Kan Kırmızısı Ayın Altında

Başkalarının düşüncelerini okuma yeteneğine sahip olan Angelica Shelton Belanov, bir gün Londra’da sosyetenin kaymak tabakasının düzenlediği bir davete katılır.

Ancak bu tatsız ve sahte kalabalığın ortasında gürültülü düşüncelerin âdeta saldırısına uğrayan Angelica, teselliyi esrarengiz görünümlü, oldukça yakışıklı bir yabancının arkadaşlığında bulur: Prens Alexander Kourakin.

Diğer erkeklere pek benzemeyen Prens Alexander’ın Londra’da bulunma nedeni ise davet değil, vampirlere ait Doğu Klanı’nın lideri olarak, gücünü yitirmekte olan türünün geleceğini tehdit edenleri ortadan kaldırmaktır.

***

Giriş

Tarihçi, tüy kalemini hokkaya batırmadan önce kalemin ucuyla kafasını kaşıdı. Manastırın bodrum katı loştu, fakat bu durum onun vampir gözlerini hiç rahatsız etmiyordu.

Önündeki parşömen kâğıtlara doğru eğildi, diliyle dudaklarını ıslattı ve yazmaya başladı:

MS 1678 yılının yedinci ayının 24. günü Osmanlı İmparatorluğu ile Rus Çarlığı arasındaki savaşın tam ortasında, vampir katilleri, Doğu Klanı arazilerinden çıkarılmayı bekleyen aralarında yüz çocuk vampir ile kırk yetişkin vampirin bulunduğu kaleye saldırdılar.

Bu arada suikastçı caniler de, çok ünlü iki vampir olan Sadrazam İsmail’i ve Prens Alexander Kourakin’i öldürmek amacıyla, Tyasmyn Nehri boyundaki Osmanlı ve Rus kamplarına gönderilmişlerdi.

Saldırı sırasında prens, Sadrazam İsmail’in çadırındaydı ve Osmanlı kampını basan caniler öldürüldüler.

Prens Alexander’ın kız kardeşi Helena ise Rus kampında, erkek kardeşinin çadırındaydı ve onun yerine öldürüldü.

Helena’nın cesedini bulan iki vampir, hayatta kalanları kurtarabilmek için kaleye doğru yola çıktılar. Kaleye vardıklarında sadece sekiz yaşındaki Kiril ile beş yaşındaki Joanna’yı sağ bulabildiler. Çocuklar, İsmail’in himayesine alınarak kaleden uzaklaştırıldılar.

Prens Alexander, canilerle savaşmak için kalede kaldı.

Altmış yedi cani öldürüldü.

Kelimelerinin tükenmesine alışkın olmayan tarihçi duraksadı; tüy kalemi parşömen kâğıdın üstünde dondu kaldı. Çocuk vampirlerin boğazlanmasının üstünden sadece birkaç saat, Alexander Kourakin’in kılıcını çekip kaleye girmesinin üstündense birkaç dakika geçmişti.

Yüzyıldır vampirler, caniler tarafından öldürülüyorlardı ve sadece birkaç saniye önce bu durum sona ermişti. Kalan son canilerin de yakalandığı, klan liderleri tarafından ilan edildi.

Tarihçi, derin bir soluk aldı. Son yüzyıldır her gün vampirlerin ölümlerini yazıyordu, fakat bugün, bunun sonu gelmişti.

Elini öne doğru uzattı ve yazdı:

Doğu Klanı Prensi Alexander Kourakin, Vampir Katilleri Dönemi’ni sona erdirdi.

*

1

Londra, Ocak 1871

Yaklaşık iki yüzyıl sonra…

Gözün görebildiği her yerde damat vardı… Sarı saçlı, kahverengi saçlı, siyah saçlı, kızıl saçlı… Şuradaki de yeşil saçlı mı, acaba?

Angelica, beyaz eldivenli ellerinde rengârenk çiçekler tutan ve hepsi de aynı ifadeyle gülümseyen binlerce damadın arasında duruyordu.

“Evlen benimle!” diye bağırdı biri. Adamın çok yaşlı olduğunu fark eden Angelica, onu daha önce bir resmini gördüğü filozof Eflatun’a benzedi.

“Hayır! Benimle evlen!” diye şarkı söylemeye başladı diğerleri. Şarkı mı? Evet, gerçekten şarkı söylüyorlardı. Aman Tanrım, bu bir rüya olmalıydı. Tam anlamıyla bir kâbus…

“Haydi Angelica, sen benimle evlenmek istiyorsun!”

“Prens Albert?” dedi Angelica şaşkınlıkla. “Fakat siz on yıl önce tifodan ölmüştünüz! Kraliçe Victoria hâlâ yasınızı tutuyor!”

Albert, kaşlarını kaldırıp Angelica’ya çapkın bir bakış fırlatınca genç kız birkaç adım geriledi.

“Bir dakika bekleyin, lütfen. Ben gerçekten evlenmek istemiyorum, fakat buna mecbur olsam bile içinizden birini seçmem imkânsız.”

Bu açıklamayı bir sessizlik takip etti. Angelica bakışlarıyla etrafı taradı. Yüzlerdeki gülümseme hızla söndü ve Angelica parlak renkli çiçeklerin yerlere atıldığım gördü.

“Baytar?”

“Ucube!” Uzaktan gelen bu ses ürkütücü bir biçimde yankılandı. Bir dakika önce ona hayranlıkla bakan gözler şimdi onu suçluyordu.

“Ucube!”

“Canavar!”

“Bir dakika, bırakın da açıklayayım!” Angelica yükselen uğultuya karşın, sesini duyurabilmek için bağırarak konuşuyordu, ama faydasızdı. İçindeki endişe hızla korkuya dönüşüyordu.

Canavara ölüm!” Bağıran Albert’ti. Parmağını Angelica’ya doğru uzatmış, aynı sözleri tekrarlayıp duruyordu; “Canavara ölüm!”

Yakınındaki adamlar Angelica’yı kıskıvrak yakaladılar, ne kadar çırpınırsa çırpınsın ellerinden kurtulamayacağı kadar sıkı tuttular.

“Durun, lütfen. Ben canavar değilim. Masumum! Lütfen, ben bu laneti hak etmedim. Hayır! Biri bana yardım etsin!”

Angelica uyandığında, çocuksu yüzündeki alaycı gülümsemeyle tepesinde dikilen erkek kardeşini görünce irkildi.

“Kahvaltı masasında uyuyakalmanın görgüsüzlük olduğunu sana öğretmediler mi? Akşam yemeğinde belki, ama sabah kahvaltısında bu davranış kesinlikle büyük bir ayıptır, tatlım.”

Angelica’nın toparlanması bir saniye sürdü. Rüyasında gördüğü adamların hiçbirinin güneşli kahvaltı odasında olmadığından emin olmak için dikkatle masaya baktı. Tabii ki yoklar, diye düşündü büyük bir rahatlamayla.

Mikhail’in sorgulayan bakışları, zihnini toparlamasına yardımcı oldu. Becerikli bir el hareketiyle saçlarını düzelten Angelica, gördüğü rüyanın etkisinden sıyrılmaya çalışarak kardeşinin hatırı için gülümsedi.

“Fakat gene de kahvaltı masasındayım. Dün gece benim kadar az uyusaydın, masaya bile gelemezdin.’’

Mikhail, Angelica’nın sözlerini anlamazlıktan gelerek bir yandan çayını yudumlarken bir yandan da kız kardeşiyle alay etmeye devam etti. “Hangisinin daha kötü olduğunu gerçekten bilmiyorum. Kahvaltı masasında uyuyakalmak mı yoksa bütün gece kitap okuyup mumları tüketmek mi?”

“Tamam, ama beni her gece akşam yemeklerine ve davetlere sürüklemezsen, ben de geç saatlere kadar ayakta kalmak zorunda olmam, değil mi?”

Mikhail gözlerini devirerek. “Sosyeteye tanıtılmana hâlâ sinir olamazsın, Angelica. Er ya da geç sosyeteye girmen gerekiyor, fazlasıyla geç kaldın zaten.”

Angelica cevap vermedi. Kardeşine sosyeteye girmenin gereksiz olduğunu, tüm kalbiyle kır evinde yaşamak istediğini söylemesinin faydası yoktu! Hayır, tam da kardeşine göz kulak olması için Londra’da katması gerektiği sırada bunu ona asla söyleyemezdi.

Sıkıntılı bir soluk sesi dışında hiçbir cevap alamayan Mikhail, neşeli bir tavırla omuz silkti. “Pekâlâ, bugün için neler planladın bakalım?”

“Ivır zıvır işler; bugün Rotten Row’a gideceğimiz için önce üstümü değiştirmeliyim. Oranın dünyanın bu yarıküresindeki en tozlu yol olduğuna yemin ederim.“

Mikhail yüzündeki gülümsemeyi saklamaya çalıştı. “Görüyorum ki kahvaltı öncen Hyde Park’ta yaptığımız at gezintileri seni çok yoruyor, sevgili kardeşim. Bundan sonra sen Ladies’ Mile yolunu kullan.”

Angelica, bu zırvalıklara cevap vermeye bile tenezzül etmedi. Yeni binici kıyafetleri ve özenli saç modelleriyle caka satmak isteyen kadınların tercih ettiği bir yoldu Ladies’ Mile. Amacı sadece at binmek olan biri asla bu yolu kullanmazdı. Amacı sadece at binmek olan biri, muhtemelen hep ayını ve şık kalabalığın gezindiği Hyde Park’a da uğramazdı.

“Dediğim gibi, üstümü değiştirmeliyim” dedi Angelica telaşla. Uyuyakalmadan önce okuduğu gazeteyi alarak devam etti: “Artık, bu konuda hiçbir fikrim yok. Bir kadın Londra’da bu saatte ne yapar acaba? Alışverişe çıkabilir, ama benim içimden gelmiyor, ödemelerini yapabilir ki ben bunu zaten hallettim, belki de arkadaşlarını ziyaret eder. Ne yazık ki ben bundan hiç hoşlanmıyorum.”

Mikhail, gazetesini indirerek şaşkın gözlerle kız kardeşine baktı.

“Neden arkadaşlarını ziyaret etmediğini sorabilir miyim? Dün gece, İspanya sefirinin karısıyla konuşurken çok neşeliydin. Ya da şu Alman kıza ne demeli?”

Angelica, sefirin karısı Felipa’yla yaptığı kısa sohbeti düşündü ve iç çekmemek için kendini zor tuttu. Kadın cana yakındı, fakat söylediklerinin tek bir kelimesi bile Angelica’nın ilgisini çekmemişti. Kadın konuşurken Angelica sadece eve gidip güzel bir kitap okumayı düşünmüştü.

“Sefirin karısıyla konuşmam beş dakika bile sürmedi. Ayrıca, kibar bir hanımefendi sabah saatlerinde asla kimseye çat kapı gitmez.” Angelica, yüzünde son derece ciddi bir ifadeyle, teyzesinin tiz sesini taklit ederek konuşmuştu. Dewberry Teyze, hayatta olan tek akrabalarıydı. Her ay onları ziyarete gelerek Angelica’ya, kibar bir hanımefendinin nasıl davranacağından koca bulma taktiklerine kadar pek çok konuda ders verir ve bundan büyük bir zevk alırdı. Zavallı kadıncağız, himayesine aldığı Angelica’nın neden normal bir kadın gibi davranmadığını asla anlayamıyordu. Angelica, “Başkalarının düşüncelerini okuma yeteneğinin getirdiği küçük aksilikler olmasa, belki daha kadınsı zevklerim olurdu.” diye düşündü.

Mikhail gülümseyerek gazetesini tekrar yukarıya kaldırdı. “Anlıyorum. Demek, sen kurallara bağlı olduğun için, Londra’ya geldiğimden beri diğer kadınlardan farklı davranıyorsun?”

Angelica’nın konuşmayı sona erdiren sessizliği üzerine, Mikhail gazeteyi telaşla çevirerek sordu, “Evvelsi gün, Ahlak ve Siyaset Felsefesi Ûkelerini mi okuyordun sen?”

Angelica, mahcup bir tavırla çayını karıştırmaya başladı. “Bitirmek üzereyim. Bu arada, William Paley’in ilginç fikirleri var, sanırım onun yazdıklarından hoşlanacaksın.“

“Bundan eminim.” Gizemli bir ifadeyle gülümseyen Mikhail, çay fincanının üstünden, bir kez daha gazete okumaya dalan kız kardeşine baktı. “Sana kalsa, bu ev kitapla dolup taşardı, değil mi?”

“Kitapsız bir oda, ruhsuz bir bedene benzer.” diye cevap verdi Angelica ciddiyetle ve sonra kardeşine bakarak gülümsedi. “Bu, benim değil Cicero’nun sözü. Sıradan bir kadının sözlerini dikkate almasan da, Cicero’ya güveneceğinden eminim.”

Mikhail, kardeşinin sözlerinden fazla etkilenmedi, zira onun fikirlerine ne kadar saygı duyduğunu Angelica’nın bildiğinden emindi.

“Kan Hırsızı’yla ilgili haberi okudun mu? Galiba bu onun beşinci kurbanı!“ Masa örtüsüne daha fazla çay sıçratmamak için kaşığı yerine koyan Angelica’nın, haberi okudukça kaşları çatıldı.

“Angel.”

“Hmm?”

“Angelica!”

Mikhail’in ses tonundaki gerginlik, Angelica’nın okuduğu gazeteden başını kaldırmasına neden oldu.

“Sorun nedir?”

İç geçiren Mikhail bir önceki konuşmayı hatırlamaya çalıştı. “Etrafta bu kadar dedikodu dolaşmadaydı kaygılanmazdım, bunu biliyorsun.”

“Öyle mi?” Dedikoduların gerçeklerle alakası olmadığını iyi bilen Angelica, konuyla hiç ilgilenmeyip kardeşine belli etmeden, okuduğu yazıyı bitirmeye çalıştı.

“Evet” dedi Mikhail, Times’ın siyah beyaz sayfalarına gömülmüş kız kardeşine baktı. “Herkes, evlenme çağına gelmiş tüm bekârların kalbini çalmış gibi görünen şu Rus prensesi konuşuyor.

Bazıları, bu durumda onun kısa zamanda bir markiye kapağı atacağı konusunda hemfikir, kimileriyse ancak bir vikontun dikkatini çekebileceğini iddia ediyor.”

Angelica, rol yapmaktan vazgeçip okuduğu gazeteden gözlerini istemeye istemeye kaldırdı. “Ya, ne kadar da şanslı bir prenses.”

“Bu kadar ilgisiz olamazsın!” dedi Mikhail kızarak. “Bu adamların hiçbiriyle ilgilenmiyor musun, Angel?”

Angelica, gazetenin üstünden kardeşine bakarak gülümsedi. Cambridge’i bitirip eve döndüğünden beri tek görevinin kız kardeşini evlendirmek olduğuna kendini inandıran Mikhail’i hayat kırıklığına uğratmak istemiyordu. İnsanları, özellikle de erkekleri tanımanın onun için ne kadar güç olduğunu kardeşinin bilmesini istemiyordu. İnsanların düşüncelerini okumanın çok büyük dezavantajları vardı, ki erkeklerin cinsel fantezilerine ortak olmak da bunlardan biriydi.

Angelica, ilk başlarda bu düşüncelerin, erkek doğasının bir parçası olduğuna kendini inandırabilmek için çok uğraştı. Fakat daha sonra erkeklerin başka hiçbir şey düşünmediğini fark etti; en azından Angelica’nın yanındayken Çoğu erkek, sırf onu memnun edebilmek için konuşmalarını dinler göründü! Angelica, bugüne kadar sadece üç erkeğin arkadaşlığına katlanabildi: Hakkında, sürekli dedikodu yapılan bir vikont, yabana bir sefir ve onunla ilgili hiçbir cinsel düşüncesi yokmuş gibi görünen hoş bir adam.

Hayır, gerçekten kardeşini hayal kırıklığına uğratmak istemiyordu, fakat kendisine hâkim olduğu ve erkeklerin çoğunun da onu bir aksesuar ya da çocuk doğurma aracı olarak görmeye devam ettiği sürece evlenmeye niyeti yoktu.

“Tanıştığını erkeklerin çoğuyla konuşmakta güçlük çekiyorum, hepsi bu” dedi sonunda.

“Ciddi olamazsın!” Mikhail’in gözleri komik bir şaşkınlıkla açıldı.

“İtiraf etmeliyim ki, konuşma fırsatı bulabildiğimden beri seni susturmaya çalışıyorum! Yani, sen şimdi bana bu erkeklerle konuşmadığını mı söylüyorsun? Kim bunlar? Adlarını söyle de, bana sırlarını vermeleri için onları altına boğayım!”

Angelica, kardeşinin bu soğuk şakası karşısında bir kaşını kaldırarak, hiç de kadınsı olmayan bir tarzda kollarını kavuşturdu.

“O zaman, sevgili küçük kardeşim, korkarım göğüslerimin kendi zevkine ne kadar uygun olduğunu düşünen bir adamla sohbet edeceksin!”

“Angelica!” Yüzündeki şakacı ifade bir anda yok olan Mikhail şaşkınlıkla kekelemeye haşladı.

“Sakin ol” dedi Angelica ve gülümsedi, “sadece şaka yapıyordum.”

Mikhail, Angelica’ya ciddiyetle bakmaya devam etti. “Bu şaka konusu olamaz. Angelica. Bu doğruysa, o adamı vururum.”

Angelica, söylediklerine pişman olmuş gibi görünmeye çalıştı. Sadece düşüncelerinden dolayı kimseyi suçlayamayacağını kardeşine anlatması faydasızdı.

“Özür dilerim, bir daha olmayacak.”

Mikhail, sadece birkaç dakika önce Angelica’nın yaptığı gibi bir kaşını kaldırarak kollanın kavuşturdu.

“Böyle ucuz ve sahte pişmanlık gösterileriyle beni kandırmaya mı çalışıyorsun sen?”

Angelica elinde olmadan sırıttı.

“Evet, kesinlikle haklısın, benim bütün canavarlarımı yok edecek bir kardeşim olduğu için üzülecek değilim!”

Mikhail, kederlenerek başını salladı. “Sevgili kardeşim, korkarım ki sen canavarlarınla konuşmayı bitirdiğinde bana yapacak hiçbir şey kalmayacak.”

“Kaba adam!”

Mikhail sırıttı “Ebeveynlerimiz adaletsiz davranmışlar, Angel. Senin adın Kate olmalıydı.”

Angelica gülümsedi. “Aynen öyle, sevgili kardeşim, aynen öyle.”

Mikhail yıllardır, çocukluklarında karanlıktan korktukları çoğu gecelerde kız kardeşinin ona okuduğu, Shakespeare’in Hırçın Kız oyunundaki Kate’i ima ederek bunu söyler dururdu. Karanlık, gök gürültüsü ve şimşekler getirmiş, tahta merdivenlerden tüyler ürpertici sesler çıkmıştı… Karanlık, anne ve babalarının ölüm haberini de getirmişti.

“Umarım, artık surat asmazsın?” dedi Mikhail gazetesini katlarken.

“Surat asmıyordum ki! Ben asla surat asmam” dedi Angelica alıngan bir sesle. Elindeki gazeteye bakarak gülümsedi. “Kara kara düşünüyordum. Buna daha çok, entelektüel bir kadın tavrı diyemez misin?”

“Evet, Bayan Entelektüel. Ben kulübe gidiyorum, arkadaşlarımla buluşacağım. Akşam yemeği için saat altıda dönerim.” Mikail kız kardeşine göz kırparak yerinden kalktı ve odadan dışarı çıktı “Cici kız ol!“

Kardeşi çıkar çıkmaz Angelica gülmeye başladı. Onun, sosyeteye girebilmek için kullandığı yola hayrandı. Ebeveynlerinin bir kazada ölmelerinden sonra, Angelica ve Mikhaille ilgilenebilecek bir tek akrabaları kalmıştı. Fakat o da Mikhail’i, doğru yerlere götürüp doğru insanlarla tanıştırabilecek yetenekte değildi. Bütün bunları Mikhail tek başına başarmıştı.

Cambridge’den sadece dört ay önce dönen Mikhail, bu kısa sürede Angelica’nın sayamayacağı kadar çok arkadaş edinmişti. Bu, Angelica için çok da hayranlık uyandırıcı bir durum değildi. Mikhail ilkgençliğinde yaşadığı bazı olaylar sonucunda, kalbinin hasta olduğunu ve bu nedenle de hiçbir şeyi dert etmemesi gerektiğini öğrenmişti. Angelica onun için endişeleniyordu, fakat Mikhail sağlığıyla ilgili duyduğu şüpheyi bir şirinlik paravanı arkasına gizleyerek herkes tarafından sevilen biri olmayı tercih etmişti.

Angelica’nın kardeşi, isterse bir yılanı bile deliğinden çıkarabilirdi.

“Prenses Belanov?”

Angelica, başını kaldırarak içeri giren uşağa baktı.

“Evet, Herrings?”

“Size bir mesaj var.”

Uşak, içinde katlanmış beyaz bir kâğıt bulunan gümüş tepsiyi Angelica’ya uzatırken başını eğerek selam verdi.

“Teşekkürler, Herrings.” Angelica gülümseyerek mektubu tepsiden aldı ve sessizce okudu.

“Ne!” İstemeden bağıntıca Angelica yalnız olduğundan emin olmak için telaşla başını kaldırdı. Yalnız olduğunu anlayınca kahvaltı masasından kalktı ve Park Lane’e bakan büyük pencerenin önüne gitti.

İçeriye vuran güneş ışığının huzmesi altında durarak, sanki ışık yazılanları değiştirebilirmiş gibi mektubu yeniden okudu.

Prenses Belanov,

Reina, Mikhail ve Katya gemilerinin kaybolduğunu size bildirmek gibi üzücü bir görevi üstlenmiş bulunuyorum. Blenov sermayesinin büyük bir kısmı, teslim edilmesi gereken kargoya yatırıldığı için.

Angelica mektubu okumayı bıraktı. Babasının avukatının yazdıkları, kafasının içinde fırıl fırıl dönüyordu. Beş ay. Avukat, Angelica’nın isteği üzerine her ay gönderilen parayı beş ay daha yollayabileceğini, ama ondan sonra beş parasız kalacaklarını söylüyordu.

Bir yanlışlık olmalıydı! Nasıl olur da gemilerin üçü birden aniden kaybolurdu. Böyle bir şey mümkün müydü? Şimdi ne yapacaklardı?

Benzer İçerikler

Dusunce Mirasımız

yakutlu

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç

yakutlu

Yüksek Ökçeler (Ömer Seyfettin)

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy