Kan Ağacı

“…Hatırlamak tutsaklıktır dostlar! Hatıralar ise geçmişin önünde nöbet tutan güleryüzlü gardiyanlar!.. Diyorum ki unutun! Unutun ve kavuşun geleceğinize! Çünkü özgürlük, geçmişin değil geleceğin ellerinde! Ve unutmayın ki özgürlüğünüzün yalnızca iki kapısı var. Biri aklınız, diğeri ise kalbiniz. İkisinden biri ya da her ikisi birden, farkında bile olmadığınız bir anda kapandı. Açın diyorum! Ve işte şimdi yine, kapıları açık unutarak gidiyorum.”

Unutkan, bu geceki son sözlerini tamamladıktan sonra mikrofonu kapattı ve yayını bitirdi. Tutsaklar içinse gece hiç bitmeyecekti.

***

Melike, güllü sedirde ayaklarını altına topladı.

Canan, iyi bir kırmızı şarap seçmek için mahzenin kapısındaydı.

Rüzgâr usulca esip Derman’ın kıvırcık saçlarını karıştırırken, Lucia, parlattığı son gümüş parçayı da vitrindeki yerine kaldırıyordu.

Suna, radyoyu kapattı. Başucundaki kitaba uzanırken ellerine ilaç sürmediğini fark etti.

İncecik atıştırmaya başlayan yağmur altında Fuat, merdivene oturdu ve bir sigara yaktı.

Firuze Hanım, pırlanta taşlı saatinin kelepçesini ve saçlarının topuzunu açıp yatmaya hazırlanırken, Nergis için mahrum bir geceyi daha sessiz bir sabaha başlamanın vakti gelmişti.

***

Bir bekleyici nasıl beklemesi gerektiğini bilir. Bekleyiş ne kadar uzun sürerse, hasret o kadar anlamsızlaştırır zamanı. Saatler ve beklenenin yüzü birbirine karışır. Her şeyi unutulur o’nun; bir tek bakışı unutulmaz. O unutulsa, zaten bekleyici olunmaz.

Herkes birini bekledi. Kimi, gidenlerin dönüşünü… Kimi, dönmeyenlerin ölüşünü…

***

1. BÖLÜM

-1-

İzmir,
Aralık / 1970

Müşterisini kapı önlerine çıkıp da bağırarak davet etmesiyle ünlü esnafın sesi, kapanan kepenk sesleriyle yer değiştirmişse Kemeraltı Çarşısı’na akşam çökmüş demektir. Sergilerdeki öteberi dükkânlara taşınırken alışılandan fazla bir patırtı çalınıyorsa kulağa; akşam Kemeraltı’na yağmurla birlikte gelmiş demektir. Sonrası koşuşturmadır; sonrası ıslak bir telaş…

Fuat, dünya kadar kutuyu indirtip açtıran, ayakkabıların her birini deneyen ve sonunda almadan giden kadının yarattığı gerginlik yüzünden fark etmediği yağmuru bu patırtıyla fark etti ve müşteri gelmeden az önce yarım bıraktığı, artık buz gibi olmuş çay bardağını alıp kapının önüne çıktı. Sergilerin çoğu dükkânlara taşınmış, dükkânı olmayanlar yerlere serdikleri tezgâhlarını toparlamış götürmeye hazırlanıyorlardı; şimdilik hafifçe çiseleyen ama gök gürültüsü ve çakan şimşekler yüzünden birazdan bastıracağı belli yağmura yakalanmamak için adımlarını sıklaştırarak… Üç kedi, midye tezgâhının başındaki adamın inanılmaz bir çabuklukla açıp içini mideye indirdiği kabukların artık taşmak üzere olan kovasının dibinde bekleşiyordu. Yağmur bir tek onların umurunda değildi sanki. Sarraf, vitrinindeki altınları toplamaya başladığında, iki kadın çekiştirdikleri çocuğun kollarının neredeyse vücudundan ayrıldı ayrılacak olduğundan habersiz, ucuza hallettiklerini konuşarak çıktılar dükkândan. Çocuğun kolu, kadının elinde, tuttuğu torbaların saplarından biri gibi duruyordu. Huysuzlanan çocuğa, “Yağmur iyice bastırmadan gidelim diye oğlum!” diye bağırdı kadınlardan daha çok anneye benziyor olanı. Fuat, çocuğun acıyan kolunun, annenin kuru kalmak isteyen ayaklarıyla tutuştuğu kavgaya gülümseyerek, elindeki bardağı çaycının alması için eşiğe bırakıp içeri girdi ve yazarkasadaki tek kâğıt parayı cebine koyup kasayı kilitledi. Bir çift bile almadan giden o müşkülpesent kadından sonra ortada kalmış birkaç kutuyu raflardaki yerlerine yerleştirdi, kül tablalarını boşalttı, yerleri paspasladı ve yarın için hazırladığı dükkânın son görüntüsüne şöyle bir bakıp çıktı. Kepenkleri indirdi. Yağmurun, henüz çökmüş karanlığı ıslaklığıyla parlattığı ara sokaklardan, sık adımlarla kıvrılarak caddeye çıktı.

Her gün yeni bir çatışmanın yaşandığı ve güven duygusunun insanın ruhundan her an bir parça daha koparıldığı bir ülkede, üstelik cebi neredeyse boş ve içi ertesi sabah için bile huzursuzken, kalbi hâlâ sevinçle çarpabilen bir adamın ya şehrinin kaldırımlarına yağmur çok yakışıyordur ya da âşık olduğu bir kadın tarafından pencerelerde bekleniyordur. Aklından geçen bu buruk düşüncenin yüzüne yansıttığı yarım bir gülümseyişle tramvaya doğru yürüdü. Sanki onu tramvaya kadar kuru bırakmak için nazlanan yağmur, ineceği durağa gelmeden az önce kaldırımları dövercesine indirdi. Onu, Halil Rıfat Paşa Caddesi’ne çıkaracak olan, her iki yanı şirin sakız evleriyle dizili yüz elli beş basamaklık merdivenin Mithatpaşa tarafında indi ve telaşsız adımlarla çıkmaya başladı. Yağmur böyle delice bir hevesle yağıyor olmasa, Melike’yi merakta bırakmamak için oyalanmazdı ama nasılsa o da artık öğrenmişti kocasının yağmuru ne kadar sevdiğini. Bu zevkten mahrum kalmasın diye, artık merak etmediği yalanını söyleye söyleye inandırmıştı sonunda onu da…

Her yağdığında yaptığı gibi, merdiveni yarıladığında biraz soluklanmak üzere basamağın birine oturup Karşıyaka’nın üzerine ışıklarını düşürdüğü denizin huzursuz görüntüsünü izlemeye koyulurken, böyle havalarda iyice yükselen o nemli ve yeşil kokuyu çekti içine. Gözlerini izlediği manzaradan ayırmadan, iç cebinden çıkardığı paketten dişleriyle bir sigara çekti ve paltosunun yakasını yağmur damlalarına siper ederek yaktı. Şimdi bir damla, tam ateşin üzerine isabet edecek ve sigara sönecekti. Gülecek ve yenisini yakacaktı. Hep böyle olurdu. Bu kez kaç nefes çekebileceğini hesap ederek bu çocuksu ve keyifli oyunu oynamaya hazırlanırken, kocaman ve simsiyah bir şemsiyenin kendisine doğru yalpalayarak çıktığını gördü; artık iyice çökmüş karanlıkta. Şemsiye, sanki altında kimseyi taşımıyor ve kendi kendine hareket ediyor gibiydi. İyice yaklaşıp tam önünde durduğunda, gelenin bakkal Namık Efendi’nin çelimsiz oğlu Derman olduğunu anladı. Bir kahkaha patlattı ve “Ne o evlat, babanın şemsiyesini mi kullanıyorsun yoksa?” dedi. Çocuk, nefes nefese ve fakat Fuat’ın kahkahalarına zıt bir ciddiyetle hemen oracığa ilişti ve şemsiyeyi indirdi. Kıvır kıvır saçlarının çevrelediği bembeyaz yüzünde iki iri değerli taş gibi parlayan siyah gözlerini Fuat’a dikerek soruyla cevap verdi:  “Nereden bildin?”

Fuat, “Çünkü altında kaybolmuştun.” derken çocuğun saçlarını sevgiyle karıştırdı. Yüzündeki ifade anında değişen çocuk, biraz utanarak, “Caddeye servise inerken babam zorla tutuşturdu elime. Aslında ben de senin gibi yağmurda ıslanmayı seviyorum.” dedi.

On bir, on iki yaşlarındaki herhangi bir çocuk kadar çocuktu ve Fuat’ın sevgili karısı Melike’ye karşı platonik bir aşk besliyordu. Bu aşk iki yıl önce, Melike Fuat’ın evine bembeyaz gelinliğiyle girdiği zaman, Derman’ın bakkaldan ona öteberi taşıyıp kapıya kadar getirmeye başladığı günlerde filizlenmişti fakat Fuat ve Melike’yle beraber, bütün mahallelinin bu aşktan haberdar olması birkaç ayı bulmuştu. Öyle sevimli ve terbiyeli bir çocuktu ki; zaten herkesin sevgilisi olan bu çocuğa karşı Melike de öksüz ve yetim kalbinde özel bir yer açmıştı. Fuat, çocukluğuna dönüp bakınca, orada utanılacak bir şeyler bulmanın bir erkek için ne demek olduğunu iyi bilen biri olarak, onu duygularıyla beraber bağrına basmıştı. İleride bu ilk aşkını gülümseyerek hatırlaması için yapması gereken tek şeyi yapmış, komşuların ve Derman’ın babası Namık Efendi’nin, “Çabuk bırak gel, oyalanma!” “Oğlum! Önüne bak, çok ayıp!” şeklindeki uyarılarına aldırmadan, yokluğunda Melike’yi ona emanet ettiğini söyleyerek omuzlarına asil bir sorumluluk yüklemiş ve Derman’ı dünyanın en mutlu ve güven duyulan çocuğu haline getirmişti. Artık herkes biliyordu ki Fuat yokken Derman vardı. Melike’nin her gün akşam yemeği için sofraya koyduğu beyaz çiçekleri almaya giderken, ona eşlik etme görevi Derman’ındı artık. Haftalık dergilerini kapısına götürme işi de. Yaz tatillerinde keyifle üstlendiği bu görev, okullar başlayınca aksar ve Derman, bu kez okuldan eve döner dönmez fırladığı gibi Melike’ye gider, bir ihtiyacı olup olmadığını sorardı. Birlikte dergi okurlar, arada bir ders çalışırlar, vakit geçirirlerdi.

Melike, kimsesizliğinden ve kız yetiştirme yurdunda geçirdiği yılların kötü anılarından sanki yeryüzündeki herkesi severek intikam alır gibiydi. Bu sevginin kaynağını da bütün dünyaya, Fuat’a duyduğu hisleri haykıran bakışlarını sunarak gösterirdi. Bu aşktan çoğalmıştı ve çevresindeki herkese bu aşktan aldığı ışığı yansıtırdı. Derman ise Melike’nin anlatmadığı acılarını gözlerinden okuyabilecek kadar hisli bir çocuktu. Bir gün, “Sen hep, az önce ağlamışsın ya da az sonra ağlayıverecekmişsin gibi görünüyorsun. Oysa ne kadar da mutlusun.” deyivermişti aniden. Bu söz, mutluluktan çılgınca korktuğunu kendine bile itiraf etmekten çekinen genç kadını şaşırtmış ve çok duygulandırmıştı. Cevap olarak gülümsemekle ve o kıvırcık saçları okşamakla yetinmişti. Ne diyebilirdi ki… Çocuk, Melike’nin hayatının en arka, en karanlık sokağına sızıvermişti bu kısacık cümleyle.

Derman bir gün, sokağın başındaki büyük zakkum ağacından Melike’ye vermek üzere üstü çiçek dolu bir dal koparmaya yeltendiğinde, annesinden o ağacın yapraklarının bir insanı öldürebilecek kadar zehirli olduğunu ve bu yüzden bu ağaca kan ağacı dendiğini öğrenmiş ve o an, çocuk kalbinde Melike için bir daha hiç değişmeyecek bir tasvir yapmış ama bundan kimseye söz etmemişti. Artık onun için Melike, evlerinin önündeki kan ağacının pembe çiçekleri gibiydi. Karşıdan bakınca insanı büyüleyen ama dokunmaya niyetlenildiği an ölüm çağıran. Bu güzelim çiçek, kendi dalında, kendi ağacının kollarında mutluluk saçabilirdi ancak. Tıpkı Fuat ağabeyinin kolları, onun yalnızca Melike’nin aşkına yakışan yüreği gibi. İşte bu nedenle Fuat’a benzemek çok önemliydi. Fuat yağmuru seviyorsa, Derman da sevmeliydi. Fuat, neyi sevmiyorsa o da sevmemeliydi.

Fuat, “Baban haklı. Islanırsan hasta olur, derslerinden geri kalırsın,” dedi ve çocuğun omuz silktiğini görür görmez konuyu değiştiriverdi hemen. “Söyle bakalım, neler oldu bugün? Her şey yolunda mı?”

Derman bu kez büyük bir görev bilinciyle derin bir nefes alarak heyecanla anlatmaya koyuldu:

“Okuldan döner dönmez yokladım Melike’yi.” Abla da demezdi ve bu demeyiş, Fuat’la Melike’nin çok hoşuna giderdi. Abla derse aşkının zedeleneceğinden korkuyor olmalıydı. Derman ne zaman üzerine basarak Melike’yi adıyla çağırsa birbirilerine bakıp sevgiyle gülümserlerdi.

“Çiçeklere yetişemedim. Ben gelene kadar almış. Ama dergisini bıraktım. Nergis ablaya çaya gitmiş. Orada komşular varmış, Melike sıkılmış, eve erken dönmüş. Bir de bu akşam için patates kızartması, çorba ve makarna yaptı. Seni bekliyor.”

Fuat, yağmurdan sırılsıklam, sevimli bir fareye dönüşmüş çocuğa sıkı sıkıya sarıldı. “Sağ ol evlat. Hadi artık fırla ve eve geç kalma. Hasta olursan Namık Efendi ikimizi de vurur,” dedi ve ekledi: “Ben birkaç dakika daha oturacağım. Yağmur böyle yağarken, hele bu kadar yüksekten bakınca, bu şehir gözüme ağlayan bir çocuk kadar küçük ve masum görünüyor. Seyretmeye doyamıyorum.”  Derman anlamadığı bu cümleyi başıyla onaylayıp kalktı. Fuat öyle diyorsa, öyleydi nasılsa. Bu kez şemsiyesini açmadı. Henüz bir adım atmıştı ki birden durup döndü ve seslendi:

“Fuat ağabey?”

“Evlat?”

“Melike’ye yeni yıl için ne hediye edeceğini buldum.”

Fuat ilgiyle döndü ve “Hiçbir şeyi unutmaz mısın sen? Söyle bakalım ne buldun?” dedi.

“Senin bir tablon var hani.” Sustu. Söylemekle söylememek arasında kararsız, utangaç, bir an durakladı, bakışlarını uzakta bir yöne doğru çevirdi ve baktığı yönden cesaret almışçasına devam etti:

“Onun da bir resmini yaptır.”

Fuat, ilk kez söndürmeden izmaritinin dibine kadar getirmiş olduğu sigarasını parmaklarının arasından düşürdü, ayağıyla ezdi. Şaşırmıştı.

“Bu nereden geldi ki aklına?”

“Melike her gün o tablonun karşısında saatlerini geçiriyor. Kollarını arkasında birleştiriyor ve resimdeki seni seyrediyor. Bunu sen de yapmalısın. Bence çok mutlu olurdu.”

Genç adam, gözlerine koşturan yaşları yağmurun yardımıyla gizlerken, Derman’a yaklaşmasını işaret etti. Çocuk bir basamak indi. Fuat kalktı. Bir basamak çıktı. Eşitlendiler. Ancak karnının hizasına kadar gelen o ıslak başı kendine yasladı. Sımsıkı sardı. Eğildi, öptü ve kulağına “Seni kıskanmaya başladım haberin olsun. Bu harika bir fikir evlat. Yoksa yine dükkândaki ayakkabılardan birini alıp getirecektim ve çok sıradan bir hediye olacaktı,” diye fısıldadı ve birlikte, yukarı, daha da yukarı, evlerine doğru çıkmaya başladılar. Sessizce… En yükseğe.

Her gün yeni bir çatışmanın yaşandığı ve güven duygusunun insanın ruhundan her an bir parça daha koparıldığı bir ülkede, üstelik cepleri boş ve içi ertesi sabah için bile huzursuzken kalbi hâlâ sevinçle çarpabilen bir adamın, ya şehrinin kaldırımlarına yağmur çok yakışıyordur ya da âşık olduğu bir kadın tarafından özlemle bekleniyordur.

Yağmur ilkini, kimsesiz bir kızla evlendiği için ailesi tarafından reddedilmiş bu adama ve ıslandığında mükemmel görünen biricik şehrine kim bilir kaçıncı kez ispatlıyordu bu akşam. İkincisi ise iki yıldır çözmek için çıldırıp çözemediği bir düğümdü ve on iki yaşındaki bir çocuğun masum bir önerisiyle çözülüvermişti kalbinde birden. Reddedilişinin anlamı, reddedemediği duygunun derin sularında gizliydi. Aşk, tıpkı bir deniz gibi ona inanmayanı derinlerine kabul etmeyip kıyılarına sürükleyiveriyordu bir an tereddüt bile etmeden. Ve o kıyılar Fuat’ın ailesi gibilerle doluydu. Acımasızca reddettikleri her kim olursa olsun, aslında aşkın o reddedilemez gücü tarafından dışlandıklarının farkına bile varmadan ölüp gideceklerdi; ölü kalpleri, canlı bedenlerinin içinde. Bir yandan avucunun içindeki o terli küçük eli sıkarken, daha hızlı adımlarla çıkmaya başladı basamakları. Melike’ye kavuşmak için telaşlı, hevesli, kendinden emin ve mutlu. Derman ise hayatının geri kalan kısmında artık şemsiye kullanmamaya kararlı, sırılsıklam ve âşık…

-2-

İstanbul,
Nisan/ 2009

Yapılmış bütün tarifler sinsice gelip yerleşti beyninizin bir köşesine. Çerçevelendiniz, sınırlarınız çizildi ve düşlerinizi o çerçevenin içinden seyrediyorsunuz epeydir. Yalnızlık diyorum, dostlar… Bildiğiniz o tek başınalık değildir diyorum. Öyle tarif edildi ve öylesini bildiniz, bu size ait bir bilgi değil; diklenin diyorum. Kalabalıklar içinde yapayalnız ya da yalnızlıklar içinde kalabalık falan değilsiniz diyorum.  Edebiyata hizmet ettiğini sanan, düşlerine değil sırf oradan buradan edindikleri bilgilerine hükümlü olanlardan okuduğunuz buna benzer ucuz mısralar ve sözlerle küçüldünüz diyorum! Ben onlara ninni diyorum… Kaldırın sınırları ve yalnızlığınızı ya da her neyi isterseniz onu, yeniden ve hiç düşlenmemiş biçimiyle, hiç değilse bu gece düşleyin ve uyanışı yaşayın diyorum. Sevdiğinizin yüzündeki ifade ve onun hayatınızdaki anlamını düşleyin meselâ. Bir şeyleri ya da birilerini neden sevmediğinizi düşünün. Nedenlerini… Hapishaneler olabilir mi; ne dersiniz? Düşlerinize kaç yıl verdiler? Onları zindandan çıkarın ve yeniden anlamlandırın. Tarif etmeye çabalamadan; hissedip anlamakla yetinerek… Unutmayın; özgürlüğünüzün yalnızca iki kapısı var. Biri aklınız, diğeri ise kalbiniz. İkisinden biri ya da her ikisi birden, farkında bile olmadığınız bir anda kapandı. Açın diyorum. Ve şimdi yine kapıları açık unutarak gidiyorum. Ne de olsa ben unutkanım… Yarın yine aynı saatte, aklınız ve kalbinizdeki tarifi çoktan yapılmış yüzlerce düşü özgür bırakmanıza yardımcı olmak için bu frekansta sizi bekliyor olacağım.  Unutkan, bu gece dinleyeceğiniz son parça olarak, Mendelssohn’un keman konçertosunu seçti. Ünlü kemancı Midori’nin yorumuyla… Mutlu geceler.

Özgür, mikrofonu kapattı. Parçayı girdi. Tüm cihazları, yayının otomatik akışına göre ayarladı ve saatine baktı. 01.01 idi. Gülümsedi. İki saatlik programını bu gece de tam vaktinde bitirmişti ve bu gece yayın, istediğinden de güzel geçmişti. Kendinden hoşnut, sırt çantasına bu gece için seçtiği şiir kitaplarını, sigara tabakasını, çakmağını, not defterini koydu ve cep telefonunu çıkarıp açtı. Şifreyi girdi ve onayladı. Kalktı. Işıkları söndürdü. Çıkmak üzere kapıya doğru yürürken telefonuna bir mesaj geldiğini duydu ve kontrol etti. Haldun’a aitti mesaj: “Bizim oradayım. Takılacağım biraz. Yorgun değilsen gel, iki tek atarız.” Kafasında “Onların orası” ile Canan’ın evi arasındaki mesafeyi ezberinde olduğu halde bir kez daha hesapladı çarçabuk. Gecenin nispeten sakinlemeye başlamış bu saatinde, en fazla yarım saatte alabilirdi bu mesafeyi. Tek votka. Sonra kalkardı. Binadan çıkmak üzereyken telefonundan ikinci uyarı sesi geldi ve bir mesaj daha görüntülendi ekranda. “Ev çok gergin, yayından sonra lütfen oyalanmadan gel. Sana ihtiyacımız var. Lucia gitmiş!” Canan’a ait bu mesajı da okunmuşların arasına gönderirken dışarı çıkmıştı bile. Otomobiline atladı, çalıştırdı ve aldığı son mesajın sahibinin ve onun hayatına dâhil oluşunun yaşattığı karmaşayla yorulmuş kalbini bir parça olsun dinlendirmek için “onların oraya” sürdü.

***

Bilmemenin en iyi ve aynı zamanda en kötü yanı, başına gelenin, o ânâ kadar yaşadıklarının en iyisi ya da en kötüsü olduğunu zannettirmesiydi insana. Belki de bilinmezliğin bu kadar gizemli oluşu da bu birbirine zıt ikiliği tek bünyede taşıyor olmasından başka bir şey değildi; kim bilir…

Tarabya sırtlarındaki üç katlı ve görkemli villanın orta katındaki yatak odasında Dilem, on yedi yıllık hayatının en ağır gecesini yaşıyordu. Ona göre, bir yıkımdı bu. Lucia, hem de haber bile vermeden, onu yapayalnız bırakarak, üstelik çocukluk yıllarını, inançlarını, ona güven duygusunu öğreten omuzlarına astığı bir çantanın içine koyarak çekip gitmişti. Lucia’nın, annesinden bile daha sevecen bakan ayna gözleri yoktu artık. Şiddeti çok güçlü bir deprem olmuştu ve ona ait her şey enkazın altındaydı sanki. Gülünç olan, Dilem ne zaman bir deprem yaşasa toprağı kazmak, altından ona ait olan her şeyi çıkarmak ve geri vermek, gözlerini dünyaya açtığı günden beridir Lucia’nın görevi olmuştu. Görev de değil; bu, sevgisi ve ona olan bütün adanmışlığıyla severek yaptığı tek işti kadının. Şimdi ise bu kurtarıcı gitmiş ve Dilem, çaresizliğin soğuk yüzüyle ilk kez karşı karşıya kalmıştı. Kafası karmakarışık, bir kedi yavrusu kadar korunmasız, yorgun ve hevessizdi. Okuldan döndüğünde almıştı bu bir türlü anlamlandıramadığı gidişin haberini. Önce inanmamış, bunun da büyük annesi Firuze Hanım’ın yaptığı o sevimsiz şakalardan biri olduğunu düşünüp evin her katını, dolap içleri dâhil, özenle aramıştı; korkusunun üzerini kahkahalarıyla örterek. Bir kapının arkasından, bir dolabın içinden çıkıverecekti Lucia. Bütün aramaları sonuçsuz kalınca Firuze Hanım’ın kaldığı çatı katına koşar adımlarla çıkmış ve dikilmişti büyük annesinin karşısına. Gözleri yaşlarla doluydu ve konuşmakta güçlük çekiyordu.

“Bu şaka uzun oldu büyük anne. Lütfen söyleyin bana, Lucia nerede?” Firuze Hanım’ın cevabı, yüzündeki ifadeden daha donuk bir ses tonuyla verilmişti:

“Şaka yapmıyorum. Eşyasını geceden toplamış. Bana yalnızca ne seninle ne de annenle vedalaşacak gücü kendinde bulamadığını söyledi, sana bunu izah etmemi istedi, mecburum dedi ve gitti. Bütün bildiğim bu. Lütfen çocuk gibi davranma. O bir dadıydı ve sen zaten, artık bir dadıya ihtiyaç duymayacak yaştasın. Anlamaya çalış ve bir dram haline getirme bu işi.” Dilem birkaç kez yutkundu ve gücünün son damlasıyla sordu.

“Nereye gitti büyük anne? Nereye gidebilir? Onun bizden başka kimsesi yok ki!”

Firuze Hanım, gözlerini pencereye doğru çevirmiş, istifini hiç bozmadan ve Dilem’e dönme gereği bile duymadan cevaplamıştı soruyu.

“Köklerini bulmak istediğini söyler dururdu hep, bilirsin. İtalya’ya gitmiştir herhalde. Nereden bileyim ki… Söylemedi.”

“Onu durdurmak ve benim buna dayanamayacağımı söylemek aklınızdan hiç geçmedi değil mi!”

Büyük annesine daima saygıyla ve yumuşak başlılıkla yaklaşması konusunda eğitilmiş olan kızın bu soruyu sorarkenki sesinde, ona karşı bugüne dek en suçlayıcı ve isyankâr tını vardı. Firuze Hanım, sallanan ahşap sandalyesinin hemen yanına dayadığı bastonunu almış ve yere sert bir şekilde üç kez vurduktan sonra, ateş gibi parlayan gözlerini torununa dikerek: “Bu ne cüret! Bilip bilmeden konuşmayacaksın! Elbette söyledim! Çok dil döktüm ama dinlemedi. Fidelio Donatti’nin karısı, gitmeyi kafasına koymuş kırk yaşını geçkin bir kadına yalvaracak mıydı bir de? O, bir dadının karşısında eğilecek biri midir bir düşün!” demişti öfkeyle.

Dilem, büyük annesiyle yaşadığı mesafeli ve saygı dolu ilişkinin hiçbir döneminde inanmak istemediği sözlerin gerçek olabileceğine ilk kez inanır gibi olmuştu. Canan hep, “Büyük anneni kızdırmayı sakın deneme. Sonuç kaldıramayacağın kadar büyük bir düş kırıklığı olabilir. Onu say ve sevildiğine inan.” derdi çünkü sık sık. Dilem buna benzer sözlerle büyütülmüştü ve işte şimdi tam sırasıydı belki de. Kırılmışlığının sızısı ve terk edilmişliğinin isyanıyla nefret dolu bir bakışa eşlik eden nefret dolu bir sesle son cümlesini söyleyip gözyaşlarıyla odadan dışarı fırlamış, kapı ardından şiddetle kapanmıştı.

“Ona dadı deyip durmazsan iyi olur! O, dedemin evlatlığı, benim teyzem, senin de bir bakıma kızındı. İyi ki gitmiş! İyi ki senin onu nasıl gördüğünü bilmeden gitmiş!”

Firuze Hanım’a ilk kez torunu tarafından sen diye hitap edilmişti bu akşam. Bu akşam, o da hayatının en korunaksız akşamlarından birini yaşıyordu; tıpkı Dilem gibi. Yalnızca otoritesiyle ördüğü o alışıldık korunak, iplik iplik çözülüvermişti bir anda. On yedi yaşında bir kız çocuğunun karşısında kendini savaş kaybetmiş bir komutan gibi hissederken bile Lucia’nın gitme zamanının gelmiş de çoktan geçmiş olduğunu düşünerek avutmuştu kendini. Kızın Lucia tarafından tahmininin de üstünde şımartılmış olduğunu fark edişinden başka bir sebep daha vardı böyle düşünmesi için. Dilem’in bu terbiyesiz tavrını bile hoş görmesini sağlayacak kadar ferahlatan bir sebep. Gülümseyerek arkasına yaslanmış ve ancak kalbini katı tutarak koruyacağını düşündüğü gücün bile bilinmezlik karşısındaki aczinden habersiz,  huzurla oturmaya devam etmişti. Bu şımarıklığa tahammülü yoktu. Canan dönmeli, kızına haddini bildirmeli, Lucia da gittiği cehennemin dibinde kalıp, bir daha hayatlarına asla geri dönmemeliydi. Kontrolü ancak bunlar sağlandıktan sonra yeniden ele geçirmiş olacak ve ancak bundan sonra huzurla uyuyabilecekti. Katılığı için suçlayıp duran Canan ve Dilem de, günü geldiğinde, şimdi hoşlanmadıkları bu tutumu için ona teşekkür edeceklerdi. Etmelilerdi. Ne yapıyorsa onlar için yaptığının bilinmemesi ne büyük haksızlıktı. İçini çekip, her akşam bu saatlerde içtiği bitki çayını almak üzere sandalyesinin hemen yanı başında duran sehpaya uzanmış ve işte ancak o fincanın orada durmadığını fark ettiğinde anlamıştı Lucia’nın gittiğini. Kimileri böyle birer köpek olarak yaşarlardı ve köpeğin nankör olanı hiç beklenmedik bir anda ısırıverirdi. Isırdığı yeri acıtmayan, aksine iyileştiren böyle bir köpeğin ardından sövmek için kendini hırpalamaya bile gerek yoktu. Tek bildiği, eve hiç vakit kaybetmeden yeni bir hizmetçi almaları gerektiğiydi. Bu saatte içmesi gereken bitki çayıyla dolu fincan, o sehpada durmak zorundaydı çünkü.

***

“Yayın da çok iyi geçmiş. O halde neyin var senin?”

Özgür, Haldun’un sorusunu epey sonra algılamışçasına, gözlerini diktiği kadehten ayırmadan cevapladı soruyu. “Bir şey yok, yorgunum herhalde.” Haldun gülerek, “Kaç yıl oldu saymadım,” deyince Özgür, bu gece ilk kez içten bir kahkaha atarak tamamladı cümleyi. “Ben ellerin olalı mı?”

“Sen dalganı geç bakalım. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite ve saymaya parmaklarımın yetmediği kadar sene de iş ortaklığı. Oğlum, dip dibe bir ömürden söz ediyoruz. Beceriksizce söylenmiş yalanlara inanmayacağım kadar uzun bir süre bu. Sen “Unutkan” gibi budala bir isim koyduğun mükemmel geçmiş radyo programından çıkacaksın, okuduğun şiirler beğenilecek, afili lafların hürmet görecek, televizyonlar o hiç göstermek istemediğin boktan yüzün üstünden para kazanmak için sırada bekliyor olacak, ne kadar iyi bir radyocu olduğun, ne kadar iyi bir mimar olduğun gerçeğinin önünü kapatacak, üstelik binayı dikeceğiz Bakırköy’ün göbeğine; tıkır tıkır ödeyecekler paramızı, fıstık gibi sevgilin evde seni bekleyecek ve sen buna rağmen karşımda kırk beş dakika boyunca oturup yalnızca kadehini seyrediyor olacaksın. Sonra da yorgunum hikâyesi. Sorun ne? Yoksa her şey düzgün gittiği halde asabını bozacak bir şey bulan o entel takımına has bir ukalalık mı bu? Fazla takılır oldun son günlerde. Bulaşıcı mıdır nedir?”

Özgür, gerçekten de ömrünün bu güne kadarki kısmını bir arada geçirdiği, gamsız görünmeye çalışarak kendini avutan, hiçbir şeysiz adama minnetle baktı; yüzünde buruk ama aydınlık bir gülümsemeyle. Hayattaki tek dostunun karşısındaydı ama istemediği halde gizlenmeyi yine gizlenmeyi seçti. Canan’la yaşadığı, aşk mıdır, eziyet midir, yoksa yalnızca alışkanlıktan ibaret midir; artık adını koyamadığı belirsiz ilişkinin onu ne kadar yorduğunu susarak, etrafına kısa bir bakış atıp öyle cevapladı soruyu:

“Biliyor musun şu koca şehirde beni dinlendiren tek yer burası ve hayatımda yanında dinlenebildiğim tek adamla birlikteyim. Şu müziğe bir kulak ver Haldun. Bir kulak ver lütfen! Yaşadığını sanıyor ama yaşamıyorsun oğlum sen. Dinle bak, işte tam da şimdi kemanlar girecek…” Ve kemanlar tam da o sırada girdi. Haldun şaşkın ama büyülenmiş gözlerle Özgür’ün yüzünde an be an değişen ifadeye bakıyordu kıpırtısız. “Şimdi altolar… Tam üç dakika sonra bir soprano girecek. Ben bunun için her şeyimi veririm biliyor musun? Yorma beni be koca adam… Yorma… Yeterince yorgunum.” Ve mırıldanmaya başladı; gözleri kapalı ve tamamen başka bir dünyada gibi… Başta ciddi şekilde dalga geçildiğini sanıp şaşkına dönen Haldun, izlediği sahnenin gerçekliğine inandığı anda daha da şaşkın fakat sahneye kendini iyiden iyiye kaptırmış hâlde; keyifli, huzurlu, susuyor ve izliyordu yalnızca. Tek kelime etse bozulacak gibiydi büyü. İçinden, “Tuhafsın oğlum,” diyordu. “Tuhaf ama sihirlisin işte.” Müzik susana kadar kimse konuşmadı ve sustuğunda, tek olmasına karar verilerek gelinmiş votka bardağı, ikincisiyle dolduruldu. Özgür, ıslak gözlerini fazla gizleyemedi Haldun’dan. Tonlarca yük taşıyormuşçasına ağır ağır açılan göz kapakları, yeşil bir pencereden baktı bin yıllık bu dosta ve tek bir cümle döküldü dudaklarından:

“Canan’ın hayatının kapısından girdiğim an yalnızlığımın kapıları yüzüme kapanıyor Haldun. Sorun bu.”

-3-

İzmir,
Aralık/1970

“Karın gerçekten güzelmiş Fuat.”

Refik, fırçayı tuttuğu zarif ve becerikli parmaklarıyla havada çizdiği şık bir harekete eşlik eden bu sözü söylerken, bir yandan onu süzen eski dostu Fuat’a göz kırptı. Artık yalnızca hatırını kıramayacağı dostları talep ettiğinde alıyordu eline fırçasını. Geçim sıkıntısı onu da vurmuş ve para kazanabileceğini sanıp yanıldığı başka işler yapmaya yöneltmişti. Vaktinin çoğunu atölyeyle aynı sokakta borç harç devraldığı küçük bir hediyelik eşya dükkânında geçirir olmuştu. Renkler, çizgiler, gölgeler, boy boy fırçalar ve tuvaller yerine raflarda beklemekten tozlanmış, satılmadıkça vitrine vuran güneş altında solmuş irili ufaklı biblolar ve bir yığın ıvır zıvır… Bunlar arasında, üç kuruş biriksin diye gün doldururken hiç değilse hatırını kıramadığı dostlarından gelen böylesi taleplerle heyecanlanıyor ve yaşamak için tutunduğu tek hayaline kavuşacağını hissettiren bu anları yaşamaktan büyük keyif alıyordu. Hayatta en çok istediği şey, bir gün bir sergi açmaktı çünkü.

Fuat ise, Karşıyaka’nın daracık sokaklarından birinde, eski dostu Refik’in kapısı epeydir açılmamış küçük, boya ve toz kokan atölyesinde, ellerini arkasında kenetlemiş, henüz tablo olmadan az önceki hâliyle, en güzellerinden birini seçip büyüttürerek getirdiği fotoğrafından Melike’yi izliyordu. Saçları, iki omzunun üstünden dalga dalga yayılan bir başak tarlasını andırıyordu. Fotoğraf siyah beyazdı ama Refik’e söylemişti bütün renkleri. Soluk mavi nişan elbisesiydi üzerindeki; yakasının açıklığı göğüslerinin tam çatal ucunda son bulan. Yakanın eteğe kadar olan kısmı minik, parlak, inci düğmelerle süslü elbisenin ince belini çevreleyen kemeri boyunca da aynı inciler yürüyordu. Neredeyse oturduğu iskemlenin ayaklarını örtecek kadar uzun eteği ise buruş buruş kabarıyor ve tarlanın kenarında uzanan deniz gibi, birazcık kıpırdasa başaklarla suyu birbirine karıştırıverecekmiş gibi bir görüntü sergiliyordu. Bütün yüreğiyle gülümsedi. Birbirine karışmış toz ve boya kokusunu içine keyifle çekerken, Melike’nin dükkânının kapısından içeri ilk girişi düştü aklına. Onu ilk gördüğü o öğleden sonra…

Uzunca bir süre, kapının hemen girişinde sıkılgan bir ifadeyle Fuat’ın müşterisini geçirmesini beklemiş ve sonra yine aynı ifadeyle kısa bir bakış atıp elinde tuttuğu torbadan çıkardığı ayakkabıları uzatmıştı.

“Sıkarsa bir numara büyüğüyle değiştireceğinizi söylemişsiniz. Bunlar müdürümün.”

Bütün söylediği bundan ibaretti ve söyler söylemez gözlerini kaçırıp yere sabitlemiş, gelecek cevaptan ürker gibi tedirgin bir bekleyişe geçmişti. Kareli eteğinin üzerine giydiği soluk pembe eski yün hırkanın düğmelerinden biriyle oynadığı parmağından, ayağındaki burunları yıpranmış botların birbirine bakar şekildeki duruşuna kadar bütün bedeni, ne denli tedirgin, nasıl da sıkıntılı olduğunu bağırıyordu sessizliğinin içinden. Fuat ayakkabıları almış, bir süre incelemiş, giyilip giyilmediklerini kontrol etmiş, kenara koymuş ve raftaki kutulardan birini indirmişti. Kutudan çıkardığı yeni ayakkabıları Melike’nin az önce boşalttığı torbaya koyarken, gözlerini kızın üzerinden alamamış ve “Adın ne?” diye soruvermişti. Fısıltı halinde çıkan bir sesten bu masum güzelliğin adının “Melike” olduğunu öğrendiği an bu yüzü görmeden yaşayamayacağını söyleyen bir his gelip kalbine oturmuş ve bir daha da oradan hiç kalkmamıştı. Heyecanından, adı dışında başka hiçbir soru soramadan çıkıp gitmesine izin verdiği bu kızın izini bulmak için bir milat olan o öğleden sonrayı bugün gibi hatırlıyor ve her hatırlayışında kalbi yine o anki kadar hızlı çarpıyordu. İzmir eşrafının en zengin ve köklü ailelerinden birinin ve ayakkabı mağazalarının tek varisi olan bu bir evin bir oğlunun, her şeyini kaybetmeye başladığı o öğleden sonra… O kızın kim olduğunu öğrenmek için kız yetiştirme yurdunun müdiresinin peşine düşmeye karar verdiği öğleden sonra…  İşte o öğleden sonra, Melike’yle evlendiği için sahip olduğu her şeyden vazgeçmek zorunda kalacağı, iyice aç ve açık kalmasın diye ucuz olan ayakkabıların sergilendiği Kemeraltı’nın arka sokaklarından birindeki küçücük dükkâna tıkılacağı ve reddedilip Melike kadar kimsesiz bırakılacağı günlerin başlangıcıydı.

Şimdi, terk edilmişliğin hüznünü her köşesinden ayrı haykıran bu atölyede, bir resim sehpasının karşısındaki cansız fotoğrafın içinden canlıymış gibi gülümseyen ve sanki yüzünde, onu ilk gördüğü günkü kadar sıkılgan ifadesiyle kocasına dönüp,  “Böyle iyi mi?” dercesine kaçamak bakışlar atan, o bakışlarla kimsenin anlayamayacağı iki sözcüğü aynı anda yalvaran bu genç kadın için Fuat, kaybettikleri bir yana, yeniden kazanacaklarını bile feda etmeye hazır; gülümsüyordu.

“Sakın gitme!” der gibi çığlık bir bakıştı o ve çok seven bir kadının bir erkeğe yönelttiği böylesine çaresizce bir bakış, o bakışı gerçekten önemseyip anlamlandırabilen bir erkek için ıssızlığı, çaresizliği, parasızlığı ve reddedilişi taşıyabilmesi gerektiğini anlamak demekti. Zenginlikten fakirliğe aniden geçiş, restoranlar yerine sokak arası lokantalar, lokantalar yerine simitçi tezgâhları, teraslar yerine merdiven basamakları, gazinolar yerine ucuz kahveler, pahalı otomobiller yerine iki sağlam bacak demekti. Kapitalist düzene eğilmiş bir boynun dikleşirken hissettiği sancının yüreğe yayılırken çizdiği bütün o daralan yollar ve o yollarda yeşermeye başlamış aşkın dallar budaklar sararak önce hayatının, sonra da o hayata bakışının değişmesi demekti. Melike’nin “Sakın gitme!” çığlığı, Fuat’ın bir bakıma hayata baş kaldırışıydı. Her şeyini yeniden kazanacaktı; babası gibi yıkmadan, kırmadan, severek, önemseyerek ve kendinden çok başkalarını düşünmenin ne demek olduğunu öğrendiği bu kadına armağan etmek için delice çalışarak… Sonra yeniden kaybedebilirdi. Onun tek bir sözüyle ve hiç çekinmeden.

“İşlerin varsa bekleme, ben bittiğinde sana haber veririm. Bu güzel hanımın fotoğrafıyla çalışmak keyifli olacak.”

Refik’in neşeyle söylediği bu cümleyle daldığı düşüncelerden uyanan Fuat, toparlandı ve birkaç adımda arkadaşının yanına yaklaşıp, dostça vurdu omzuna.

“Biliyorsun Pazar hariç her gün dükkânda olmak zorundayım. Arada bir gelip nasıl gittiğine bakarım ama yılbaşına çok da az bir süre kaldı. Tabloyu tam da o akşam götürmek istiyorum. O an, yüzündeki ifadenin nasıl değişeceğini düşündükçe bile keyiften deli oluyorum. Yetişir değil mi?”

Refik bu sözler üstüne fırçasının ucunu dokunduğu son noktadan hafifçe çekti, birkaç adım gerileyerek gözlerini kıstı ve bakışlarını resmi aktarmakta olduğu fotoğrafa çevirerek mırıldandı:

“Tabloyu gördüğü an yüzündeki ifadenin bu fotoğraftakinden çok farklı olacağından adım gibi eminim dostum.”

“Hey! Benim karım mutlu!” dedi Fuat; kendini gülmeye zorlayarak biraz da. Melike’nin yüzünde her daim üzgün bir ifade olduğunu çevresindekilerden ilk duyuşu değildi bu çünkü.

Refik sıcak bir gülümseyişle cevapladı:

“Bundan hiç şüphem yok aslanım. Senin gibi bir adamın karısı nasıl mutsuz olur Allah aşkına? Nikâhınıza gelemediğim için hâlâ suçluluk duyuyorum. Bunu yetiştirerek kendimi affettireceğim. Tablo o akşama hazır, rahat ol.”

Sonra Fuat’ı da tedirgin eden bir sessizliğe gömülüp birkaç saniye öyle kaldıktan sonra aniden devam etti. Konuşmaktan öte, sesli düşünür gibiydi…

“Bitireceğim ama kolay olmayacak. Başımı her kaldırışımda değişiveren bir ifadesi var çünkü. Bir baktığımda mutlulukla gülümsüyor. Resmetmek için bu ifadeyi aklıma yazıyorum, sonra bir daha bakıyorum ki; sanki ağladı ağlayacak.”

-4-

İstanbul,
Nisan/ 2009

Varlığına alışılmış birinin ani yokluğu, hissedildiği yeri derin bir sessizliğe düşürürdü; hele ki vakit geceyse. Her gidiş, ardında bıraktığı yerin düzenini değiştirirdi; giden özlenecek biri olmasa bile. Özgür burada olsaydı, vaktinde gelme nezaketini gösterseydi, bu durum için de tam tersinden bir cümle kurar, akıllarını bir süreliğine de olsa karıştırarak ağır havayı dağıtabilirdi belki.

“Lucia, sizin yalnızlığınızın oyalayıcılığından artık sıkılmış ve onu çağıran kendi yalnızlığına gitmiş olmasın?” derdi meselâ. Ya da en sakin ses tonu, biraz daha acımasızca seslenebilirdi aniden:

“Yokluğu mu acıtıyor sizi, yoksa varlığını ancak yokluğunda hatırladığınızı fark edişinizin utancı mı?”

Canan, kim bilir kaçıncı kez turladığı yatak odasını arşınlarken elinde evirip çevirdiği cep telefonunu yatağın üzerine öfkeyle fırlattı. Sevgilisi, bu mühim gecede burada olmalıydı ama değildi işte. Saat gecenin ikisini çoktan geçmişti ve gelmediği yetmiyormuş gibi, telefonunu da kapatmıştı. Yolladığı mesaja rağmen o telefonun kapalı olması, alışmaya zorlanacağı bir dönemin başında olduklarını anlamasına yetmiş ve onu iyice huzursuz etmişti. Demek ki kafa tutuyordu artık. Dört seneyi aşkın birlikteliklerinde en az dört yüz kez evlenme teklifi eden ve her seferinde hazır olmadığı yalanıyla reddettiği bu adam, her gel dediğinde gelmemeyi seçerek artık uzaklaşmak istediği mesajını yolluyordu. Bir güzel kafa tutuyordu; bu reddedişlerin altındaki imzanın kendisine değil Firuze Hanım’a ait olduğunu bile bilmeden… Haksızlıktı bu. Özgür yanında değildi. Lucia anlamsızca çekip gitmişti. Annesi kayda değer hiçbir açıklama yapmayarak onu çileden çıkarmıştı ama en kötüsü Dilem’in içler acısı durumuyla nasıl baş edeceğini bilememenin çaresizliğiydi. Hangi sorunu çözebileceğini kestiremiyor ve kapana kısılmış fareler gibi odanın dört bir yanını adımlayıp duruyordu bir saattir. Böyle olmayacaktı. Ani bir kararla odasından çıktı. Merdivenleri çarçabuk indi ve mutfağa yöneldi. Kendine sert bir kahve hazırlamak için önce ısıtıcıya su koyup çalıştırdı. Bir fincan buldu. Kahveye ulaşmak ise tahmin ettiği kadar kolay olmadı. Normal insanların yaşadığı evlerin mutfaklarında kahve, şeker ve çay kavanozları görünen bir yerde, bir rafta falan dururdu. Her tarafa saldırıyor ama kahveyi bulamıyordu. Öfkesi an be an artarken son bir ümitle açtığı buzdolabının yan rafında rastladı kahveye. Gülmekle ağlamak arası kararsız bir hisle Lucia’yı düşündü. Kahveyi neden akla en zor gelebilecek yerlerden birine koyduğu basit sorusu ile onun bu kadar ani bir kararla nereye ve niçin gitmiş olduğu ağır sorusu birbiriyle çarpıştı ve gök gürledi. Kalbinde gök gürlüyordu. Lucia’ya gerçekten hiç dikkat etmediğini o an fark etmişti aniden.

Her sabah herkes uykudayken kalkıp bahçedeki çiçeklere su verirdi o. Sonra çayı demler, sofrayı kimse kalkmadan hazır eder, sabahı taze pişmiş pizza, poğaça ya da kek kokusuna bulardı. Becerikli, eli çabuk, seslenildiği an bu en az on beş yirmi kapılı evin her kapısının ardında ayrı bir bedenle bekliyormuşçasına çabuk çıkıverirdi ortaya. Bir ömrü birlikte yaşamış olmalarına rağmen, babasının evlatlığı olduğu halde, onu kardeş gibi görmemesi öğütlendiği için mi, yoksa bu tuhaf durumu hiç sorgulamadığı için mi; yakınlık kurmaktan özenle kaçındığı, kızına kendinden bile daha yüce bir bağlılıkla annelik etmiş olan bu kadına karşı müthiş bir yabancılık ve yakınlık duygusuyla karmakarışık hissetti kendini.

‘Kızına kendinden bile daha yüce bir bağlılıkla annelik etmiş olan kadın…’

Bu cümleyi aklından hızla geçerken aniden yakalayıp çekti çıkardı diğerlerinin arasından.

Bu sebeple miydi ona hiç dikkat etmek istemeyişi?  Ona yıllarca özensiz, dikkatsiz ve varla yok arasında bir yerdeymiş gibi davranmasının sebebi kıskançlık olabilir miydi? Bu ancak Özgür’le konuşulabilecek, yalnızca ona sorulduğunda çırılçıplak dürüst bir cevaba kavuşabilecek bir soruydu ve Canan, işte başından beri belki bunun için kaçıyordu Özgür’ün deli saçması diye adlandırdığı bütün o çıplak görüşlerinden. Sevdiği adam, bir mimar ve aynı zamanda görüşlerini bir mikrofonun ardından her gece haykıran ünlü bir radyocuydu. “Anlaşılmaz şeyler söylüyorsun…” der ve dikkate almazdı onun söylediklerini. Bu gece acı kahvesinin eşliğinde ve ilk kez, en az kahvesininki kadar acı bir tatla, aslında yıllardır kendinden kaçtığını fark etti; Özgür’ün düşüncelerinden değil. Adamın söyleyebileceği herhangi bir sözle kendini sorgulamaktan kaçmıştı. Bunu fark ettiği an yine aynı şeyi yaptı. Çabucak mutfaktan çıktı ve merdivenleri hızla çıkıp Dilem’in odasının kapısının önünde durdu. Kendini sorgulamaya mecbur bırakan hiçbir duyguyu içinde tutmak istemez, girdiği bu sorgu sürecini elinden geldiğince kısa tutar ve o duygu onu nerede yakaladıysa ondan kurtulmak için kendini hemen farklı bir yere atardı. Şimdi de mutfağı terk etmekle, fark ettiği o acı gerçek mutfakta kalacak, bu fark etmişliğin hissettirdiklerinden arınıverecekti sanki.

İçerden ses gelmiyordu. Ağlamaktan yorgun düşüp uyuyup kalmış olabileceğini düşünerek hafifçe araladı kapıyı. Dilem, çalışma masasının üzerine eğilmiş hararetle bir şeyler yazıyordu. Annesinin girdiğini duymadı bile. Ne zaman ki ona iyice yaklaştı ve Dilem fark etti gelişini; işte o an yazdıklarını ani bir refleksle, üzerine eğilerek gizlemeye çalıştı. Bu gelişten huzursuz, soğuk bir ifadeyle dönüp konuştu.

“Kapımı çaldığını duymadım.”

“Uyuyorsun sanmıştım tatlım.”

“Ben bu gece uyumam.”

“Ne kadar üzgün olduğunu biliyorum hayatım ama yarın okulun var ve saat çok geç oldu. Artık…”

Dilem, sonunu bildiği bu cümleyi çok sert bir bakış ve aynı sertlikte bir sesle kesti.

“Hiçbir şey bilmiyorsun ve yarın okula gitmeyeceğim.”

Lucia’yı yitirmiş olmanın öfkesini büyük annesinden sonra bu kez annesine yöneltmişti. Bu evde Lucia’yı kendinden başka önemseyen kimse olmadığını anlamışlığının acısı, kadının gidişinden duyduğu acıyı bile bastırıyordu.

Canan nasıl davranması gerektiğini bilemez hâlini abartılı bir gülümsemeyle gizlemeye çalıştı. Böyle konuşmalara alışık değildi. Dilem’in babasıyla ayrıldıklarında o daha üç buçuk yaşında bir kızdı ve hayatlarının her döneminde Lucia yanlarındaydı. Bu tip zor konuşmaları o yapar, Canan’a çözülecek bir sorun bırakmazdı. Aslında bunu kendisi istememişti. Her şey kendiliğinden ve bilinci dışında böyle gelişmişti. Koskoca iki fabrikanın ve bir mağazalar zincirinin başındaki bir kadındı o. Daha küçücük bir çocukken ölen babasının yaptığı serveti korumak ve yönetmekle yükümlüydü. Zamanla yarışırdı. Zamanla ve parayla. Böyle durumlarda kızıyla konuşurken ona ne söylemesi gerektiğini öğrenmek için vakti olmamıştı. Kızını sevmek dışında ona yapacak hiçbir şey bırakmayan Lucia’yı daha da derinden kıskandığını hissetti ve kendini toparlayıp bir şeyler söylemeye çalıştı:

“Peki canım. Bu gece sinirlerin bozuk. Haklısın. Böyle bir terk ediliş çok ağır. Seni anlıyorum. Gerçekten… Bak istersen biraz konuşalım, rahatlamana yardımcı olmak istiyorum…”

Duraksayarak ve sanki uygun kelimeleri seçmek için zorlanarak kurduğu bu cümleler de Dilem’in üzerinde istediği etkiyi yaratmadı ve kız, bu kez yazdığı defteri kapatıp arkasına alarak yerinden kalkıp “Yalnız kalmak istiyorum,” dedi solgun yüzündeki soğuk ifadeyle.

“Peki canım. Yarın görüşürüz o zaman. Sabah mühim bir toplantım var ve evden erken çıkacağım. Kahvaltı sorununu geceden çözerim. Sabah mümkünse büyük annene de götürürsün değil mi?”

“Özgür nerede anne?”

Canan yutkundu.

“Yayın uzamış ve sabah erkenden ofise gitmesi gerekiyormuş bir tanem. Yarın gelecek.”

Dilem sinirli bir kahkahayla arkasına döndü.

“Onu hiç dinlemediğin nasıl da belli. Yayını bir dakika bile uzatmaz. Olsun… O da gitsin bakalım. O da gelmesin.”

Canan, duydukları karşısında bilinçsizce elini göğsüne götürdü. Bir dönem başlıyordu. Yepyeni ve kolayca atlatılmayacak kadar sıkıntılı bir dönem. Buna benzer her dönemi en kısa sürede ve hasarsız atlatmalarını sağlayan kadın bu kez sıkıntının ta kendisiydi. Lucia… İyi geceler dileyip odadan çıktığında, prensiplerinden ödün vermeden ve asla duygularına yenilmeden yaşamaya alışmış bu kadının yenildiği duygunun adı meraktı. Kıskançlığını, üzüntüsünü ve çaresizliğini bile bastıracak kadar güçlü bir duyguydu bu. Merak ediyordu. Hem de çılgınca. Lucia’nın nereye ve neden gittiğini. Özgür’ün şu an nerede olduğunu ve neden böylesine zor bir gecede yanlarında olmadığını. Onu sevmediğini bildiği halde yine de annesinin Lucia’nın gidişi karşısında takındığı ve anlamlandıramadığı bu umursamaz tavrın sebebini. Hepsinden de önemlisi, o deftere kızının neler yazdığını.

Benzer İçerikler

Kıskanmak-Nahid Sırrı Örik

yakutlu

Ninatta’nın Bileziği

yakutlu

Öteki

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy