Kanlı Taht (Kösem Sultan’la Turhan Valide Sultan’ın İktidar Savaşı)

Kösem Sultan tahtta oturan torunu Mehmet’e bakarken, sultanın yüzüne bir şey damladı. Fark etmedi Mehmet. Kösem Sultan hayretle etrafına baktı. Garip… Sanki divanhanedeki kimse fark etmemişti bunu.

Başını kaldırıp tavana baktı bu defa. Tavanda tüm o çinilerle boyamaların arasında kırmızı bir leke vardı.
Kandı. Tavandan kan sızıyordu.
Paniğe kapıldı.
Tavandan akan kanın bir damlası Mehmet’in yüzünde, birkaç damlası da kavuğundaydı.
Tavandan akan kan damlaları gitgide hızlandı. Ardı ardına padişahın üzerine düşmeye başladı.
Kimsenin bu durumu umursamayışı Kösem’i hayretler içinde bırakmıştı.
Şaşkınlıkla izliyordu olan biteni.
Torunu Mehmet gözünün önünde yavaş yavaş kana bulanıyordu.
Sadece Mehmet mi?
Taht da… Koca cihan devleti Osmanlı’nın tahtı da kana boyanıyordu.
Hiçbir şey demedi. Hiçbir şey yapmadı.
Tavandan akan kanı izledi sadece. Tahtın ve torununun al kanlara boyanışını seyretti uzun uzun. Bu bir düş de olsa, aklını kaçırdığına da dalalet etse hoşuna gitmişti.

Kanlı Taht, IV. Mehmet’in saltanatı sırasında Kösem Sultan ve Turhan Valide arasında yaşanan taht kavgasını anlatırken, tarihin karanlık sayfaları arasında kaybolup gitmiş destansı bir aşka da ışık tutuyor.

***

Zifiri karanlıktı. Bilmediği bir yerdeydi. Tanımadığı, daha önce görmediği adamlar vardı peşinde.

Neden peşine düşmüşlerdi Ne istiyorlardı ondan?

Birden durdu. Peşinden gelen adamlara döndü.

Adamlar da durdu.

Yüzlerine baktı.

Zifiri karanlıktı. Adamların yüzleri yoktu.

Ya kendisi? Kendisi var mıydı?

Kâbus görüyorum dedi kendi kendine. Bu bir düş  kötü bir düş Ah bir kendime gelebilsem, bir uyanabilsem…

Adamlar yavaşça üzerine gelmeye başladı.

‘Ben Kösem Sultanım. Mahpeyker’im. İki padişah anası ve dahi şimdikinin büyük anasıyım… Bana dokunmaya, beni kovalamaya nasıl cüret edersiniz, yıkılın karşımdan!”

Adamlar sessizce üzerine gelmeye devam ediyorlardı. Simsiyahlardı. Zifiri karanlıktı gece.

Daha evvel öylesine korktuğunu hatırlamıyordu. Belki küçük bir kızken zorla alınıp saraya getirildiğinde… Hayır, o zaman bile böylesi bir korku duymamıştı.

Nefesi kesiliyor, bacakları titriyor, elleri gitgide büyüyordu.

Tekrar koşmaya başladı.

Neresiydi burası?

Bitmez bir koridordaydı. Koridorun ucu her adımında biraz daha uzaklaşıyordu. Belki nihayetine varsa . Sağa ya da sola dönse Hem o zaman nerede olduğunu da anlardı. Yıllarca hüküm sürdüğü sarayın neresiydi burası?

Bir el omzundan tuttu. Sıyrılmak istedi. Fakat hemen bir ikincisi sardı belini.

Var gücüyle bağırdı.

“Bırakın beni! Hadsizleri’”

Kısa süre içinde tüm vücudu ellerle kaplanmıştı. Etrafını saran adamlar onu kıpırdatamayacağı şekilde kıskıvrak yakalamışlardı.

O anda az evvelki öfkesini, hiddetini bir kenara bıraktı. Artık sultan, valide, hatta kendi kendine tekrar ettiği gibi imparatoriçe değildi. Yaşlı bir kadındı. Kösem’di. Mahpeyker’di. Hatta Anastasya’ydı.

Yalvarmaya başladı.

“Allah aşkına bırakın, canımı bana bağışlayın, kıymayın…”

Adamlar gitgide çoğalıyordu.

Debelendikçe artıyordu eller. Sanki kendi kendilerine çoğalıyor, onu hızla sarıyorlardı.

Nefesinin kesildiğini hissetti

Boğuluyordu.

Uyanmak istedi. Uyanmayı diledi. Uyanabilmek için Tanrı’ya yalvardı.

Bu bir düştü.

Hayat bir düş…

Bir düş görüyordu.

Bir kâbus

Hayır, tüm bunlar gerçek olamazdı.

1

Saray bahçesi karanlığa gömülmüştü. Ağaçların bin bir yeşilli yaprakları, güllerin, lalelerin, menekşe ve sümbüllerin gönül alıcı güzellikleri yoktu artık. Sadece sonsuz, uçsuz bucaksız bir gece dört yanda… Bir de uzaktan gelen martı sesleri ve kıyıya vuran dalgaların mest edici ahengi…

Hepsi bu kadardı.

Sarayı çepeçevre saran iki insan boyundaki duvarı aşan kalın, asırları devirmiş dalların arasında esmer biri göründü. Bir erkekti bu. Duvarın orta yerindeki bu adam gecenin karanlığı ve yaprakların gölgesini kendisine siper ederek belli ki birini yahut bir şeyi bekliyordu. Sabırsız bir hali vardı. Beklediğinin bir an önce gelmesini istiyor gibiydi. Gözleri dört yanı tarıyor, sanki birini arıyordu.

Burası iç bahçe, yani haremin bahçesiydi. Yavaşça yükselen ve karanlık geceyle cenk etmeye hazırlanan dolunayın aydınlattığı bu cennet köşesinde yerlerde halı ve seccadelerle iki sedir ve küçük masalar vardı. Masaların üzerindeyse türlü çeşit yemişler az sonraki eğlenceye katılacakların ağızlarını tatlandırmak için sıralarını bekliyorlardı.

Kösem Sultan’ın sadık kölesi Meleki Kalfa bahçeye girdi Elinde sultanına mahsus bir örtü vardı. Böyle bahçe eğlencelerinde. Kösem Sultan oturacağı sedirin bu güzel ve işlemeli örtüyle kaplanmasını isterdi

Meleki yavaşça ve özenle örtüyü sedirlerden birinin üzerine serdi. Daha sonra ağaç dallarına asılmış fanuslara baktı.

Henüz yakılmamışlardı. Oysa sultanın ve belki de padişahın gelmesine şunun şurasında ne vardı? Hemen içeri gidip görevlilere haber verecekti ki ağaç dallarının arasındaki kişi yavaşça seslendi.

“Pişt. pişt…”

Oldum olası karanlıktan korkardı Meleki. Küçükken esircinin evinden alınıp saraya getirildiği ve karanlık taş odada tüm gece kendi gibi köklerinden koparılmış üç fidanla sabahı sabah ettikleri o geceden beri böyleydi bu.

Gecenin karanlığında kendisine birden seslenilince de eli ayağına dolandı. Yüreği ağzına geldi. Başı döndü, gözü karardı korkudan

Ancak bu ses tanıdıktı sanki. Bir an düşündü.

Acaba o muydu?

O kişi tekrar seslendi.

“Benim, ben…”

Evet oydu. Çok sevdiği Mehmet’i…

“Ay sen misin? Korktum. Gece vakti dalların arasında ne işin var? Birden öyle seslenince vallahi yüreğime indirecektin, hain’”

Mehmet biraz önce çıktı. Artık ayın ziyası yüzünü kısmen aydınlatır hale gelmişti

“Bunda korkacak ne var? Bütün nöbet geceleri canımı tehlikeye atar, seni burada beklemem mî?”

“Bu gece ümit etmiyordum ki… Artık beni unuttu, bir daha yoluma çıkmaz, karanlık gecelerde karşımda belirmez diyordum Hem söyler misin bana, sen de bu sarayın adamı değil misin?”

“Öyleyim.”

“O zaman..

“Ne demek o zaman?”

“O zaman tehlike bunun neresinde?”

‘Neresinde mi?”

“Öyle değil mi ama?”

“Bunu sen anlayamaz mısın?”

“Anlat o zaman. Anlat da bileyim.”

“Anlatayım.”

“Dinliyorum.”

“Bu duvarları delip geçmek isteyen bir erkeğin gözü oyulur ya da dağlanır. Bu duvarlara çıkan adamın bir sonraki gün çıkacağı yer oba oba darağacıdır. Benim bulunduğum yer ile senin bulunduğun yer arasında daima esrar olmasını isterler… Harem bir sırdır, onu anlamak, görmek cesaretinde bulunanların yüzüne talihinden ziyade ölüm güler, ölüm…”

“Öyleyse ne işin var burada? Birazdan gelirler. Seni burada görmeleri işten değil. Hele fanuslar yakıldığında. Ölümden korkmaz mısın?”

“Ben senin kara gözlerin için ölüme kahkaha ile gülerim gülüm!”

“Yalan!”

“Yalansa iki gözüm önüme aksın Seni ne kadar sevdiğimi bilmez misin?”

Meleki başını önüne eğdi. Mehmet’in kendisini sevdiğinden emindi. Mehmet ağaç dalları arasında doğrularak devam etti

“Burası mescitler kadar mukaddes bilinir, kırklar gibi kapısı önünde teselliye cevaz vardır, fakat hariçteki dünya ile bu dünya arasında Azrail nöbet bekler.”

Meleki tekrar kaldırdı başını. Mehmet’in gözlerinin içine baktı Genç adamın görleri, ayın altında iki buz parçası gibi parlıyordu…

Benzer İçerikler

Dil-Küşâ

yakutlu

Yorganımı Sıkı Sar | Abbas Sayar

yakutlu

Antika Titanik

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy