Kar İzleri Örttü

Aslı E. Perker

Ayşegül Çelik

Barış Müstecaplıoğlu

Cem Selcen

Doğu Yücel

Ece Erdoğuş

Elif Tanrıyar

Gül İrepoğlu

Gülşah Elikbank

Hacer Yeni

Hakan Günday

İlknur Özdemir

Levent Mete

Menekşe Toprak

Mine G. Kırıkkanat

Nermin Yıldırım

Sibel Oral

Tuna Kiremitçi

Yazgülü Aldoğan

Yekta Kopan

Lapa lapa yağan kar, yaklaşan Yılbaşı’nın telaşı ve bir cinayet ya da birkaç cinayet.

Bu kitabı elinize aldığınızda karşılaşacağınız üç öğe bunlar. Bu üç öğe etrafında örülmüş tam yirmi öykü, yirmi farklı hikâye. Kimi uzun kimi kısa ama birbirine hiç benzemeyen bu öykülerin her biri sizi yazarının hayal gücüyle dokunmuş alışılmadık dünyalara, farklı olaylara, tuhaf insanlara götürecek. Kâh bir otobüste bir suça tanık olacaksınız kâh aşk yüzünden işlenen bir cinayete; kâh sevdiğinizi öldüreceksiniz kâh bir romanın içinde cinayet işleyip katil olacaksınız ya da çocuk katiller göreceksiniz. Fantastik dünyalara götüreni de var, çamlar altında romantik bir ortama da, başka ülkelere de. Ama hepsinde kar yağıyor, hepsinde cinayet işleniyor, ister istemez. Eski bir yüzyılda geçeni de var, rüyalarda işleneni de bu cinayetlerin. Yağan karın romantikliğine ya da donduran soğuğa kanın kırmızısı karışıyor hep.

Yirmi yazarımızın kimi ilk kez bu türde bir öykü yazdı, ricamız üzerine; hatta ilk kez öykü yazdı, roman dışında. Onlar için de farklı bir deneyim olduğuna inandığımız bu kitabın içindeki olayların sadece öykülerde, sadece gerçek dışında kalması dileğiyle, keyifli okumalar….

İÇİNDEKİLER

Sunuş       7

Aslı E. Perker   Ziu’nun Kar Küresi  9

Ayşegül Çelik  Evcilik Oyunu ve Birkaç Damla Kan        38

Barış Müstecaplıoğlu       Gerçek Beni öldürmek     55

Cem Selcen       Rüya         72

Doğu Yücel      Noel Baba’yı Kim Öldürdü Lan?     95

Ece Erdoğuş     Yılbaşı Ateşi     112

Elif Tanrıyar     Bir Cinayetin Tanıkları    119

Gül İrepoğlu    Julia’nın İstanbul’unda Bir Yılbaşı   130

Gülşah Elikbank      Hesaplaşma     147

Hacer Yeni        Karmen    160

Hakan Günday        İlk    166

İlknur Özdemir        Planlı Bir Cinayet     172

Levent Mete     Siyah Kar   181

Menekşe Toprak      Tek Tanık         194

Mine G. Kırkkanat   Rapunzel 206

Nermin Yıldırım        Kırmızı Kar      216

Sibel Oral Kiralık Yazar   235

Tuna Kiremitçi          Viloşa’nın Sırrı 249

Yazgülü Aldoğan    Vera Ölmek Zorunda!      257

Yekta Kopan    Doğum Sancısı         281

SUNUŞ

Geçtiğimiz yaz aylarında. Kalem Ajans’ın yöneticisi Nermin Mollaoğlu beni arayıp kendi ajansının temsil ettiği yazarlardan birer öykü isteyerek ‘Yılbaşı, Kar ve Cinayet” konulu bir kitap yapar mısınız dediğinde hemen kabul ettim önerisini. Yurtdışında da bu tür özel kitaplar var, neden bizde de olmasın diyerek kolları sıvadık. Katılabileceğini düşündüğümüz yazarlara tek tek yazarak kitapta yer almaya davet ettim, öyküler için zaman verdim ve bekledim. Doğrusu konu herkese cazip gelmeyebilirdi, üstelik yazarlar arasında daha önce öykü yazmamış olanlar da vardı. Kabul etmeyenler çıkabilir diye düşünüyordum, ama öyle bir şey olmadı. Bizi kırmadılar, yazdılar.

Tek koşulumuz öyküde kar, yılbaşı ve cinayet olmasıydı, gerisi serbestti. Kısa öyküler de geldi, uzun öyküler de. Geçmişte gezinenler de vardı aralarında, fantastik dünyalarda yolculuklara çıkanlar da. Sonunda ortaya birbirinden farklı on dokuz öykü çıktı. Bütün bu öyküleri okuyup yayına hazırlarken şunu fark ettim: Öykü yazmayı özlemişim, yazanlara da imreniyorum. Böylece ben de son anda kitaba dahil oldum izninizle ve küçük bir öyküyle katıldım bu on dokuz deneyimli, değerli yazarın arasına.

Böyle farklı bir kitabın Kırmızı Kedi’de hazırlanması konusunda verdiği destek için Nermin Mollaoğlu’na teşekkür ediyorum. O olmasaydı bu değerli yazarları bir araya getirmek hiç de kolay olmazdı.

İlknur Özdemir

Aralık, 2012

Aslı E. Perker 

ZİU’NUN KAR KÜRESİ

Perdenin arasından sızan güneş ışığı Selma’nın tam gözüne düşmeseydi biraz daha uyuyacaktı muhakkak. Hatta aslında son beş dakikadır o güneş ışığından kaçmanın bir yolunu arıyordu. Önce arkasını dönmüştü, fakat bu sefer de ensesinde bir yerde aşırı sıcaklığı hissetmiş, yatakta biraz ileriye kaymıştı. Tam tekrar dalabilecekken bir sinek musallat olmuştu. Omzunda; elini omzunun üzerinde savurunca burnunda; tekrar savurunca kulağında, boynunda. Derken sinirle yatakta doğruldu. Elleriyle sağına soluna vurdu, başını iki yana salladı, üzerindeki pikeyi bir kenara fırlatıp kalktı. Biraz fazla mı sıcaktı? Sonra yatağın hemen yanında, ayakta durdu, iki elini yukarıdan aşağıya doğru yavaşça indirerek aldığı nefesi ağır ağır verdi. “Sakin/’ dedi kendi kendine, “sakin.” Ardından “Ali?” diye seslendi. Ses gelmeyince tekrar denedi, “Ali?” Pencereye doğru yürüdü, sinek umurunda değildi şimdi, sıcak da. Burada olduğu için mutluydu. Perdeyi iyice açtı, karşısında okyanusu gördü, gülümsedi. “Sonunda,” diye geçirdi içinden, “kurtuldum Allah’ın belası kardan. Biraz daha güneş yüzü görmeseydim çıldıracaktım.”

Çıldıracaktı gerçekten de. Üniversitede düzenlenen bir kongrede görevli olduğu için geçen yaz izin alamamıştı. Ondan önce de Erzurum’da kış çok ağır geçtiğinden, müsait olduğu zamanların hiçbirinde uçaklar kalkamadığı için üç günlüğüne bile bir yere gidememişti. Boşa giden birkaç uçak biletini kafasına takmamıştı; ama yaz bitip de bir önceki kışı aratmayacak soğuk günler bastırdığında artık dayanacak gücü kalmamıştı. En son şehir merkezinden eve giden servisi beklerken beresinin dışında kalan saç tellerinin kırağı tutması sabrını taşırmıştı. Ağlayarak eve gelmişti. Buz tutan kirpiklerinin arasından akan yaşlarla. Servisteki öbür yolcular, kocasının çalıştığı şeker fabrikası lojmanlarına dönüyorlardı ki çoğu da tanıdıktı, görüştükleri arkadaşlarıydı; hiçbirine aldırmamıştı. Kimseyle konuşacak hali olmadığından arka sıraların birinde tek başına oturmuştu; ancak buna rağmen aralarından biri gelip sormuştu: “İyi misin?” “Biraz asabım bozuk,” diye cevap verdi, daha doğrusu kestirip attı, hatta yüzünü öteki tarafa öyle bir çevirdi ki kadın üstelemeyip uzaklaştı. Göz kaş hareketleriyle diğerlerini de “Boşverin, yalnız bırakın” manasında uyardı. Bilhassa ülkenin batısından olup bu uzak kentte çalışmak zorunda kalan herkesin zaman zaman yaşadığı bir ruh haliydi, biliyordu.

Genç kadın ilk geldiği günlerde iyi uyum sağlamış gibi gözüküyordu oysa. Alıştınız mı diye soran herkese ağzı kulaklarında “Alışmayacak ne var, hiç öyle dedikleri gibi kötü bir yer değilmiş,” deyip duruyordu. Ali de memnundu Selma’nın uyum göstermesinden. O zaten Erzincanlıydı, Erzurum’a çıkan tayinini büyük bir şans olarak kabul ediyordu. Selma’nın memnun olması içini rahatlatıyordu. Gel gör ki bu durum uzun sürmemişti. İkinci kış, ilk karın düşmesiyle Selma’nın ruh hali de değişmeye başlamıştı. Kendisi öyle olmadığını söylese de. Eve gitgide daha neşesiz gelir olmuştu. Okul ile yaşadıkları yer arasındaki yoldan da sürekli şikâyet ediyordu. Yine hava muhalefetinden dolayı şehirdeki hiçbir etkinliğe katılamıyorlardı. Sinemaya gidemiyorlardı ya da arada bir uğradıkları kafelere; bunların haricinde de zaten şehirde yapacak fazla bir şey yoktu. Selma her gün eve girer girmez kendini sıcak suyun altına atıyordu. Ali karısının bunu ısınmak için yaptığını düşünse de Selma aslında sudan medet umuyordu. Yıkanmak, yüzmek, hiç değilse sahilde şöyle bir yürümek ona her zaman iyi gelirdi. Tüm vesveseleri ve hastalıkları ne hikmetse suyla buluştuğu anda sona ererdi. Hatta vertigo denen illetten bile zamanında bir sahil kasabasında kurtulmuştu. Şimdi Erzurum’un soğuğunda da duştan çıktığı dakikalarda kendini iyi hissediyor, üzerine temiz bir şeyler geçiriyor, saçlarının ucundan sular damlarken Ali’yle biraz muhabbet ediyordu. Ancak aradan dakikalar geçince, günün olaylarını konuştuklarında, kısacası hâlâ Erzurum’da olduğunu hatırladığında önce dudakları kenetleniyor, sonra gözü dalıp gidiyor, derin bir iç geçiriyordu. Yemeğe otururlarken Ali muhakkak televizyonu açıyordu. Artık o saatte konuşacakları bir şey kalmıyordu zira; hem sonra evin sessizliği ikisinin de gönlünü biraz daha daraltıyordu. Kavga etmeleri an meselesiydi. Ali’nin, söyleyeceği her lafı önceden düşünmesinin, tartmasının hiçbir faydası yoktu, Selma kavga çıkarmak istediği zaman muhakkak bir yolunu buluyordu. O ise kıvılcımı yakan kişi olmamakla beraber ortaya ateş düştükten sonra iyice harlatan taraf oluyordu. İlk dakikalarda sükûnetini korusa da bir yerden sonra dayanamıyor ve sonunda suçlu düşecek hale geliyordu. Hiddetini tutamayan bir adamdı. En ufak bir tartışmayı en büyük bir kavgaya ve trajediye dönüştürebiliyordu. Böyle karşılıklı birbirlerini yaralamaya alışıklardı gerçi; ağız dalaşları gitgide derinlere iner, ikisinin de tüm geçmiş travmaları ortaya dökülür ve ancak birbirlerini ruhen iyice hırpaladıktan sonra durabilirlerdi.

Şimdilerde Ali biraz daha alttan alır olmuştu; karısının bu bunalımlı hallerinden biraz da kendini mesul tuttuğu için. Ancak gösterdiği toleransın aslında onları gitgide birbirlerinden uzaklaştırdığının da farkındaydı. Yemekten sonra bir müddet daha hiç konuşmadan televizyonun karşısında oturuyorlar, Selma olduğu yerde uyuklamaya başlıyor, sonra da kalkıp yatağına gidiyordu. Beraber bir film seyretmeye, yahut herkes gibi televizyondaki onca diziden birine bakmaya bile yanaşmıyordu. “Uykum var,” diyordu sürekli, “yorgunum.” Ali de gitgide içine kapanmaya başlamıştı böylelikle. Konuyu kimselere açamıyordu. Yakınında dertleşecek kadar yakın ve güvendiği bir arkadaşı yoktu. Ailesinden birine bir şey söylemesi mümkün değildi, onlar en başından beri Selma’yı Batılı şımarık bir kız olmakla suçluyorlardı. Evlenmeden önce pek sancılı geçen isteme, nişan, düğün döneminde annesi defalarca “Ne örfleri var ne âdetleri, nereden gelmiş bu insanlar,” diye serzenişte bulunmuştu. Sadece bir kez akıl danışmak için okuldan, hâlâ Ankara’da yaşayan bir arkadaşını aramıştı. Emre psikolojiden mezundu, muhakkak söyleyeceği birkaç söz olmalıydı. Emre telefonda Ali’nin anlattıklarını dinledikten sonra uzunca bir süre sessiz kalmıştı. Sonunda da sadece “Selma’nın içinde bulunduğu ruh halinde bir anormallik yok, geçiş dönemlerinde, bilhassa taşınmalarda yaşanır böyle sıkıntılar,” demişti, ancak gerçeği Ali ile arkadaşlıkları bozulmasın diye söylemeye çekinmişti. Söyleyecekleri bir şeyi değiştirmeyecekti, Ali önce dediğine kıymet verse de sonradan içten içe arkadaşına kızacak, karısı ile ilgili düşüncelerinden dolayı ona düşmanlık beslemeye başlayacaktı. Emre bu ruh halini de öngörecek kadar tecrübe kazanmıştı. Selma’yı okul yıllarından, neredeyse Ali kadar uzun bir zamandır tanıyordu. Bu kızda her zaman bir tuhaflık olduğunu düşünmüştü. Duyguları arasındaki geçişleri her zaman çok hızlıydı. Emre biraz daha fazlasını biliyordu aslında. Ali’ye hiçbir zaman söyleyememişti ve Selma’nın da bu konuda tek kelime etmediğini biliyordu. Birkaç kez birlikte olmuşlardı. Selma’nın yatakta da birden fazla hali vardı. Kimi zaman aşırı coşkulu, kimi zaman fazlasıyla sakin, duygusal. Emre bu hallerini sıradışı bulduğu ve o dönemde tek istediği sıradışılık olduğu için ona âşık olduğunu zannetmiş, ancak çok geçmeden ilişkinin çabuk yıprandığım anlayıp Selma’dan vazgeçmişti. Tüm bunları Ali’ye anlatamazdı, bu sebepten kısaca teselli edip her şeyin geçeceğini söylemişti, birkaç ay sonra ise konuştuklarını çoktan unutmuştu. İşi başından aşkındı.

Ali de Selma’daki bu gelgitlerin farkındaydı elbette. Zaten onu tıpkı diğerleri gibi sırf bu hali için sevmişti. Tutkuyla bağlanmıştı. Belki kendi de biraz öyle olduğundan, ayrı savrulmaları yaşadığından. Ancak daha önce Selma’nın depresif halleri hiç bu kadar uzamamıştı. Bambaşka bir kadın vardı karşısında. Hayata karşı tüm heyecanım yitirmiş, bir beklentisi olan ancak bu beklentinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğine çoktan karar vermiş bir kadın. Evet, önce anlayış göstermişti; onun gibilerin böyle bir şehirde yaşayabilmesinin çok kolay olmadığını biliyordu; ancak bir yerden sonra içerlemeye de başlamıştı. Dünya üzerinde istemediği yerde yaşayan tek insan oymuş gibi davranıyor olması, her gün muhakkak bir kez Doğu’daki yaşam ve Doğulular ile ilgili söyleyecek kötü bir sözünün olması kanma dokunuyordu. Bazen söyledikleri o kadar ağır geliyordu ki dayanamayıp karşı taarruza geçiyordu. “Şımarık” lafını son zamanlarda birden fazla ağzına almıştı. “Yettin be!” diye bağırıyor, kavga yine birden şiddetleniyordu. Barışmaları ise eskisi gibi tutkulu olmuyordu. Birkaç gün öyle dargın gezindikten sonra hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya başlıyorlardı. Önceleri olduğu gibi birbirlerine özlemle sarılmalar, özürler, ağlamalar, sevişmeler yoktu.

Tam artık hayatları ve beraberlikleri çekilmez hale gelmişken bir gün Selma’nın eve keyifli gelmesi onu şaşırttı. Oysa soğuk, çok karlı bir gündü. Buna rağmen karısı eve yüzünde geniş bir gülümseme, fark edilmemesi olanaksız bir heyecanla girdi. Beresini, atkısını, eldivenlerini çıkarıp portmantoya atarken Ali onu tedirgin seyrediyordu. Nasılsın demeye çekiniyordu. Selma Ali’nin yüzüne dikkatle baktı:

“Hayırdır, iyi misin? Bir şeyin mi var?”

Ali boğazını temizledi ama ağzından tek çıkan “Yoo…” oldu.

“Suratın şeytan görmüş gibi de.”

“Yoo… öyle seni seyrediyorum.”

Selma tereddütlü, inanmayarak yan gözle bir kez daha baktı. Sonra yine neşeli bir sesle, “Peki/’ dedi, “Gel bak ben bugün ne yaptım, onu anlatayım.”

Ali’yi kolundan tutup masanın başına sürükledi. Karşısına oturttu, elinden bırakmadığı çantasından iki kâğıt çıkarıp, Ali’nin önüne koydu. Ali her şeyden önce en alttaki rakamı gördü: 7500 TL. Sonrasında bunun bir tatil planı olduğunu anladı. Miami’ye alınmış iki bilet ve bir otel rezervasyonu. Böyle bir para harcamak istemiyordu ama bunu Selma’ya söyleyemedi. Hem sonra o daha ağzını açamadan Selma konuşmaya başladı. Sesinde son zamanlarda hiç olmadığı kadar tatlı bir ton vardı. “Biraz daha güneş görmezsem çıldıracağım Aliciğim. Bak göreceksin çok iyi gelecek. Bana da sana da. Çoluğumuz yok, çocuğumuz yok, biz neyin eziyetini çekiyoruz kuzum? Biraz pahalı evet ama çok iyi olacak. Kurban bayramıyla yılbaşı birleşiyor, tatil neredeyse dokuz gün. Biz beş günlüğüne gideceğiz, zaten neredeyse ikişer günü gidiş dönüş yolunda geçiyor. Yüzeriz biraz. Yüzümüze renk gelir. Bak sarardık kaldık. Şu halimize bak. İnan aylardır ilk defa kendimi bugün iyi hissettim. Ohh be. Hem Elifleri de görürüz. Onlar bizi gezdirir de. Yeni yıla da başka bir yerde girmiş oluruz. Şimdi gitmeyeceksek…”

Ali, Selma’nın lafın gerisini getirmesine müsaade etmedi. Karısının sevincine katıldı. “Tamam… Tamam…” dedi, “İyi yapmışsın, böyle bir şeye ihtiyacın var.” Selma yerinden kalkıp boynuna atladı. “İhtiyacımız var.” Aylardır ilk kez gülüştüler. Yemekte televizyon seyretmediler, neler yapacaklarından, neleri görmek istediklerinden, yanlarında neler götüreceklerinden konuştular. Ali harcayacakları paranın aklının bir köşesinde takılıp kalacağını, birkaç ay sonra onları zor duruma sokacağını…

Benzer İçerikler

Çıkmaz Sokak Çocukları | Cenk Çalışır

yakutlu

Harem; Kölelikten Sultanlığa

yakutlu

Keçi – Zanlı, Kurban, Cefakâr | Ömer F. Oyal

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy