyordum. Bir de üç kardeşin en küçüğü olan Güler Ablamı. Saadet Halamın tersine, bana sorduğu her soruyu, söylediği her sözü yüzündeki ışıltılı gülümsemeyle süsleyen Tev- hide Halamı da çok seviyordum. Dönüşünü dört gözle beklediğim Şinasi Amcamsa, gittiği seyahatten bir türlü dönmek bilmiyordu. Arada bir ne zaman döneceğini sorduğumda yüzlerde beliren hüzünlü ifadeyi, amcami onlar da özlüyor diye yorumluyordum.

Hafta sonlan tam bir şenlikti benim için. Kutlu Ağa- beyimin bisikletinin arka selesine bağladığımız küçük minderimin üstüne bir kral edasıyla kuruluyordum. Sonra ver elini Karaalioğlu Parkı. Orada, bisikletleriy- le gelen Turan Tuna, Deniz Baykal, Dursun, Hayalet, Bodur ve Ödemişli’yle buluşup şimdi beton yığınına dönüşmüş olan portakal bahçelerinin arasında bisik- let gezintileri yapıyorduk. Gezinti boyunca, bisikletten bisiklete geçiyordum. Yorulan, gruptan bir başkasına devrediyordu beni. Kısa sürede, bisikletlerin durmasını beklemeden, hareket halindeyken bir seleden ötekine geçmeyi öğrenmiştim.
Bir seferinde bisikletlerle Kepez’e kadar gittiğimizi anımsıyorum. Dağ çileği toplamıştık sepet sepet. O kadar çok çilek yemiştim ki, sonunda öğüre öğüre kusmuştum.

Yeniden parka döndüğümüzde, en önemli görevim başlardı. Çamlıkta, bizimkilerin bulunduğu yerin az öte
sindeki park sırasına oturmuş çekirdek çitleyerek geveze- lik eden kızlara, çevreye çaktırmadan bizim oğlanların mektuplarını götürmek, onların yanıtlarını alıp getirmek… Yeşilli’yi, Arap Leyla’yı, Ödemişlininki’ni öyle tanıdım. En çok Yeşilli’yi severdim. Getirdiğim mektubu yanakları pembeleşerek aldıktan sonra sanılır öperdi beni. Mis gibi lavanta kokardı saçları. Cebinde mutla ka bana verecek bir şeker ya da sakız bulunurdu. Belki Kutlu’nun sevgilisi olduğu için aramızdaki bu özel ilişki.
Pazar günü öğleden sonraları, futbol maçları düzen- lenirdi. Maç için Mermerli’ye inilirdi. Bizim takımın de- ğişmez kalecisiydim.

“Alim Çocuk, büyüdüğünde Cihat gibi bir kaleci ola- caksın” derlerdi bana. Cihat’ın kim olduğunu bilmezdim ama hoşuma giderdi bu söz. Daha bir gayretle atılırdım kaleye gelen topa. Yere düşüp dizimi, dirseğimi yarala. dığımda pek aldırmaz, ağlamazdım. Bir de her neyse o, hepimiz Fenerbahçeliydik.
Kutlu Ağabeyim lisede okuyordu. Güner ve Güler ablalarım ise Kız Sanat Enstitüsü’nde. Hafta içi, onlar okullarına gittiğinde evde yalnız kalırdım ama evde, bahçede, evin bodrumunda keşfedecek, oyalanacak çok şey vardı. Onlarla oyalanırdım.

Benzer İçerikler

Hikâyeler | Cahit Zarifoğlu | Birazoku

yakutlu

https://www.birazoku.com/rakip-kardesler-aydin-karasuleymanoglu

yakutlu

Küçük Prens

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy